Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Eşref Bey

Mehmed Niyazi

Recommended Posts

Bilge tarihçi

 

 

Bazıları Ziya Nur Aksun'u klasik tarih öğrenimi görmediğini söyleyerek eleştirirler. Dünyanın en ünlü tarihçilerinden sayılan Momsen ve milletçe iftihar ettiğimiz Ahmet Cevdet Paşa da Aksun gibi hukukçudurlar. Pek çok büyük tarihçinin hukukçular arasından çıkması tesadüf değildir, çünkü devleti hukuk kurar ve devleti iyi tanıyabilenler onun macerası olan olayları gerektiği gibi değerlendirebilirler.

 

Ziya Nur'un eski kelimeleri kullanması da tenkid sebebidir. Kelimeler kültür ve medeniyetin sembolleridir; altlarında kendilerine mahsus bir dünya uzanır. Ziya Nur'un gayesi, odağında insan bulunan bir medeniyeti çağdaşlaştırmaktır. Bu da ancak sembollerini canlı hale getirmekle mümkündür.

 

Prof. Dr. Saadettin Ökten dostumuz kapıldığı tatlı hayalde Ziya Nur'a hitap ederek tarihi hakkında şöyle bir değerlendirmede bulunur: "I. Murad'ın Kosova'daki savaştan bir gece önce çadırında yalnız kalınca okuduğu uzun münacaatı kim dinlemiş de kayda geçirmiş, diye sorsam gülümseyerek "Melekler" dediğinizi duyar gibi oluyorum. Sonra ciddileşiyor, "Osmanlı ma'şeri vicdanı ve ma'şeri zevki" diyorsunuz." Bu sorunun cevabını elbette değerli Saadettin de biliyor. Çadırın etrafı muhafızsız kalmaz; padişahın okuduğu münacaat duyulur, nakledilir, kayda geçilir. Fakat burada Saadettin çok ciddi bir hususa işaret ediyor; ma'şeri vicdanı ve ma'şeri zevki bilinmeden bir cemiyetin tarihi yazılamaz. Yazılsa da ancak şematik ve mekanik bir tarih olur; olaylar kronolojisinden öteye geçmez; ne gerçeği ifade eder, ne de okuyana bir şey verir.

 

Osmanlı'nın vicdanı bilinmeden şu olayları anlamak kabil değildir. Viyana bozgunundan iki gün sonra Yanıkkale Konağı'na gelen Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa buraya ulaşan ilk beylerbeyinin Uzun İbrahim Paşa olduğunu öğrenince, ihanet ettiği zehabına kapılarak idamını emreder. Bu emrin yerine getirildiği esnada Uzun İbrahim Paşa, padişaha şu arzularının bildirilmesini vasiyet eder. Kendisinin haksız yere idam edildiğini belirttikten sonra, sonsuz hürmetlerini arz ettiği padişahtan diğer devlet ricalinin kışkırtmalarına kapılarak Kara Mustafa Paşa'yı azletmemesini ister, Devlet-i Aliye'yi içerisine düşülen muhataradan ancak onun çıkarabileceğinden kuşku duymadığını belirtir.

 

IV. Murad devletin buhranlı dönemlerinde tahta oturur. İsyan eden yeniçeriler on yedi devlet adamının kendilerine verilmesini isterler. Padişah vermek taraftarı değildir. Ziya Nur Bey hadisenin devamını şöyle anlatır: "Vezir-i azam Hafız Ahmed Paşa bu sırada iç kapının arkasında abdest alıyordu. Sultan'ın sözlerinin asker tarafından dinlenmediğini görünce huzura yaklaşıp "Padişahım, hezar Hafız gibi kulun yoluna fedadır. Ancak ricam şudur ki beni sen katletmeyip bırakasın şu zalimler haksız yere şehit etsinler..." der. Hafız Ahmed Paşa okuyarak yeniçerilerin üzerine yürür. Askerlerden biri öne çıkıp kendisine hücum edince paşa onu bir tokatta yere yuvarlar. Bu tokat o kadar şiddetlidir ki halk arasında uzun zaman "Hafız Paşa tokadı" tabiri dolaşır. Gerek Uzun İbrahim Paşa'nın gerekse Hafız Ahmed Paşa'nın tavırlarını onların vicdanlarına nüfuz etmeden anlamak mümkün mü? Vicdanlar gökten inmez; oluşmalarında en büyük pay cemiyete aittir.

 

Bugünkü sıkıntılarımızın çoğu son dönem tarihimizi yeterince bilmememizden kaynaklanmaktadır. 77-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nı gerektiği şekilde anlamamız için tarihçiler tarafından hürriyet kahramanı ilan edilen, caddelere adı verilen Mithad Paşa ve arkadaşlarını derinliğine tanımalıyız. Resmi görüş haline gelmiş konuları doğru olarak sadece dünyevi bir kaygıya kapılmayanlar yazabilir. Mithad Paşa'yı biz Ziya Nur'dan öğrendik ama iş Mithad Paşa ile bitmiyor. Ortalıkta Ziya Nur'un bir benzerini göremediğimiz gibi onun da hastalığı giderek ağırlaşıyor; Rabb'imden onun için şifa dilerken gözkapaklarımın altına bir sıcaklık yayılıyor.

 

 

30 Ağustos 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Dersimiz Dersim

 

 

Tarihçiler bir mevzuu tahkik etmeye başladıklarında dönemin süper güçlerini nazar-ı dikkate almak zorundadırlar; çünkü bu güçler dünyada olup biten her şeyle ilgilenirler; perde arkasında kaldıkları için de meselelerin kavranması güçleşir.

 

Buna bir de belli hesaplarla örülmüş resmi tarihçilik eklenirse konu iyice çetrefilleşir. Toplumsal hadiselerde yeri gelir, mahkeme zabıtları bile zannedildiği kadar önemli olmaktan çıkar; çünkü olayın kahramanları dahi içerisinde rol aldıkları mizanseni tam anlamıyla kavrayamamış olabilirler. Pehlenen insanlar uzun zaman gözlenirler, hassas ve zayıf noktaları tespit edilir, mekanizma kurulur; kıyamet kitle psikolojisinin mahir elleriyle alevlendirilir.

 

Bazı hassas meseleler kesinlikle günlük siyasete alet edilmemelidir fakat gözümüzü hırs bürüdüğünden olsa gerek bizim için dur durak yoktur. Bugün sonuçları değiştirilmesi mümkün olmayan hususları tarihe havale etmeliyiz. Tarihçilerimiz, yaşanan dram ve trajedilerin tekrar edilmemesi için olayları etraflıca değerlendirip sonuçlar çıkarmalıdır. Siyasiler bu değerlendirmeleri okuyup anlamaya çalışmalı, hadiselerin bam teline duyarsızca dokunmak yerine, ibretler çıkarıp politik tavır belirlemelidirler.

 

Şeyh Said isyanının ardında Musul ve Kerkük meselesi vardı. Kanaatimce Şeyh Said'in kendisini de içine alacak şekilde tezgâhlanan oyundan haberi yoktu. Olaylar onun dini hassasiyetlerini hareketlendirecek şekilde hazırlanıp geliştirildi. Dersim İsyanı'nın arkasında ise Fransızlar vardı; zira o sıralarda Fransızlar ile Hatay için çekişmekte idik. İngilizlerin bir kargaşa çıkarıp Musul ve Kerkük'ü kapması gibi Fransızlar da Hatay'ı kapmak arzusunda idiler.

 

Olay, Pah bucağı ile Kahmut'u birbirine bağlayan Harçık Deresi üzerindeki köprünün 21 Mart 1937 gecesi Demenon ve Haydarabanlılar tarafından yıkılmasıyla başlar. Mahalli kuvvetlerin yetersiz kalması üzerine, 3 Mayıs'ta Hava Kuvvetleri'ne ait bir uçak filosu, toplantı halinde olan aşiret reislerine gözdağı vermek maksadıyla Keçiseken köyünü bombalar. Ardından kara harekâtı başlar. İsmet Paşa, 19 Haziran'da geldiği Tunceli'de harekâta, isyanın bütün kalıntılarını ortadan kaldırıncaya kadar nezaret eder. Anamuhalefet partisinin bazı yöneticilerinin, dönemin başvekili İsmet Paşa'nın bu işle bir alakasının olmadığını iddia etmeye çalışması beyhudedir. Herhangi bir ansiklopediye nazar etseler Paşa'nın 20 Eylül'e kadar bu işin de başında olduğu görülür. Burada mühim bir husus şudur: Dönemin İngiltere Maslahatgüzarı Morgan'ın kendi dışişleri bakanlığına gönderdiği rapor... Raporda, yapılan propaganda ve ayartmalar marifetiyle ortamın nasıl alevlendirildiği anlatılır. Gerek Şeyh Said gerekse Dersim isyanlarının arka planlarını bilmememiz ne kadar acıklıdır. Bilseydik günümüzdeki benzerlerini yaşar mıydık?

 

Rivayetlere gelince... Hastalığı iyiden iyiye ilerlemiş olan Mustafa Kemal Paşa'nın kulağına İsmet Paşa hakkında bazı bilgiler fısıldanır. Bunun üzerine Mustafa Kemal, İsmet Paşa'yı başvekillikten almak ister. Fikrini sorduğu Fevzi Çakmak, İsmet Paşa'nın görevden alınmasına ordunun tepki göstermeyeceğini söyler. Mustafa Kemal, İstanbul'a gidecektir. Kendisini uğurlamak üzere istasyona gelen İsmet Paşa'nın koluna girer, "Beraber gidiyoruz" diyerek emrivakide bulunur. Tren Sincan'a geldiğinde radyodan İsmet Paşa'nın sağlık sorunları sebebiyle bir ay süreyle başvekillikten ayrıldığına dair meşhur duyuru okunur. Aynı duyuruda İsmet Paşa'ya geçici olarak vekalet edeceği söylenen Celal Bayar, 25 Ekim'de resmen başvekil olur.

 

Recep Zühdü adlı bir serdergenin İsmet Paşa'yı vuracağına dair söylentiler yayılır. İsmet Paşa'nın, gözlerden kaybolarak Hatay'ın bir köyünde gizlendiği anlatılır. Hatta İsmet Paşa'nın vefatını duyuran tek nüshalık bir "Ulus" neşredilerek Mustafa Kemal Paşa'ya gösterildiği söylenir. Bu rivayette hakikat payı olabilir; şöyle ki Mustafa Kemal, hasta yatağında İsmet'in çocuklarına mal ve maaş bağışlar. Bu rivayetlerin hakikatleri ne kadar aksettirdiğini anlamak için Dolmabahçe Sarayı'ndaki ziyaret defterlerini tetkik etmek bir fikir verebilir. Yakınlarda yayınlanan Yassıada muhakemelerine dair ses kayıtlarında Celal Bayar'ın İsmet Paşa'yı koruduğundan söz ettiğini dinliyoruz. Mahkeme başkanının azarlamaya kalkışması üzerine Bayar, ısrar ediyor ve, "Önceki dönemden söz ediyorum." diyor. Bayar'ın sözünü ettiği dönem hangi dönem olsa gerek? İsmet Paşa'nın bu beyana bir izahat getirmemesini neye yormak gerek?

 

 

23 Ağustos 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

29 Mayıs Üniversitesi

 

 

En büyük hayır kurumlarımızdan biri olan Türkiye Diyanet Vakfı'nın hizmetlerini biliyoruz. Bunlardan özellikle eğitim ve öğretime yönelik olanları milletimizin geleceği bakımından ziyadesiyle göz dolduruyor.

 

Bugüne kadar yüz binin üzerinde öğrenciye burs verdi. Bu öğrencilerin barınma ihtiyacını karşılamak için yurtlar kurdu.

 

Televizyonun yaygınlaşması zaten olmayan okuma alışkanlığımızı daha da törpüledi. Birçok şehirde kitapçı dükkânları kapandı. Kitabın önemini bilen TDV ortaya çıkan boşluğu yurdumuzun değişik yerlerinde açtığı kitapçı dükkânlarıyla doldurdu.

 

Ansiklopediler bilgiyi biriktirip ilmi çalışmalara kaynaklık ederler; fakat hazırlanmaları zordur. Ancak farklı sahalarda çalışan bilim insanlarının emekleri bir araya getirilerek güvenilir bir ansiklopedi hazırlanabilir. Bu da hem maliyetlidir hem de ciddi bir organizasyon gerektirir. Devletimiz, bütün imkânlarını seferber ederek Türk Ansiklopedisi'ni kaç yılda tamamlatabildi ve ortaya çıkan eserden duyulan memnuniyet hangi seviyededir? Zaman durmaz; ilimde kültürde gelişmeler, değişmeler olur; konu ve eserlerin bazıları değerlenir bazıları değerinden yitirir. Ansiklopedi dalları her an yeşeren yahut kuruyan bir ağaç gibidir. Yeşeren dallar umumiyetle kuruyanlardan ziyade olduğu için ansiklopedi sürekli büyüyüp serpilir. Demokratik ülkelerde siyasi istikrarsızlık kültürel çalışmalara menfi yönde tesir eder. Kurumların bünyelerinde çalışan uzmanlar değişir, üsluplar farklılaşır, ansiklopediler yamalı bohçaya döner. TDV'nin 39. cildini hazırlamakta olduğu İslam Ansiklopedisi bu arızalarla malul değildir. Ortaya her aydının kitaplığında bulunması şart olan eşsiz bir hazine çıkmıştır. Yakınlarda bu ansiklopedinin beş farklı dile çevrileceğini duymak göğsümüzü kabartıyor.

 

TDV ayrıca Türk Kütüphaneciliği'ne yüksek kalite ve standartlar getirdi. İstanbul'daki İSAM Kütüphanesi temizlik, tertip ve atmosfer bakımından dünyanın en ileri kütüphanelerinden biridir. Personelinin adanmışlığı ve hizmet kalitesi bakımındansa onların katbekat üzerindedir. Köln Üniversitesi'nde bugün bile fiş doldurup talep ettiğiniz üç kitaba ancak ertesi gün ulaşabilirsiniz. Oysa İSAM Kütüphanesi'nde açık raf sistemi sayesinde istediğimiz kadar esere anında ulaşabilmekteyiz.

 

TDV'nin son büyük hizmeti geçtiğimiz günlerde açılışı yapılan 29 Mayıs Üniversitesi olmuştur. Son yıllarda üniversitelerimiz çoğalıyor. Gelişmiş ülkelerde her iki yüz elli bin kişiye bir üniversite yahut yüksek okul düştüğünü hesaba katarsak bizlerin kat etmesi gereken mesafenin ne kadar uzun olduğu ortaya çıkar. Üstelik devlet üniversitelerinin siyasi iktidarla kurduğu sorunlu ilişki sebebiyle ideolojik yaklaşımların bilim yuvalarımıza verdiği zararlar ortadadır. Sırtlarını iktisadi oluşumlara dayayan özel üniversitelerin ise vakıf üniversiteleri ise kurucularına eleman temin etmek yahut sadece kâr etmek için mi kuruldukları tartışmalıdır. TDV'nin ne kendi bünyesi için eleman yetiştirmeye ne de bürokratik mekanizmalarla sıkı fıkı ilişkiler tesis etmesine lüzum vardır. Dolayısıyla sadece ve sadece millete ve memlekete hizmet etmek durumundadır.

 

İlim ve kültür hayatımızda birçok fırsatların heba edildiğini görmek üzücüdür. Bu fırsatlardan sonuncusu Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ortaya çıkan imkanların değerlendirilememesidir. En azından fizik, kimya, matematik gibi bilim dallarında çalışan insanlar ülkemize davet edilip kendilerine elverişli çalışma ortamları sağlanabilirdi. Ortaya çıkarabileceği istisnai durumlar ve sebep olacağı siyasi tartışmalar sebebiyle bu fırsatın devlet üniversiteleri eliyle değerlendirilmesi kolay değildir. Vakıf üniversitelerinde ise bu imkanların getireceği değişiklikler bünye içerisinde çözülebilir.

