Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
trradomir

Sezai Karakoç İle Röportaj

Recommended Posts

Azizan, bundan 3 yıl kadar önce Mürid'le Diriliş Yayınları'nın Çemberlitaş'taki ofisine giderek Sezai Karakoç'la bir görüşme yapmıştık. Konuşma sonrasında aldığım notları daha sonra bir yer için donuk, sıkıcı bir üslupla düzenlemiştim. Buraya atmamışım, bulunsun, iyidir.

 

Sezai Karakoç İle Röportaj

 

(Bu söyleşi, 2007 Şubat'ında gerçekleştirilen bir sohbete ait notların gözden geçirilerek orijinal akışına uygun şekilde düzenlenmesi sonucunda ortaya çıkmıştır.)

 

Yoğun yağmur damlalarının altında ve soğuk İstanbul havası refakatinde, bir arkadaşımla yola düşüyoruz. Niyetimizde, eskilerin o hasret duyduğumuz havasını taşıyan bir edebiyat ve fikir adamını ziyaret var. Necip Fazıl'ın 1957 baskılı Ata Senfoni'sinde anlattığı bir halk hikayesinde geçtiği halde, Yaşar Kemal'in 1973 baskılı Demirciler Çarşısı Cinayeti adlı romanında kullanarak meşhur ettiği ve kendisine ait olduğu sanılan cümleyle ifade etmek gerekirse, güzel insanlar güzel atlara binip gitmiş; geride ise hayatlarının sonbahar mevsimini yaşayan bir avuç insandan başkası kalmamıştı. Elde fırsat varken o günlerin değerli şahitleriyle görüşmek, onlardan kitaplara girmesi mümkün olmayan hatıra katreleri devşirebilmek, bilgi kütüğümüze hoş bir sada daha kaydedebilmek için yollardaydık.

 

Yol maceramızdan bahsederek sözü uzatmak niyetinde değilim. Evvela Sezai Bey'in sakin, münzevi, sessiz, göz önünden ırakta duran edasıyla kapandığı; ziyarete gelen gençlerle muhattap oluşunu saymazsak, fildişi kule kavramının maddede yansıması olduğunu söyleyebileceğimiz ofisindeki izlenimlerimizden, daha sonra da hayat boyu unutulmayacak o ilk tatlı sohbetimizden kısaca bahsetmek istiyorum.

 

Sezai Karakoç'un sahip olduğu ve içerisinde yer alan ofise haftanın belli günlerinde, belli saatlerde ziyaretçileriyle sohbet etmek üzere uğradığı Diriliş Yayınevi, apartman niyetiyle bina edildikten sonra iş hanına dönüştürülmüş olduğu fikrini uyandıran yapılardan birinin ilk merdiven grubu çıkıldıktan sonra sağ tarafta kalıyor. Bir akraba ziyaretine gelmişçesine zili çalıyor ve içeri giriyoruz. Kapıyı bize açan, yayınevinde daha sonra da göreceğimiz bir genç... Utana sıkıla, konuşmaya korkan halimizle Sezai Bey'le görüşmeye geldiğimizi söylüyor ve güleryüzle mukabele gördüğümüz bu delikanlı tarafından içeriye davet ediliyoruz. Evvela üst üste istiflenmiş kitaplarla dolu loş bir salonun içerisine alıyor bizi bu genç. Salondaki ikinci bir kapıyla geçilen iç odadan ise oldukça yaşlı bir adamın, hayli çatallaşmış, doğu şiveli sesini duyuyoruz. Arkadaşımı bilmiyorum fakat ben biraz ürküyorum. Anlıyorum ki birkaç dakika sonra kendisiyle konuşacağımız, hakkında henüz hayattayken Turan Karataş tarafından 900 sayfalık bir biyografi yazılan bu insan, Sezai Karakoç'un ta kendisidir.

