Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Recommended Posts

O VE BEN

Necip Fazıl’ın “O ve Ben”’i bitmemiş bir serüvenin hikâyesidir. Bir Allah dostunun şefkat ve mahviyet ummanında boğularak yeniden dirilen genç ve büyük şairin bu ummanda son nefesine kadar kulaç atmaktan geri durmayacağının ama bunun böyle de gitmeyeceğinin apayrı bir şiiridir,”O ve Ben”. Tüm varlığını inkâra da varsa, aşkın hakkını veren bir şairin şiiridir… Belki gözyaşları içinde tamamladığı şu satırlarla bitmemiş bir serüvenin bile iddiasını taşımayan bir şiir:”Güya seni yazdım (…) Soluk bir kumaş üzerinde hareli lekeler güneşi ne kadar gösterebilirse, bu kargacık, burgacıklar da seni o derecede anlatabilir.” Sonra bu serüveni diğerlerinden ayıran, onu biricikleştiren ve bizi de can kuşumuzdan yakalayan ifadelerle abideleşen bir şiir: “Aç bana Kapı’yı, artık aç!... Allah’tan izin iste ve ardına kadar aç!...”

“O ve Ben” ,bir müridin mürşidine bakışıdır: müridane bir bakıştır bu içerikten daha ziyade kitabın bizatihi üstadı Adulhakim Arvasi hazretlerini anlatıyor olması dolayısıyla Necip Fazılın esere verdiği kıymet de tam anlamı ile müridanedir. “Bu eser, dünyaya gelişimden bu güne kadar en hususi renkleri, çizgileri ve sesleriyle hayatımın hikâyesi ve asıl O’nu tanıdıktan sonra manasını anlamaya başladığım vücut hikmetinin bende tecelli eden yakıcı ifadesidir. Bu bakımdan kendilerini görünceye kadar malik olabildiğim bir buçuk esere nispetle bugün 60 cildi aşan ve hepsini birden onura borçlu bildiğim eserler arasında, şimdikinin başköşeye oturtulması lazım ve en mahrem iç ve dış iklimlere doğru bir belirtiş olarak takdim ederim.” İfadeleri bunu gösterir.

“O ve Ben” her şeyini inandığı idealler için feda etmiş bir büyük mütefekkirin, damarından kalemine kan çekerek yetişmesine uğraştığı bir nesil için en mahrem ve en hususi kalması gereken bir yönünü, seslerin, sözlerin, işaretlerin ardındaki sırlı dünyasını paylaşma çabası… Tam da Yunus gibi:”Ballar balını buldum”/ Kovanım yağma olsun” dercesine…

 

ALTINOLUK–2000

M.LÜTFÜ ARSLAN

Share this post


Link to post
Share on other sites

okunması gereken o kadar çok kitap var ki..

Share this post


Link to post
Share on other sites

-eserden alıntı-

 

 

"1281-1860 yılında, vanda dünyaya gelmişler... van, başkale kazası arvas köyü... van'ın cenup şarkında; iran sınırına yakın, 2400 metre yüksekliğinde gayet sarp ve engelli bir saha...

arvas, şeyhleri ve mürşitleri seyyid fehim hazretlerinin de köyü...

pederi; seyyid mustafa... nesepleri, madde yolundan da kainatın efendisine bağlı: es'seyyid abdülhakim arvasi...

manevi veraset yoluna gelince:

zaten hep onun üzerinde gittiğimiz bu davayı, özlü bir takdim cümlesine nasıl sığdırabiliriz?

tecrübe edelim:

peygamberlerden sonra insanoğlunun en büyüğü hazreti ebubekir'e sevr mağarasında teslim edilen has oda sırrını, otuz üçüncü el olarak devr ve teslim alıp onu yirminci asırda; makine, türlü keşif, ruhi buhran, içtimai muvazenesizlik, sar'a ve cinnet, hasret ve gurbet asrında, bu asrın ortasına kadar, zerresini feda etmeksizin, en kemalli veraset halinde temsil etmeye memur, eşsiz veli...

...

 

hissettirebildim mi makamının hususiliğini ve ululuğunu?..

insanoğluna, kendi öz eserinin tahakküme başladığı, madde keşiflerinin insanları burunlarından halkaladığı ve bütün ruh müeyyidelerinin bangır bangır iflasa sürüklendiği manevi panik devrinde kutup; böyle bir devirde her ölçüyü müdafaa ve muhafazaya memur kutup ne demekse, es'seyyid abdülhakim arvasi, o... 14. hicri asrın yenileyicisi...

devrinin, içli ve dışlı küfür deccallerine ve bunların üflediği felaket cereyanlarına dikkat ederseniz, onun; kimlere ve nelere, insanları çekip kurtaracağı hangi bataklık şartlarına karşı gönderildiğini sezer ve bütün bunlardan bir mikyas çıkarabilirsiniz.

bu terkibi hükmün, bundan evvel olduğu gibi, bundan sonra da nokta nokta tahlil unsurlarına geçerken, es'seyyid abdülhakim arvasiyi, 2400 metre yükseklikteki sarp yayladan istanbul üzerine inmiş, hakikatte, ışığı milyarlarca senede gelen yıldızların tepesinde, bir feza ve mana kartalı diye takdim edersem sanmayın ki, bir şey söyleyebilmiş olurum."