 

Diyanet Vakfı tarafından kurulan 29 Mayıs Üniversitesi'nin Tarih, Felsefe, Türk Dili ve Edebiyatı bölümleri önümüzdeki dönemde hizmete başlıyor. Balkanlar'a ve Orta Asya'ya dönük olan bu üniversitenin öğrencilerine yüzde doksan oranında burs imkanı sağlaması kararlaştırılmış. Öyle inanıyoruz ki bu kurum kısa zamanda bir ilim ve kültür merkezi olarak milletimize malolacak, zenginleşip genişleyerek milletçe yüzümüzü ağartacaktır. [email protected]

 

 

26 Temmuz 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kelimeler, kelimeler...

 

 

Shakespeare'in "kelimeler, kelimeler, kelimeler" diye yakındığı bilinir. Birbirimizle anlaşabilmek, hayatı ifade ve idame edebilmek için onlara mecburuz. "Kültür birikimdir" derken kelimelere ne denli ihtiyacımız olduğunu vurguluyoruz. Zaman ve coğrafyanın getirdiği ayrılıkları ancak onlarla aşabiliyoruz.

 

Geçen yüzyılın başlarına kadar İstanbul'da basılan bir dergi Taşkent ve Bişkent'te okunup anlaşılıyor, oralarda basılanlar da İstanbul'da hak ettiği alakayı uyandırıyordu. Belgrad'dan Çin Seddi'ne kadar Türkçe konuşarak gidilebiliyordu. Gün geldi; Balkanlar'da facialar yaşadık; Rusya, Doğu Türklerinin ekserisini pençesine düşürdü. Balkanlar'daki Türk nüfus giderek azaldı. Asya'daki Türklerin bir gün tekrar birleşebileceğinden endişe eden Rusya onları ancak dillerini birbirlerinden farklılaştırarak avucunda tutabileceğine kani oldu. Bunların merkezinde yaşayan bizler ise mazimizden ve coğrafyamızdan korkar hale geldik. Tabii sınırlarımızla alakalı iddialarımızın bilinmesinden, Turancı gibi sıfatlarla anılmaktan kaçındık. Hatta zamanla bunu bir ideolojik bağnazlığa dönüştürdük. Dilimizdeki enginlikten tedirgin olmaya başladık; bu varlık cevherini budamanın zaruretine inandık. Yüzyıllarca Türkçeleştirdiğimiz, bizi uçsuz bucaksız bir coğrafyayla sesteş yapan, buluşturan kelimeleri dilimizden attık, yerlerine uydurduklarımızı koymaya çalıştık, tarihten ve coğrafyadan koptuk.

 

Dil devriminin girdabına kapılmıştık bir kere; onu kendi haline bırakmamakta kararlı idik. Dilin tabii akışını bile içimize sindiremiyor, onunla durmaksızın didişiyorduk. Dünyanın basınç merkezleri dahi sabit kalmaz, değişir. Dün bu Avrupa iken bugün Amerika Birleşik Devletleri'dir. Bu durum dilimizi içinden çıkılmaz hale getirmeye yetmiştir. İlk gençlik yıllarımızda yazıhane diyorduk, sonra büro, şimdi de ofis oldu.

 

Altmışlı yılların başında ünlü iktisatçı Neumark, İstanbul Üniversitesi'nde konferans vermişti. Konferanstan sonra genç bir asistanın sorusuna verdiği cevap adeta bir tokat niteliğindeydi: "Ülkenizden on yıl önce ayrıldım. Maalesef güzel diliniz on yılda bir değişiyor. Sorunuzu anlayamadım. Benim anlayabileceğim bir Türkçeyle sorarsanız cevap verebileceğimi ümid ediyorum." Bizler dairesinde yaşadığımız için fark etmiyor olabiliriz fakat dilimiz çok kısa sürelerde çok büyük değişikliklere maruz kalıyor. Ciddi bir ilim yahut sanat eseri yıllarca çalışmayı gerektirir. Yıllar boyunca gece ve gündüz titizlikle çalışan bir kişi sürekli değişen bir dilde olgun bir eser ortaya koymakta zorlanmaz mı? Bu bir facia değilse nedir?

 

Dün Fransızca rağbette idi; ucuzluk pazarına "bonmarşe" diyorduk, bugün İngilizce revaçta; hastaneye "hospital" diyoruz. Doktor bir dostuma niçin bu kelimeyi tercih ediyorsunuz diye sorduğumda verdiği cevap beni derinden yaraladı: "İmajımızı güçlendirip, daha çok ve zengin müşteriler çekmek için." Demek ki kompleksimiz paraya tahvil edilmek isteniyordu.

 

Ekranlarda gördüğümüz, bazıları bize dünya üçüncülüğü yaşatan takımda olan futbol yorumcularını seviyoruz. Kişilik sahibi, mesleklerinde temayüz etmiş insanlar... Ne çare ki hücum ve müdafaa gibi kelimelerimize bir tekme vurup atıyor, yerine 'offense', 'defense' gibi kelimeleri sakil bir telaffuzla kullanıyorlar. Bu kelimeleri kullanacak kadar yabancı dil bilmelerini en tahsilsiz vatandaşımız bile tabii karşıladığına göre böyle bir malumatfuruşluğa kesinlikle ihtiyaç yoktur.

 

Dostumuz Özer Revanoğlu kütüphaneye ziyaretime geldiğinde Kırgızistan'da kalırken tanıştığı bir gençle karşılaştı. Konuşurlarken Kırgızların şemsiyeye "kolçadır", müzeye "mirasyeri", hemşireye "yardeş" dediklerini belirttiler. Dil insanın ürettiği canlı bir vakıadır. Bir köye uçak düşse altı ay sonra o köye giden uzmanlar çocukların uçağın bütün uzuvlarını anlatan ve Türkçemize yakışan isimler taktığını görebilirler. Koskoca bir Türk dünyası var; Anadolu da her şeye rağmen dil bakımından canlı bir havzadır. Türk dili uzmanları buraları tarayıp karşılaştıkları kelime ve kavramları dilimizin tabii akışına uygun şekilde kullanıcıların istifadesine teklif etseler ciddi bir hizmet yapmış olurlar. Bu, Türk dünyasıyla bütünleşmemizde, mazimizle buluşmamızda önemli bir rol oynayacaktır. Ah kelimeler!.. Sizlerin ne kadar canlı, ne kadar muktedir olduğunuzu anladığımız gün medeniyetimiz için ne çok şey değişecek.

 

 

06 Eylül 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bilge tarihçinin ardından

 

 

Niçin bir başka tarihçiyi değil de Ziya Nur Aksun'u "Bilge Tarihçi" olarak değerlendiriyoruz? Bu ona yakınlığımızdan mı ileri geliyor, yoksa hak ettiği bir vasıf mı? Hiçbir tarihçi Ziya Nur Aksun kadar Osmanlı hanedanının fonksiyonunu idrak etmemiştir. Tarihe derinliğine bakarsak, bunun sadece nostaljik bir olay olmadığını görürüz.

 

Doğu Avrupa'ya gelen Kuman, Kıpçak, Peçenekler birkaç milyondu. O zamanlar bu ciddi bir nüfustu. Geldikleri bölgelerde zayıf Lehistan ve Rus prenslikleri hüküm sürüyorlardı. Bunlar askerlik bakımından donanımlı oldukları gibi, süvarilikte de üstündüler. 1048'de on beş bin Peçenek süvarisinin memleketleri olan Tunaboyu'na dönmemeleri için Bizanslılar gemileri uzaklaştırınca Üsküdar'dan atlarıyla yüzerek Boğaz'ın Avrupa yakasına çıkışlarını bir temmuz günü İstanbul halkının seyrettiğini Kedranos ve Zoranos gibi Bizans tarihçileri nakletmektedirler.

 

Bozkırın sert ikliminde çelikleşmiş bu insanlar coğrafyanın uçsuz bucaksızlığından ürkmüyorlardı. Kumanlar Macaristan'dan Orta Asya'nın derinliklerine kadar hakimdiler; bu mesafe kuş uçuşu dört bin kilometreydi. Tarihçilerin "Dest-i Kıpçak=Kıpçak Bozkırı" dedikleri geniş topraklara hakim olan bu Türk boylarının dağılmalarında en önemli sebebin, başlarında Açinaoğulları'ndan bir hanedan bulunmamasında ciddi tarihçiler görüş birliğindedir. Fakat Oğuzlar ve Anadolu'ya gelen Türk boyları kendilerinden çok daha kalabalık olan Bizans ve Haçlılara boyun eğdirerek devletlerini kurup varlıklarını sürdürdüler. Her iki zümre de aynı kültürün insanıydı. Selçukluların, Osmanlıların başarıları yönetimlerinde meşruiyeti tartışılmayan bir hanedanın bulunmasıyla izah edilmektedir.

 

Hiçbir tarihçi metafiziğin hayattaki önemini Ziya Nur Aksun kadar idrak etmemiştir. Hayatın iki kaynağı vardır; biri ilim diğeri metafiziktir. Dostoyevski koyu bir Ortodoks olmasaydı "Karamazov Kardeşler"i yazamazdı. Mimar Sinan iliklerine kadar Müslüman olmasaydı insanlığın yüzakı olan Selimiye Camii'ni yapamazdı. Bütün kültür unsurları metafiziğin rengini ve derinliğini taşır; ilim ise tabiata hakimiyetimizi sağlar. Kısaca ilim bizde beyin, metafizik vicdan oluşturur. Beyin bize kendimizi, vicdan bize başkasını düşündürür. Vicdanı teşekkül etmeyen bir insanın, beyninin güçlenmesi ne büyük felakettir; toplum için azgın bir domuzdan daha tehlikeli hale gelir. İlim bize güç, metafizik bize sorumluluk verir. İlim cemiyette medeniyetin, metafizik kültürün oluşmasını sağlar. Özetle ilim ve metafiziğe sahip toplumlar, hem güçlü olurlar hem de geleceğin tarihini yazarlar.

 

Elbette ki daha pek çok özelliği Ziya Nur Aksun'u "Bilge Tarihçi" yapmaktadır. O bizler için sadece bir "Bilge Tarihçi" değildi; aynı zamanda arkamızda dağ gibi duran bir ağabeydi. Toplumumuzda etkili olan rahmetli Dündar Taşer'in, merhum Erol Güngör'ün de bilgi kaynağı idi, bu üç zirvenin arasındaki dostluğun benzerine herhalde gökkubbe çok az şahit olmuştur.

 

Kimileri, adında kullandığı "Nur" kelimesini Said Nursi Hazretleri'ne bağlılığıyla ifade etmektedirler. Ben de öyle tahmin ediyordum, halbuki gerçek adıdır. Nur adını taşıması, Said Nursi Hazretleri'ne talebe olması güzel bir tevafuktur. Tıpkı İstanbul'un fethi olan 29 Mayıs'ta doğup, Kadir Gecesi fani âlemimize veda etmesi gibi.

 

Ziya Nur ağabeyimiz hepimizin yüreğine ateş bırakarak göçtü. Ama onu otuz dört yıl şefkatle bakan kardeşi Belma Hanım'ın, ömrünü onun hizmetine veren Halil Duruk'un, yıllardan beri ihtiyaçlarının giderilmesinde yardımcı olan Cemal Aydın'ın elbette ki acıları daha derindir. Bütün sevenlerine sabırlar diliyor, yattığı yerin nur olmasını niyaz ediyorum.

 

 

13 Eylül 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Pazarlık

 

 

Çocukluğumuzda kahvelerde, berber dükkânlarında şehvet azgını, kadın uzuvlarıyla resmedilmiş Sultan Abdülhamid portreleri bulunurdu.

 

Ermenilerin suikastından kurtulmasına üzülen Tevfik Fikret'in yazdığı "Avcı" şiirini okullarda okuyorduk. Gün geçmiyordu ki "Kızıl Sultan"ın kan dökücülüğüne dair bir olay dinlemiş olmayalım.

 

Hanımı lisede hocamız olan Nihal Atsız Bey'in romanlarını, yayınladığı dergiyi okuyor, onu büyüğümüz biliyor, zaman zaman ziyaretine gidiyorduk. Bir gün dergide bir makalesine rastladım, başlığı; "Gök Sultan"dı; II. Abdülhamid'i anlatıyordu. "Hoca çıldırmış mı!" diye zihnimden geçirirken terleyerek okuduğum makalede "Kızıl Sultan" sıfatını ona Yahudilerin taktığını, hangi iftiralara uğradığını anlatıyordu. Daha sonra Nizamettin Nazif, "İlan-ı Hürriyet ve Sultan Abdülhamit" kitabını kaleme aldı. Bu konuda Necip Fazıl'ın "Ulu Hakan" adlı eseri bir dönemeç oldu.

 

Nihal Atsız ve Necip Fazıl, fikirlerinin bayraktarlarıydılar. Bir milletin nasıl oluştuğunu gayet iyi biliyorlardı. Resmi makamlar ise bu unsurları kökten biçiyorlardı. Onlar da ister istemez bir mücadeleye girmek zorunda kalıyorlardı. Elbette kitaplarında ilmilikten ziyade hissilik ağır basacaktı, çünkü alçakça iftiralara cevap vermek durumundaydılar.

 

Sonraları Ahmet Uçar, Cezmi Eraslan ve daha pek çok tarihçi tarafından Abdülhamid Han'la ilgili kitaplar yazıldı. Bu günlerde de Prof. Dr. Vahdettin Engin dostumuzun Abdülhamid dönemine dair "Pazarlık" adındaki eserini okumak imkânına kavuştuk. Bu kitap Abdülhamid'i anlatırken yıllardan beri güncelliğini koruyan Filistin'e ağırlık vermektedir. Muhakkak ki sadece bu özelliği onu etkili hale getirmiyor. Son dönem tarihimizin ideolojiler uğruna nasıl katledildiğine dair de ipuçlarını bu kitapta bulmak mümkün. Theodor Herzl'in mektubu, bu konuda çarpıcı bir örnektir. 25 Temmuz 1902 tarihli mektubu araştırmacılar tarafından okunmak istendiğinde, Fransızca orijinali ile Latin harfleriyle daktilo edilmiş Türkçe nüshasının da verilmesinin ortaya çıkardığı vahim hatayı Engin şöyle anlatıyor: "Ortada bir tercüme olunca, bu mektuba çalışmalarında yer veren araştırmacılar orijinal Fransızca metne bakmadan Türkçe tercümeyi olduğu gibi kullanmışlardır. Böyle olunca da, farkında bile olmadan çok vahim bir hataya imza atmışlardır. Çünkü Türkçe tercüme yanlış yapılmıştır. Bu yanlışlık sadece bir cümledir, ama anlam itibarıyla meseleyi çok farklı boyuta getirebilmekte ve bu tercüme esas alındığında II. Abdülhamid'in Theodor Herzl'e Yahudilerin Filistin'e yerleşmesini önerdiği anlamı çıkmaktadır." Vahdettin Engin Bey'le yıllar önce aynı gazetede yazdık; ayrıca "Cumhuriyetin Aynası Osmanlı", "Kurtlar Sofrasındaki Osmanlı" gibi eserlerinden kendilerini tanıyorum; son derece iyi niyetli, saplantıları bulunmayan, ciddi bir ilim adamıdır. Elinde belki de somut belge olmadığı için bunu tercüme yanlışlığına bağlıyor. Şimdi kendime soruyorum; arşivden istenen kaç belge tercümesiyle veriliyor? Niçin Theodor Herzl'in mektubu Latin harfleriyle Türkçeye tercüme edilmiş? Çok değişik hususlardan tarihimizde bir yaban elin dolaştığına kani olduğum için bunun bir yanlışlıkla değil, kasıtla yapıldığına inanıyorum.

 

Vahdettin Engin'in bu kitabını bütün aydınlarımız, bilhassa Dışişleri Bakanlığı'mız personeli, siyasilerimiz okumalıdır. 1906 yılında Osmanlı ile İngiltere arasındaki Akabe meselesinde, Abdülhamid'in nasıl iki hamle sonrasını düşünerek adım attığını göreceklerdir. İngilizlerin gözünün Akabe'de olduğunu bilen Abdülhamid Han, Tabe'yi işgal ettirdi. Bir meselenin hallinde taraflar iyi niyet gösterisinde bulunmak için geri adım atmak zorunda kalınca, Abdülhamid önemsiz Tabe'den çekilerek Akabe'yi kurtardı.

