Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Achar

Admin
  • Content Count

    1,001
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    24

Achar last won the day on January 12 2015

Achar had the most liked content!

Community Reputation

116 Çok İyi

About Achar

  • Rank
    Co Admin
  • Birthday 07/31/1987

İletişim Yolları

Profil Bilgisi

  • Cinsiyet
    Erkek

Recent Profile Visitors

14,923 profile views
  1. Yürek devlet devlet çarpınca durur mu? Can tenden ayrılsa da, bu sevda durulur mu? Bize yaşamak düştüyse böyle nâçar! Bir kör kurşuna sitemkâr olunur mu? Sözüm sana dostum evvel! Bir şehit tut kalbinden Enflasyon azsın, dolar dalgalansın Vatan yine sağolsun! Sen penguence giyin, öteki çince söylesin Ama yeryüzü beklemekte, müntakim, adil Söylesin ve bilinsin. Vatan yine sağolsun! Eviniz dar'üs-selam, arabanız ford granada Pahalı pahalı imzalar kondurdunuz adımıza Ama kursağın insan eti, düşünebilirsen Yetim gözleri üzerine sofran. Uzak nedir bildin mi, eritre mi, patani mi? Eviniz dar'üs-selam, arabanız ford granada De bana cami kapıları niçin açık? Ara sıra tapınmak için mi? Siyah bir cübbeye sığar mı tanrı? Ya buyrukları? Bu yeni dini size kim indirdi? Eviniz dar'üs-selam, arabanız ford granada Enflasyon azdı, dolar dalgalandı, dilen dostum Secde yerin altınlarla kaplandı De bana, müşrikler böyle ödüllendirilmedi mi? Eviniz dar'üs-selam, arabanız ford granada. Alkış çekersin, terazin hassas Secde yerinde gözlerin oynaş, kalbin mütmain Eğildikçe, eğildikçe, eğildikçe Kaydımızı efendiler zimmetine geçirdi! Şu saçları lime lime dün senin hemşiren değilmiydi? Topuklarına cahiliyeden kalma bir zil mi istersin? Validenin baş örtüsü küflenmiş sandıklarda Bin bir nazar üstüne, hemşirenin ilmi derin Giysileri döl bereketi, dostum daha ne istersin? Yükseklerden başlamadı mı her alçalış? Onun indirdiği ile hükmetmeyen kimlerdir, bilmezmisin? De bana kime secde edersin? Vatan yine sağolsun! Ama bu din hangi din? Ekmek aziz, can aziz Peki baki olan ne, rızkı veren kim? Ana saçı süpürge, kadın telli duvaklı Dudaklarında devri kâdim Başköşede sâdabâdı saltanat Fetva ehli ibrahim sanatını susar Peki eceli tayin eden kim? Kadınlar kan kusuyor, gözleri kuru Peki hangisi hayvâni, moskovada kirletilen mi? Karınları piç tohumlar, özgür hanfendiler mi? Peki hangisi insan? Karaköylerde bir vergi rekortmeni! Öyle ya eviniz dar'üs-selam, arabanız ford granada. Bu gün kaç yıldız aktı gökten, sezdin mi? Erkekliğin kabarır, çocukların gürbüz Ama bak siperlerde saklambaç oynanmıyor artık! Analar ölümle ikiz Gül kokan ağızlarda savaş nârası! Aç gözlerini, farzet sonsuz yaşadın Sûreleri yarım, ayetleri yüz üstü bıraktın! Şeyhmus Özüdağlı
  2. Achar

    İlahi Ceza

    Yahudilik karşısında bugünkü İslâm âleminin perişan halini İlâhî bir ceza kabul edebilir ve bu cezayı şu sebeplere bağlayabilirsiniz: Yahudiler, Hayber Kalesi kapılarından, sırtlarına kazma küreklerini vurmuş, her şeyden habersiz çıkarken, bu gaflet manzarasını görüp "Yahudi ülkesi yıkıldı!" buyuran Allah Resulüne lâyık olamamanın cezası... Mekke fethini takip eden cenkte, kalabalıklarına mağrur Sahabilerin, "artık bizi kimse yenemez!" şeklindeki böbürlenişlerinden sonra küfrün kuduz saldırışı önünde çözülüp Allah Resulünü tek başına bırakışları ve bu gazayı O'nun tek başına kazanışı hâdisesinden ders alamamanın cezası... İslâmiyet ve ruh birliğini bir yana bırakıp, kabuk mânasiyle Arap kavmiyetçiliğine sarılmanın cezası... Başta büyük mazlum Seyyid Kutup, sâf İslâm dâvası güdenleri ipe çekmenin cezası... Her yolun, ismini ve cismini değil de, varmak istediği hak ve hakikati İslâm'da bulmak yerine, elması cam kırıklariyle değiştirircesine gülünç bir sosyalizmaya kapılmanın cezası... Nâsır'ın yakışıklı orangutan maymunu edası içinde, tereddiye kadar götürülmüş bir dış yüz kopyacılığı yüzünden, eldeki Batı âlet ve silâhlarını ruhuna ve kullanılma dehâsına erememenin cezası... Lâftan Öteye, atılganlığı, hamleyi, hareketi, taarruzu, her şartiyle sağlayamamanın ve becerememenin cezası... Batılı rakip dünyalar arasında gerçek bir hesap muvazenesi kuramamanın ve (Anglo-Sakson)'larla İslâvlar arası rekabeti idare edememenin cezası... Kur'ân'da, açıkça "yalnız çalışana veririm!" diyen Allah'ın bu fermanındaki hikmeti, şeytan ve yahudi kadar olsun, anlayamamanın cezası... Kısaca: Marka müslümanı geçinip, ruhta müslümanlığı kaybetmiş olmanın cezası... 27 Şubat 1978 / Çerçeve 4
  3. http://www.youtube.com/watch?v=ZZP3IDKe9z8
  4. Bu söz de Üstad'a ait değildir. Hergün yenileri ekleniyor maalesef.
  5. Achar