 

"arada bir beni paylar gibi konuşmaları, iltifatlarından daha çok hoşuma gidiyordu. tekdir, yakınlığın, sahabetin delili...

yine bir andı. günahlarımdan bahsediyor, kendimi hudutsuz günaha batmış görüyor, kimseye eş olmayacak bir günahkarlık çapında bulunuyordum. bu şikayetten de bir teferrüd, gizli bir benlik ve gurur kokusu almış olacaklar ki, şu müthiş cevabı verdiler:

-daha ne günahkarlar gelip geçti bu yoldan... seninki de ne?...

çarpılıp kaldım. yani;

-sen onda da bir şey değilsin; merak etme!..

demek istiyorlardı.

nefs hilesine ne harikulade karşılık..."

Share this post


Link to post
Share on other sites

O VE BEN [bEN VE O] üstadın bu kitabı bende büyük anlamlar ifade eder zira o kitabı okurken az veya cok kendi hayatımda gözümün önünden geçiyor YARRABBİ:bizlere RAHMAN sıfatın ile tecelli et...AMİN.

Share this post


Link to post
Share on other sites

şiirde olduğu kadar düzyazıda da üstad ustalığını göstermiş.her bir cümle sanat, sancılı düşüncelerin türkçeye çevrilmesi adeta.Esseyyid Abdülhekim Arvasi Hazretleri'ni ihtimamla,ürkerek,adını anarken bile saygıyla andığı,anlattığı;kendi hayatıyla onun hayatının kesişmelerini anlattığı okunası bir eser.üstadın her otobiyografik eserinde kendinden biraz daha ayrıntılı izler bulabilmekteyiz.bu yüzden mutlaka okunmalı diyorum.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bizler bu tatil günlerinde o güzide eserlerden mümkün mertebe istade etmesini bilmeliyiz.Sadece okumaktan öte onu sindirerek hayatımızda şiar edinmeliyiz.

Share this post


Link to post
Share on other sites

"O VE BEN"i okuyunca Necip Fazılın şiirlerini anlamak dahada kolaylaştı benim için ve bu kitap başkalarının okuması için de çok çaba gösterdiğim yegane kitap.NFK yı iyi tanımak için herkesin bence bunu okuması şart

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hangi limana gideceğini bilemeyen; yelkenleri, direkleri, yıkıcı dalgaların, hoyrat poyrazların elinde kırılan, aşındırılan, yontulan, kemirilen; içinde yüzdüğü ızdırap, vehim, çile deryasında boğulan, bir an nefes alabilen sonra tekrar boğulan bir gemi… Ve bu geminin boğulmak, batmak üzereyken rotasını doğru yola çevirici, kirli sulardan, ulvi yolun pırıltısını aksettiren denizlere taşıyıcılığın destansı hikayesi.

 

Kitap bir bütün olarak Üstadı anlatıyor. Çocukluk, gençlik, yetişkinlik devreleri ve bu devrelerdeki ruh hallerinin teferruatları, hayatının dönüm noktası olan efendi hazretlerini tanıması, ona bağlanması ile gerçekleşen muazzam çaptaki değişim ve bunların öncesi ile sonrası, Necip Fazıl’dan Üstadlık katına çıkış süreci, fildişi kulesinde” sanat, sanat içindir” telakkisini güderken, “ sanat, Allah içindir “e ulaştırıcı yolun çizgileri.

 

Üstad, mumunu arayan pervane misali saadet güneşini aramanın cereyanı içinde çalkalanıp duruyordu. Vuslata eriş, mumda yanış ve eriyiş; hakiki Müslüman, edeb, zerafet, nezaket timsali, zahir ve batın ilimlerinde kâmil ve bu bilgilerde mahir, büyük âlim, büyük veli, nur heykeli, mürşid-i kâmil Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerini tanımasıyla gerçekleşti.

 

Üstad, Efendisine kavuştuktan sonra İslam diye inleyen, çağlayan, kükreyen bir aslandır artık.

 

Efendi hazretleri Üstada, ne büyük bir nimettir.

 

Kitapta Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin mübarek sözlerine de yer verilmiştir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

DİNLEDİKLERİM

Vefatlarından hayli sonra... Cevat Yücemen'le karşı karşıyayız.

 

- Anlat bakalım, Cevat Bey, Efendi Hazretlerinin kerametlerinden ve kendilerinde tespit ettiğin harikalardan bir kaç şey anlat!..

 

- Ne anlatayım; her hâli bir keramet... Bir tanesi ise gizli kalabilecek cinsten değil... Sakarya Harbi sıraları... Ben ustteğmenim... Ordumuz ric'at ediyor ve Ankara'nın boşaltılması faaliyetine girişilmiş bulunuyor... Bana emir buyurdular: «Hemen Ankara'ya git, orduya katıl ve herşeyden evvel Fevzi (Mareşal Fevzi Çakmak) Paşaya çıkıp de ki: Beni buraya kendi halinde bir müslüman gönderdi. Yılmasınlar, sebat etsinler, zafer muhakkaktır diyor.» Gittim ve Mareşal'e aynen söyledim, Teşekkür etti. Orduya katıldım, harbe girdim; yaralandım ve «malûl yüzbaşı» olarak emekliye ayrıldım. Zaferi de gözlerimle gördüm. İşte sana en büyük keramet!..

 

Muhib Işıklar anlatıyor:

 

- Bir cuma namazından sonra gördüm; ve görüş işte o görüş!.. Kapılandım ve bir daha eteğini bırakmadım. Daha ne söyleyeyim?..