 

Engin, yanlış bilgilerin giderek adeta iman haline dönüştüğünden, onları değiştirmenin artık mümkün olmadığından yakınmaktadır. Tespiti çok doğru; fakat bu durup dururken olmuyor; propaganda ile o hale getiriliyor. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nın çıkmasında Mithat Paşa çok önemli rol oynamıştır. Hatta savaş kararını Meclis'ten geçirmek için sahte rapor düzenlettiği iddia edilmektedir. Ama kendisi hürriyet kahramanı olarak biliniyor; adı caddelere veriliyor. Buradaki sırrı çözünceye kadar Engin'in yakındığı husus ortadan kalkmaz.

 

Çok güzel, gerçekten okunmaya değer bir çalışma yapmış, ne yazık ki sütunumuz bu kadar, "Pazarlık" kitabını değişik vesilelerle ele alabileceğimizi ümit etmemiz bizi teselli ediyor.."

 

 

27 Eylül 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Aziz dost Olcay Yazıcı

 

 

'Batı Düşüncesinde Mevlana', 'Tıp Felsefesi Etiği Üzerine' gibi telif eserleriyle; 'İbn-i Sina Felsefesi' gibi tercümeleriyle tanınan dostumuz Prof. Dr. İsmail Yakıt, İstanbul'dan ayrılıp Isparta'ya gitmeye karar verdiğinde üzülmüştüm.

 

Kütüphaneler diyarından ayrılmasının iyi olmayacağını düşünmüştüm. Kültürümüzde önemli bir mevkii bulunan "Ebced Hesabı" gibi layıkıyla bilinmeyen ve unutulmaya yüz tutmuş, konuları mesele ediniyor, haklarında kitaplar yazıyordu. Sadece nakil yapan bir bilim adamı değil aynı zamanda mütefekkirdi; olaylar arasında irtibat kurar, ufuk açıcı değerlendirmelerde bulunurdu. Rastlaşırsak, arefe günleri birlikte ecdadın mezarlarını dolaşırdık, o gül yüzlülerin gayretlerinden konuşurduk. Şairdi; bu husustaki yeteneğini en güzel kullandığı sahalardan biri tarih düşürme idi. "Yakut" mahlasıyla düşürdüğü tarihleri muhtevi hacimli bir eser bile neşretti.

 

İsmail Yakıt'ın bizi güldüren fıkralarından mahrum kaldık ama Isparta ona yaradı; hazırlıklarını peş peşe kitap haline getirmeye başladı. İstanbul'daki dostlarını elbette ki unutmadı; mutluluklarını acılarını paylaştı. Kısa bir süre önce ebediyete intikal eden Ziya Nur Aksun ağabeyimizin ardından aşağıdaki tarihi düşürme vefasını gösterdi:

 

"Bilge bir tarihçi hem de gönül adamı gitti/ Dilerim ukbada Rabbin rahmetini bol bol bulur/ Yakut teessürle düşürdü ona bir tarih: Eyvah! /Bu vefasız âlemde şimdi ne ziya kaldı ne nur."

 

Ziya Nur ağabeyimizin acısına alışamadan Olcay Yazıcı kardeşimizin vefatıyla sarsıldık. İsmail Yakıt, ona da bir tarih düşürdü: "Şair yazar bir dostumuz sekte-i kalple/ Göç etmiş bu dâr-ı rihletten bekaya/ İşitince Yakup duada dedi tarih:/ El-Muid, rahmetler kılsın Osman Olcay'a."

 

Uzun senelerden beridir tanıdığım Osman Olcay Yazıcı'nın rüyaları, sevdaları vardı; hiçbirisi kendisine ait olmayan; millete, ümmete, insanlığa ait. Lügatinde hülus çakmak, güçlülerin gölgesinde yer almak yoktu; kendi sanat ve tefekkür dünyasında yaşardı. Fabrika misali eser yayınlamaz ama durmadan çalışırdı. Kemmiyyetin değil keyfiyetin peşindeydi. Manasız kâğıtlar yığınını üst üste dizmek yerine okunmaya değer sahifeler kaleme almak elbette ki doğru bir iştir. Eserlerine bakınca bunu başardığını görüyoruz.

 

Muhtevası gibi Olcay Yazıcı'nın eserlerinin başlıkları da çarpıcıdır: 'Papatyalar Üşümesin', 'Erguvan Uğultusu', 'Tartışmayı Tartışmak', 'Eylül'ün Kırdığı Gül', 'Nemrut Ateşi', 'Yaralı Küheylan' gibi... Yazıcı, edebiyatın bütün dallarıyla ilgilenirdi; özellikle şiir ve denemede temayüz etti.

 

Olcay Yazıcı gibi duyup düşünenler çağımızda gariptir, kimsesizdir; çünkü onlar idealisttir, hakikati hesaba kurban etmezler, hak bildikleri yolda yalnız da kalsalar yürürler. Omuzlarım çeker mi çekmez mi düşünmeden bütün milletin hatta insanlığın meselelerini sırtlarlar. Yenilmiş ama hak ve insani liflerle dokunmuş medeniyetimizi insanlığın gündemine taşımaya gayret ederler. Bilirler ki güneşin sızmadığı yerlerde yaşayanların dahi ihtiyacı budur. Yazıcı gibi kalem erbabının sadece yazdıklarıyla geçinmesi mümkün değildir. Bunun için o gazetelerin kültür sanat sayfalarında çalıştı, 'Kültür Dünyası' dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı.

 

Yazıcı, 'Yaralı Küheylan' kitabının ilk bölümünü şu cümle ile bitirir: "Erdemlerimle var olacağım; yenemeyeceksin beni ey şehir." Olcay, değerlerine sıkı sıkıya bağlıydı; değerleri şahsiyetin biricik kaynağı olarak görürdü. Bir gün şehirlerimiz erdemlilerin yaşadığı yerlere dönüşürse bunda muhakkak onun da payı olacaktır.

 

Nemrut Ateşi'nin takdim bölümünde ise idealini şöyle ortaya koyar: "İnsanın yön haritası beşeri sistemler, dünyevi hırslar değil, uyarıcı kutsal metinler ve evrenin yaradılışından beri süregelen mistik tecrübeler olmalıdır." Mercimek beyinlilerin çoğu metafiziği sadece ahiret bileti zannediyor; pek az aydın onun esasında bu dünyanın mutluluğu için lüzumlu olduğunu anlıyor. Bunlardan biri de Olcay Yazıcı idi.

 

Beğendiğim bir şairdi; şiirlerini hassas duygularla, derin düşüncelerle örerdi. Şu dörtlüğünden kendi geleceğini ne kadar doğru okuduğu anlaşılıyor ki aslında bu yalnızca onun değil bütün beşeriyetin geleceğidir: "Kafesten kuş uçar gibi/ Bir çığlıktan kaçar gibi/ Gök yarılıp göçer gibi/ O size ansızın gelir."

 

20 Eylül 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Vakıf medeniyeti

 

 

Her medeniyet, en değerli bulduğu şeyi esas alır ve ona göre şekillenir. Kimisi ırkı, kimisi soyluluğu önemser; bizim medeniyetimizin odak noktası ise insandır. Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde "Ey insanlar" diye hitap edilmektedir.

 

İslâm'a göre insan, zübde-i âlem, yani evrenin özüdür. Ecdadımız, evrenin özü kabul edilen insanın ihtiyaçlarını gidermeyi mesele edinmiş, bunun için çeşitli vakıflar kurmuş. Bilgim doğruysa, vakfın ilk çekirdeğini Hz. Ömer zamanında görüyoruz; Selçuklular, bilhassa Osmanlılar vakıfların tüzel kişiliğini geliştirmiş, gayelerini çeşitlendirmişlerdir. Hizmetçinin ev sahibinden yiyeceği zılgıt medeniyetimizin meselesi olmuş, hizmetçi hanımların kırdıkları sürahi, çanak çömlekleri telafi etmek için vakıflar kurmuşlar. Hatta Osmanlı'da vakıfların hizmet konusu insanla sınırlı değildi. Sıcak bölgelere uçamayan kanadı kırık leyleklerin hizmetini görmek için vakıflar vardı. Bu, tabiata, canlıya bakışla ilgiliydi; Osmanlı'da bir atın nalsız kullanılması suçtu, buzağıya süt bırakmayan inek sahibi ihtar edilir, ihtara uymazsa, elindeki inek alınırdı. O büyük medeniyetin nabzı merhametle atardı; merhamet de bütün canlılara aitti.

 

Osman Sezgin hocamız bu ulu ve kutlu medeniyetin çağımızdaki bir sembolüdür. Yüreği ecdat sevgisiyle çarptığı için kendisini hizmete adamıştır; ceddimize layık evlat yetiştirmek amacıyla okullar, vakıflar kuruyor, onların yürümesi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyor. Sadakatinin, vefasının bir örneği olarak da başında bulunduğu 'Türk Gençlik Vakfı'na rahmete kavuşmuş saygıdeğer ağabeyimiz Prof. Dr. Asaf Ataseven hakkında nefis bir kitap yayınlatmış. Kendisinin muhtevalı bir önsöz yazdığı kitabı yayına Doç. Dr. Okan Yeşilot hazırlamış. Asaf ağabeyimizin çocukluk yıllarından başlayan eser, öğretimini, askerliğini, aile hayatını, akademisyenliğini, mücadelelerini anlatmasına resimlerle canlılık kazandırmıştır. Bu çalışmayı okuyan sadece Asaf ağabeyimizi tanımaz; nasıl yetiştiğini, hangi mahfillere girip çıktığını, İbnül Emin Mahmut Kemal gibi ustalardan neler aldığını öğrenip kendisine bir yol haritası çizebilir.

 

"Ateş Çemberinde Azerbaycan" adındaki kitabından yine Azerbaycan ve Kafkasya ile ilgili kitap ve ilmi makalelerinden tanıdığımız Okan Yeşilot, bir akademisyende bulunması gereken bütün özelliklere sahiptir; hizmet ehli, saygılı, gösterişten uzak, gayretli, idealisttir. Genç olmasına rağmen pek çok kalıcı esere imza atmıştır. Bilhassa "Ateş Çemberinde Azerbaycan" her aydının okuması gereken bir kitaptır. "İki devlet, bir millet" diyoruz ama oradaki kardeşlerimizin son dönemlerde yaşadıkları dramlardan, çektikleri sıkıntılardan ne derecede haberdarız?

 

Asaf ağabeyimizi üniversiteye geldiğim ilk yıllarda tanıdım. Anadolu'dan gelmiş bir genç olarak çevrem çok sınırlıydı. Damar tıkanıklığından rahatsız olan bir hemşehrim, üniversitede okuduğum için ona yardımcı olabileceğim düşüncesiyle bana gelmişti. Yardımcı olacak hiçbir tanıdığım yoktu; durumu Özer Revanoğlu'na anlattım, o da bana "Asaf ağabeye gidelim." dedi. Hastaneye gittik, çiçeği burnunda asistandı; bizlere gerçekten ağabey olduğunu gösterdi. İlgili uzmana muayene ettirdi. Hasta hemşehrimize, uzmanın tavsiyeleri arasında sigara yasağı da vardı. Asaf ağabey bizleri yolcu ederken arada bir hemşehrime dönüyor; "Bak, sigara içmeyeceksin; sana aynen domuz eti gibi yasaktır." diyordu. İslami bir haramı, hemşehrimi uyarmak için sık sık tekrar etmesi, dikkatimi çekmişti. Bu olaydan sonra Asaf Ataseven, ağabeylerim listesinde yerini aldı. Yıllarca yakınlığımız sürdü; ilk gördüğümden itibaren her geçen günle kendime daha yakın hissettiğim nadir insanlardan biriydi.

 

İslami şuuru olan, milli değerleri bulunan hizmet ehli bir insandı, ciddi bir bilim adamıydı. Meslek hayatıyla ilgili çok mücadeleler verdi; hiçbirisi kendi şahsıyla alakalı değildi; milletimizin biraz daha iyi gün görmesi içindi. Her ne kadar Necip Fazıl üstadımız; "Bu toprak çirkef oldu bu gökyüzü bodurum" diyorsa da çöllerde yetişen nadide çiçekler gibi olan insanlardan da mahrum değiliz. İşte onlardan ikisi; Osman Sezgin, Okan Yeşilot. Nur içinde yatmasını dilediğimiz Asaf Ataseven ağabeyimizi gelecek nesillerin tanıması için ellerinden geleni yapmışlar.

 

 

04 Ekim 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Roman ve tipler

 

 

Normal olarak roman, olay ve tiplerden oluşur; elbette ki 'Bir Delinin Hatıra Defteri' gibi tek kahramandan oluşan istisnaları vardır. Romancı, anlattığı olaya uygun tipler kullanmak zorundadır.

 

Hiç okula gitmemiş, bir çiftlikte doğup büyümüş, hayvanlarla meşgul olan bir kızın estetiğin felsefesi hakkında görüşler ileri süren bir roman kahramanı olması, inandırıcılığını kaybeder; oysa romanın etkisi inandırıcılığındadır. Pek çokları tarafından ilk roman olarak kabul edilen Cervantes'in Don Kişot romanı inanılmaz olaylarla doludur; fakat bu inanılmaz olayları Cervantes, öyle bir kahramana yaptırıyor ki, olay ile kahraman arasında uyum gerçekleştiği için roman etkisini kaybetmiyor. Hatta uyumdaki başarı esere farklı kimlikler de kazandırabilir; nitekim Don Kişot'u çocuklar masal, gençler macera romanı, aydınlar felsefi bir eser olarak okurlar. Top icat edilmiş; düzenli orduların karşısında şövalyeliğin hiçbir önemi kalmamış olmasına rağmen şövalye figürünün İspanya, hatta Avrupa tarihinde önemli yeri var. Ne çare ki insan istediği an maziden kurtulamıyor; geçmişi de yaşamaya kalkarsa, başına olmadık işler geliyor. Eseri saçmalıktan kurtaran, Cervantes'in seçtiği Don Kişot tipidir. Bu romanda da görüldüğü üzere, yazar, tipi tasvir ederken olaylara canlılık katmalı, olayları anlatırken de tipe hayat vermelidir.

 

Okuyucu olarak bizim ondan beklemediğimiz bir işi olayın kahramanının yapması, onu sakil, iğreti duruma düşürmez; önemli olan o tipin, o işi yapacak kıratta olmasıdır. Yazar, olayını seçmekte hürdür; olayını seçtikten sonra tipini seçmekte hür değildir.

 

Yazar, romanın çeşnisiyle de bağımlıdır. Bir romancı toplumsal bir olayı ele alıyorsa, toplumda o olaya sebebiyet veren tipleri görmezlikten gelemez. Mutlaka o tipleri alıp romanına transfer etmesi gerekmez; ama söz konusu tiplerin özelliklerini kullanmak zorundadır; çünkü o özelliklerden mahrum tipler, o olaya sebebiyet veremezler; bunlar toplumsal tiplerdir; belli bir felsefenin, bir fikrin, sosyal bir cereyanın, bürokrasinin tipleri olabilir. Bir de psikolojik tipler vardır; cimri, gaddar, düzenbaz, diğergam... Yazar bu tipleri anlatmak istiyorsa, ona göre bir olay kurgulamalıdır.

 

Tarihî konularda romancı, ortaya bir tip çıkarmamalıdır; geçmişte bir olay cereyan etmişse, o olayın kahramanları yaşamışlardır. Bu konuda romancının öncelikli görevi araştırarak o olayı yaşayan kişileri bulup çıkarmak ve gerçeğe uygun bir şekilde anlatmaktır. Mesela son dönem romancılarımızdan rahmetli Tarık Buğra'nın 'Küçük Ağa' romanını okuyunca, tarihteki karşılığını buluyoruz; Küçük Ağa, Celal Bayar olmalıdır. Herhangi bir güzellik oluşturmak için bir gerçeği yok etmeye veya çarpıtmaya kimsenin hakkı yoktur. Ancak dönemin atmosferini vermek amacıyla tarihe mal olmayacak çapta tipler kullanılabilir. Buna güzel bir örnek Milli Mücadele'nin o çetin günlerinde halkı yüreklendirenlerden birisi olan Çolak Salih tiplemesidir. Tarih kitaplarında yer alacak bir pozisyonda değildir; fakat o günün atmosferini teneffüs ettirmek bakımından çok önemli bir figürdür. Tarihî romanlar estetiğin dışında önemli bir sosyal boyuta sahiptir. Tarih, ilim olarak ele alınırsa, en fazla olay seviyesine iner ve sıradan insanlar için oldukça kuru olur. Halbuki herkesin en azından belli bir seviyede de olsa tarih bilgisine, bilhassa tarih şuuruna ihtiyacı bulunmaktadır. Bu şuur vatan ve milletin geleceği ile ilgili çok önemli rol oynar. Almanya'da çeşitli mezhepler, birbirini anlamayan gruplar vardır; aralarına fitne sokup birbirine düşürmek mümkün değildir; teşebbüs eden granitten bir tarih şuuruna çarpar.