    Gerici Sensin

    Bize "gerici" diyen, karanlık hokkası ve bataklık deliği ağız! Bizzat sen, zaman kadar mücerret bir şeyi çürütmüş, kokutmuş ve dünyayı Taş Devrine kadar itmiş, atmış bir küfür gericiliğinin mostralık çeşidi değilsin de nesin? Senin secde ettiğin putlar Önünde, Apis öküzüne tapanlar bile özür beyan edebilirler. Zaman denilince senin gözlerinin önüne, sığırları dürttükleri üvendereler gibi dümdüz bir şey gelir. Sivri ucu ileri, küt tarafı geri... Halbuki o üvendereği sivri ucuyla senin küt tarafına saplayıp anlatmak gerekir ki, zaman, düz bir çizgi üzerinde değil, sonsuzluk sembolü bir daire üzerinde hareket eder; ve orada yanlış ve doğru, eski ve yeni, geri ve İleri noktası, ön ve arkaya göre hesap edilmek yerine, mücerret keyfiyetine nispetle seçilir. Senin arkanda görünen noktanın, bir veya bin devir önünde olmadığını ne biliyorsun? Böyle bir keyfiyet ölçüsüyle muayene, muhasebe ve murakabesine yanaşabileceğin tek şey var mı bu âlemde? Nazariyede bir asır evvel doğmuş, ameliyeye yarım saat önce çıkmış, ol çeyrek asır içinde beton kafalı yobazlarını bulmuş olan komünizmayı; bizimkinden başka her mezhebe kapısı açık, yarım sistem, birbuçuk asırlık sosyalizmayı, hiçbir noktasını bilmeden ilericilik kabul ediyorsun! Sonra da, bildiğini sandığın için bilmek şansını da kaybettiğin İslâmiyet hakkında gericilik hükmünü kesiyorsun! Eğer hamakat, zekâdan, gece, gündüzden, ölüm de hayattan sonra geldiğini iddia edecek olursa, sen de onları kendi ilericiliğine şahit diye gösterebilirsin! Hakikatte sen, solda sıfır gibi, bir yokluk (adem) işareti olduğun ve her sayının gerisinde bulunduğun halde, zamanın kemiyet cilveleri yüzünden öne geçip on misli kuvvet iddiasına kalkışan bir hokkabazsın ve bilfiil geri, bizzat gericisin! Ama bir hünerin var ki, yaman... Kendisini ahlâka davet edici namuslu kadına "orospu!" diye haykıran fahişe, şirretlik ve hayâsızlıktan yana, sana nispetle yağmur suyundan daha temizdir. Yeni İstanbul Gazetesi 25 Nisan 1965
  6. Uyan Ey Gözlerim : Bir Sabah Namazını Kaçıran Sultan III. Murat?ın Hicranıdır Sultan III. Murad Han, Padişah II. Selim Han'ın 6 erkek çocuğundan biridir. Bundan gayrı merhum padişahın 3 tane de kız evladı vardır. Manisa sancağında vazife ifa eden Veliahd Şehzade Murad Sultan, pederinin vefatını, Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa'nın gönderdiği haberci vasıtası ile haber almıştır. Şehzade Murad Sultan Sadrazam Sokullu Paşa'nın gönderdiği gemiyi beklemeden, boşalan tahtı almak için Mudanya iskelesinden küçük bir gemi ile yola çıkmıştır. Padişah olacağı daha bu yolculuğunda bellidir. Çünkü Sultan Murad, bu gemi yolculuğunda, içecek bir su bulamamış, elini yüzünü deniz suyu ile yıkamış ve karaya çıktığı yere çeşme yaptıracağı sözünü kendi kendine vermiştir. Hakikaten Padişah olduktan sonra kendine verdiği sözü yerine getirerek bir çeşme inşa ettirmiştir. Saraya vardığında, Sadrazam Sokullu Paşa ile ilk defa karşılaştığından ötürü, Sokullu Paşa, Sultan Murad'ı, Afife Nur Banu Sultan'ın yanına götürmüş, oğlunu gören Valide Sultan, aslanım diyerek oğluna sarılmış, bu davranışı ile hem oğlunun Padişah'lığını hem de kendi Valide Sultanlığını tescil etmiştir. Sultan III. Murad Han, 1574'ten 1595'e kadar 21 yıl Osmanlı Devleti'nin başında Padişah olarak bulunmuştur. İşte "Uyan Ey Gözlerim" eseri, bir sabah namazını kaçıran ve hicranını dile getiren, bir devlet adamının, bir Sultanın, Sultan III. Murad Han'ın eseridir. Bu şiir çok sade bir dil ile Sultan tarafından yazılmıştır. Şiir sade ve kolay görünmesine karşın, bulunup söylenmesi ve taklidi zor olan, sehl-i mumteni bir tarzda kaleme alınmıştır. Sultan Şair, Uyan Ey Gözlerim derken, kendi nefsi ile başbaşadır. UYAN EY GÖZLERİM Uyan ey gözlerim gafletten uyan Uyan uykusu çok gözlerim uyan Azrail'in kastı canadır inan Uyan ey gözlerim gafletten uyan Uyan uykusu çok gözlerim uyan Seherde uyanırlar cümle kuşlar Dillu dillerince tesbihe başlar Tevhid eyler dağlar, taşlar, ağaçlar Uyan ey gözlerim gafletten uyan Uyan uykusu çok gözlerim uyan Semavatın kapuların açarlar Müminlere rahmet suyun saçarlar Seherde kalkana hülle biçerler Uyan ey gözlerim gafletten uyan Uyan uykusu çok gözlerim uyan Bu dünya fanidir sakın aldanma Mağrur olup tac-u tahta dayanma Yedi iklim benim deyu güvenme Uyan ey gözlerim gafletten uyan Uyan uykusu çok gözlerim uyan Benim, murad kulun, suçumu affet Suçum bağışlayub günahım ref'et Resul'un sancağı dibinde haşret Uyan ey gözlerim gafletten uyan Uyan uykusu çok gözlerim uyan Güfte:Sultan III.Murat Han Beste:Ali Ufki Bey Şuradan ilahinin 24 farklı versiyonunu dinleyebilirsiniz.
  7. Mizah içerikli resim ve karikatürleri forum düzeni açısından tek başlıkta topluyoruz.
  8. Achar