 

Söz, onun otuz yıllık nedimi; gölgesi kadar yakını Şakir'in

 

- Yedi yaşımda yanlarına girdim ve vefatlarına kadar otuz yıl yanlarından ayrılmadım. Geceleri de aynı odada, beraberlerinde kalırdım. Onu benden dinlemeyin; gördüklerinizle yetinin!.. Benden dinleyeceklerinizi akıl almaz.

 

- Söyle Şakir, söyle!.. Bizim aklımız; alamadığını da alır.

 

- Bir gece, onu, ay'ın ondördü altında, ay'ın mı ona, Onun mu ay'a ışık verdiği belirsiz bir nuranîlik içinde gördüğümü söyleyecek olsam, aklınız kabul eder mi bunu?..

 

- Kabul eder, Şakir!

 

- Evet, onu ay'a ışık verirken gördüm.

 

- İnanırım, Şakir!

 

- İzmir'de Hisar Camiinde... Huzurlarına oniki yaşında bir çocuk getiriyorlar. Çocuk dilsiz... Anne ve baba, çocuklarını kapmış, haberini aldıkları Velînin huzurunda... Anne ve baba camiin giriş noktasında bekliyor ve çocuk Efendi Hazretlerine doğru ilerleyip ellerini öpüyor. Efendi Hazretleri çocuğa hitap ediyorlar: Adın ne, oğlum! Dilsiz çocuk hemen cevap veriyor. Ahmed!.. Anne ve baba çılgın bir hayranlık içinde...

 

- Müthiş, Şakir!

 

- Bir gün beraberce, Üsküdar'da medfun Abdülfettah Efendi isimli bir şeyhin mezarına uğradık. «Rabıta et ve gördüğünü söyle!» buyurdular. Rabıta ettim ve dedim: Uzun boylu ve esmer bir zat!.. «Evet, dediler; öyle, tıpkı dediğin gibi...»

 

- Daha, Şakir, daha...

 

- Bir gün sıkılmışlar... Müthiş bir kabz hali, mânevîl kabz... Dayanılır gibi değil... Nida gelmiş: Dayan, ilâhî rahmet geliyor! Dediler ki: «Rahmet geldi ve bir damlası üzerime düştü, vücuduma yayıldı. Hemen o anda şifa buldum.»

Share this post


Link to post
Share on other sites

TOMAR

 

 

 

Burhan Toprak'ın önüne, manevî nisbetlerinin kol kol ağacını gösteren büyük bir tomar açtırdılar ve dediler:

 

«- Bu namsız ve nişansız insanlardan her biri bir Mansur'dur.»

 

Mansur ve Yunus Emre delisi Burhan Toprak, bu çok yerinde bağlılığına karşı, onların da derecesi üzerinde bir ölçü kazanıyordu. Hakikatte Efendi Hazretlerinin muradı şuydu:

 

- Bu namsız ve nişansız, kendilerini silip yok etmiş insanlardan her biri, bir Mansur'dur. Dâva; şöhrette değildir!

 

Ben ki, onların, Burhan'dan eksik delisi değilim; bu yaman gerçeği ne de derinden seziyordum.

 

Daha evvel kendilerine Yunus Emre de sorulmuştu Sadece ve kısaca:

 

«- Ariflerden...»

 

Buyurmuşlardı.

 

«- Resim hürmet makamında olmazsa caizdir. Yerde ve hürmet ifade etmiyen her yerde...» Dediler.

 

Besmelesiz kesilen hayvanların etlerini yemekteki mahzuru öne süren birine dediler:

 

- Sen yerken Besmele çekiyorsun ya; ona bak!..

 

Kur'ânda, bazı sûrelerin başındaki kesik harfler (Huruf-u Mukattaât-ı Kur'âniye) veya (Tavasîn-ül-Kur'ân) hakkında buyurdular:

 

- Onlar, sevenle sevilen arasında şifreler...

Share this post


Link to post
Share on other sites

BENİM EFENDİM!

Efendim! Benim Efendim! Benim, güzellerin güzeli Efendim!

 

Vaktiyle: «keşke bu kadar zeki olmasaydın!» buyurduğun adamın beynini, zerre zerre kıskaca alıp atom gibi çatlattıkları bu hengâmede, eminim ki, her dem beraberimde, her ân baş ucumdasın...

 

Kaç milyon baba ve kaç milyon anne, senin milyarda birin eder? Sen benim böyle bir şeyimsin! Babamla anneme Allah'ın bana tattırdığı varlık şevkine vesile oldukları için bağhysam, sana da, bu ölçünün ebedî hayat mikyasiyle per-çinliyim... Düşünsünler farkı!..

 

Seni, Bağlum köyündeki, namsız ve nişansız çukurunda, bembeyaz ve taptaze bir kefene bürülü, esmer ve pembe-cik teninin hiç bir noktası tozlanmamış ve paslanmamış, derin gözlerin ebediyete çevrili, Allah'ı zikrederken görüyorum.

 

Yirmidokuz yıl değil, ikibin dokuzyüz yıl değil, sayılar boyunca devirler gelip geçse, üzerinden zaman geçmiyecek velîlerdensin sen... Ruhun gibi kalbin de mahfuz... Kalıbın orada; fakat ruhaniyetin, Allah'ın izniyle her tarafta ve benim yanımda...

 

Benim güzel Efendim!