 

Biz kitapların yanına henüz gelmişken, kitapların istiflendiği odanın içerisinde yer alan ikinci odadan, bir kişi dışarıya çıkıyor. Sesler de kesildiğine göre, sıra bize gelmiş olmalı. Odanın dibindeki ikinci kapıya doğru arkadaşımla gencin kılavuzluğunda ilerlerken, kitaplar arasında ancak bir kişinin geçebileceği kadar boşluk olduğunu fark ediyorum. Bu esnada sağımdaki kitaplardan bazılarının plastik muhafazalarında olduğu dikkatimi çekiyor. Belli ki matbaadan yeni getirilen bu kitaplar, Yayınevi'nin hem dağıtımlarında, hem de perakende satışlarında kullanılmak üzere dizilmiş.

 

Başım önde, refakatimdekilerle beraber üçüncü kapıdan da içeriye giriyorum. Gördüğüm ışık artarken, mekanın darlığı dikkatimi çekiyor. İlk kapıdan itibaren insanı çevreleyen bu "darlık" o noktadadır ki, sağa sola sıkıştırılmış masalara, raflara, sandalyelere belinizi çarpmadan, ekseniniz etrafında dönebilmeniz bile muhaldir. Konuşmaktan çekinen mizacım 'Yerim dar!' bahanesini de böylece bulmuş oluyor. Bu olağanüstü darlık, besbelli 1960'larda kimseden tek lokma yiyecek istememesi ve şahsi kazancını neşriyat ve bağış işlerinde tüketmesi sebebiyle, evinde, açlıktan bayılan Sezai Bey'in müstağni şeciyesinden ve değer vermediği maddiyatın kendisini yüz üstü bırakmasından ileri geliyordu.

 

Sezai Bey'in oturmakta olduğu masanın karşısındaki kadim sandalyelere arkadaşımla beraber yerleşiyor ve tecrübesiz, şaşkın, utangaç halimizle düşünme yeteneğini dahi kaybettiren bir heyecanın refakatinde beklemeye başlıyoruz. Fakat o da nedir? Biz utangaç bir sükutun içerisinde, bir söz söyleme mecburiyetinin farkında olarak konuşmanın başlaması için bir giriş noktası arar ve karşı tarafın sözü alarak bizi ilk defa giriştiğimiz böyle bir işte rahatlatması için can-u gönülden dualar ederken, kendimizi dakikalar süren bir sükunetin içinde buluşumuz bizi şoka sokuyor.

 

Dakikalar süren işkenceyi Sezai Bey sonunda bitirerek "Nasılsınız gençler?" sualini yöneltiyor ve içimizi ferahlatıyor. Arkadaşım utangaçlık ve sessizlikte benden de beter bir halde olduğu için, kutsal Abdurrahman Çelebi'lik vazifesini üstüme almak durumunda kalıyor ve konuşmanın sonuna kadar, Sezai Bey’e ben cevap veriyorum. Hal-hatır girizgahından sonra, konuşmanın asıl mecraını belirlemek üzere yeterli cesareti kendimde bularak, bundan sonra yalnızca Beyefendi'yi konuşturmak amacıyla soru soran mevkiinde kalacağım sohbeti fiilen başlatıyorum:

 

Trradomir - Efendim, biz farklı üniversitelerde okuyan iki arkadaşız ve tecrübelerinizden, zihninizdekilerden istifade etmek üzere geldik. Sizin vaktinizi almaktaki amacımız ömrünü tamamlamış olan edebiyat ve fikir adamları hakkında konuşmak. Böylelikle kıyıda-köşede kalmış bazı bilgileri de sizin gibi onların yanında bulunmuş değerli bir fikir adamından öğrenebiliriz sanırım. Benim sizi tanımama Üstad Necip Fazıl üzerine yaptığım okumalar sebep oldu. Daha sonra Turan Karataş'ın hakkınızdaki biyografisini inceledim. Özellikle Masal adlı şiirinize çok büyük bir sempatim var fakat dediğim gibi sizi asıl tanımam Üstad Necip Fazıl kanalıyladır.