    Maske

    MASKE Yobaz, Allah adına konuşur. Şeriatın, Kitabın, Peygamberin reddetmediği işlere; Din, Şeriat, Kitap ve Peygamber adına damgasını basar. Halbuki, kalbinin nur sağan aynasında, Dinin, Şeriatin, Kitabın, Peygamberin en gerçek akislerini pırıldatan büyük Velî, derin bir sükût içindedir. Onaltışar yaşında, üç haylaz, paltolarını rehine koyup bir broşür çıkarır ve gençlik adına konuşur. Gençliğin semtine uğramamış temayüllere gençliğin dâvası süsünü verir. Halbuki onaltışar yaşında üç haylaz, üç sahipsiz sıpa kadar gençliğe uzaktır. Halbuki, hakiki gençlik, hâdiselerin esrarlı teknesinde pişmekte; ve olmaya memur bulunduğu cevhere doğru, için için kıvam tutmaktadır. Bir ruh hastası, hastalığı ilerleyip de korku ve nefs murakebesi duygusunu kaybeder etmez, şiirde yenilik adına konuşur. Nizam, ahenk, şekil, fikir, unsur, muhteva gibi bütün insanî kıymet ölçülerine eskilik ve bunaklık atfeder. Halbuki, o ruh hastası, her müsbet hâdise karşısında menfi tarafı gıcıklanan bir sinir bünyesinin, insanoğlu kadar eski aksülâmelinden bayat bir Örnektir. Halbuki yenilik, eski kıymet şekillerinin yüzde yüz tersini yapmak sahtekârlığında değil, eski kıymet şekillerini aşıp ötesine geçmek marifetindedir. Daha neler, neler adına konuşur. Komünist, millet hakları; İnönü vatan menfaati adına konuşur. Samimiyet, halisiyet ve hakikat yoksunu herkesin suratına geçirdiği bir "suret-i hak" maskesi vardır. Bütün bu ağızlar, hırsızın kanun, namussuzun fazilet adına konuşması kabilinden... Bu zümrelerin ve daha nicesinin şarlatan örnekleri de, kuvvetlerini büyük ve sabırlı hakikatin onları hemen yalanlamayan, tepelemeye tenezzül etmeyen ulvî temkininden alırlar. "Suret-i hak" maskesi dediğimiz şeytanî tecelli çehresi, hakikati yutan korkunç ejderha işte budur! Aydın geçinenlerimizin içinde kaynaştığı (Agora), bir karnaval meydanından farksızdır ve orada bütün suratlar birer "suret-i hak" maskesidir. Yeni istanbul Gazetesi 8 Haziran 1965
  9. Mehmet Akif İNAN Üstad'ın evinde Üstad'ın kitaplığına bakarken: Üstad: "Şuna bakın, burada bestekar dururken bestelerle ilgileniyor." demiştir. :)
  10. “Ya sabır... Ya hazreti pir, ya sabır...” “İnsana olanlar değil, o insanın içinde olanlar önemlidir” Bizim belki şer bildiğimizde hayır, hayır bildiğimizde de şer vardır. Dur bakalım. Elbet hakikat ışığı tüm karanlığı aydınlatır. Oğlum biraz cesaretli ol. Cesareti olmayan insan, keskin kenarı olmayan bıçağa benzer. Lois Mann öyle dememiş midir? “İnsana olanlar değil, o insanın içinde olanlar önemlidir.” Boyaları dökülmüş ranza demirine sırtını yaslamış, elinde siyah oltu taşından iri taneli tespih çekiyordu. İmamenin ucundaki gümüşten işleme dikkat çekiyordu: İri bir siyah tanenin etrafı, gümüşle çevrilmişti. Tespih parmak aralarından çekilirken bir anda birbirinden ayrılıp tekrar kavuşan tanelerin “şıkır şıkır” sesleri koğuşun her tarafından duyuluyordu. Sesler, ahenkliydi. Ahenkli olmasına da koğuşta kalanların neredeyse tek tesellisi de bu sesti. Burada yatan müebbetlikler de, uzun süre ye hüküm giymişler de kabullendikleri tespih sesine, arada bir “ya sabır, ya sabır” diyerek katılır olmuşlardı. Ya sabır... Ya hazreti pir... Ya sabır... Bir bakıma mapusluk onları tespih gibi bir araya toplamıştı. Yoksa kader savurmuştu onların her birini bir yere. İpi kopmuş tespih taneleri gibi sevdiklerine kavuşacakları günleri sabırsızlıkla bekler olmuşlardı. Zaten onlara kader mahkumları denilmiyor muydu? Tespih gibi bir arada tuttukları hayatları, aileleri imame kopunca dağılmıştı. Hulusi Babanın dediği gibi; “bir sabır, iki sabır, üçüncü de vur yatır.” Zindan iki hece, Mehmed'im lâfta! Baba katiliyle baban bir safta! Bir de, geri adam, boynunda yafta... Halimi düşünüp yanma Mehmed'im! Kavuşmak mı? Daha ölmedim! “Zindandan Mehmet’e mektup” şiirine herkes müptelaydı koğuşta. Necip Fazıl’dan okundu mu mısralar, hıçkırıklar gözyaşına, gözyaşı yutkunmaya karışırdı... Hulusi Baba, “hulusi kalple” tane tane okurdu şiiri: Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz?/Güneşe göç var da kalan biz miyiz? Koğuşta kimler yoktu ki.... Katiller, dolandırıcılar... Namus cinayeti kurbanları... Kabadayılar... Hulusi Baba bir de gariban... Hulusi Babanın koğuşta ağırlığı vardı. Babayiğit bir adamdı. Beyaz bir yüzü vardı. Devamlı yelek giyerdi. Ara sıra kösteğine bakar saati kontrol ederdi. O da benim gibi iftira kurbanıydı. Aleyhinde yalancı şahitler çok olunca onu 35 yıla mahkum etmişlerdi. Yaşına hürmeten (tabi ki ilmine bilgisine de hürmeten) şiire devam etti: Garip pencerecik, küçük, daracık / Dünyaya kapalı, Allah'a açık. -Yeter be! Müsamere yerimi bellediniz burayı. Kimi okur, kimi zırlar. Bir kafa yaptırmıyorsunuz lan. Dışarıda rahat yok, içerde de mi yok? Sus pus olan koğuştakiler birbirine bakakaldı. Bağıran kabadayı Nizam’dı... Leşleriyle övünen, yattığı karıları böbürlenerek anlatan Nizam... Hulusi Baba ayağa kalktı ki onun tekerlemesini söyleyerek ellerine kapandı Yanık Hayrettin: -Baba bu sefer affet de geleceğe def edersin..! “La havle” çekip eline yine tespihini aldı... “Ya sabır” çekmeye başladı birer birer. Tespihe bir garip bakardım oldum olası. “Ne o boncukları bir araya getirmişler, sallayıp duruyor” derdim. Neyi anlatır, ne simgelerdi. Bana göre el alışkanlığından başka bir şey