Necip Fazıl Şiirine Farklı Bir Bakış

NECİP FAZIL ŞİİRİNE FARKLI BİR BAKIŞ

Beşir AYVAZOĞLU

Osman Hamdi Bey’in resimlerine hiç dikkatle baktınız mi? Teknik üstünlüklerine rağmen hemen hepsi tabiatın alelade röprodüksiyonlarıdır; birçoğuna kendisini figür olarak koymuş, fakat kişiliğini koyamamıştır. Sadece Osman Hamdi Bey mi? Dış dünyayı Batılı sanatçılar gibi görüp göstermeye çalışan ilk ressamların hepsi acemi fotoğrafçılara benzerler; objektifi kendi gözleri haline getirememişlerdir. Aynı tespit edebiyat için de geçerlidir.

Hâlbuki Batılı manasında sanat ve edebiyatın temelinde Almanların einfuhlung, Fransızların empathie dedikleri psikolojik eğilim yatar; birilerinin “özdeşleyim” şeklinde Türkçeleştirmeyi denedikleri bu kavram, Batı sanatının Rönesans’tan sonra niçin sadece basit mimesis olmadığını anlamak bakımından önemlidir. Einfuhlung, tabii in benzerini değil, organik canlılığı taklit, başka bir deyişle dış dünya ile insan arasındaki panteistim ilişkidir.

Bana öyle geliyor ki bireyin oluşumu ve eşya karşısında bireyci duruşla einfuhlung arasında yakın ilişki vardır. Açıkçası einfuhlung bir nesnede kendi kendimizden duyduğumuz hazdır. Bergson da sezgi kavramıyla aşağı yukarı aynı eğilimi felsefi bir çerçevede ifade eder. “Sezgi, der Bergson, bizi bir varlığın, dışımızdaki bir objenin içine sürükleyen zihni sempatidir. Böylece içimizdeki şuurla dışımızdaki eşya aynileşmiş olur. Sezgi şuurla eşya arasındaki farkı ortadan kaldırmaktadır.”

Dış dünya ile bu tur bir ilişkiye Doğu medeniyetleri tamamen yabancıdır; esas olan eşya ile panteistim ilişkiye girip onunla özdeşleşmek, eşyaya kendi kişiliğimizi giydirmek değil, Yunus’un ifadesiyle bir bakıma “benlugi aradan tarh edu” varlığı cansızlaştırarak temel çizgilerine irca temek, yani soyutlamak, tesadüfî taraflarını ayıklayarak bir çeşit “mutlak” kanunluluğa ulaşmaktır. Bir Japon estampinda, bir Osmanlı minyatüründe, bir hat kompozisyonunda, divan şiirinde vb. einfuhlungdan değil, soyutlamadan söz edilebilir. Van Gogh’un Japon estamplarından yaptığı kopyaları görmüştüm; kan uyuşmazlığı vardı; kendi benliğinden asla kurtulamayan sanatçının ruhu “Japonesi” çizgi ve renklerden taşıyordu; estamplar estamp olmaktan cıkmış, başka bir şey olmuştu.

Batılılar gibi resim yapmak, şiir ve roman yazmak isteyen ilk Türkler bu yüzden fena halde bocaladılar; üretilen eserler, az çok dış dünyaya benzese de bu yüzden kişilikten mahrumdu. Çünkü dış dünyaya bir Balzac, bir Baudelaire, bir Van Gogh gibi bakabilmeleri, gerçekliği bir Batılı gibi kavrayabilmeleri için uzun bir tecrübeden geçmeleri, genlerine kodlanmış soyutlama eğiliminden kurtulmaları gerekiyordu.

Dış dünya ile einfuhlung manasında ilişki kuran ilk şair, dolayısıyla bazılarına tuhaf gelecek ama- ilk Batılı şair Necip Fazıl’dır; ilk şiirlerinden itibaren güçlü sezgisiyle adeta eşyanın içine dalar ve eşyada konuşmaya başlar. Onun şiirlerinde eşya, o güne kadar bizde hiçbir şairin, hiçbir ressamın, hiçbir romancının başaramadığı ölçüde sanatkârın kişiliğine bürünmüş, alelade eşya olmaktan çıkmıştır. “İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık / Biri benim, biri de serseri Kaldırımlar” gibi mısralarında, teşbihin çok ötesine geçerek kendi dramını bütün varlığa yansıtır ve bireyliğini daha derin bir biçimde hisseder. Bu duyuş tarzıyla, yaşadığı dönemin şartlarını bir arada düşününüz; kendisinin “kriz entelektüel” dediği hafakanların kaynağına ulaşabilirsiniz.

Necip Fazıl, 1930’larda tasavvufa yöneldikten sonra eşya ile einfuhlung anlamında ilişkinin sanatkârda “ben” duygusunun öne çıkmasına yol açtığın fark ederek bundan rahatsız olmaya başlamıştır. Eskiler ortaya koydukları esere imza atmaya bile çekinir, kendilerini ya mahlasın arkasına gizler, yahut hakir, fakir gibi sıfatlarla küçük ve değersiz göstermeye çalışırken, imzasız bile olsa, Batılı sanat eserlerinin her milimetrekaresinde sanatkarın benliği fışkırmaktadır. Necip Fazıl’ın şiirlerinde olduğu gibi. Bu bakımdan, şairin Çile’sindeki şu dörtlüğü yeni bir okuyuşla bir çeşit “rubu” olarak değerlendirmek mümkündür:

Kaçır beni ahenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye onun olsun şairlik
Benim gözüm büyük sanatkârlıkta.

Büyük şairi vefatının on beşinci yılında rahmetle anıyorum.

Derkenar

NECIP FAZIL, MUSTAFA ŞEKİP VE BERGSON

Necip Fazıl, Darülfünun’da felsefe okurken tahsil için Fransa’ya gönderilir. Türkiye’de ilk defa ciddi bir biçimde Necip Fazıl’ın Darülfünun’dan hocası ve daha sonra yakın dostu olan Mustafa Şekip Tunç’un anlattığı Bergson felsefesi, o tarihlerde Avrupa’da materyalist ve pozitivist akımlara en ciddi karşı çıkıştı. Açıkçası, Necip Fazıl’ın şiirinin ve fikirlerinin teşekkülünde Bergson felsefesinin tesirlerini aramak yanlış olmaz. Esasen çağdaşlarından birçoğunda, mesela Yahya Kemal’de, Tanpınar’da, Peyami Safa’da vb. bu tesir açıktır; yayınına 1921 yılında başlanan Dergâh dergisinde Bergsoncu fikirler hâkimdi. Kaldırımlar (1928) yayımlandığında Mustafa Şekip Tunç, bu kitabı Hayat mecmuasında çıkan bir eleştirisinde Bergson felsefesine ve Freud’un nazariyesine dayanarak tahlil etmişti. Necip Fazıl kendisiyle yapılan bir röportajda şiiri hakkında yazılmış en iyi yazının Şekip Tunç’un bu yazısı olduğunu söyler. Öyleyse, Necip Fazıl’ın şiirinin ilk dönemi, bu gözle yeni baştan bir daha okunmalıdır.

Güldeste

DAĞLARDA ŞARKI SÖYLE

Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, söyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle.

Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!

Necip Fazıl

(ZAMAN-Arşiv)

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.