 

Bazı ortak özellikleri bütün insanlar paylaşmaktadırlar; severler, nefret ederler, kıskanırlar. Fakat bu insanlarda coğrafyanın ve tarihin özelliklerini görmezlikten gelemeyiz. Bir köy delikanlısına New York'ta gangsterlik yaptırmaya çalışan romancı, daha işin başında eserini katletmiştir. Seviyeli bir romancı İstanbul'un fethinde kılıç sallayan bir yeniçerinin heyecanıyla, Kunuri'de süngü hücumuna kalkan Mehmetçiğin heyecanlarının farklı olduğunun idrakindedir. İkisi de aynı dinin, aynı milletin çocukları olmalarına rağmen, değişik tarihlerin duygularıyla donanmışlardır. Ciddi bir romancı için ne olay tiplere, ne tipler olaya feda edilir; birinin sağlıklı olması diğerine bağlıdır.

 

11 Ekim 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

'Güneşli Gölge'nin düşündürdükleri

 

 

Önemine binaen "Önce kelam vardı" deniyor. Şiir kelamın en yoğun, en keskin halidir; adeta kılıçlaşmış şeklidir. Ne dikkat çekicidir ki bu haşinlik estetik ve zarafetle ortaya çıkar.

 

Bir başka söyleyişle o, kelimelerin mimarisidir; bu sihirli diziliş ne bir yanlışlık, ne de bir fazlalık kabul eder. Matematiksel bir mantıkla güzelliğe açılır; etkileyiciliği de buradan gelir; mantığı beynimize hitap ederken güzelliği yüreğimizi harekete geçirir. İnsanoğlu şiir kadar etkili bir silah keşfetmemiştir. Eksiksiz bir şiir, her şeyi yok edilmiş, yakılmış bir milletin küllerini silkeler, ona hayat verir. Kalevela'nın yaptığını hangi beşeri güç yapabilmiştir! Ufukları sislerle kuşatılmış bataklıklardan billur gibi bir Fin milleti ortaya çıkarmıştır. Böylesine etkili, sanatın en yüce dalı olan şiirin mekanı Doğu'dur; masalın, destanın olduğu gibi; nasıl romanın ve hikâyenin vatanı Batı ise. Mevlana'lar, Yunus'lar, Hafız'lar, Firdevsi'ler, Fuzuli'ler hep Doğu'dan çıkmışlardır. Goethe "Tanrım, ben Hafız gibi bir kulunla nasıl yarışabilirim ?" derken ulaşılamayacak zirvelerden birine işaret ediyordu. Ah ne talihsizlik ki, gün geldi, kader sanki yüzünü doğudan çevirdi; o güzellikler, o zirveler artık görünmez oldular. Sanatı da bundan nasibini aldı. Ama köklü bir geleneği olduğu için şiir damarı tam kurumadı; bize geçmişi çağrıştıran değerler sunmaya devam etmekte.

 

Almanların muzdarip çocuğu Nietszche; "İnsan yalnızlığını gidermek için gülmeyi icat etti" diyor. Gülmek insanî bir özelliktir; Rabb'imizin bir bağışıdır; onda gülenin bir emeği yoktur. Dışarıdan uyarılınca, fıtratımızda bir nimet olarak bulunan haslet devreye girer. Şiiri üreten duyguları ve idraki de o İlahi el insanoğlunun mayasına katmıştır. O mayadan nasibini almış şair de şiirini bize sunar; tıpkı bir heykeltıraşın ruhundaki heyecanları bir taşta gizli olan figürle ortaya çıkarmak için bütün yeteneğini, gayretini seferber edip bize bahşetmesi gibi. Elbette şiiri okuyanla üreten farklı şeyler duyar; bu durum bir çocuğu doğuranla, seven arasındaki farkı bize hatırlatır. Biri varlığıyla, kanıyla hayat verir, diğeri o güzelden nasibini alır. Şairlik yolu güç yoldur; taliplisinden hayatını ister; her babayiğit o yükün altına giremez; heveslisi çok, gerçeği pek azdır. Bizde şiir son dönemlerde adeta gençlik hevesine dönüştü; gençliğinde şiir yazmayan yok sanki; ama onu ömrünün sonuna kadar sürdüren oldukça nadir . Bu nadir insanlardan birisi de kanaatimce Rasim Demirtaş olacaktır.

 

"Güneşli Gölge" kitabı, fikir ve duygu ile örülmüş güzel şiirlerden oluşuyor. Dildeki hassasiyeti, kelimelerdeki seçiciliği hemen dikkat çekiyor. Modernlikle geleneği kelimeleriyle ne güzel kaynaştırdığını şu dörtlüğünde görüyoruz;

 

"Türkülerin renk renk çiçekli

 

Şarkıların kadar benekli

 

Ana sütü katıksız Türkçem

 

Yaşamak yaşatmak gerekli"

 

Diline bu kadar bağlı olması onu dünyadan koparmıyor; yüreğinin bütün Müslümanların derdiyle çarptığını şu güzel dizesi ne güzel anlatıyor; "Ey Filistinli oğul! İyi ger Ebabil sapanını" Bu mısrayı yeterince anlamak için İslam tarihini, Ebabil kuşlarının Kabe'yi nasıl koruduklarını bilmek gerekli. Şairin yüreği sınır tanımaz; bir Müslüman olan Rasim Demirtaş yüreğinin sadece İslam âleminin dertlerini duymakla kalmadığını, Berlin'e dair yazdığı şiirinden de anlıyoruz; "Nefret ederim 'u' dönüşünden" dizesiyle başlayan şiiri şöyle bitiyor: "Yıkılan duvarı gör / Güneşli günde / Berlin / Bir bomba yak sen de." İnsan, fıtratından getirdiği değerleri hürriyet ortamında günışığına çıkarabilir. Şahsiyetli insanlar da yaşadıkları vatanı güneşin beldesine dönüştürürler.

 

Çocukluğumuzda İstanbul'un nüfusu bir milyon civarında idi; bugün oniki milyondan fazla oldu. Demek ki şimdilerde İstanbul'da yaşayan pek çok insan taşrada doğmuş. İnsanın kültür seviyesi dağa taşa yansır; buraya pek çokları geçim sıkıntısından dolayı göçtüler. Onlar için İstanbul'un yaşanacak yer olmaktan ziyade ekmek kazanılacak bir şehir olduğunu şöyle anlatıyor:

 

"Bir acaip şehir oldu bu İstanbul

 

Böyle değildi yollar, ağaçlar, deniz...

 

Yaşıyorlar İstanbul'u İstanbul'suz"

 

Şairler zor severler, sevince de yüreğinden söküp atamazlar. İstanbul'u çirkinleşmiş bulmasına rağmen Demirtaş'ın onu yine de güzel bulduğunu "Yeni Cami Dörtlükleri" nden anlıyoruz:

 

"Vapurda Yeni Camii / Mavi karşılar bizi

 

İşte şehir gümüşten / Yine çok sevdim seni"

 

 

18 Ekim 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Donuklar

 

 

Peyami Safa'nın "Bir Tereddüdün Romanı"ndan sonra beni ilk defa uzun uzun düşündüren, aynı zamanda heyecanlandıran "Donuklar" oldu. Peyami Safa, romanında son büyük harplerde dehşetli silahlarla düşmandan ziyade metafiziğin bombalandığını, bu durumun da insanlığı bir uçuruma sürüklediğini belirtiyor.

 

Koca Peyami, "Her şey yıkılıyor..." diye feryat ediyor. Savurduğu, sıradan kulakların alamayacağı korkunç bir çığlık. Ancak antenleri açık olanlar duyabildi; onların sayısı da bir avucu geçmediği için bu çığlıklar hiç kimseyi sarsmadı. O büyük sanatkârın haber verdiği dramı yaşıyoruz; İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bütün insanlığa hitap eden bir tek beynin çıkmaması, Hiroşima'ya atılan atom bombasından bin defa daha korkunçtu. Ne yazık ki bunu kimse fark etmedi.

 

Durali Yılmaz "Donuklar" adlı kitabında milli hayatımızı, son dönemlerde geçirdiğimiz baş döndürücü olayları ele alıyor; iki yüz yıllık tarihimizi adeta sigaya çekiyor. Diktatörün elinde her zaman kılıç, başında taç yoktur; o, kılıktan kılığa girer; bazen mabette yol gösterici, bazen büyük bir kurtarıcı bazen de dağa taşa can veren bir fikirdir. Onun biricik özelliği dokunulmazlığıdır. Zihin seviyesi düşük cemiyetler putsuz yaşayamaz; dokunulmazlığı olan fikir, şahıs onlar için hazır puttur; onu alabildiğine övmek serbesttir; hatta teşvik edilir; ama "Şu olay şöyle değil miydi?" diyenin başına nelerin geleceği belli olmaz. Onun adına gösterilen tahammülsüzlükle fikir hayatı çöle dönüşür. Yeni bir fikir, ezberlerini bozan husus, alışkanlıklarına çarpar; beyinsizlerin reaksiyonunu her zaman tahmin etmek güçtür. Herhalde bunun için Durali Yılmaz sembolleri kullanmak zorunda kaldı. Nietsczhe'nin dediği gibi "Benim sözüm bu kulaklar için değil" diyerek anlayabilene hitap etmenin yolunu tuttu.

 

Bu roman kültür seviyesi yüksek bir ülkede yayımlansaydı, ondan söz etmek için gazete sütunları dar gelir, manşetler kullanılırdı. Fikir ve sanat çevrelerinde ne demek istediği hakkında ne tartışmalar yaşanırdı. Romanda yazarın fikri şudur demek mümkün değildir; her karanlık kuyuya bir ışık damlası gönderiyor; okuyucuya adeta gör ve düşün diyor.

 

".... İşte göründüler... Sabahki ıssız evler, bomboş sokaklar; sesini yitiren kent. İnsanlara sevinçle bakıyorum. Onlara koşmak istiyorum. Fakat bu siyah şapkalar ne?.. İnsanlar bir şapka ormanının altında yürüyorlar. Şapkalar, çekilin oradan; insan kardeşlerimin gözlerini görmek istiyorum." dedikten birkaç sayfa sonra feryadı basıyor: "Evden kaçıyorum, bu kentten kaçıyorum; yalnızlıktan kaçıyorum. Dahası yitirdiğim belleğimden kaçıyorum; yeni bir geçmişi oluşturmak üzere. Kendimden kaçıyorum, yeni bir ben bulabilmek ümidiyle." İnsan kendisinden kaçabilir mi? Gittiği yere kendisini, dertlerini de götürmez mi? Yeni bir ben bulmak kurtuluşumuz mu, ölümümüz mü? Toplumsal felaketlerimizi inkâr kabil değil; ama yeni bir ben milli intihardır. İntiharla kurtulmak mümkün mü? Sosyal konularda çaresizlik yoktur, yeter ki hastalığı teşhis edebilecek beyne sahip olalım.

 

Bir milletin tarihinden kopması, milli hafızasını yitirmesi, ölümü demektir. Yazar bu durumu kabullenmek istemiyor: "Önümde uzanan ölüm. Bu benim kendi ölümse, konuşturabilirim onu. Ölmeden önceki günlerimi soracağım; geçmişimi konuşturacağım... Yüreğime düşen bir umut ışığı; bu ışığı söndürmemek için çırpınıyorum. Sönmemeli, büyümeli bu ışık. Konuş ey şapkasız ölü, konuş!... Hangimiz gerçeğiz sen mi ben mi?"

 

Millet bir bütündür; bugünkü durumunun işaretlerini bin yıl önceki varlığında bulamıyorsak, o bir sosyal varlık olamaz. Elbette ki odun gibi de değildir; değişirken de kendi olmak için değişir; kendinden kurtulmak için değil. "...Çevremde yerleşim yeri yok, ama okul yapılıyor. Mezardakilerle torunları ve daha sonrakileri birbirine bağlayan işaretler kaldırılıyor birer birer."

 

Durali Yılmaz'ın "Donuklar" romanında tebliğ, reçete, kötüleme, putlaştırma yok. Sayfalar elle tutulur bir ızdırapla dokunuyor. Bu roman Ahmet Haşim'in "O Belde" şiirinin nesirde karşılığıdır. O Belde'nin konusunu sorsak, edebiyatçıların çok çeşitli cevaplar vereceğinden şüphe yok. Neyi anlatıyor desek, yine farklı cevaplar alırız. Ama edebiyattan anlayan hiç kimse "O Belde"ye şiir değildir diyemez. İşte gerçek sanat budur; okudukça yenilenir, yenilendikçe okuyucuyu cezp eder; tıpkı "Donuklar" gibi.

 

 

25 Ekim 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ömer ağabey

 

Ömer Rasih Öztürkmen, neslimizin birkaç has ağabeyinden biriydi. Mehmed Emin Alpkan, İrfan Atagün, Vecihi Ünal, Ömer Öztürkmen, Türkiye Gazetesi'nin onlara tahsis ettiği odada çalışırlardı.

 

 

Bizler onları haftanın belirli günlerinde ziyaret ederdik. Ömer ağabey kalp ameliyatı olunca üçünün de dünyası kararmıştı. Ömer ağabeye sezdirmeden, birbirlerine ve yakın dostlarına sık sık, "Ömer ağabeyimizin durumu iyi değil; Allah gecinden versin." derlerdi. Üçü de birbirlerinin ardı sıra rahmete kavuştular. Onları bu dünyadan tek tek uğurlayan Ömer ağabeyimiz ise geçtiğimiz çarşamba günü bu fani âleme veda etti.

 

Ömer Öztürkmen'i altmışlı yıllardan beri tanırım. Gıpta edilecek bir İstanbul beyefendisiydi. Tercüman Gazetesi'ne büyük atak yaptırdığı için basın dünyasındaki lakabının 'mimar' olduğunu bilirdik. O dönemde içerisinde bulunduğumuz camianın en büyük arzularından biri, günlük bir gazete çıkararak dünya görüşünü ifade etmek ve milletin dertlerini gündeme taşımaktı. Mehmed Emin Alpkan'ın gayretleriyle Bab-ı Ali'de Sabah Gazetesi yayın hayatına başladı. İşin gerektirdiği birçok imkândan mahrum bir gazeteydi. Kendisine çok saygı duyduğu Mehmed Emin Alpkan, "Ömer! Gel gazetenin başına geç!" deyince Ömer Öztürkmen her şeyi bırakıp gazetenin sorumluluğunu üstlendi. Değer verdiği bir insanı kırmamak için pek çok şeyden bir anda vazgeçti. Kariyeriyle ilgili endişeleri bir kenara bırakıp hizmete koştu. Biz onun çıkardığı gazeteyi severek okurduk.