 

Sezai Karakoç - Evet, Necip Fazıl Bey'le yıllar süren bir dostluğumuz olmuştu. uzun süre aynı yolda mücadele ettik ve aynı dergilerde yazdık. 1950'lerin başından itibaren beraberdik. Fakat onun vefatine yakın zamanlarda çevresinde türeyenler onu kendi tekellerine almaya kalktı (Burada İbda'cıları mı, MHP'lileri mi, yoksa Ahmet Kabaklı-Ayhan Songar gibi kimseleri mi kastediyor, anlayamıyorum). Biz Necip Fazıl Bey'in yanında olmanın zehirle pişmiş aş olduğu bir dönemde onunla beraberdik. Sisler dağılınca, artık onun yanında olmak bir şeref haline gelince onun yanını mesken tutanlar kendisini sahiplenmeye başladı. Dolayısıyla aramız bozulmamasına rağmen son yıllarında malesef yeterince yakın olamadık.

 

T - Onun yanında olmanın zor olduğu zamanlardan söz ettiniz. Bu günlerden biraz bahsetmeniz mümkün olabilir mi?

 

S - Biz Demokrat Parti'nin ilk seçildiği dönemde ilk temasımızı kurduk. Mülkiye'de okuduğum yıllarda o da Ankara'da bulunduğunda sık sık bir araya gelirdik. Büyük Doğu'ların çıkabilmesi için gereken düzenlemeleri zaman zaman birlikte yapardık. Bilirsiniz, Malatya suikastinden sonra bizim kesim büyük bir tazyik altında kaldı. Zaten 2-3 kanaat önderi vardı. Onları da sürekli baskı altında tutup yayınlarını kapatıyorlardı. Malatya hadisesinden sonra baskılar artık Necip Fazıl ve Osman Yüksel gibi kişilerin etrafında olanlar için de tehdit boyutuna ulaşmıştı. Mesela Necip Fazıl Bey Suikast dolayısıyla tevkif edildiğinde benim işim çıktığı için onun yanında olamamıştım. Tevkif esnasında yanında bulunan bir genç arkadaşı da gözaltına almışlar. Tevkifi gerçekleştiren memurun o sırada kim olsa alacaklarını söylediğini daha sonra öğrendim. Düşünebiliyor musunuz, sadece bir mekan birliği bile tehlikeliydi. Sonraki yıllarda da sürekli gizli polisler peşimizdeydi fakat artık biz de kimin ne olduğunu anlayacak tecrübeyi kazandık tabii.

 

T - Evet efendim. Hatta MİT, iki yıl önce Necip Fazıl'ın gizli takipleri esnasında çekilen fotoğraflarından müteşekkil bir sergi açmıştı İstanbul'da, hatırlarsınız. Bir fikir adamını takip ederek sergi açacak bollukta fotoğraf çekmişler. Acı bir durum.

 

S - Evet evet, defalarca takip edildik. Biz mesela bir masa etrafında sohbet ederken yanımıza tuhaf edalı, böyle silik, tedirgin tipler gelirdi. Mesela bir keresinde bir masa etrafında halkalanmış, konuşuyorken yandaki masaya birisi geldi. Artık tanıdığımız tiplerdendi. Gizli, sivil polis... Necip Fazıl Bey adamı fark edince La Fontaine'in "Ve Bay Karga teşrif etti" anlamına gelen mısrasını söyledi (burada mısranın Fransızca'sını iki defa söylüyor fakat anlamadığımız bir dilden gelen bu cümleyi nisyanla malul hafızamızda tutamıyor, notlarımız arasına yazamıyoruz). Masada kahkaha kopmuştu. Bir keresinde de İstanbul Pastahanesi’nde oturmuştuk. Masadakilere hararetli hararetli birşeyler anlatıyorum. O sırada arkadan adamın birisi geldi, fark ettiğim halde ben devam ettim. Arkadaşlardan birisi, eliyle koluyla işaretler yapıyor, göz kırpıyor. Ben istifimi bozmadan devam ediyorum. Arkadaş sonunda bir fırsatını bulup kulağıma eğilerek "Konuştuklarını kaydediyorlar ağabey" dedi ama biz kötü veya yanlış bir şey söylemiyorduk ki endişe duyalım, "Bir şey olmaz, dinlesinler" dedim (gülüyor, gülüyoruz).