 

Baş ucumdasın, biliyorum; ama ben ne yapayım ki dünya zindanı içinde, ayrıca beş hassemin zindanında kapalıyım ve seni göremiyorum.

 

Hayatta biricik gayenin, yaşarken ölümü delmek ve öteye geçmek gayesinin; o, anahtarını Kapı'yi açmak üzere senin elinden aldığım gayenin, henüz, «Anahtar hangi elle tutulur ve nereye yerleştirilir?» hakikatinden bile uzak bir müflisiyim. Hakikatte müflis, sadakatte müflis, gayrette müflis, her şeyde müflis... Bendeki, sadece, dağdan geçerken, tepesinde çadır kuran şimşekleri arkadaşlarına anlatmaya yeltenici sümüklü bir mahalle çocuğu ağzı; o kadar...

 

Ama bu Kapı'ya beni köpek diye yazan, bu gemiye paspas diye alan sen, kabul etmez misin ki, «O Kapı'nın köpeği» ve «O geminin paspası» olmak Türbesinin üstüne bu dünyada paye yoktur?

 

Kendimi, fikirde, sanatta, şunda bunda, dünyanın en büyük adamı görmek, bilmek, göstermek, bildirmek isterdim; tek, O Kapı'nın köpeğine mahsus derece belirsin diye... Sana ve senden bağlı olduğum O'na devretmek için...

 

Güya seni yazdım; atom ve füze devrindeki, inkâr ve ihtilâç asımdaki mâverâ kılavuzunu anlatmaya savaştım güya...

 

Soluk bir kumaş üzerinde hareli lekeler güneşi ne kadar gösterebilirse, bu kargacık, burgacıklar da seni o derecede anlatabilir.

 

Eğer bu arada, kendimden, nefsimden birçok şey kattımsa, yine hareli lekelerin güneşe bağlı olmasından; ucunda sen varsın, diye. Bu ölçü dışında, nefsim için, kendi başına ele aldığım tek nokta bulunduğunu sanmıyorum.

 

Seni tanıyıncaya kadar hayatım, sana yaklaşmanın, uzaklıkta yaklaşmanın saadeti; seni tanıdıktan sonra da senden uzaklaşmanın, yakınlıkta uzaklaşmanın felâketi içinde, bütün teferruatiyle senin...

 

Hayatım sensin!..

 

Aç bana Kapı'yı, artık aç!.. Allah'tan izin iste ve ardına kadar aç!.. Ebediyen köpeğin olarak kendi köpekliğimden çıkayım ve insan olayım...

 

Allah izin verirse eğer, O Kapı'dan içeriye, topyekûn insanoğlunun; atom ve füze devrinde, inkâr ve ihtilâç asrında muhtaç olduğu fikir ve ruh hamulesini kervanlaştırıp geçireyim...

 

Bu, senin papucunu silmekten daha değersiz bir hizmettir kapıya...

 

Kapının içini hayâl ediyorum.

 

Huzmeleri ebediyet boyunca mesafeleri ışıldatan projektörler altında, fildişi kaldırımlardan sonsuz bir cadde... Şehrah... Bu şehraha açılan ve nisbet ölçülerinin her biriyle ayrı istikâmetlerden gelen namütenahi yol... Yollarda, ellerini yüksekliklere kaldırmış, yalınayak ve başı kabak, çığlık içinde bir insanlık... Ve tepede caddenin yokuş başında billurdan pırıl pırıl kurtuluş beldesi...

 

Ebedî safa şehri...

 

İmân edeceklerdir ki, bu yollara düşecekler...

 

Ve ölmeden öleceklerdir ki, şehraha girecekler...

 

Ve beldeye ulaşacaklar...

 

Ve beldenin merkezinde bir saray...

 

İçinde Allah'ın Sevgilisi ve etrafında... Has oda sırrının emanetçisi «Altun Silsile» kahramanları...

 

Benim Efendim!

 

Çocukluğumda ve ilk gençliğimde, masal gibi bir rüya ikliminden topladığım karanlık ve karışık haberlerin, apaydınlık ve dümdüz gerçeğini bana sen verdin...

 

Şimdi bırakacak mısın beni, bir solucan gibi toprak üstünde sürünmeye...

 

Bilip de câhil, anlayıp da unutkan, görüp de kör, duyup da hissiz kalmanın felâketine düşmeyeyim!..

 

Sabah namazlarına kalkamamanın, yığılıp kalmanın, sızıp silinmenin acısiyle döğündüğüm bir gece, (1 Nisan 1961, Cumartesi, sabaha karşı) güneşin doğmasına tam 23 dakika kala, sol elime, tak, tak, tak, üç kere vurup beni dehşetler içinde yerimden fırlatan ve içinde tek telkin ve nefsimi aldatma hissi bulunması imkânsız bu harika karşısında aklımı çatlatan sen değil miydin?..

 

Bu tecelli karşısında büsbütün köpekleşmiş, son nefesime kadar Kapı'nın köpek kulübesinde ve o köpeğe mahsus liyakat şartları içinde kalacağıma söz veren benim!..

 

Çarklar işlemekten aşındı, vâdeler dolmaktan çatladı. Akşam oluyor... Bir mızrak boyu kaldı, benim de hayat güneşimin batmasına...

 

Allah'tan af istiyorum. Allah'ın Sevgilisinden ve bütün Silsileden teker teker suçlarımın bağışlanmasını ıstiyorum.