 

Ömer ağabeyle İrfan Atagün gençliklerinde komünizmle mücadele etmek için Kara Kedi adlı mizah dergisini çıkarmışlar. Ömer ağabey sonraları yıllarca Necip Fazıl'ın Büyük Doğu'sunun yazı işleri müdürlüğünü yürüttü. Aziz milletimizin hak ettiği mevkiye gelmesi, yeni nesillerin iyi yetişmesi için ne çileler çekti. Kimlerle tanıştı, onlarla neler konuştu. Bir gün Büyük Doğu'nun basıldığı Yeni Gün Matbaası'nda kitaplarının tabı ile meşgul olan Burhan Toprak'la karşılaşır. Necip Fazıl'la aynı dönemde Paris'te bulunduklarını bildiği için Toprak'a o döneme dair hatırladığı bir anekdot olup olmadığını sorar. Burhan Toprak gülümser ve "Üstad söz konusu olur da anekdot olmaz mı?" der. "Anekdot, dahilerin hayat tarlasına farkında olmadan serptikleri tohumlardır. Anekdot neyse ama ben size tarihî bir hadise anlatayım. İhtiyarlığında Bergson'a sorarlar, 'Yerinize bırakabileceğiniz biri var mı?' diye. Bergson'un cevabı şu olur: "Ben klasik felsefe ile meşgulüm. İsteyen çalışarak bir bilim dalına hakim olabilir. Gayretli bir kimse felsefenin herhangi bir dalında da mesafe alabilir. Ama klasik felsefe bilimlerin vardığı sonuçlardan bir dünya inşa etme çabasıdır. Bu konuda çalışkan olmak gerekli ama yeterli değildir; yetenek de gerekir. Maalesef bugüne kadar bu ikisini birleştiren birine rastlamadım. Yalnız, Necip Fazıl isimli bir Türk genci var; olağanüstü yetenekli fakat derbeder."

 

Ömer ağabey Kerküklü olduğu için İngilizcenin yanında Arapça da bilirdi. Bir süre Londra büyükelçiliğimizde kültür ataşeliği yaptı. İzne geldiği günlerden birinde Necip Fazıl'ı ziyaret eder. Avrupa'nın kültür ve sanat hayatından söz ederlerken Ömer ağabey, "Üstad! Londra'da 20. yüzyılın önemli şairlerinin antolojisi hazırlanıyor. Türkiye'den de iki şaire yer verildi." deyince Necip Fazıl, "Öteki kim?" diye sorar. O da "Yahya Kemal, efendim." diye cevaplar. Necip Fazıl'ın özgüvenini bundan daha çarpıcı anlatan bir anekdot herhalde yoktur.

 

Süleyman Demirel, hayatı boyunca muhafazakâr insanların oylarıyla siyaset yaptı ama hep başkalarına hizmet etti. Önemli mevkilere birini tayin etmek gerektiğinde hep başka zümreleri memnun edecek isimler üzerinde durdu. Muhafazakâr zümrelere hoş görünmek için ise 'Çoban Sülü' ve aslında gizli bir dindar olduğu imajlarını hafızalarda canlı tutmaya çalıştı. Ömer ağabeyin Demirel'in bu ikiyüzlülüğünü anlatmak için kaleme aldığı 'Çoban Geldi Aşka, Şapkası Başka' yazısı o günlerde anlaşılabilmiş olsaydı milletimiz birçok derde düçar olmadan uyanabilirdi. Keza Ömer ağabeyin çok ciddi deneme ve makaleleri, 'Gözyaşı Medeniyeti' isimli bir kitabı da var. Üslup sahibi bir yazardı.

 

Bu fani dünyada bulunduğum sürece seni kaybetmiş olmanın verdiği boşluğu ta iliklerimde derin bir hüzün olarak duyacağım kıymetli ağabeyim. Nur içinde yatasın, mekânın cennet ola.

 

 

 

08 Kasım 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sosyal bilimler ve zihniyet

 

Batı'ya yöneldiğimiz dönemlerde boğuştuğumuz en büyük güç İngiltere idi; rakibimiz bize model olamazdı. O sırada Almanya bölük pörçüktü; Fransa'yı örnek almak zorunda kaldık.

 

 

Fikirler, dünya görüşleri, telakkiler sosyal bilimlerle çok yakından ilgilidir. Sosyal bilimler arasında sosyolojinin önemli bir yeri bulunmaktadır. Bu bilim ülkemize iki kaynaktan geldi: Le Play'in görüşlerini Prens Sabahaddin, Durkheim'ın görüşlerini de Ziya Gökalp temsil etti.

 

Sabahaddin Bey'e Batılılar "Prens Sabahaddin" dedikleri için adı fikir sistemimize böyle geçmiştir. II. Abdülhamid Han'ın kız kardeşi Seniha Sultan'ın oğlu olduğuna göre hanedan mensubu yani prens değildir. Osmanlı teşrifat sisteminde bu gibilere "sultanzade" denirdi.

 

Le Play sosyoloji bilgileriyle cemiyeti ele almaz; anketlerle durum tespiti yapar; bu anketler değerlendirilirken sosyal bilimler devreye girer. Le Play maden mühendisi idi; insanları da "madeniyat" ilminin usullerine göre tetkik ettiği öne sürülmüş ise de bu doğru değildir. Ömrünü sosyolojik araştırmalara verdi; ilmi bir idrak kazandığı için sosyal meselelere hal çaresi vaz eden reçeteler hazırlamakla meşgul olmadı. Kanaatince de cemiyete materyalist bir görüşle bakılmamalıydı. Materyalist görüş cemiyetin ancak mekanik şartlarını değerlendirebilirdi. Asıl olan sosyal hayatın sebeplerinin irdelenmesiydi.

 

Prens Sabahaddin'e göre cemiyet hür bir faaliyet içinde olmalıdır; zira hür bir atmosferde şahsiyetini bulan insanlar, fıtratlarındaki değerleri gün ışığına çıkarabilirler. Cemiyetin gelişmesi de iyi yetişmiş insanlarla mümkündür. Bu bakımdan istibdad rejimi felakettir. Böyle düşünmek onu, öz dayısı Abdülhamit Han'la karşı karşıya getirdi. O da dönemin modasına uyarak mücadelesini sürdürmek için Paris'e yerleşti.

 

Prens Sabahaddin cemiyetleri "cemaatçi ve infiradi" olarak ikiye ayırırdı. Ona göre ilerlemiş cemiyetler gelişmelerini infiradcılığa, yani adem-i merkeziyet ve şahsi teşebbüsçülüğe borçlu idiler. Muhakkak ki iyi yetişme, hırs, nefis gibi amillerin ekonomide itici güç olarak kullanılması özel mülkiyetin esasını teşkil eder. Fakat o günün şartlarında adem-i merkeziyetçiliğin ülkeye ne kadar yararlı olduğu tartışmalıydı. Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki'nin ideologuydu. Devlet gücünün de tesiriyle fikirleri aydınlar arasında kısa zamanda yayıldı. Buna mukabil Prens Sabahaddin, casuslukla suçlanıp bertaraf edildi. Adem-i merkeziyetçi fikirleri yanlıştı fakat görüşlerinin diğer kısımlarından pekala yararlanılabilirdi.

 

Laiklik ve Kilise arasındaki zıtlaşma Fransa'yı çalkantılı bir cemiyet haline getirdi. Laiklik ağır basınca metafizik dumura uğrar; dolayısıyla maneviyattan beslenen insan şahsiyetinde zaaf kaçınılmaz olur. Kilise ağır basınca da ilim tökezler. Fransa'daki fikir cereyanları ve sosyal bilimler de bu çekişmeden payını aldı. Fransa'yı örnek almayı çalışmamız bizi de benzer çalkantılara sürükledi. Böylece, Durkheim ya da Play'in yerine bu konuda çok daha fazla ciddiye alınması gereken Alman düşünür Weber'i göremedik.

 

Sosyal bilimciler Durkheim ekolünün Fransa'da sosyalizmin, komünizmin yaygınlaşmasına katkıda bulunduğu konusunda hemfikirdirler. Yurdumuzda da diplomalı zümrenin sosyalist meşrep ve sıkı devletçi olmasında aynı zihniyetin payının bulunduğunu kimse inkar edemez. Gökalp devletçi anlayışı milliyetçiliğin bir parçası olarak görüp gösterdiğinden, özelleştirme gibi konular gündeme gelince "vatan satılıyor" vaveylaları başlıyor. Hiç kimse düşünmüyor ki devlet sistemi düzenlenirken bürokrat zümrenin zaaflarını dikkate almak mecburiyeti bulunmaktadır. Bir yandan her gün rüşvet ve suistimalden yakınıyor, diğer yandan da devletçiliği savunuyorsanız burada bir problem var demektir. Sağcısı, solcusu hepimiz aynı toplumun çocuklarıyız; aynı özelliklere, aynı zaaflara sahibiz. Hangi iktidar gelirse gelsin aynı yakınmalar sürecektir; bundan kurtulmanın tek çaresi devleti ekonomik hayattan çıkarmaktır. Özelleştirme gündeme gelince aydınımızın vatanın satıldığını zannetmesi sıkıntılarımızın ana kaynaklarından birisidir

 

 

15 Kasım 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kardeşlik Projesi

 

Hukuk öğrenimine başladığı yıldan beri sayın Servet Armağan'ı tanırım. İlk tanıdığımda İslamî bir hayatı vardı; bugün de öyle. Almanya'da bir süre aynı şehirde bulunduk; İstanbul'daki hayatını orada da sürdürerek bizlere örnek oldu. Çevresindeki herkes, özellikle çalıştığı enstitüdeki mesai arkadaşları ona çok saygı gösterirlerdi; zira Avrupalılar kendilerine benzemek gayretinde olanlara değil, asli hüviyetini muhafaza edenlere hürmet ederler.

 

 

Her şey kafalardaki reçeteye göre anlamlandırıldığı için ideolojinin olduğu yerde mantık ve vicdandan söz edilemez; bilim de onlar için hiçbir anlam ifade etmez; çünkü bütün sorunları üç beş sloganla çözerler. İnsanları ikiye ayırırlar: Onlardan olanlar ve düşmanlar. Maalesef bizim dönemimizde üniversitelerimizde bu telakki hakimdi. Oralarda ilim adamı değil, ideolojik tipler yetiştirmek asıldı. Servet Armağan genç olmasına rağmen milletimizin sorunlarının ilimle çözüleceğine inanıyordu; idealistti; hayatını inandığına tahsis etmek istiyordu. Sınavları kazanarak asistan oldu. Dünya görüşünden dolayı çok sıkıntılar çekti. Fakat, ağırbaşlılığını, ilim yapma arzusunu hiçbir zaman kaybetmedi. Hak bildiği yolda yılmadan yürüdü.

 

Birkaç ay önce "Ey Hakimler" adlı bir kitap yayımladı. Hukuk; bilgi ve vicdan işidir. Vicdanı teşekkül etmemiş hukukçunun elinde kanunlar ideolojik maymuncuğa dönüşür. Bu gerçeğe Eskişehir'de Said Nursi ve öğrencilerinin yargılanması sırasında şahit oluyoruz. Kitapta olay gerçek bir hukuk hocasının soğukkanlılığıyla değerlendiriliyor. Kitabın en önemli yanı önyargının ne kadar kötü olduğunu göstermesidir. Kara düşünceli olarak tanıtılan bu insanları gerek götüren muhafızlar gerekse hapishanenin yetkilileri ve oradaki mahkumlar tanıdıkça düşünceleri değişiyor. Pek çoğu Bediüzzaman hazretlerinin ya muhibbi ya da talebesi oluyor.

 

Armağan'ın Nesil Yayınevi tarafından bir kitabı daha neşredildi: "Kardeşlik Projesi." Bu eseriyle son otuz yılımızı kana bulayan olayları Risaleler ışığında ele alıyor. Servet Armağan Urfalıdır. Dolayısıyla bölgenin meselelerini yakından bilmektedir. Bir insanın herhangi bir etnisiteye ait olması kaderdir; bir insanı kaderinden dolayı suçlamak yahut göklere çıkarmak ilkel bir telakkîdir. Armağan'ın ölçüleri İslamî'dir; insanları kaderlerinden dolayı değil tercihlerini esas alarak değerlendirmektedir.

 

Hepimiz ahkam kesmekte yektayız. Eski bir cumhurbaşkanı bunun Kürtlerin bilmem kaçıncı başkaldırısı olduğunu malumatfuruşlukla söyledi. Peki Türkler kaç defa baş kaldırdı? Konya'da Yozgat'ta da isyanlar olduğu için oraları da mı farklı göreceğiz? Bu baş kaldırmaların devlete mi yoksa mahalli yönetimin zulmüne mi karşı olduğunu hiç düşünmeyecek miyiz? Dış güçlerin melanetlerinin üzerinde hiç durmayacak mıyız?

 

Yüzyıllarca birbirlerini boğazlamış Avrupalıların bir araya gelmek için çeşitli formüller icat ettiklerini görmüyor muyuz? Bin yıldan beri her türlü tasada, kederde, sevinçte beraber olan bu toprağın çocuklarını birbirinden ayrıştırmak, şehitler diyarımızda gözü olanların ekmeklerine yağ sürmekten başka nedir?

 

Anayasa kitaplarında unsurlarını belirtirken laikliği ne olduğu bilinmeyen bir duruma getirdik. Bu tür kavramları adeta toplumumuzu dinden, metafizikten soyutlamak için bir vasıtaya dönüştürdük. Oysa cemiyetin çimentosu her şeyden önce dindir. İşte İran; etnik farklılıklar bakımından Babil Kulesi'ni andırıyor. Tahran'ın çevresinde on altı milyon Acem yaşamaktadır; yarısından fazlası Türk'tür; buyrun ayrıştırın bakalım İran'ı.

 

Yarınlarda bugünleri arayacağımızdan endişe edenler Prof. Servet Armağan'ın "Kardeşlik Projesi" kitabını mutlaka okumalıdır. Dinin, milletin hayatı ve ruhu olduğunu, bütünleşmesini sağladığını göstermesi bakımından bu eser önemlidir. Bu toprağın çocuğu olarak aziz ağabeyim Armağan'a ve kalemine sağlıklar dilerim.

 

 

22 Kasım 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

İki farklı bakış

 

Batılılar kendilerini insanlığın mihrakı kabul ederler; biricik arzuları da refahı elde etmektir. Bunun için başkasının çekeceği acıları hiç hesaba katmazlar. Düşünmezler ki, refahla huzur çok ayrı şeylerdir; birisi gövdemizin, diğeri ruhumuzun arzusudur. Ruhumuzda sıkıntı varsa, en son konfora ulaşmamızın herhangi bir önemi yoktur; ruhumuzun sıkıntısı gövdemizin cehennemi olur.

 

 

Ünlü medeniyet tarihçisi Rothaker, Roma İmparatorluğu'nun büyüklüğünü, ihtişamını, kendilerini evrenin merkezine oturtmalarıyla izah eder: "Biz dünyanın yüreğiyiz. Seçilmiş kavimiz; kavimlerin gözdesiyiz. Biz gerçek insanlarız. Gerçek medeniyet de, asıl hümanitas da bizdedir." Bu zihniyetin sahibi diğer insanları hesaba katar mı?

 

Menfaatleri için sadece insanlara değil, tabiata da acımasız davrandıklarını, Kızılderili reisi Seattle'ın topraklarını satın almak isteyen Amerika Birleşik Devletleri'nin başkanına yazdığı mektupta veciz bir şekilde anlatıyor: "...Gökyüzünün, toprağın sıcaklığını nasıl satabilirsiniz ya da satın alabilirsiniz? Beyaz adam, topraktan almak istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder... Toprak insana değil, insan toprağa aittir... Bir gün bakacaksınız, gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş... Her yer insan kokusuyla dolmuş. İşte o gün, insanoğlu için, yaşamın sonu ve varlığını sürdürebilme savaşının başlangıcı gelip çatmış olacak..."

 

Ciddi bir bilim adamı olan rahmetli Muhammed Hamidullah Bey'den Peygamber Efendimiz'in çevreye dair görüşlerini öğreniyoruz. Mekke ve Medine'nin belli bölgelerindeki ağaçları kesmeyi yasak eden Peygamber Efendimiz, Taiflilerle yapılan anlaşmaya da şöyle bir madde koydurmuştur: "Vadiler bütünü ile kutsaldır ve yasak, orada, Allah adına, vahşi ağaçlar ve av hayvanları üzerinde, her baskı, her tecavüz ve fenalık haramdır." Bununla yetinmeyip müminlere şöyle bir bildiri yayınladığını yine M. Hamidullah'ta okuyoruz: "Vace vadisinin ne dikenli ağaçları ne de çalıları tahrip edilmeyecektir. Av hayvanları da öldürülmeyecektir."