 

T - Sonraki devrelerde, rejimin halkın sesine karşı tavrı ister istemez yumuşamak durumunda kaldı. Siz de söylediniz. Sonraki dönemlerde de herhangi bir takibat oldu mu?

 

S - Azalarak devam etti. Dediğim gibi bir dönemden sonra, ilk yıllardaki baskı da hafifledi ve bizimle olmak bir şeref vesilesi haline geldi. Fakat mesela 60’larda Necip Fazıl Bey’le, sanırım Samsun’a bir konferans vermeye gidiyoruz. Arkamızda da tuhaf edalı bir adam var. Biz nereye gidersek o da peşimizden geliyor. Yol boyu bizi takip etti. Adam o kadar acemi ki kendisini açıkça belli ediyor. Hissettirmemeye çalışıyor fakat hep peşimizde. Necip Fazıl Bey baktı ki olacak gibi değil. Geriye dönüp “Arkadaşım belli ki bizi takiple memursun, bari şu çantamı sana vereyim de taşı” dedi. Adamın o anda yüzü kıpkırmızı oldu ama çantayı alıp peşimizden gelmeye de devam etti (gülüyoruz).

 

T - Anladım Üstad. Muhafazakar kesimin, “İslamcılık” olarak tabir edilen dünyadaki diğer temayüllerden farklı bir kafa yapısı ile ne yaptığını bilen, idealist ve entelektüel şahıslar olarak ortaya çıkışında, o gün diğer telakkilerin destekçisi pek çok yayın arasında çıkan Büyük Doğu, Serdengeçti, Diriliş gibi dergilerin payı büyük olmuştu. Öyle değil mi efendim?

 

S - Elbette. Size bizim cenahın nereden nereye geldiğine dair bir misal anlatayım: Osman Yüksel Serdengeçti 1954'te Antalya'dan bağımsız milletvekili adayı oluyor. Antalya gibi eğitim seviyesi yüksek bir Akdeniz ili... Tabii Rahmetli Serdengeçti'nin asıl adı Osman Zeki Yüksel'dir. O dönemlerde bunu bilen pek yok. O seçimlerde bağımsız adayların isminin oy pusulasına yazılması gerekiyor. Seçimlerde insanlar Serdengeçti'nin adını bilmediğinden pusulalara “Serdengeçti” veya “Osman Yüksel Serdengeçti” yazmış. Seçim kurulu da bunları geçersiz saydı. Antalya'da 54 seçimlerinde çok ciddi miktarda oy bu yüzden geçersiz sayıldı. (Karşılıklı gülüşüyoruz.) Daha sonra bu bilgisizlik durumu yavaş yavaş da olsa değişti. Tabi yüzyılların birikimi var. Osmanlı döneminden kaynağını alan gevşemeler, sonra darbeler, sürgünler, idamlar belli bir kafa yapısını törpülemişti. Yine oldukça kısa sayılabilecek bir zamanda bu yayınlarla ciddi bir mesafe kat edildi. Bir nesil yoğuruldu. Tabii bir zaman sonra işler düzelince kaymak yemek fikrinde olanlar da çıktı. Öte yandan Cemil Meriç gibi Batı’yı tenkitte isabet kaydetmiş olsa da yerine alternatif bir sistem koymaktan uzak kalan, fikri tam oturmamış kişiler de vardı.

 

T - Efendim, peki 40'lı ve 50'li yıllardaki bulutların dağılmasında pay sahibi olanların mücadelesi ne şekildeydi? Mesela Üstad nelere dikkat etmişti?