değildi. Gözüm birden Gariban’a ilişti. Garibanın ağzını bıçak açmazdı. Bazen dudakları kımıl kımıl olur, içinden bir şeyler söyler sonra başını sağdan sola çevirip üfürürdü. Gözaltındayken çok dayak yemiş işkence görmüştü. Okuduğu kitaplar başına dert açmıştı. Kimseyle karşı karşıya gelip konuşmazdı. Bir şey isterken, teşekkür ederken hep meramını başını sallayarak anlatırdı. Garibanın gözleri Hulusi Babanın yatağındaydı. Bir ara Kabadayı Nazımla mı kapışacak diye huylanmıştım. Sonra baktım ki nazım elinde tespih istasyon çekiyor. Güldüm içimden “Buradan Samsun’a gidip gelmiştir yani” diyerek. Hulusi Baba tespihini yatağının üzerinde bırakmıştı. Gariban yattığı yerden siyah inci gibi parlayan tespihe doğru yöneldi. Baktı ki, tespih kopmuştu. Hulusi Baba ise tespihini dizeceği sağlam bir ip aramaya gitmişti. Gariban hemen mendilini çıkarttı. Tespihi içine koydu. Yatağının üzerine döndü. Ranzanın altında tahta bavulunu açtı. Macun gibi bir şey vardı. Bir tel bir de rengi kahverengiye çalan bir ip çıkarttı. İpi göz kararı ölçtü. Sonra elindeki macunun içinden ipleri bir kaç kere geçirdi. Sonra ipin ucuna teli sararak tespih tanelerini geçirdi. Gariban’ın balmumlu ipi kullanması futbolculuk yıllarına rastlıyordu. Futbol toplarının derisi futbol topunun kalitesini gösterirdi. Sırttan alınan deriden yapılan futbol topu makbulken, karın derisinden yapılanı ise bir müddet oynandıktan sonra kendini gösterirdi. Topun belli bölgelerinde şişkinlikler olur deri bombe yapardı. Bazen de dikişleri bu yüzden sökülürdü. İşte futbol toplarını bu halden kurtaran hep Gariban olurdu. Balmumu ipin dayanıklılığını arttırır, onu sağlamlaştırırdı. Bu hünerini göstermek ise tespihe nasip olmuştu. Onun inancına göre, tespih ipi kolay kolay kopmayacaktı. Hulusi Baba kapıdan göründü ki, Gariban hemen tespihi yatağın üzerine bırakarak çabucak yerine döndü. Elinde iplik vardı Hulusi Babanın... Ranzanın önüne gelip, kopan tespihin yeni halini görünce hayret etti. -Uşaklar benim tespihe ne oldu? Mis gibi de balmumu kokuyor. Gariban utanmıştı. Azarlanacağından korkuyordu belli ki. Ancak yatağın yanı da unuttuğu çakısından Hulusi Baba tespihin Gariban tarafından dizildiğini anlamıştı. Yanına geldi. Koğuştakiler meraklı gözlerle bakıyordu: -Gariban çakını unutmuşsun! Ne Hulusi Baba ne de Gariban elini uzattı. Birbirinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Uzun bir süre böyle kala kaldılar...Ancak beklenmeyen bir şey oldu. Gariban konuşmuştu: -Bana kızdınız mı? -Ne münasebet. Bak iki yıldır bu koğuştasın ilk defa senin sesini bu suretle duyuyorum. Tespihi dizmene, ipi balmumundan geçirmene bakılırsa bu işten anlıyorsun. Çekingenliği yavaş yavaş kayboldu Garibanın. Hulusi Baba elinden tuttu, ranzanın üstüne, kırçıllı battaniyenin üzerine oturttu Garibanı: -Nedir bu tespihin esrarı Gariban, nedir sırrı bilir misin? Gariban cevap verecekti, Kabadayı Nazım söze karıştı: -Ne olacak tespihin esrarı, çekersin, sallarsın kabadayılığın şanındandır tespih. Ne diyorlar şimdi aksesuar. Ha bir de kız tavlamada kullanılır tespih... Herkes gözlerini Kabadayı Nazım’a çevirmişti. O da koğuşun ortasındaki sandalyeye oturdu. Cebinden tespihini çıkarttı: -Bir yere oturursun karşında bir bayan, onunla göz göze gelirsin, sonra elindeki tespihi gösterip teker teker çekersin. Kıza “tek misin?” diye sorarsın böyle. O kafasını salladı mı bu kez tespihi çift çekmeye başlarsın. Kız bakarsın kafasını sallar. O zaman anla ki “Çiftleşelim, yani arkadaş olalım” teklifini de kabul etmiştir. Sonra sıra son merhaleye gelir. Tespihi sallamaya başlarsın. Kıza “hadi gidelim, hadi gidelim” dersin yani. Kız kabul ederse, çekip gidersin. Koğuş bir ağızdan gülmeye başladı. Kabadayı Nazım koğuşta olduğunu unutmuştu. Aklı sıra kabadayı olarak koğuş sakinlerine tespihin raconunu öğretmişti. Hulusi Baba havayı öksürüğüyle bozdu: -Bak havayı bozma da sen de dinle Nazım... Bu gidişle mezarının üstüne kimse tespihini atmaz senin... -O niye Hulusi Amca? -Eskiden kabadayı aleminde bir üyeler ölürse hepsi cenazeye katılır, defin sırasında kefenin üstüne ilk önce kabadayının tespihi atılırmış. Eğer gelenler; onun iyi, yiğit bir kabadayı olduğuna şahadet ederlerse onlar da kendi tespihlerini mezarlarının içine atarlarmış. Kabadayı Nazım kıpkırmızı olmuştu. Bıyıklarını sıvazladı. Başını öne eğdi. Hulusi Baba anlatmaya başladı: -Yerde ve gökte olan her şey Allah'ı tespih eder. Yani sudaki semekler (balıklar), yeryüzünde melekler, insanoğlu gibi nebatat alemi de hayvanat alemi de Allah’ı tespih eder. Tespih yani şu elimde gördüğünüz doğrudan bir ibadet vasıtasıdır. 33 ve 99 taneli olarak kullanılır. 99’luk tespih daha çok ibadetlerde 33’lük tespih ise günlük yaşamda kullanılır. Her 33 tanenin arasına takılan ve bunları bir birinden ayıran taneye “nişâne”, iki ipin ucunu bir araya getiren uzunca yassı taneye de imâme denir. Aynı zamanda, bu imâmenin tepesine takılan mercimek büyüklüğündeki, ipliğe takılan nişâneye benzer, fakat deliği ikili olan parçaya da “tepecik” adı verilir. Büyük İslâm âlimi Elmalı Ham­di Yazır’a göre; “Tespih, Allah-ü Tealâyı Cenab-ı Akdesini lâyık olmayan şaibelerden gerek itikaden, gerek kavlen ve gerek kalben tespih et­mek ve uzak tutmaktır... Kabadayı Nazım, anlatılanlara şaşırmıştı. Elindeki tespih ne kadar hünerli bir şeydi. Artık sallamıyor teker teker çekmeye çalışıyordu. Koğuştakilerden biri atıldı: -Yani tespih boş çekilmez öyle mi Hulusi Baba? -Allah’ı anmaktan biz ne alı koyar ki oğlum... Subhânâllah, Elham­duli'llah, Allah-u Ekber... Bakın, teşbihçilerin piri Veysel Karânî sayılır. Vey­sel Karânî, Yemen'de Hz. Muhammed (s.a)’i bulmaya gelir. Ancak, ken­disini bulamayınca çok üzülür. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz’in Uhut Savaşı'nda kırılmış olan dişini alır. Bu arada kendi dişlerinin hepsini de çek­tirip bir ipe dizer. Böylece ilk tespihin ortaya çıktığı varsayılır. Bizim geleneğimizde tespihler farklıdır. Padişah tespihleri, Vüzera (Bakan,Osmanlı’daki vezirler) tespihleri, Vükelâ (Vekiller Meclisi üyeleri) tespihleri, Zengin tespihleri, Fukara tespihleri... -Hiç böyle tespih ayrımı olur mu Hulusi Baba ya? Sen de bizi iyice kekledin! diyerek sataştı yine Kabadayı Nazım. Hulusi Baba güldü: -Arkadaşlar bir tespih ismi daha vardı da söylemeyi unuttum ya. Kusura bakmayın. Bir de Nazım gibilerin kullandığı ukala tespihi vardı. Kahkahalar birbirine karıştı. Gardiyanın düdüğü ile koğuştakiler maltada sıraya girmek için kapıya doğru yöneldiler. Tespihi öyle güzel anlamıştı ki Hulusi Baba, var olan tespihler elden ele dolaşmaya başladı. Artık günler günleri kovalamaya başlamıştı. Öğle vakti koğuşun kapısı açıldı. Gardiyan: -Arkadaşlar sana uygun yatak gösteriler. Hadi Allah kurtarsın! Sözleriyle uzunca boylu bir genci koğuş kapısından içeri sokup, kapıyı kapatarak sürgüyü çekti. Genç koğuşun daha girişinde şaşkın bakışlarıyla etrafı bir süzdü. Ayaklarını yere sertçe vurdu: -Allah kahretsin! Girişi olup, çıkışı olmayan yer burası. Genci, zor bela sakinleştirdiler. Kimi sigara tuttu, kimi tavşan kanı çayı uzattı. “Sayılı günler çabucak geçer” gibi teselliyi amaçlayan sözlerde sıralandı. Ancak ortada Gariban da yoktu. Akşam olmuş Gariban hala ortaya çıkmamıştı. Hulusi Baba merakından ranzanın yanına kadar gitti. Ranzayla duvar arasına şıkışmış bir şekilde, Gariban’ı gizlenirken buldu. Battaniyeyi başına iyice çekmişti: -Hayrola? -Hayır değil ya Hulusi Baba. -Ne oldu oğlum? Yüzün kireç gibi. Biriyle mi tartıştın? -Keşke öyle olsaydı Hulusi Baba. Birden yaşadıklarım gözlerimden film gibi şeridi gibi seçti. Koğuşa son gelen adam var ya, aleyhimde yalancı şahitlik yapıp benim buraya, mapusa düşmeme neden olan adamdır. Onu görünce çektiğim işkenceler aklıma geldi. Çok korktum. -Bizim belki şer bildiğimizde hayır, hayır bildiğimizde de şer vardır. Dur bakalım. Elbet hakikat ışığı tüm karanlığı aydınlatır. Oğlum biraz cesaretli ol. Cesareti olmayan insan, keskin kenarı olmayan bıçağa benzer. Lois Mann öyle dememiş midir? “İnsana olanlar değil, o insanın içinde olanlar önemlidir.” Gariban’ı bir telaş almıştı. Ya adam yine hapishanede ona kötülük yapmaya kalkarsa? Yastığın altına sakladığı şişle tuvalet dönüşü onun karnına saplayabilirdi. Ölümden korkusu yoktu. Yalnızca iftira sonucu yatmasını, insanların onu suçlu kabul etmesine tahammülü yoktu. Saçlarını yolacak gibiydi. Korkuları fazlalaştı. “Beh” desen ölecek gibiydi. Ölümden değildi korkusu üzerinde ki kul hakkıyla gitmek istemiyordu huzura. Babası Kunduracı Cemal Bey ona şöyle söylemişti: -Cehennemin ta kendisidir kul hakkıyla ölmek! Garibanın içinde yangınlar vardı. Teoriyle bazen hayat çarpışırdı: Bazen de benlik ideolojinin ne kadar da kifayetsiz kaldığını tartışır dururdu. “Binlerce kilometrelik bir yolculuk bile, tek bir adımla başlamak zorundadır” Garibanın içinde yangınlar vardı. Teoriyle bazen hayat çarpışırdı: Bazen de benlik ideolojinin ne kadar da kifayetsiz kaldığını tartışır dururdu. Hayat buydu ya! Hulusi Babanın okuduğu şiirde öyle demiyor mu? “Bir o kadar hüzünlü romanlar gibi/Galiba ben baştan kaybetmişim/Belki de ben baştan kazanmışım insanlık kaybetmiş” Garibanı en çok anlayan ben değil miydim koğuşta. Aklımda hep aynı sözler... ”Kim kadere iman ederse, kederden emin olur” dememiş miydi Hazreti Peygamber... Sonra aklına şu mısralar geldi: -Kader beyaz kağıda sütle yazılmış yazı/ Elindeyse ayır beyazdan beyazı... Kaderi beyaz kağıda sütle yazacaksın. O da beyaz, o da beyaz... Peki yazıyı nasıl okuyacaksın? Hulusi Baba da bir tuhaftı. Verdiği örnek kendi içinde düşünmeye, beynini zonklatmaya devam ettiriyordu. Gardiyan’ın sesi duyuldu: -Gariban, seni Müdür Bey çağırıyor. Hayrola, Müdür Bey’in garibanla ne işi olabilirdi? ”Ne iş” diyerek herkes Gariban’ın gözünün içine baktı. Bu bakışın onu son görüşleri olduğunu nereden bileceklerdi. Zaten toplayacak eşyası da yoktu. Bir kazak, bir gömlek, bir de pantolon... Cezaevi Müdürü onu İstanbul Metris’e göndereceklerini, mahkemeye orada çıkacağını söyledi. Artık mapusluğa bir de gurbet eklenmişti. Koğuştaki insanlar geçti gözlerinden... Onlara veda etmek istedi. Ancak buna izin vermediler. Kısaca “yasak” dediler. Artık Metris cezaevinde siyasilerin koğuşundaydı. Herkese selam verdi. Selamı alan da oldu almayanda. Yatacağı ranzanın yanına doğru gittiğinde kendine doğru biri yaklaşarak, bağırıyordu: -Kardaş... Yusufum benim Yusuf... Kendisine üç yıldır kimse Yusuf diye hitap etmemişti. Bu bir tanıdık olmalıydı. Arkasına döner dönmez Celal’in gülen yüzünü gördü. Sarıldılar, kucaklaştılar. ”İki cana hasret/iki yitik can” diye devam eden şiirini düşündüler Ahmet