 

Peygamber Efendimiz'in çevreye verdiği önemi medeniyetimizin diri olduğu dönemlerde bizde de görmekteyiz. Mevlânâ Hazretleri tabiata hakimiyete kalkışmanın yanlış olduğunu, tabiatın zılgıtını davet edeceğini belirtiyor. Sultan II. Mehmed İstanbul'u fethedince, alelacele Hızır Bey'i belediye reisi tayin etti. O da ilk icraat olarak Haliç sırtlarında hayvan otlatmayı, Boğaz'da balık tutmayı yasakladı; çünkü hayvan tırnaklarının yuvarladığı toprakla bir gün tabiat harikası olan Haliç dolabilirdi. Boğaz'daki balıkların cinslerine göre avlanma zamanları tespit edilecekti.

 

O zaman İstanbul halkının hemen hemen tamamı Hıristiyan'dı. Sokağa tükürüyorlardı. Hatta o dönemde Fransa'da "Müslümanlar niçin sokağa tükürmüyor?" diye bir kitap yazıldı; tabii bununla da kendilerinin tükürmeleri kınanıyordu. Herhalde şimdilerde aksinin yazılması gerekir. Fatih, sokaktaki tükürüklerin üzerine kireç serptirmek için bir vakıf kurdu. Buradan şunu çıkarıyoruz ki o zaman biz hem mikrobu, hem de kirecin mikrobu öldürdüğünü biliyormuşuz. Tıp tarihçileri bunun üzerinde durmalı, bugüne dek yazdıklarını gözden geçirmelidirler.

 

İngiliz, Fransız, Hollanda imparatorluklarının çekildikleri sömürgelerine, bir de kendilerine bakarsak, oraları nasıl talan ettiklerini idrak ederiz. Osmanlı Devleti de Avrupa'nın içlerine kadar yayıldı; dağılınca ana unsur kendinden kopanlardan fakir kaldı. Bunu amiyane tabirle "enayilik" olarak görenler var. Osmanlı, menfaatinin nerede olduğunu görmüyor muydu? Elbette görüyordu; fakat onu hak duygusu frenliyordu. Bugün Afrika'da açlık varsa, bunda yıllarca oraları sömürge olarak kullananların payını kim inkâr edebilir?

 

Günümüzde küresel ısınmanın insanlığı tehdit etmesi Peygamber Efendimiz'in, Seattle'ın bakış açılarının ne kadar doğru olduğunu ispat ediyor. Yaklaşan tehditten Batılılar da payını alınca, çevreciliği cereyan olarak gündeme getirdiler. Bunun bir moda hareket kalmaması, insanlığa zarar veren üretimlerini düzenlemeleriyle mümkündür. Bu da ancak dünya görüşlerini sigaya çekmeleriyle kabildir.

 

 

 

29 Kasım 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri

 

Bir ilim adamı kitabında şöyle bir dipnot düşmenin ihtiyacını duyuyorsa, onun şahsiyeti ve yazdıklarının üzerinde durmak gerekir: "İslam dünyasında kütüphanelere dair kaynakların verdiği bilgiler başta Yusuf Eche, Filip Tarrazi, Yahya es-Saati olmak üzere birçok araştırmacı tarafından değerlendirilmiş ve bu konuda yüzlerce makale yazılmıştır.

 

 

Benim burada yaptığım, ağırlıklı olarak araştırmacıların ortaya çıkardığı bilgileri nakletmekten ibarettir. Bu bakımdan bu bölümün orijinal bir kıymeti yoktur." Bu satırlarıyla İsmail E. Erünsal bir neşter atıyor, ilim dünyamızın halini ortaya koyuyor. Yazdıklarının çağrıştırdıkları gerçek olmasaydı, ilim bakımından Nijerya ve Mısır'dan geri olur muyduk? Milletlerin hayatında ilim ve kültür dışındaki gayretler suyun üzerine işlenmiş nakış gibidirler. Bunun için geleceğimiz Erünsal gibi işin ciddiyetini kavramış ilim adamlarının çoğalmasına bağlıdır.

 

Bugünlerde Prof. Dr. İsmail E. Erünsal'ın "Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri" adlı eseri elimden düşmüyor. İlmi hüviyeti itibarıyla kuru olması lazım gelen kitabını alıntılarla, dipnotlarıyla öyle güzel beslemiş ki insanı alıp götürüyor. Önsözünde Osmanlı İmparatorluğu'nda kütüphaneler de dahil olmak üzere sosyal hizmetlerin hayır sahiplerinin kurdukları vakıflarca yürütüldüğünü belirtiyor. Osmanlı, İslami anlayış ve hassasiyetle düzenlenmiş devletti; nabzı merhametle atıyordu. Merhamet sadece insanlara değil, bütün canlılara hatta tabiata da gösterilmişti.

 

Çoğumuz Osmanlı'da ilk kütüphanenin Abdülhamid Han döneminde hizmete giren Bayezid Devlet Kütüphanesi olduğunu zannediyoruz. Halbuki saray kütüphanelerini bir kenara koyarsak, herhalde Bayezid'deki, devlet eliyle kurulan ilk kütüphanedir. Erünsal'dan, İstanbul'da, 1473'te Mahmut Paşa külliyesinde kütüphanenin hizmete girdiğini öğreniyoruz. II. Murad'ın Edirne'de, Saruca Paşa'nın Gelibolu'da kurdukları kütüphanelere işaretinden de bu kültür yuvalarının devletin çeşitli yerlerine serpildiklerini anlıyoruz.

 

Bugün bile kütüphanecilik denince kitapları rafa dizmek gibi basit bir işi algılıyoruz. Oysa kütüphane ilmin temelidir; kültür ve medeniyetin birikim ve üretim noktalarıdır. Ecdadımız bu gerçeği çok önceden kavramış, nasıl işleyeceğini kuruluş senetlerinde belirtmiştir. Vakfın en önemli kurumu 'Mütevelli Heyeti'dir. Devlet ricali de işin önemini idrak etmiş, bir bakanlıkla vakıfların kuruluş gayesine uygun yönetilip yönetilmediğini denetleme lüzumunu duymuştur. Kütüphane personelinin temel elemanı 'Hafız-ı Kütüp'tür. Pek çok vakıf senedinde tayin edilen Hafız-ı Kütüp'te bulunması gereken vasıflar zikredilmiştir. Kütüphanenin diğer personelinin seçimleri, azilleri ve ücretleri de vakıf senedinde belirtilmiş olmalıdır. Erünsal, Osmanlı dönemine ait vakıf kütüphaneleri hakkında genel bilgiler vermekle yetinmemiş, önemli kütüphaneleri ele almış; çalışan elemanlarına, maaşlarına, hizmet gün ve saatlerine dair bilgiler vermiş. Kullandığı kaynaklara bakınca, iğne ile kuyu kazdığını idrak ederiz. Kitabı okuyunca, insanın "İlmi eser böyle yazılır" diyesi geliyor.

 

Vitrinlerde kitaplar çoğalıyor; ne yazık ki çok azı okunmaya değer. Kıymetli bulunanların çoğu da makas ürünüdür. Bir allamemiz, bilim tarihimizle ilgili ciltlerce eser kaleme almış. Cümleleri, örnekleri tanıdık; Sigrid Hunke'yi teşhis etmemek mümkün değil; ne gariptir ki kitabın hiçbir yerinde Hunke'yi kaynak göstermemiş. Erünsal, sadece çalışkan bir bilim adamı değil, aynı zamanda bilim namusuna da sahiptir. İlim âlemimizin içinde bulunduğu durumdan rahatsızlık duymuş olmalı ki şunları yazmak mecburiyetini hissetmiş: "Meslektaşlarımın yaptıkları araştırmalar dolayısıyla haberdar olduğum arşiv kayıtlarının hangi çalışmadan alındığının gösterilmesinde elden geldiğince titizlik göstermeye çalıştım. Maalesef son yıllarda başkalarının eserlerinden yararlanılarak ulaşılan arşiv belgelerini, aradaki araştırmacıyı aradan çıkararak kullanmak yaygın hale gelmiştir."

 

Ümit ederim ki Türk Tarih Kurumu'nun yayınladığı Erünsal'ın "Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri" eserini Kültür ve Milli Eğitim bakanlıkları görürler de geniş çevrelerin yararlanması için gerekeni yaparlar.

 

 

 

06 Aralık 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

İdeoloji ve hayat

 

Evliya Çelebi'nin Medine'ye dair yazdıkları hakkındaki Almanca doktora tezinden tanıdığımız genç ilim adamlarımızdan Nurettin Gemici, yakınlarda "Ahilikten Günümüze Meslek Eğitimi" adında dikkat çekici bir kitap yayımladı. Çarşı ve pazarda olup bitenlerden haberdar olan, mukayeseli bir mantıkla bu kitabı okursa, neleri kaybettiğimizin acısını derinden duyar. Bir zamanlar "Ben siftah ettim, komşumdan alın" diyen esnaf, günümüzde ancak menkıbelerde kaldı.

 

 

Ülkemizde meslekten mesleğe geçiş çok kolay; berber emlakçılıkta kâr görüyorsa, dükkânını kapatıp emlakçılığa başlıyor, hiç kimse de ona bu mesleği icra edebilecek niteliği olup olmadığını sormuyor. Ekonomik hayatın temelinin seviyeli mesleğe dayandığını ecdadımız fark ettiği için Ahilik teşkilatını kurmuştu. Meslek eğitimi sadece beceri kazanmak değildi; aynı zamanda o mesleğin gerektirdiği adab ve ahlakı da öğrenmekti. Adab ve ahlakın beslendiği temel esas metafizik âlemdir. Zaten etimolojik olarak meslek kelimesi 'suluki'den geldiği için manevi bir boyutu vardır. Aldıkları eğitimle bir mesleğe mensup olanlar branşlarıyla iştigal etmiş peygamberleri kendilerine pir kabul ediyorlardı. Birkaç örnek vermek gerekirse, Hz. Adem çiftçilerin, Hz. Şit hallaçların, Hz. İdris terzilerin, Hz. İbrahim sütçü ve marangozların, Hz. Yusuf saatçilerin, Hz. Zülküf fırıncıların, Hz. Lokman hekimlerin, Hz. Peygamberimiz bahçıvan ve tacirlerin piri idi. Peygamber Efendimiz'i, mesleğinin piri kabul eden bir tüccar bir başkasını nasıl aldatabilir?

 

Her şehirde meslek grupları kendilerine ait bir çatı altında toplanırlardı. Böylece oluşan organizasyonlar bünyelerindeki meslek erbablarının hammadde temininde, diğer ihtiyaçların giderilmesinde, zuhur eden engellerin aşılmasında yardımcı olurlardı. Aynı zamanda o meslek grubunun disiplinini, geleneğinin devamını sağlar, hem de kalitesiz mal üretiminden toplumu korurlardı. Ahlaka aykırı rekabet yollarına başvurana karşı dürüst esnafın zarara uğramasını önlerdi. Bu birlikler sayesinde kunduradan hasıra kadar, imal edilen her şey belirli standartlara bağlanırdı. Söz konusu standartlardan bir kısmı 'tavrı kadim' ve 'edeb-i kadim' olarak nitelendirilen üretim teknikleriyle, bir kısmı da doğrudan doğruya üretilen eşyayla ilgiliydi. Mesela bir santimetrekarelik kumaşta kaç ilmik bulunması gerektiği tespit edilmişti. Kaliteye dikkat etmeyen zanaatkâr uyarılır; aynı yanlışı yapmaya devam eden, meslekten men edilirdi. Ham ve mamul madde fiyatları, standartları Ahi birlikleri tarafından belirlenmesine rağmen devlet de sürekli denetlerdi. Çıraklık, kalfalık, ustalık ancak bu düzen içinde elde edilirdi. Her zanaat grubu şeyh, kethüda, yiğitbaşı ve iki ehl-i hibreden müteşekkil bir lonca heyetine sahipti. Bu heyet o zanaat mensuplarının işlerine nezaret eder ve devletle işlerini düzenlerdi.

 

Medeniyetimizin diri olduğu dönemlerde kaderini bir başka kişinin insafına bırakmış kimse yoktu. Ekonomik hayat öylesine düzenlenirdi ki, herkes yarınlarına umut ve güvenle bakardı. Sağlıklı bir vücudun organları gibi çalışan bu muazzam sistemin en önemli unsuru sorumluluğunun farkında olan insandı. Otorite ve hürriyet öylesine meze olmuştu ki, her meslek erbabı hem devlet otoritesini hisseder hem de mesleğinin gerektirdiği hürriyetin tadını duyardı.

 

Medeniyet oluşturmuş Roma, Osmanlı gibi büyük imparatorluklara bakınca önyargısız davrandıklarını görürüz. "Benim kurumlarımla kimse boy ölçüşemez, ilmimiz doruk noktasını aşmıştır." diyen, dünyaya gözlerini kapatır; böylece boğazına ölüm ipliğini atmış olur. Devamlı sahip olduklarını kötüleyenler ise millî özgüvenlerini yitirirler. Roma ve Osmanlı kendi değerlerinin şuurlarında bulundukları halde, gözlerini dışarıdan ayırmadılar. Nerede güzel, faydalı bir şey gördülerse, sosyal bünyeyi zedelemeden aldılar. Kendilerininkini hor görmedikleri için geliştirmenin de yollarını aradılar. Gün geldi bizde Batılılaşma, ideoloji haline dönüştü. Neyimiz varsa, hepsini paslı örgüler olarak gördük; onlardan kurtulup Batı'nın değer ve kurumlarını alınca yaşayacağımızı zannettik. Böylece kendi akıl ve tecrübemizi hayatımızdan attık. Şuursuz taklidin her şeyimizi kurutacağını unuttuk.

 

İdeoloji kalıp demektir; hayat ise her an kendini tazeler; hiçbir kalıpta ona yer bulunamaz. Kim ki hayatı kalıba dökerse, toplumun hürriyetini katleder. Oysa toplumun bünyesindeki değerler ancak hürriyet ortamında göğerirler. Nurettin Gemici, geçmişteki büyüklüğümüzün sebeplerini bize gösterirken, geleceğimizi de aydınlatıyor; yeter ki görebilen göze, düşünebilen beyne sahip olalım.

 

 

13 Aralık 2010, Pazartesi

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

İdeoloji kalıp demektir; hayat ise her an kendini tazeler; hiçbir kalıpta ona yer bulunamaz. Kim ki hayatı kalıba dökerse, toplumun hürriyetini katleder. Oysa toplumun bünyesindeki değerler ancak hürriyet ortamında göğerirler. Nurettin Gemici, geçmişteki büyüklüğümüzün sebeplerini bize gösterirken, geleceğimizi de aydınlatıyor; yeter ki görebilen göze, düşünebilen beyne sahip olalım.

 

Kendimizi batıyla mukayese edip onlara özenene kadar ecdadımızı hatırlasak ve aynı anlayışı günümüze uyarlayarak yaşam şeklimizi belirlesek zannediyorum bu bulunduğumuz konumdan fersah fersah ileride olurduk .

Share this post


Link to post
Share on other sites

Demokrasi ve zihniyet

 

"Demokrasi en az kötü olan idaredir" sözü Churchill'e atfedilir. Yirminci yüzyılın en büyük devlet adamlarından biri olarak gösterilen Churchill değil, kim söylerse söylesin, bu söz gerçeği ifade etmiyor. Şartları mevcut değilse, bazen demokrasi en kötü idaredir.

 

 

Rejimleri putlaştırmak son derece yanlıştır. Eğer bir rejim her bakımdan mutlak üstün olsaydı, dünyanın her yerinde, bütün dönemlerde o rejim tatbik edilirdi. Şunu da unutmamak lazım ki, hangi rejim olursa olsun, bir ülkede halkın kültür seviyesi düşükse, aydınında milli şuur, sorumluluk duygusu, hak kavramı yerleşmemişse, orada devlet hamam tasına döner; bir kirlinin elinden diğer kirlinin eline geçer.