 

S - Sıkıntılı dönemlerde İslam davasını sırtlanan kişiler herşeyden önce cesaretlerini korudu. Necip Fazıl Bey de imanının peşinden yürüdü ve Serdengeçti'yle birlikte hepsini yatsalar yüzyılları bulacak davalarda yargılandılar. Cesaretleri onları tedbirden de alıkoymuyordu. Mesela Necip Fazıl Bey bize bir seferinde bazı çizgilerde dikkatli olunduğu sürece sistem içinde de istenenin telkin edilebileceğini, tesir sahibi olunabileceğini söylemişti. "Mesela diyelim ki ihtilal yapmak istiyorsunuz, o zaman 'Ey Müslümanlar, kıyama kalkın' demek yerine ihtilal nasıl yapılır, şartları nelerdir, onu anlatmak lazım. Bu ilimdir, teşebbüs veya kışkırtma değildir, hiçkimse ilme karşı bir şey diyemez" demişti.

* * *

Konuşmanın burasında telefon çalıyor. Sezai Bey telefonu kaldırarak kendisini arayan Abdullah isimli bir kişiyle konuşuyor. Konuştuklarını bizden saklama gereği duymaması sebebiyle bunları yazmayı uygun görüyorum. Telefon konuşmasından anladığımıza göre Hilmi Yavuz, bir gece evvel TV'de bir programa katılmış ve aşağı yukarı "Necip Fazıl, Dünya çapında kıymeti olmayan Yunus Emre'ye eğilim gösterirken Sezai Karakoç daha ziyade bugün mesajları cihanda kabul gören Mevlana'yı takip etmiştir. Bu da Necip Fazıl’ın daha dar çerçevede, milliyetçi bir söylemi takip etmesine yol açarken Sezai Karakoç daha beynelmilel mesajlar vermektedir" anlamına gelen bir şeyler söylemiştir. Sezai Bey bu konuşmadan haberi olmadığını söylüyor, kızıyor, "Hilmi Yavuz işte, durup durup saçma sapan şeyler çıkarmasa gündemde tutunamaz ki. Sanki Yunus'la Mevlana aynı mesajın farklı dilleri değilmiş gibi…" anlamına gelen bir tepki gösteriyor. Bu bahsin sonlarında Sezai Bey'in Hilmi Yavuz için kelimesi kelimesine kullandığı "Onuncu sınıf şair işte" ifadesi ise bizi gülümsemenin de ötesine götürüyor.

 

Telefon konuşması sonrası devam ediyorum:

 

T - Efendim siz 90'larda bir parti kurmuştunuz, kapatılmıştı. Bununla ilgili bir projeniz var mı?

 

S - Evet, Diriliş Partisi iki seçim üst üste teşkilatlanmasını tamamlayamadığı gerekçesiyle kapatıldı. Maddi şartlar malum. Bu gibi işler için tabii bazı şartların da uygun olması gerekiyor. Partiyi kursanız teşkilatlanmanız, teşkilatlansanız kitlelere ulaşmanız gerek. Partiden bugün için bu şartlar altında büyük bir beklentim yok fakat gelecekte neden olmasın. Biz yaşlandık, bizden sonra işi ellerine alacak olan gençlerin yetişmesi için bir akademi olacak. Yeni partiyi kurmak üzereyiz. İsterseniz sizler de toplantılara katılabilirsiniz.

 

T - Tabii efendim. Müsait vakitlerde uğrarız inşallah.

* * *

Merak ettiğimiz halde Mona Roza efsanesine girme terbiyesizliğini göstermek istemiyor, günlük siyasi konular hakkında biraz daha konuştuktan sonra Sezai Bey'e kırk dakikaya yaklaşan konuşmamız için teşekkür ediyor ve Diriliş Yayınları'ndan ayrılıyoruz. Hoş karşılanmanın, tatlı sohbetimizin ve eski günlerin havasını teneffüs edebilmenin üzerimizde bıraktığı mutlulukla görüşmeyi değerlendirirken, konuşma esnasında önümüze konan tabakta bulunan kek benzeri hazır yiyeceklere ikimizin de dokunmamış olduğunu fark ediyor ve hicabımızın bizi ayıp kabul edilen bir işe nasıl ittiğini mahçup tebessümler refakatinde hatırlıyoruz. Tüm acemiliklerimize ve heyecanımıza rağmen, güzel bir gün geçirmiş olmanın mutluluğuyla konuşulanları değerlendirerek zor günlerin kokusunu evlerimize taşıyoruz.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Valla güzel röportaj olmuş, kalemine sağlık radomir :D. Yalnız merak ettim, Sezai Karakoç beyefendi, Üstadın ismini her söyleyişinde, 'Necip Fazıl Beyefendi' kalıbını mı kullandı?