Arif’in... Konuştular uzun uzun ne yaptıklarını birbirine anlattılar. -Bana cezaevinde Gariban diyorlardı biliyor musun, Celal? -Gariban mı? Sen? Gariban ha... Konuşan, tartışan, ideolojik tartışmaların baş kahramanı Yusuf’un adı Gariban olmuştu. Teoride yenilmiş, kendi benliği ideolojini zedelemiş miydi Yusuf’un... Celal hemen sordu: -Teoride yenilmek kişi benliğinde ideolojiyi zedeliyor mu be Yusufum? Bu soruyu bir yerden hatırlıyordu Yusuf. Bir hikaye okumuştu. Cezaevinde anlamışlardı. Kendisine benzer bir hikayesi vardı. Adam fanatik bir Beşiktaşlıydı... Bu sevdası başına iş bile açmıştı. Cezaevinde düştüğünde onu siyasilerin koğuşuna koymuşlardı. Mahkumlar kendi aralarında bu soruyu tartışıyordu. ”Teoride yenilmek kişi benliğinde ideolojiyi zedeler mi?” Çayından bir yudum aldı. Celalin sorusuna karşı adamın cevabını veriyordu: -Bir harekete taraf olmak, eğer ona aşk ile bağlanmamışsan sana kaçacak çok fırsat bırakır. İnsanın kendi dünyası bencillik üzerine kuruludur. Benlik, bencillikten türemiştir. Teori diye tanımlanan hareket,insanın bencilliğini beslemezse kaybolur gider. İşte insanoğlu harekete saygını yitirmemek için aşkı doğurmuştur, beyninde aşk olmazsa benlik yada bencillik, teoriyi zorunluluk haline getirir.Teoride yenik düşmek, eğer teorinin insana salgıladığı aşk yoksa yenilmektir. Ben sevdalarıma hiç yenilmedim Celal, sigara dumanını devamlı ciğerlerine çekiyordu. Bu sözler bittiğinde hemen konuşmak istedi ancak dumandan öksürmeye başladı. - Yusuf, her şeyi aşka bağlayı vermişsiniz? -Yaşadığımız bu hayatı nasıl yaşayacağımızı biz kitaplardan öğrenmedik veya şu doğrudur diye kimse bize destur vermedi. Hayatı eğrisiyle doğrusuyla yaşadık dibine kadar ve bizim yaşayışlarımızın bize gösterdiği doğrular oldu, yeri geldi bizim yanlışlarımızı doğru uygulaması için abi olduk. Bir felsefemiz oldu yalnız yaşanmışlıklardan. Şimdi siz başkalarının hayat deneyimlerinden türettiği felsefe ile değil kendinizinkini, bir ülkenin kaderini çizme yarışına giriyorsunuz. Peki kendinizi, yeteneklerinizi ve harekete olan aşkınızı ne kadar biliyorsunuz? Veya bu coğrafyada yaşayanlar sizin için ne ifade ediyor? Bu sözleri söylerken Yusuf yine Hulusi Baba’yı düşünüyordu. Davasıyla ilgili bilgi de verememişti. Metris’e gelmesinin nedeni yargılandığı davanın İstanbul’a alınmasıydı. Beraat edeceğine inanıyordu. Acaba koğuştaki arkadaşları ne yapıyordu? Hulusi Baba’nın tespih hikayesi de yarım kalmıştı. Peki ya kendisine iftira eden adam ne olacaktı? Yusuf onunla yüzleşmek istiyordu ancak buna zamanı kalmamıştı. Onun yapamadığı yüzleşmeyi Hulusi Baba sohbet halkasının müdavimi haline gelmiş mahkumu ikna ederek gerçekleştirecekti. Mahkum, cezaevi müdürü aracılığıyla davadaki beyanının gerçeği yansıtmadığını Yusuf Haktanır’ın masumluğuna şahitlik yapacağını belirtti. İfadesi savcılıkta alınıp, İstanbul’a gönderildi. Duruşma günü ise Yusuf da bir tutukluk vardı. Hayat boyu mapusluk kalacağını düşünüyordu. Sonra “Kim kadere iman ederse, kedere emin olur” sözleri aklına geldi. Ya nasip diyerek jandarmaya kolunu uzattı. Kelepçenin sesini son kez duyacağından habersizdi. Mahkeme heyeti gelen ifade gereğince Yusuf’un beraatine karar vermişti. İşlemler yapıldı. Metris’e gönderilen tahta bavuluyla kapıdan çıktı. Havayı soludu yıllar sonra... Gözlerinin görebildiği yere kadar baktı. Hayat devam ediyordu. Ancak daha karmaşık ancak hızlı. İçerde düşünmediğini şimdi düşünmeye başlamıştı: -Şimdi ben ne yapacağım? Ne yapabilirdi ki? Geçimini sağlayacak bir şeyler yapmalıydı. Sermaye sorun olmazdı. Atla deve değildi ya... Tahta bavulun kenarını düzeltmek için cebinden çakısını çıkaracaktı ki bir tane siyah tespih tanesi kaldırımın üzerinden yuvarlandı. Ezilmesin diyerek biraz da telaşlanarak yere uzandı. Aklına tespih yapmak geldi. Neden olmasın ki? Hulusi Baba’nın “En çok şeye sahip olan değil en az şeye ihtiyacı olan insan zengindir“ sözleri hâlâ kulaklarında çınlıyordu. Hulusi Baba tespihçiliğin tarihi geçmişi olan bir meslek olduğunu söylemişti. Adımı böyle atacaktı. Eli de oymacılık işine yatkındı zaten. İstanbul’daki eşi ve dostunun yardımıyla sermaye oluşturup bir kaç alet aldı. Sonra da hammadde. Dükkan için hazırlığını yapmıştı. Loo-tzu “Binlerce kilometrelik bir yolculuk bile, tek bir adımla başlamak zorundadır” dememiş miydi? Zaten tespih yapımı da kolay bir iş değildi Tanelerin hepsinin aynı boyda olması ve delinmesi gerekiyordu. Küçük taneli tespihlere ise en çok kadınlar rağbet ediyordu. Beyazıd Kütüphanesinden tespihçilik hakkında kitaplardan fotokopi de çektirmişti. Tespih nasıl yapılır, nasıl işlenir bunu soruşturup dururdu. ‘Nerede iyi bir tespih ustası var, onun yanına gider, kendini tanıtır, ders almak istediğini’ söylerdi. Anlatılanları hafızasından daha sonra kağıda aktarırdı. Yazardı. Tespih çeşitleri şöyledir: Yuvarlak, Beyzî, Şalgâmî, Armudî,Yarım Beyzî, Yassıca... Öğrendiklerini de harfiyen not ediyordu. Madeni ve hayvani tespih hammaddeleri: Akik, Amber, Bağa (kaplumbağa kabuğu), Cam, Lüle Taşı, Fil Dişi, İnci, Kan Taşı. Kehribar. Mercan, Narçin, (Hindistan cevizinden yapılır) Necef, Sedef, Şah Maksut, Yeşim, Yıldız, Yüzsürü (siyah Erzurum taşına gümüş kakma), Zergerdan (gergedan boynuzundan) Ağaç tespihler de şu cins ağaçlardan yapılmaktadır: Abanuz, Demir