 

Benim avuçlarımdan süzülen, işte o kaynaktan aldığım sudur; bu suyun eğer bulanık bır tarafı varsa nefsime, güzel bir tarafı varsa da efendime aittir.

 

Pırıltılar içinde suyu arayan ceylân gençliği o pınara koşsun!..

Share this post


Link to post
Share on other sites

KISAKÜREK

 

En küçük yaşta aldığım telkinler arasında, bir de Maraşlılık, Anadoluluk şuuru... Büyükbabam, oğlunun ve torununun İstanbul'da doğmuş olmalarına rağmen, beni kökümle, kök nisbetimle alâkalanmaya davet ederdi.

 

Ne büyükbabamın rütbesi, ne bir şey... Maraş ve Kısakürek oğulları... Alâka bunlara... Yavuz Sultan Selim devrinde Maraş'ta hükümet süren ve Osmanoğullarından daha eski bir familya olan Dulkadir (Zülkadir) oğullarına bağlı Kısakürek'ler kolu... İçlerinde birçok büyük din adamı bulunan Kısakürek oğullarının son vardığı halka, Mevlâna Bektut Hazretleri, Dulkadir oğludur. Büyükbabam da, Mevlâna Bektut'dan gelen kolun daima babadan oğula, ana dalı üstünde...

 

İsmin nereden geldiği üzerinde de birçok rivayet:

 

Maraş'ta vaktiyle bir kıtlık olmuş ve o zamanki cedlerimiz, kimine kısa, kimine uzun kürekle erzak dağıtmışlar da, ondanmış...

 

Yavuz Sultan Selim, Mısır seferinde Maraş'ı zaptettikten sonra bir camiin açılış merasiminde bir kürek lâzım olmuş da, cedlerimizden kısa boylu birini omuzlarından itip:

 

- Alın size bir kısa kürek!..

 

Demiş ve ondan sonra bu zatın kolu Kısakürek ismini almış...

 

Yok o değilmiş de kürek kemiğiymiş, şuymuş, buymuş...

 

Hangisiyse ve her neyse. Değer verilecek nokta, Kısakürek'lerin Yavuz Sultan Selim devrine kadar varan mazbut bir şecere içinde aralarından olgun din adamları yetişmiş, sâf Anadolulu bir sülâleden geldikleri.

 

Aşırı bir hemşerilik gayreti güden büyük babamın tesiri, konağın kapılarını, ardına kadar Maraşlı ziyaretçilere ve ricacılara açtırmıştı.

 

En küçük yaşlarımın hatırası, Balkan Harbinin İstanbul'dan derinden derine duyulan boğuk top sesleri. Çatalca önlerine kadar gelen düşmana, denizden ve karadan atılan toplar... İmparatorluğun paniği... Balkan Harbinde bozgun veren ordu döküntüleri arasında yaralı birçok Maraşlı konağı doldurmuştu. Hayâl meyal, aralarında dolaştığımı ve onlara yiyecek ve içecek taşıdığımı görür gibiyim. Tam sekiz yaşındayım.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;: Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız...diyecek kadar cok sevdiği bir Allah dostu Abdülhakim Arvasi Hazretleri'ni tanıdıktan sonra hayatı bu denli değişmiş.ne kadar güzel Ya Rabbim.bizlerede nasip et...(amin).

Share this post


Link to post
Share on other sites

SAFÂ

 

<<-Safâ, her lisanda memduh; ve zıddı olan kedûret, her lisanda mezmumdur.>>

 

Bu cümle Efendimin kitaplarından...

 

Safâ; Kağıthane safası veya gece safası değil... Büyük ve İlahi neş'e... Ne güzel kelime!..

 

Kedûret... Safânın zıddı ve kederin mücerret hal ifadesi... Ne harika mefhum...

 

İşte bütün insanlık, bütün ifade kalıplariyle bunlardan ilkini över ve ikincisini yerer... Biri memduh, biri mezmum...

İlahi neş'e, İlahi neş'e ... Safâ bu...

 

Bütün insanlığın, türlü inanışlar içinde, buluştuğu, kelime ve mana halinde tutuştuğu, vardığı ve dizüstü çöküp ellerini göklere kaldırdığı eşiği...

 

- Safâ, Allah'ım Safâ!..

 

Yunus Emre de, gerçek inanış çizgisinden onu istedi, hattâ ona erdiğini söyledi. << O, sevgilisinin rengine boyanmıştır, artık solmaz; âşıktır, artık ölmez...>>

 

Ah, gâye; gâyelerin gâyesi...

 

Allahta fani olmak ve onda bekaya ermek gâyesi...

 

Beyni kan çanağına dönen (Paskal)ın:

-Joie, joie!...

Diye boş yere haykırdığı gâye...

Çünkü o, yolu bulabilmiş değildi.

 

Ebedi sâfa...

 

Buyurun, o da burada... Kitabın tâ başında ve işin sonunda...

 

Ne şundadır, ne bunda; orada,orada Peygamber bâtınının sarayında...

Share this post


Link to post
Share on other sites

ACITAN HAYAL

 

Bakın, hayalim, nasıl patlayasıya şişirilmişti:

 

Meşhur dedektiflerin yardımcıları vardır ya; ben de torunlar arasında, küçük halamın oğullarından birini kendime muavin yapmış, konağın arkasındaki Binbirdirek mahzenlerinde, faili meçhul cinayetlerin gizli kaatillerini aramaya çıkmıştım.