 

Neden onlarda, dostum, büyüğüm, üstadım tabirleri yok mu? :D

 

Keşke şunu da deseydin, efendim siz şu parti işine şimdilik pek bulaşmayın , zaten kafamız yeterince karışık.

Share this post


Link to post
Share on other sites

'Necip Fazıl Bey' ifadesini malesef pek sık kullanıyorlar ve bu da bana dokunuyor aslında. Sezai Karakoç gibi entelektüel varlığını Üstad'a borçlu olan birisinin onu sizin yazdığınız ikinci ve üçüncü kelimelerle anması bence de daha yakışıklı olurdu. Aynı şeyi Mehmet Niyazi hoca da yapıyor ve mesafe koyma çabasına benzeyen, malesef kendi varlığını ispatlama gayreti gibi de anlaşılan bu hareket bana dokunuyor. Yüzüne karşı böyle sürekli 'Bey' dediklerini sanmıyorum. Üstad'ın asil ve vakur bir duruşu var, eski zaman beyefendilerine benzeyen zevkleri ve tavırları var doğru. Ama yine de Üstad'a yakışan bu hitabı kullanmaları pek yakışık almıyor. Konuşmada mütemadiyen 'bey' dedi. Sevmeye seviyoruz da yapmasınlar böyle.

 

Parti işi için gereken adımları atmıştı o sıra, biz de konuşmada gelişine vurmuştuk. Gerçi o sıralar pişmek için niyetimizde Yücedirip de vardı ama yıllar bizi bunun için daha uygun, daha doğru ve pratikte de hizmet etme ihtimali var olan yerlere getirdi. Oyumu gönül rahatlığıyla çöpe atmamı gerektiren şartlar zuhur ederse ilk alternatif Alperen takımını pek sevmesem de BBP, ikinci alternatif de Yücedirip olur; yalnız daha bi 10 yıl oyumu sokağa atamam, kusura bakmasın Sezai Karakoç bey :D Oyumu mahallemizin dedikoducu karısı Melehat Kılıçdaroğluna virecem :D (Bir gün o herife oy atma niyetiyle sandığa gidecek olursam Allah sandık yolunda canımı alsın)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çok nezih bir çalışma olmuş.. teşekkürler paylaşımınız için. sizin de dile getirdiğiniz gibi muhterem Sezai Karakoç da Fildişi sakinlerindendir. vaktiyle edebiyat hocam bahsetmişti;kendileriyle görüşme ayarlamışlar tabi heyecan hat safhada, sizler de yaşamışşınız bilfiil.. neyse efendim grubun içinden biri havadaki durgunluğu delmek adına elini gayri ihtiyarı Sayın Karakoç'o uzatıyor. Büyüğümüzün karşılığı Fildişi Kulesi'ne yaraşır nispette; ''ben uzatmadan önce uzatılan eli sıkmam ben!'' tabi gencin eli havada kalıyor. yerinde olmak istemezdim..fakat biz yine de O'nu her haliyle seviyoruz..

Share this post


Link to post
Share on other sites
(Bir gün o herife oy atma niyetiyle sandığa gidecek olursam Allah sandık yolunda canımı alsın)

 

Yavaş bi sakin ol be abi :D Hayatın, insana tükürdüğünü yalattığı çok olmuştur. Baktın melahat, bir şekilde doğruyu gördü, inandı, adam oldu. Her ihtimali (%0.1 bile olsa) düşünmek gerek büyük söz söylemeden.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...