 

Her rejim gibi demokrasi de bazı şartları gerektirir. İlk önce rejimi yürütenler, yani diplomalı zümre, demokrasiye inanmalıdır. 'Partim seçilirse' zihniyeti aydın kategorisine girenlere musallat olmuşsa, o ülkede diktatörlüğe gizli bir heves yatmaktadır. Maalesef uzun zamandan beri emekleyen demokrasimizi kesintiye uğratan bu hevestir. Yakın tarihimize göz atarsak, seçimi kaybedenlerin, demokratik rejimi zedeleyip zedelemeyeceğine bakmaksızın her türlü tahriki mubah saydıklarını görürüz. Sivil ayak bulamayan askerlerin darbe yapmaları hemen hemen mümkün değildir; ne yazık ki bizde zaman zaman darbeciler sivillerden yeterince destek bulmuşlardır.

 

Halkın değerleriyle diplomalıların değerleri uyuşmazlık halinde ise, demokratik rejim sağlam bir zemine oturamaz. Batı'da devleti değişik zümreler yönetmişti; aristokratlar, teokratlar, büyük toprak sahipleri, askerler. Günümüzde ise aydınlar yönetimi ellerinde bulundurmaktadırlar. Klod Farrer'in 'Türklerin Manevi Gücü' adlı kitabında belirttiği üzere klasik aydınımız Paris doğumlu bir Fransız'dan ülkemize daha yabancıdır. Halbuki demokrasi, millet hakimiyetine dayanır. Milletine yabancı olan bir zümre onun hakimiyetini nasıl temsil edecektir?

 

Demokrasi, asgari müşterekleri bulunan bir toplumun rejimidir. Bütün tahriplere rağmen, Allah'a şükür, halkımızda asgari müşterek vardır. Fakat gerek siyasi, gerekse bürokratik kadroları oluşturan diplomalılarımızın asgari müşterekleri var mıdır? Rejimin kalbi olan Meclis'e kulak verince, asgari müştereklerin temeli olan din, vatan, millet konularında mutabakat olduğunu duyabiliyor muyuz?

 

Bize demokrasi halk hareketiyle değil, dünyanın şartlarından dolayı tepeden geldi. Öncülerinin pek çoğu da gençliklerini komitecilikle geçirmişlerdi. İnsan istese bile gömlek değiştirir gibi zihniyetini değiştiremeyeceğinden bu vasıfları devam etti; telakkilerinin sonraki nesillere intikali de demokrasimiz için ciddi talihsizlik oldu.

 

Demokrasinin bir şartı da, hür ve dürüst basındır. Doğru haberlerle milletin sağlıklı düşünmesine yardımcı olmalıdır. Yalan haberlerle kamuoyu etkilenir, cemiyet kargaşalığa sürüklenirse, demokrasi anarşiye dönüşür. Her anarşi demir yumruklu bir kurtarıcıya davetiye çıkarmaktadır. Bunun örneklerine son dönem tarihimizde çok sık tanık olduk. Ayrıca basınımız, hiçbir zaman samimi olmamış, devamlı çifte standart kullanarak milletin güvenini yitirmiştir. Mesela hürriyet havarisi kesilen basınımız, askerî darbeleri 'Selam sana generalim' sloganlarıyla karşılamışlardır.

 

Muhalefetteki partilerimiz rejimin sağlıklı yürümesinden genellikle kendilerini sorumlu saymazlar. Oy koparmak, iktidarı yıpratmak için tedavisi mümkün olmayan tahriklere başvururlar. Ülkemizin menfaatini korumakla da sadece iktidarın sorumlu olduğunu sanırlar. Halbuki sağlıklı bir demokratik rejimde muhalefetin de iktidar kadar kendisini sistemin eksiksiz yürümesinden sorumlu saymaları gerekir.

 

Demokrasi ile insan haklarını, hukukun üstünlüğünü bir görmek mümkün değildir. Bir ülkede vatandaşın oylarıyla yönetim değişmeyebilir; ama orada insana verilen değer hakim olan zihniyet ve dünya görüşünden dolayı bu insani kavramlar yürürlükte bulunabilirler. Demokrasi, bunlara kontrol mekanizması getirir; bir anlamda emniyet supabıdır. Bunlara riayet etmeyen yönetimi vatandaş hür iradesiyle, kansız bir şekilde yönetimden uzaklaştırır. Ama bu ulvi müesseseleri yok etmek için demokrasi bir buldozere de dönüştürülebilir; bu bir niyet ve zihniyet meselesidir.

 

 

20 Aralık 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

İman ve ümit şairi

 

Yılın bugünlerinde kaybettiğimiz, yattığı yerin nur olmasını dilediğimiz rahmetli Mehmet Akif milletimizin en karanlık döneminde yaşadı; o dağdağalı yıllardan yüz akıyla çıkmamız için onu Necit çöllerinde, Almanya'da, Kurtuluş Savaşı'na halkı hazırlamak gayretiyle cami kürsülerinde, Mehmedcikle omuz omuza cephede görüyoruz.

 

 

Gün geldi bugünkü sınırlarla çizilen vatana sahip olduk; alınan sonuçta emeği geçenlerin başında Mehmed Akif de vardı. Yeni kurulan Cumhuriyet'te kravat takıp takım elbiseyi kendisine yakıştırabilen herkes ikbal mevkileri bulurken, onun, çoluk çocuğunun geçimini temin etmek uğruna Mısır'da Türkçe dersleri vermek zorunda kalması bize ne kadar şahsiyetli olduğunu gösterir.

 

Belki ülkemizde Kur'an-ı Kerim'den sonra en yaygın kitap Akif'in 'Safahat'ıdır. Bu, onun milletimizin şairi olduğuna delalet eder. Bir sanatkârı halk iki sebepten dolayı benimser; biri anlaşılır lisanla yazması, diğeri ise milletinin dertlerini, özlemlerini dile getirmesidir. Etkisi ve sevilmesinde o sanatkârın hayatıyla eserinin uyumlu olması da rol oynar; yani inandığını yaşamalıdır. Lekesiz bir hayatı olan Mehmed Akif'in fikirlerinde gelişme görmek mümkündür; fakat sapma kesinlikle söz konusu değildir. Zaten bunun için onun en büyük şiirinin hayatı olduğu söylenmiştir.

 

Her büyük sanatkâr eserlerini bir kaynaktan devşirir. Shakespeare varlığını şüpheye borçludur, Mevlânâ, Yunus, Fuzuli'yi feryat ettiren İlahi aşktı, Sinan göklerin hasretini duyduğu için o engin kubbeleri yaptı, Nietzsche hayatın mihrakına gücü oturttu, Beethoven tabiata tahakküm etmenin yollarını aradı, Baudelaire kutsallara hücum etmenin hıncını duydu, Namık Kemal vatan hasretiyle yanıp tutuştu, Mehmed Akif milletinin kurtuluşunu Kur'an'da gördü; halkının ruhunu ve hayatını kutsal kitabımızla yoğurmanın azmiyle yaşadı.

 

İnsan başkasından çok şey öğrenir; fakat dehanın beşiği yalnızlıktır. Bu yalnızlığın en fecisi kalabalıkların arasında olanıdır. Duyduğu sözler onun için bir anlam ifade etmez; söyledikleri kimsenin umurunda değildir. Bir başka muzdarip Nurettin Topçu, Akif'in yalnızlığı hakkında bizleri sarsan şu cümleleri yazdı: "Akif'in inzivası halk içinde idi. O, cemaatin içinde çilesini doldurdu; sonra bu cemaatten ona ne kaldı? Her parçasını birine 'Dostum' veya 'Kardeşim' diyerek veyahut bütün samimiyetiyle isimlendirerek ithaf ettiği eserini, bu kardeşleriyle dostları didik didik ettiler. Kimi onun inkılabı anlamadığını, kimi dindarlığındaki hulûsü ölümünden sonra tenkid ve tariz vesilesi yaptı. Dostları bakımından en talihsiz insan bu adamdı, denebilir."

 

Bir insanın büyük olmasının en önemli nişanı inançlarına sarsılmaz bir şekilde bağlanmasıdır. Kuvvetlilerin tavırlarına göre hayatını düzenlemez; cemiyetin dalkavukluğunu kesinlikle yapmaz; devirlere, iktidarların durumlarına göre değişmez; ortama uymaz; ortamı kendine uydurmaya çalışır; uyduramazsa son nefesine kadar mücadele eder. Şu beyiti onun ne kadar yüce ahlaka sahip olduğunu göstermektedir: "Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem,/ Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem."

 

Büyük insan herkesin dizbağlarının çözüldüğü yerde dik durmasıyla kendisini belli eder. Diplomalılarımızın pek çoğunun mandacı olduğu, bir kısmının da güçlü fakat zalim olduklarını bildikleri milletlere yaranmak amacıyla söz söyledikleri bir dönemde onun vatanı ve milleti için haykırışları gök kubbede demir atıyordu: "Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz!/ Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz./ Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusu?/ Meğer ki harbe giden son nefer şehid olsun..."

 

Akif'in hayatını inceden inceye araştıran, onun bir beşeri gücün karşısında eğildiğini göremez. Ne pahasına olursa olsun, ister bir mevki uğruna, ister çoluk çocuğunun nafakası için, inandıklarından taviz verdiğini hiç kimse söyleyemez. Kendisinin ve milletinin onuruna ne kadar düşkün olduğuna ölümünden kısa bir süre önce yazdığı mektupta şahit oluyoruz. Batı'nın güçlü milletlerinin karşısında diplomalılarımızın ezilip büzülmelerinden duyduğu acıyı ne çarpıcı bir şekilde anlatıyor: "... Şu inziva aleminde muhitin, şuunun, zamanın, hadisatın, hülasa bütün kainatın sarih istiskalini (horlanmasını) gördükçe yaşamaktan adeta iğreniyor da, günden güne artan zaafımı, ihtiyarlığımı birer müjde-i halas telakki ediyorum."

 

Hasta ve ihtiyarlık günlerinde bunları söylüyor, ama sarsılmaz bir iman ve derin bir ümitle savurduğu çığlığı şimdilerde bile bizi ayakta tutuyor: "Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakk'ın,/ Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın."

 

 

27 Aralık 2010, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu mücadeleyi kazanmalıyız

 

Kütüphanede bir genç yanıma geldi ve sordu: "İkinci sınıf bir millet miyiz ki dünyaca meşhur insanlar yetiştiremiyoruz? Bunun ille de büyük âlim ya da büyük sanatkâr olması gerekmez; şarkıcılarımızın, sporcularımızın da esamisi okunmuyor."

 

 

Üzüntüsü yüzünden okunan gencin cemiyeti bir bütün olarak görmediği belli oluyordu. Her şeyimizle küçüldüğümüz bir dönemden geçerken ona akvaryumda balina yetişmeyeceğini anlatmak istedim.

 

16. yüzyıla baktığımızda her şeyimizle büyük olduğumuzu görürüz. Devlet başkanımız Kanuni, başbakanımız Sokullu'dur. Amiralimiz Barbaros, mimarımız Sinan, şairlerimiz Baki ile Fuzuli, âlimimiz Zembilli... Bugünkü devlet adamlarımızın gayreti takdire şayan; onlar bir yana sanatkârlarımız Bülent Ersoy ve Şener Şen, âlimimiz Süheyl Batum, sporcumuz Derya Büyükuncu, şairimiz de Yaşar Kemal, mimarımız sayın bilmem kim bey.

 

İçerisinde bulunduğumuz zamanı ele alırsak delikanlı haklıdır; fakat Hindistan'dan Viyana'ya kadar olan coğrafyada gözlerimizi dolaştırırsak, tarihin alacalığından bugüne dek insanlığı etkileyen belli başlı olayları hatırlarsak bize de bir haklılık payı çıkar. Dünya medeniyetine tesir eden eserler, toplanıp oluşmasında amil olan milletlerin adedine bölünse milletimizin payına diğer milletlerin birkaç misli düşer. Orta Asya bozkır medeniyeti, destanları, masalları, hikâyeleriyle ilim âleminin yeni yeni dikkatini çekiyor. Veriler incelendiğinde belki de ünlü Homeros karşımıza bir sahtekâr olarak çıkacak. Çünkü onun anlattıklarına benzer birçok şeyin ondan çok önce Orta Asya'da anlatılıp söylendiği ortaya çıkacak.

 

Tac Mahal'den Drina Köprüsü'ne kadar atalarımız nice eserler vücuda getirdi. Sultanahmet, Süleymaniye ve Selimiye insanlığın hayranlığına sebep olmakta... İmam-ı Azam'dan Hoca Ahmet Yesevi'ye, Farabi'den İbn-i Sina'ya sayısız alim yetiştirdik. Mevlânâ ve Yunus hem bir kalabalığı millet yapacak güçte sanatkâr hem de onlara yol gösterecek incelikte birer mütefekkirdir. Tarihimiz o kadar önemlidir ki bizlere pek de dost olmayan Montesqiue bile İran Mektupları'nda, "Türk milleti olmasaydı, tarih olmazdı." hükmüne varmak zorunda kalmıştır.

 

Sosyal konularda yapılan hatanın faturasını ödemek zordur. Dünyayı dolaşan, nerede ortamını bulursa orada meyvesini veren insanlığın yüksek medeniyeti Yunanistan'da sükut ettikten sonra, İslam dünyasının kucağında kendisine geldi. Müslüman âlimler bu medeniyeti gerektiği gibi inceleyip alınması gerekenleri aldılar. Fakat ne onların ne de devrin insanlarının zihninde Yunanlaşmak gibi abuk bir düşünce geçmedi. Bilahare bizdeki bilimleri Batılılar aldılar, fakat Türk-ü perestlik gibi cereyanlar gelişmesine rağmen hiçbir zaman Doğululaşmak ya da Müslümanlaşmak gibi bir resmî ideolojileri olmadı. Tuhaflığa bakın ki Batılılaşmak iki yüz yıldır bizim resmî rüyamız; bu rüyayı gerçekleştirmek için neler yapmadık? Nasıl da acımasız davrandık, nasıl da kendi insanımızı kırdık, nasıl da üç gün okula giden çocuklarımızı kendi medeniyetine düşman yaptık? Batılılara benzediğimiz ölçüde medeni, Batı'dan uzaklaştığımız takdirde vahşi olacağımız hikâyesini uydurduk. Taklidin sadece aslını yaşatacağını ve mukallidin ruhunu öldüreceğini nasıl da anlayamadık? Heyhaat! Bu tehlikeyi görüp anlatanlara hayat hakkı tanımadık.

 

Gün geldi, ülkemizin kimi münevverleri kendilerine, "Ben kimim, bu hal de neyin nesidir?" diye sormaya başladılar. Palyaçoların dünyasından kaçarken kendi medeniyetleriyle karşılaştılar, oradaki inceliklerin farkına vardılar; oradaki insaniliği yeniden keşfettiler. Görüp öğrendiklerini gelecek nesillere aktarmak için gayret ettiler. Bu uğurda mağduriyetleri, mahkumiyetleri göze aldılar. Hiçbir şey yapamadılarsa ruh mayaladılar. Onların mayaladığı göller bugün yoğurt olmaya başladı.

 

Milletimiz kendi ruhunu anlayanlara, kendi duygularını paylaşanlara destek olmaya başladı. Bugün üniversitede, basında, bürokraside zorlu bir mücadele devam ediyor. Süreç böyle devam eder ve milli aydınlarımız dünyamıza ağırlıklarını koymayı başarabilirse insanlığa yeni boyutlar, yeni bir üslup ve zenginlik getiririz. Yeni Mevlânâ'lar, Yunus'lar yetiştiririz. [email protected]

 

 

03 Ocak 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Akademik Araştırmalar Dergisi

 

Yazılı basının iki ana unsuru vardır; biri günlük gazete, diğeri dergidir.

Günlük gazete daha çok haberleri halka yansıtır. Batılı ülkelerde kamuoyunun bilinçlenmesi ciddiye alındığı için aktüel haberler uzmanlar tarafından yorumlanır. Mesela Frankfurter Algemeine Zeitung'da Prof. Dr. Hildegard Stausberg sadece Arjantin hakkında makale yazar; çünkü bütün akademik araştırmaları Arjantin'le ilgilidir. Kaleme aldığı değerlendirme gerçekten okuyanı doyurur. Aynı gazetede Dr. Lech'in Türkiye-İran hakkında makalelerini okumak mümkündür. Bizde ise bir köşe yazarı bugün futboldan, yarın ekonomiden söz eder. Yazdıklarının da ne kadar etkili olduğunu görüyoruz.