Hindi, Düveydari, Fethipaşa, Gül Ağacı, Kelenbek, Ku­ka, Maverd, Nebik, Odağacı, Pelesenk, Sandal, Sırçalı Kuka, Yılan Ağacı ve Zeytin Ağacı. Yusuf bu işi sevmişti... Artık tezgahın başına geçmek istiyordu. Dükkan işini tamamen halletmişti. Levhacıya verdiği siparişte gelmişti. Nasıl takılacağını tarif etti: -Tavandan sarkıtacaksın levhayı, uzaktan bile okunsun şöyle... Uzaktan dükkana alıcı gözle baktı: Gariban Tesbih evi... Kemaneyle çalıştırılan ağaçtan yapılmış özel bir torna kullanmaya başladı. "Çarguşe" denilen delici bölümle, "malafa" denilen kalıp sol elindeki kemeneyle dönüp, puntalar arasını sıkıştırmayı sol ayakla sağlıyordu. Sağ ellindeki "rende" ve "arda" denilen kesici aletlerleri kullanarak tespih çekerdi. Birbirinden zarif tespihleri bu tezgahtan yapmaya başladı Yusuf... Hulusi Babanın tasnifini hiç aklından çıkartmamıştı. Tespihin tüm aksesuarlarını yerli yerine koyacak böylelikle “Yusuf Usta” namını almaya bir adım daha yaklaşacaktı. Yusuf, nam-ı değer Gariban, artık tespih siparişleri de almaya başlamıştı. Yüksek bir itina ile tespihleri sahiplerine ulaştırıyordu. Tespih imamesi, tane, nişane ve pulları iki uç halinde bir araya getirerek ipliklerin içinden geçirildiği, sanatçının yeteneğini gösteren en önemli parçalardandı. Tespihe imameden sonra kamçı denen bir kordon bağlanırdı. Kamçının üst tarafına ise, Türk başı denilen, dört zincirin ucuna bağlanan taneler takılır, tepelik veya hatime ise, kamçının üst ucunda bulunurdu. Yusuf Usta’nın yaptığı tespihlerin özel şifreleri de anlatılan imame, nişane, kamçı gibi tespihi güzelleştiren bölümlerdi. Aklından hiç çıkmayan kişi ise Hulusi Babaydı. Onun için bir şeyler yapması gerektiğini biliyordu. Ona özel olarak 500 taşlı bir tespih yapmaya karar verdi. Böylesine büyük tespihler (500, 1000 adet) tekke ve dergahlarda tasavvuf ehlinin kullandığı özel imalatlardı. Özellikle Kelime-i Tevhid Hatmi için bu tespih en büyük yardımcıydı. 70 bin adet Kelime-i Tevhid çekildikten sonra Tevhit Hatmi yapılır sonra geçmişlerin ruhuna bağışlanırdı. İlk tespih tanesi için ‘Bismillah’ dedi. İlk yüz çekimi Armudi sonraki her yüz çekim için; Servi, Şalgami, Beyzi, Üstüvane gibi stilleri kullandı Tespih bittiğinde onu itinalı bir şekilde paketlemişti. Üstüne bir not yazıp cezaevine gönderdiğinde ise hediye sahibi Hulusi Baba hastaydı. Revirden koğuşa dönerken gardiyan, “Hulusi Baba” sana hediye var” dedi. Paketin üstündeki gönderen bölümünde “Yusuf” yazıyordu. Kimdi bu Yusuf? Koğuştakilerde oluşan merak Hulusi Baba’da yoktu. Tespih paketten çıkarıldığında herkes ne olduğunu tam olarak anlayamadı. Hulusi Baba teker teker taneleri elinden geçirdikten sonra imamenin kenarındaki imzaya baktı. Güldü. “Aferin sana oğul” dedi. Sonra paketin içinde kenara konulan rulo yapılmış iki kağıttan birinin kurdelasını açtı. Şöyle yazıyordu: -Zirvelerde kartallar da bulunur, yılanlar da.. .Ancak birisi oraya süzülerek, diğeri ise sürünerek gelmiştir. Önemli olan nereye gelmiş olduğunuzdan çok, nereden ve nasıl geldiğinizdir. (Cenap Şahabettin) “Baba kim göndermiş sana bu hediyeyi?“ diye sordu koğuştakilerden birisi. Hulusi Baba öksürerek yatağından doğruldu. İkinci kağıt ruloyu açanlar ise düz beyaz kağıt karşısında şaşkına döndüler. Topal Fevzi en çok kızanlardandı. -Baba bu kağıdı neden göndermişler ki? Kağıdı yırtmak için hamle yaptı ki Hulusi Baba eline yapıştı. “Bana mum getirin hemen” diye bağırdı. Hemen demir dolabın tozlu rafları arasından mum arandı. Topal Fevzi mumu çakmağıyla yaktı. Hulusi Baba ranzadan kalkacak gibi oldu. Düz beyaz kağıdı yanan mum ışığına doğru tuttu. Gülümsedi... -Gariban... Bizim Gariban... -Hayda baba ya. Beyaz kağıdın neresinden okudun garibanı... Yoksa bizim Garibanı mı özledin? Kabadayı Nazım bile merak edip gelmişti. Hulusi Baba’ya böyle seslendi. Hulusi Baba keyifliydi. Kağıtta daha önceleri koğuşta okuduğu şiirin diğer bir mısrası yazıyordu. Okudu: Ana rahmi zahir, şu bizim koğuş; Karanlığında nur, yeniden doğuş... Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş! Sen bir devsin, yükü ağıdır devin! Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin! Hulusi Baba’nın, kağıttaki şifreyi nasıl çözdüğünü herkes merak ediyordu. Gariban çok zekiydi. Baba’nın kader ile ilgili söylediği bir şiirden etkilenerek, ilginç bir şifre hazırlamıştı. Şiir “kader beyaz kağıda sütle yazılmış yazı elindeyse ayır beyazdan beyazı” şeklindeydi. Çarlık dünyasında Rusların gizli haberleşme yöntemiydi bu... Balina sütü de kullanılırdı, Jersey isimli İnek gibi hayvanların da. Yağlı süt beyaz kağıda sürüldüğünden hemen okunmazdı. Kuruduğu zaman mum ışığına tutulduğu zaman yağın rengi nedeniyle yazı okunabilirdi. Bu şiir neredeyse Hulusi Baba’yı diriltmişti. Keyiflendi. Şiirin son kıtasını da ben okuyayım diyerek ayağa kalktı. Koğuştaki her bir kişinin gözlerinin içine baktı. Yüreğine bakar gibi. Gözleri güldü. Sonra yıllar önce meme emerken hasrete mahkum olan oğlu Mehmet geldi aklına. “Ha o mapus, ha ben” dedi. Gözleri doldu. Gözlükleri buğulanmıştı. Okumaya başladı. Zaten mapus olan, çileye talip olan ehl-i beyten herkes Mehmet değil miydi ? Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte! Ölsek de sevinin, eve dönsek de! Sanma bu tekerlek kalır tümsekte! Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!
  11. Achar