 

Gökbayrak'taki Canbey'in mukavvadan tolgası ve süpürge sapından kargısı da ayrı...

 

Şişelerde renk renk ilaçları birbirine katıp kimsenin bilmediği gizli terkibi arıyordum.

 

Şimdi bütün bunları ben, gayeleri kendilerinden ibaret hoş ve renkli hikayeler diye anlatmıyorum; ruhumun ne yollardan ve nasıl pişmeğe başladığını ve nelere istidat kazandığını göstermek ve her şeyi ORAYA bağlamak için kısa kısa noktalıyorum.

 

Marazi bir hassasiyet...

 

Acıtan bir hayal kuvveti...

 

Ve bu arada dehşetli bir korku...

 

O yaşta bile anlıyordum ki, ben başka türlü, ayrı yaratılışta bir insanım ve hissettiklerimle öbür insanların duydukları arasında müthiş bir fark...

 

İşte ilk çocukluğumun, kendi öz bünyesi içinde ve dışarıdan aldığı bin bir tesir altında, hüviyeti...

 

Arada bir (Güzel Prenses) romanının o hafta çıkan formasını satın almak üzere tek başıma konaktan çıkıp birkaç yüz adım mesafedeki aktar dükkanının önüne vardığım zaman, meçhul semtlerden gelen ve meçhul semtlerden giden meçhul şahıslara karşı anlatılamaz bir korku duyar ve kendi kendime sorardım:

 

- Ben de büyüdüğüm zaman bunlar gibi korkmadan her tarafa gidip gelebilecek miyim? Hele bir memleketten bir memlekete nasıl gidip gelebileceğim?..

 

Ve formayı göğsüme bastırmış, koşa koşa eve gelir, kapının ziline var kuvvetimle basardım.

Share this post


Link to post
Share on other sites

AŞK

 

Hiçbir şeyle o şey için uğraşmayan ve en büyük kerameti bu noktada toplanan Efendi Hazretlerinin, o zamanlar bir <<Darüşşafaka>> talebesi olan Sabri'yi (Faruk Bey'in damadı, diş doktoru Albay), eteklerinin dibine oturup nasıl başından okşadığını hayal ettikçe içim burkulur.

 

İlahi aşk abidesi... Her şey gibi aşkını da peçelemeyi bilmiş, <<nar-ı beyza>> içinde fıkırdarken gülümseyen ve çocukları okşayan, Allah elinin yonttuğu rahmet ve şefkat heykeli...

Share this post


Link to post
Share on other sites

ERMİŞLİK VEHMİ

 

Büyükbabamın kitap odasındaki sedirde geçirdiğim bir hastalık içinde, gece yarısı birden bire uyandım. Ateşimin düştüüğünü hissettim, başımdaki sirkeli bezi attım ve yatakta doğruldum. Günlerdir uyumayan anneciğim, bir koltuk üzerinde sızmış, dalmıştı.

 

Gökler dolu sessizlik... Çok uzaklarda tek tük köpek havlamaları...

 

Birden bire kendimi öyle hafif, derin eşya ve hadiselerin nabzını tutan öyle ince bir idrak duygusu içinde buldum ki, acaba bu dünyada benim kadar duyan ve anlayan ikinci bir mahluk var mıdır, diye düşündüm. sanki hayatın düğümleri lif lif çözülmüş, muammaların anahtarı elimde teslim olunmuştu.

 

Annem uyandı:

 

- Ne var Necip?

 

- Bir şey yok anneciğim!

 

- Ateşin düştü mü?

 

- Düştü

 

- Kendini nasıl hissediyorsun?

 

- Çok iyi anneciğim!

 

- Haydi uyu!

 

Küçücük çocuğun ermişlik vehmiyle, o gece sabaha kadar uyumamıştım.

 

Her şeyi unutsam o geceyi unutamam...

 

Syf. 28

Share this post


Link to post
Share on other sites

KALBE DÜŞENLER

«Hatarât»... Bu kelimeyi duydunuz mu? «Hatar»ın cem'i... Bu tâbir, tarikatta bütün bir bahsin adı... Yol edebine ait şartların en ehemmiyetlilerini çerçeveliyen bir bahis... «havâtır» veya «hatarât»...

 

«Hatarât» kalbe ânî olarak iniveren, ters fikirlere, zıd mânâlara, musallat vehimlere, boğucu hayâllere deniliyor. Ve yola girenlerde mutlaka bu başlıyor; ve onun nasıl murakabe ve idare edileceğini de bilmek gerekiyor.

 

İşte size, hastalığımla alâkalı bir yol hususiyeti!.. Şu var ki benimki bir maraz, belki de bu halle karışık bir marazken -nitekim sonradan maraz gidip hatarât devam etti- o, yolun başındakilere mahsus bir hâl... Ruhun esrarlı yapısına bağlı, ruhu bütün (anti - tez) aks-i dâvalarile çalkandırma hali...

 

Sâlik (bir yola giren), işte bu «hatarat»ı ezip koğmak, rikat tabiriyle nefyetmek borcunda... Yunus'un «zehirle pişmiş aşı yemeye kim gelir?» dediği bu iş, kolay değil... «Hatarât»ın içinde, Allah'ı inkârdan nice küfürlere kadar türlüsü vardır; ve şunu da belirtelim ki, onlar, imanın kuvveti nisbetinde gelir ve korkulacak, değer verilecek şeyler değildir.