 

Bizim gibi ülkeler adeta dergi mezarlığıdır; zira dergi ilim, fikir ve sanata oturur. Batılı ülkelerde ilmi bir konferans dinlemek için bin kilometre yol katederek giriş ücreti ödeyenlere çok sık rastlanır. Bu Batılı ülkelerin düşünce seviyesini gösterdiği gibi dergi okuyucularına sahip olduklarına da işaret eder. Aksi takdirde "Der Spiegel" dergisinin milyonların üzerindeki tirajı izah edilebilir mi? Bizde ise en seviyeli bir konferansa bir avuç insan iştirak eder; dolayısıyla dergi okuyucumuz pek yoktur. Ancak bazı idealist insanlar imkânlarını riske ederek birkaç sayı süren dergi çıkarırlar. Gençliğimizde elimizden düşürmediğimiz rahmetli Necip Fazıl'ın çıkardığı "Büyük Doğu" zaman zaman kuyruklu yıldız gibi görünüp kaybolurdu. Ardından büyük gürültüler bırakarak maziye intikal eden merhum Osman Yüksel'in "Serdengeçti" dergisi yıllarca çıkmasına rağmen ancak otuzüç sayısı vitrinlerde yer alabildi. Başında Dr. Ali Bayram'ın bulunduğu "Akademik Araştırmalar Dergisi"nin ise 47-48. sayıları elimizde bulunuyor. On iki yıldan beri kesintisiz yayın hayatını sürdüren bu hacimli dergi Dr. Ali Bayram'ın organize ettiği ciddi bilim adamları tarafından hazırlanmaktadır. Elbette bir Batılı ülkede böyle bir dergiyi gün ışığına çıkarmak için idarehanesinde pek çok insan emeklerini birleştirirler. "Akademik Araştırmalar Dergisi"ni inceleyince, emeği geçen akademisyenleri bir kenara bırakırsak, Dr. Ali Bayram, yazı işleri müdürü Abdullah Uysal, abone ve halkla ilişkiler yetkilisi Abdullah Esin'in bu güzelim hakemli dergiyi bizlere sunduklarını görürüz. Herhalde bu da bize has bir olağanüstülüktür.

 

Bilim şüpheden doğduğuna göre, bilim adamlarının şüpheci olmaları gayet doğaldır. Zihinleri belli noktalara odaklanmıştır; onların dışındakileri pek görmezler, ilgilenmezler; adeta koza gibi ördükleri dünyada yaşarlar. Kamuoyundaki pozisyonlar, mevkiler onları hiç ilgilendirmez; rüyalarında bile zihinlerindekilerle meşguldürler. Aynı zamanda son derece müşkülpesenttirler; emeklerinin değerlendirilmesinden bir türlü tatmin olmazlar. Bu tip insanlara Almanlar "Welt fremd" yani "Dünya yabancısı" derler. Söz konusu karakter yapısına sahip insanların bir araya gelmeleri, müşterek gayretle bir ürünü halka arzetmeleri hemen hemen imkânsızdır. Yıllardan beri Ali Bayram'ın bu imkânsızlığı başarması her türlü takdirin üstündedir.

 

Avrupa'da her yıl kültür başkenti seçilir. Kanaatimizce bu seçim o şehrin, hatta o ülkenin turizmine katkı amacını gütmektedir. İstanbul'un ise gerek kültür, gerekse coğrafya bakımından farklı bir konumu vardır. Kültürü çok eskilere dayanan İstanbul, kadim Roma'nın önemli merkezlerinden biriydi. Bizans ve Osmanlı'ya uzun yıllar başkentlik yapması da adeta kültür kümelenmesine sebep olmuştur. Kazmayı vuran mutlaka tarihin bir boyutu ile karşılaşır.

 

Gençliğimizde şıkça uğradığımız Marmara Kahvesi'nde İstanbul'la ilgili sohbetler yapılırdı. İzzeddin Şadan, Bizans'ın başkenti olarak tamamının "Konstantinopolis" olduğunu, "İstanbul" kelimesiyle de Sarayburnu'ndan Edirnekapı'ya kadar olan bölümün kastedildiğini ifade ederdi. İstanbul'a ilk Müslümanlar fetihle girmemişlerdir. Daha önce yerleşenler vardı. Herhalde uzaktan bakan Müslümanların o şehrin kendilerine ait olduğunu ifade etmek için "orada çok Müslüman var" anlamında "İslambol" dedikleri rivayet edilmektedir. Cumhuriyetimizle bu bölgesel ad bütün şehre mal edildi.

 

"Akademik Araştırmalar Dergisi" her aydının sahip olması gereken bilgi ve kültür hazinesidir. Kütüphanemizi zenginleştirecek bu eser "Tarihte ve Günümüzde Medeniyet Şehri İstanbul" resimleri ihtiva eden bir cilt ile de güçlendirilmiştir.

 

10 Ocak 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yemen

 

Kalabalık bir heyetle Yemen'i ziyaret eden Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül'ü San'a halkının içten sevgi gösterileriyle karşılamasını milletçe gururla ekranlardan izledik.

 

 

Yemen, kültürü çok eskilere dayanan bir ülkedir. İmamların adeta başkent olarak kullandıkları stratejik bir harika olan Şerare'deki yaklaşık bin metrelik bir uçuruma yapılmış olan taş köprü, günümüzde bile medeniyet tarihçileri için soru işaretidir. Her bakımdan cazip olan Yemen, Etiyopya'nın işgaline uğrar. Etiyopya ordusunun kumandanı, Afrika'dan, Yemen'den, çeşitli bölgelerden insanların Kâbe'yi ziyaret ettiğini fark ederek, San'a'da Kâbe'ye benzer bir mabet yaptırır; buna rağmen ziyaretlerin adresi değişmeyince, Kâbe'yi yıkarak insanların sadece kendi yaptırdığı mabedi ziyaret etmesini sağlamak için kalabalık ordusuyla Mekke'ye hücum eder. Mekke'ye yaklaştığı sırada, kaybettiği develerini aramaya çıkmış olan Peygamber Efendimiz'in dedesi Abdülmuttalip ile karşılaşır. Abdülmuttalip'in, develerini görüp görmediğini sorduğu Habeş komutanı şu cevabı verir: "Ben sizin Kâbe'nizi yıkmaya geliyorum; sen hâlâ develerini arıyorsun." Abdülmuttalip'in verdiği karşılık son derece düşündürücüdür: "Kâbe'nin sahibi var. O, orayı korur; ben develerimi bulmak zorundayım." Ertesi gün Etiyopyalıların Kâbe'ye yaptıkları hücum, ebabil kuşlarının devreye girmesiyle bozguna dönerek geri çekilmeleriyle neticelenmiştir.

 

Bizim Yemen'le ilgimiz, 1517 yılında Mısır'ın Osmanlı Devleti tarafından alınmasıyla başlar. O sıralarda Mısır'la birlikte Yemen de Memlüklerin hakimiyetindeydi. Osmanlı Devleti, üst düzey yetkililerinden bir grubu Yemen'e gönderip tespit edilen hususlara dair, dağlık bölgelerde Şia'nın Zeydiye mezhebi, Tehame denen çöl bölgelerinde ise Şafii ve Hanefi mezheplerine mensup insanların yaşadıkları gerçeğinden hareketle, her bölgede yaşayan insanların inançlarına göre bir düzen kurup çekildiler.

 

Aradan bir süre geçtikten sonra, İran'la Portekiz anlaşarak Yemen'in güneyindeki Babü'l-Mendep Boğazı'nı işgal ederler ve işgali Kuzey Deniz boyunca kuzeye doğru yaygınlaştırırlar. Kâbe'yi ziyaret etmek isteyen Müslümanlardan adeta haraç almaya başlayan bu iki devletin zulmünden kurtulmak isteyen Müslümanların feryadı Osmanlı'ya kadar ulaşır. Orta Asya bozkırlarında tarihin olaylar teknesinde yoğrularak oluşan gövdesiyle bütünleşen Mekke ve Medine'den gelen ruhu, haşmetli Osmanlı'nın Yemen'den yükselen feryada bigane kalmasına izin vermezdi. Özdemir Paşa kumandasında, Süveyş kasabasında bir donanma inşa eden Osmanlı ordusu, harekete geçerek İran ve Portekiz işgalini sona erdirdi. Bugünkü Etiyopya ve Yemen'de Özdemir Paşa ve oğlu Osman Paşa, adil bir nizam kurup çekildiler. Bugün bile iki Etiyopyalı alışverişlerinde sözlerinden dönmeyeceklerini ifade etmek için Kanuni Sultan Süleyman'ı telmihen "Akt-i Süleymani" derler.

 

1848 yılında İngilizler Hindistan'a gidip gelen gemilerine ikmal yapmak için Aden hükümdarlığından bir yer kiralarlar. Bir gece kirayla ilgili bir ihtilaf bahanesiyle kalabalık bir orduyla Aden'i işgal ederler. Bunun üzerine Osmanlı buraya müdahale etmek mecburiyetinde kalır. Kapitülasyonların yürürlükte olduğu o dönemde Batılı ülkeler ve Ruslar hemen hemen bütün şehirlerde konsolosluklar açar ve muhtemel yeraltı kaynaklarını ellerine geçirmek için akıl almaz ölçülerde faaliyetlerde bulunurlar. Aleyhteki bütün propagandalara rağmen halkın çoğunluğu Osmanlı'nın yanında yer alır. Yemen'deki bu amansız mücadele her aklıma geldiğinde Üsküplü Osman'ı, Hakkârili Mehmed'i, Sudanlı zenci Musa'yı Fatihalarla anıyorum.

 

Yemenlinin iki sıkıntısı var; biri cahillik, diğeri ise fakirlik. Yüze fosfor sürmek, ateş yutmak gibi cambazlıklarla emperyalistler halkı kandırmaya çalışırlar. Osmanlı'yı çok uğraştıran Yemen İmamı ise 1910'da yapılan anlaşmayla Osmanlı'ya sonuna kadar sadık kalmıştır. Hatta Mondros Mütarekesi haberi gelince İmam şöyle demiştir: "Bu yalandır; devletimiz galiptir. Mağlup da olsa ekmeğimizi paylaşır yaşarız; korkmayın."

 

401 yıl Yemen'de kaldık; Mondros Mütarekesi gereğince oradaki askerlerimiz Hudeyde'ye gidip teslim olacaklardı. Atının üzerinde yol alan kolordu kumandanımız Tevfik Paşa'yı, kolunu, bacağını kaybetmiş gazilerimiz, aileler ve ordumuz takip eder. San'a'nın kalbi olan Şerare meydanına gelince gözyaşları içinde onları uğurlayan halkın arasından Recep Ali'nin sesi yükselir:

 

- Allah yansuru Âl-i Osman!

 

Bütün San'a halkı kendisine eşlik ederek gazi kolordumuzu "Allah yansuru Âl-i Osman" nidalarıyla uğurlarlar. Burası manidardır ki birçok Arap memleketlerinde bu slogan artık sonuna bugünkü devlet yöneticilerimizin adları eklenerek kullanılıyor. [email protected]

 

 

17 Ocak 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Var olmanın sırrı

 

Bizde sosyal konularda anabilim dalı hukuktur, Batı'da felsefedir.

 

 

Elbette bu bir rastlantı değildir, bizim değerlerimizin temelini adalet oluşturur; çünkü kul hakkı ateşten bir parçadır. Kılı kırk yararak üzerinde durulmuş, tevzii de vicdanı teşekkül etmiş erbabına bırakılmıştır. Hükümet ve meclisin hakkın tayin ve tevziinde yetkisi yoktur; onlar sadece amme intizamını düzenlerler. Öyle zannediyorum ki, sistemimizin sağlamlığı, kuvvetlerin gerçekten birbirlerini dengelemeleri pek yakında Batılıların da dikkatini çekecektir. Zira her geçen gün o sisli ülkelerde hem gayrimemnunlar çoğalmakta, hem de hakkı düzenleyen özel hukukun ciddi bir uzmanlık gerektirdiği anlaşılmaktadır. Onlar sistemimizi uygularlarsa bizde de gündeme gelir.

 

Felsefenin temeli ise şüphedir. Batı, inancından genellikle memnun olmamış, devamlı kendisi ve çevresiyle mücadele halinde bulunmuştu. Bu da felsefî sistemlerin doğmalarına sebep olmuştur. Felsefe ilimlere ufuk açmakla beraber, filozoflar hayatın özüne dair vazgeçilmez kıratta hiçbir şey söylememişlerdir. Hayat canlı bir organizma gibidir; izmlerin kasvetli bodrumlarına sığdırılamaz; her an kendini yeniler; başka ufuklara boy atar. Filozoflar sadece birbirlerinin yanlışlarını yakalayarak kütüphanelerin raflarını doldurmuşlardır. Fakülte koridorlarındaki ihtiyar bunakla genç züppeye de tartışma malzemesi üretmişlerdir.

 

Batı toplumları sınıflıdır. Sınıfların oluşmasında güç önemli faktördür. Bunun için güç Batı toplumlarında belirleyici unsurdur. Mesela düello bu konuda dikkat çekici bir örnektir. Yüzyılımızın başlarına kadar haklının ortaya çıkarılması, yahut hakların iadesi için güçlülük mücadelesi yapılırdı. Düelloda kazanan, prensip olarak haklı sayılırdı. İslam toplumlarında ise hak sahibi, adalet anlayışından dolayı güçlüdür. Bu gerçeği Hz. Ebubekir'in şu sözü veciz bir şekilde ifade etmektedir: "Ey nas! En zayıfınız, hakkını alıncaya kadar nezdimde en güçlüdür."

 

Milletlerarası ilişkilerde Batılıların gücü daha da hoyratlaşır; hiçbir sınır tanımaz. Hedeflerine ulaşmak için kutsal saydıkları her mefhumu göz kırpmadan çiğnerler. Papa'nın "Müslümanlara karşı İncil'e edilen yeminin önemi yok" deyip Haçlı seferlerine önayak olduğunu tarihten bilmiyor muyuz? Devletler hukukuna, insan haklarına işlerine geldikleri yerlerde riayet ederler; hatta bunları iç işlerine müdahale etmek istediklerine karşı silah olarak kullanırlar.

 

Birkaç sebepten dolayı biz hâlâ Batı'nın boy hedefiyiz. Son çağlar, Batı ile mücadelemizin tarihidir; Batılılar ise tarihle iç içe yaşarlar; aramızda geçen dramatik olaylar zihinlerinde tazedir. Ayrıca İslam ülkeleri arasında sosyal yapımız, devlet tecrübemiz, stratejik önemi olan küçümsenmez toprağımız ile bir yerlere gelebilme ihtimalimiz var. Biz ne kadar, "Sizinle aynı medeniyeti paylaşıyoruz; tarihî iddialarımız yok" desek de ancak kendimizi inandırırız. Bir yabancı devlet adamının ziyareti sırasında protokol gereği söylediği medeniyetimizi övücü sözleri bizleri kandırmamalıdır. Bizden nasıl bir parça koparacaklarına dair devamlı hesaplar yapmaktadırlar. Ve bu gaye ile araştırma merkezleri, enstitüler kurmakta, bütün çifte standartları da mubah saymaktadırlar. Her ne kadar zaman zaman Batılılardan "Artık kutsal vatan yok, kutsal insan var; bu insanın dini, milliyetinin farklı olması ona bakışımızı değiştirmez" gibi kulağa hoş gelen sözler işitsek de, bunların siyasî manevralardan ibaret olduğunu unutmamalıyız.

 

Bu toprağın çocukları, Batılıların ağızlarından düşürmedikleri bütün insanî sloganların, kurbanını arayan satırlardan farksız olduğunu unutmamalıdırlar. Menfaat temin etmek, siyasî hedeflerine varmak için, boğazlamak ve boğazlatmak onlara göre meşrudur. Varlığımızın yegâne teminatı kuvvettir. Bunun da biricik yolu "düşmanınızın silahlarına sahip olmak"tır. Gerisi laf ü güzaftır. [email protected]

 

 

24 Ocak 2011, Pazartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...