    O Zeybek

    Sanırım Üstad Menderese karşı samimice davranan çok az kişiden biriymiş..
  12. İSMET İNÖNÜ VE MÜSLÜMANLIK Mareşal Fevzi Çakmak tarafından bize bilfiil ve bizzat anlatıldığına göre, bir zamanlar talebesi bulunduğu “Tophane-i Âmire”de sırf zabitleri görsün diye koridorlarda seccadesini serip namaz kılacak kadar ulvî (!) bir seciye taşıyan İsmet İnönü, zamanına göre dindar ve zamanına göre dinsiz görünmekten başka hiçbir rolü olmamış bir müra’ilik ve münafıklığın mensubu, korkunç bir Allahsızdır. Misali ve isbatı: Kılıçoğlu Hakkı isimli, esbak mensuplardan,bir zamanlar Büyük Doğu’ya haftada üç beş mektup yazmak itiyadındaki muhteris ve müfteris Allah ve Peygamber düşmanını herhalde hatırlarsınız. İşte bu adamın bir zamanlar İzmit’te çıkardığı “Hür Fikir” isimli bir gazetesi vardı. Bu her vasıf dışı adam bu gazetede bir tefrika kaleme alarak Birinci Cumhurreisini (namütenahi defa hâşâ ) Allah ve Peygamber üstü bir makama çıkarmaya savışmış, Kur’an ve peygamber hakkında da hiçbir kafirin tenezzül etmeyeceği hakaret lafızları kullanmıştı. İşte bu şahıs, bu marifeti (!) üzerine Ankara’ya gidip İsmet Paşa Hazretlerini ziyaret ediyor ve kendisinden şu mukabeleyi görüyor: “-Hür Fikir gazetesinin mücahedesini (!) takdir ediyorum! Tuttuğunuz yolda azimle yürüyünüz!” 18 Eylül 1340 tarih ve 617 numaralı bir mecmuadan aynen iktibas ettiğimiz habere nazaran Kılıçoğlu Hakkı “Makamat-ı âliyeyi ihraz etmiş eski eski dostlarını ziyaret ve kendilerine arz-ı Hürmet etmekle beraber ilham almak” maksadıyle Ankara’ya gittiğini söylüyor ve İsmet Paşa Hazretleriyle “samimi kucaklaşmış ve öpüşmüş” bulunduğunu ilâve ederek şu mukabeleye mazhar olduğunu kaydediyor: “-Hür Fikir gazetesinin mücahedesini (!) takdir ediyorum! Tuttuğunuz yolda azimle yürüyünüz!” İşte İsmet İnönü bu adamdır!!! BüyükDoğuDergisi 29 Aralık 1950, Sayı 29 , Sahife 8-9
  13. Achar

    Akrostiş

    AKROSTİŞ İhtilal acentası... Solun tam da ortası. Moskova'nın oltası.. Eli, zulüm muştası. Tek ümidi, cuntası İnkılap, avantası... Nemrut, onun atası... Ölüm yolu, rotası.. Namlı servet çantası.. Ünlü küfür softası.. (1968)
×
×
  • Create New...