 

Halimi az çok içinde bulduğum bu «hatarât» bahsi beni hemen sardı. Bir gün onlardan bazılarının bana nasıl musallat olduklarını ve onları nasıl koğduğumu anlatırken tebessüm buyurdular. Yanlarında ayakta duran Şakir; şu, esmer ve tatlı yüzlü genç, Efendi Hazretlerinin ayrılmaz nedimi:

 

- Evet, dedi; onlar gelir ve geçer; sonra insan, onları arasa, davet etse de bulamaz.

 

- Yaaa, evet, evet!..

 

Derken ben, tebessümleri devam ediyordu.

Share this post


Link to post
Share on other sites

NESLİHAN KISAKÜREK

Nihayet yoluma, otuzyedi yıldır çile ortağım, Neslihan çıktı. Bana nur topu gibi beş çocuk hediye eden sevgili zevcem... Sırasiyle, Mehmet, Ömer, Ayşe, Osman ve Zeynep...

 

Dış yüzün dış yüzünde başlayan münasebet en kısa zamanda köklere kadar indi. Kendisini aldım, Eyüb'e götürdüm. Evin önünden geçirdim ve biraz ilerideki (Piyer Loti) kahvehanesinde oturttum:

 

- Bekle biraz dedim; kendilerine haber vereyim... Çağırırlarsa koşar, gelir seni götürürüm. İzinsiz çıkaramam huzurlarına...

 

Kızcağız, derin bir tevekkül içinde, oturdu, nasibini iteledi. Huzurlarındayım:

 

- Efendim; bir kızla tanıştım, ismi Neslihan... Bildiğiniz modern kızlardan; Bâban'lardan, Bâbanzâdelerden. Buraya kadar da getirdim. Şu anda, ilerideki kahvehanede oturuyor. Takdir buyurursunuz ki, zamane kızlarına güven olmaz. Şüpheliyim... Ne emredersiniz?

 

Bir anda, şimşek gibi bir hareketle sordular:

 

«- Üzerinde ne var?..»

 

- Yeşil bir manto, efendim!

 

Yine bir anda, şimşek gibi bir hız içinde, âni bir dalış ve uyanış:

 

«- Sen, ondan değil, kendinden şüphe et!»

 

Suratımda saklayan tekdir tokatının zevkiyle, Neslihan'ın bu kadar güzel kabul edilişindeki zevk, içimde birbirine karışmış, koştum; (Piyer Loti) kahvehanesinden zevcemi aldım ve evlerine getirdim.

 

Şadırvan başında yalnız Şakir ve yakınlarından bir delikanlı, Mehmet... Kendileri içeriye geçmişler, belki birden bire görünmek istememişlerdi.

 

Neslihan, ben, Şakir ve o delikanlı, bir arada oturduk.

 

Akit temellendirildikten ve iş belediye dairesindeki tescile kaldıktan sonra, birden bire Efendi Hazretleri, evden çıktılar ve yanımıza gelmeden bahçe kapısına doğru yürümeğe başladılar. Arkalarından ilerledik ve ellerinden öptük...

 

Ayni şimşek edasiyle, yivleri ebediyen kulaklarımdan silinmeyecek bir hitapta bulundular:

 

«- Allah zâmin (borçlu) ve kefil; unutma!..»

 

Ve durmadan çıkıp gittiler.

 

İleride, vasıtamla Neslihan'a gönderecekleri mektuplarda kendisine «kızım» diye hitap edecekler ve benden «damadım» diye bahis buyuracaklardır.

 

Otuzyedi yıldır ki, zevcemle aramda, sadece Efendimin bereketiyle, benim yüzümden çektiği bin bir musibete rağmen küçük çekişmeler dışı, hainliğe kaçan hiçbir hâdise ve bağ gevşemesi olmamıştır.

 

Neslihan'ın ailesini (Babanlar) çok takdir buyuruyorlar, «Hükümet icra etmiş» bir familya olarak vasıflandırıyorlar; ve onun amca kollarından, merhum Bâbanzade Naim Beyi medihle anıyorlardı.

 

Eski Darülfünun Profesörlerinden Naim Bey ki, doktor kendisine:

 

- Kalb hastasısınız, namaz kılamazsınız, secdede ölürsünüz!

 

Demiş; o da «ne mutlu bana» diye devam ettiği namazlarından birinde ve secdede ruhunu teslim etmişti.

 

Efendimin Neslihan'a gönderdiği mektuplardan birindeki Hitabın sırrını, ileride çözmeğe çalışacağım... Zaten o hitabın bir sır sakladığını, vefatlarından hayli sonra ve yakınlarından Muhib'in dikkatiyle keşfettik.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Arkadaş

 

Beylerbeyi'nde oturuyorduk. Hayatı boyunca bana fazla bir alâka göstermemiş olan babam, ben daha Üniversiteye girmeden ve 33-34 yaşlarında ölmüştü. Ben daima annem ve küçük dayımla beraberim. Bir de, malûm mübarek anneannem...

 

Beylerbeyi'nin yalılar boyu caddesindeki çınarlar arasında ve şiir hummaları içinde gidip gelirken, daima bir gölgeye rastlıyordum. Elleri arkasında, benim gibi koca kafalı, üstelik cılız vücutlu, hep düşünceli spor ceketli ve gri pantalonlu, ihtiyarla çocuk bulamacı bir genç... Onun için, muharrir, romancı demişlerdi.

 

Bir gün Boğaziçi vapurunda, Hasan Ali Yücel, onu bana takdim etti.

 

- Peyami Safa Bey...

 

Ve aramızda hemen büyük bir dostluk tutuştu. İkinci Dünya Harbine kadar süren, derken siyasî görüş ayrılığından gölgelenen, hele benim mürşid eşiğinden içeri göz atışımdan sonra büsbütün tavsayan; Türkiye'nin en büyük şairi bilinirken Müslümanlıktan başka gaye tanımayışım meydana çıkınca, benden teker teker el çekenlerle bir hizada pörsüyen, tekrar canlanan ve aynı gayede buluşuyormuşuz hissini veren; yine, çatlayıp kuruyan ve öylece kalan mahzun bir dostluk... Ama gençliğimin en sıcak dostluklarından biri. Boyuna çizgisine girer gibi olup, sonra çizgisinden çıkar gibi olan, fakat hiç bir zaman tam zıddına dönmeyen bu eski dostluğu, arada bir tersine çevirici tek saik, daima Peyami'nin değişmeleri olmuştur. Biz sabit kaldık ve hep yerimizde bekledik. Zira yerimizi bulmuştuk.

Share this post


Link to post
Share on other sites

BOHEM HAYATI

 

Avrupa talebeliği imtihanındaki başarım yüzünden sömestrelerini ikmal etmiş olduğum resmen kabul edilen Üniversiteye bir daha uğramadım. Devlet kapısından irkildiğim için bir ecnebi bankasına girdim; mahut konağın, ben Paristeyken ölen cici annemden kalma hissesini 10 kuruş yerine 1 kuruşa satıp yedim; Heybeliada'da hasta döşeğinde beni gözleyen sevgili anneme koşacak bağlılık duygusunu bile kendimde bulamadım ve hep o şeytan kabuğunun içinde, nefessiz ve huzursuz, sürünmekte devam ettim.

 

Banka memuriyetiyle Anadolunun cenubu... Tez vakitte soluk soluğa İstanbul'a dönüş... Banka memuriyetiyle Anadolunun şimali... Kısa zamanda nefes nefese yine ana şehre avdet... Bu gidiş ve gelişler, İstanbul'da daralıp Anadolu'da açılmak, sonra Anadoluda patlayıp İstanbul'da ferahlamak isteğinin boş yere baş vurmaları... Yoksa daralmak ve patlamak esas...

 

Beyoğlu pansiyonlarında ve Fikret Adil'in Asmalı mescit sokağındaki tavanarası garsoniyerinde, ressamlı, heykeltraşlı, şairli, muharrirli, profesörlü bir kalabalığa gömülü daral, patla, dur!..

 

Bu hayatın, kendisi yok ama, ismi var: Bohem hayatı.. Mide gurultusu kadar başıboş insiyakların ve tabak gıcırdatılınca duyulan sinir kamçılanmaları gibi en kaba teessüriyetlerin hayatı... Bu hayat süresince bende, derin bir bunalma, ruh sıkışması, kendinden kaçma, kendini unutmaya çalışma hâli... Belki de bu hâlden kurtulmak içindir ki, kendimi cehennem çarkına büsbütün kaptırmış bulunuyorum Ve çabaladıkça batıyorum.

 

Yirmi yaşını henüz aşmışım.. Kendi kendimin, kendi mahrem «ben»imin üstüne bir çeki taşı koymuş, taşa da çıkmış, hora tepmekteyim:

 

- Sus! Sesini duymak istemiyorum!

Share this post


Link to post
Share on other sites
Acizane Tavsiyem;

Üstadla yeni tanışanların okuyacağı ilk kitap

doğrudur ama benm acizane tavsiyem Ustadın okunacak ilk kitabı ciledir ben ilk cileyi sonra o ve beni okumustum

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kitabı yaklaşık 1 sene evvel satın aldığım halde okumak (ve bitirmek) birkaç gün öncesine nasib oldu... İlgimizi çeken bölümleri sizlerle paylaşmayı arzu ettik...

 

 

 

 

SİYAH KADİFE TAVAN

 

 

Halamın gelinlik odası diye süslenen, yaldızlı çıtaların çerçevelediği siyah kadife tavanlı salonda doğmuşum. Beni, vilâdiyeci bir erkek doktor almış...

O kadar cılız ve çelimsizmişim ki, doktor, sağ elinin şahâdet parmağiyle orta parmağını çenemin altına geçirmiş, beni mangal maşası gibi tutmuş ve leğene sokup bu vaziyette yıkamış...

Halime bakanlar:

-Yaşamaz bu çocuk!

Demişler.

Babam da, bir erkek çocuk sahibi olduğuna dair müjdeyi, o günlerde Boğaziçi'nde oturan büyükbabama vermek için tek başına kullandığı (brek) arabasının atını çatlatırcasına sürerek Sarıyer'i boylamış. Büyükbabam o kadar sevinmiş ki, o vakarlı ve ağır başlı Hilmi Efendi Hazretleri, hemen oğluyla beraber (brek) arabasına atlayıp hızla İstanbul'a dönmekte ve kendisini havaî oğluna emanet etmekte tereddüd göstermemiş...

Fakat o da bana bakıp hayıflanmış:

Çok küçük... Yaşar mı, yaşamaz mı, Allah bilir!

İşte tam tarih:

 

26 MAYIS

1904-1320

REBİÜLEVVEL-1323

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...