Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
nefrazde

Mehmet Zahit Kotku (rh. A)

Recommended Posts

Arkadaşlar Mahmut Esat Coşan başlığı gibi Mehmet Zahit Kotku hocamızdan da birşeyler paylaşabiliriz diye düşündüm. Gözüme Esat hocanınki gibi bir konu başlığı ilişmediği için yeni konu açıyorum, ama eğer çoktan açılmışsa kusura bakmayın, yönetici arkadaşlar konuları birleştirebilirler. Siftahımızı yapıyorum.

Share this post


Link to post
Share on other sites

...Şimdi evlerimizde resim, âdetâ mubah denilecek bir sekilde dopdolu... Sağına bakıyorsun, soluna bakıyorsun, önüne bakıyorsun, arkasına bakıyorsun...

Dün sey yazarken, halılar üzerinde bazı yapma resimler var halılarda... Geyikler var meselâ, duvara filân asıyorlar. E onun üzerinde namaz câiz değil...

Üzerinde kılmak câiz olmadığı gibi, kıblenize konmus bir geyikli süs halısı varsa, onun karsısında da namaz câiz değil...

Onlar öyle olduğu gibi evimizde, cebimizde, her tarafımızda bir sürü resimler... O ufak resimler zarar etmez. Bir resim ki, hayatı mümkün değildir; yarım bir resim... Bu yarım resim zarar etmez derler. Ki, bizim vesikalık fotoğraflarımızda olduğu gibi...

Bütün resim olursa, hayat onda mevcut olduğu için, onlar câiz değildir. Bir de ufak resimler vardır ki, meselâ Kâbe'den alınmıs, bir sürü insan var, tavaf ediyorlar... Ama ufacık, tefecik... Ne olduğu belli değil... Onlar da zarar etmez derler.

Asıl zarar eden resim, gözüken ve belli olan resimlerdir. Onlar meleklerin gelmesine mânî oluyorlar

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

(Efendimizden bahsediyor) "Tavşan geliyor... Kedi geçti... Kuş öttü..." Bunlardan hiç uğursuzluk düşünmezlerdi. İtibar etmezlerdi bunlara...

 

Lâkin tefe'ül* ederlerdi. Meselâ birisi geldi, adı Celîl... Güzel bir isim... Karşılaştık bununla, iyi şeyler olacak... Hasen isminde birisi geldi. Güzelliklerin geleceğine işâret... Tefe'ül ederlermiş bunlarla...

 

*tefe'ül: hayra yormak

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Günahlardan kurtulmadıkça da, insanlık mertebelerine ulaşmak mümkün değil.İnsanlık çok büyük bir mertebe... Çok büyük bir devlet... O okumakla elde edilmiyor.Zenginlikle hiç elde edilmiyor.Kuvvetle hiç elde edilmiyor. O yalnız Allaha gönül verip, Allah'a teslim olmaktan ibaret... Onun yeganesi tasavvuf denilen ilmi çalışmak, öğrenmek... Ondan sonra erbabı olan bir zata hizmet neticesinde ancak elde edilebiliyor. Erbabı bugün, çok mu çok nadir.. Nadir değil de ender... Bu yolun yolcuları pek çok... Fakat hiç birisi de ehli değildir.Ehil olmayan insanlara nakıs derler. Nakıs olan insanlara hizmet, emeklerin zayi olmasına sebeptir.Emekler zayi olur... Bu insan da, nakıs ile kamili farkedecek değil... O kadar zayıf. Hak ile batılı ayıramadığı gibi, nakıstan kamili ayıracak değil. Bazen nakısı göklere uçurur. Bazen de kamili yerlerin dibine batırır. Bu kadar da zafiyeti vardır.Allah kusurlarımızı affetsin.

 

Mehmet Zahid KOTKU (K.S) "Özel Sohbetler kitabından sahife:300"

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

''Efendimiz'in bir duasından kısacık bahsedeceğim. Cenâb-ı Peygamber'in bir duası var:

(Allàhümme tahhir kalbî) "Yâ Rab, benim gönlümü temiz et..."

Mâlûm, insan iki şeyden ibarettir: Bir madde kısmı, et-deri-beden kısmı; bir de bu bedenin sahibi olan ruh kısmı. Gönül diyoruz, kalb diyoruz, ruh diyoruz; hepsi bir...

Şimdi bedenimiz pis olursa hepimiz ürkeriz.

"--Sokulma yanıma yahu, bak pissin!" deriz.

Pisliğin de çeşitleri vardır; insan pisliği, hayvan pisliği, kuş pisliği, sokaklardaki çamur pisliği, içki pisliği, şu pislik, bu pislik... Bunların hepsi pisliktir. Ama bu pislikler o kadar zararlı değil.. En nihayet hamama gideriz, yıkanırız. Bir de esvap değiştiririz, tertemiz oluruz. Bir de kokulandık mıydı, hiç bir zararı olmaz. Oldu bitti... Fakat gönlün pisliğini ne sular temizler, ne denizler temizler. Hiçbir şey temizlemez!.. Onun temizliği elimizde...

 

Onun pislenmesine iki şey sebeptir: Birisi göz, birisi de kulak. Dil de ona tâbîdir. Dilden kötü sözler çıkıyorsa, gönül pislenir. Gözden kötü şeyler görüyorsa, gönül pislenir. Kulak da kötü şeyleri dinliyorsa, o da gönlü pisletir. Dış pisliği ne kadar iğrençse, iç pisliği ondan daha fazladır.

 

Bu pisliklerin toptan adına günahlar deriz. Günahlar, mânevî pisliklerdir. Maddî pislikler olduğu gibi mânevî pislikler de vardır.

En büyük pislik, namazsızlıktır. Namaz kılmayan insanın gönlü o kadar pistir ki, dışarıda pislik kuyusuna düşmüş adamın pisliği onun yanında hiç kalır. Çünkü o yıkanır, kolaycacık temizlenir. Fakat bu namaz kılmayan insanın gönlündeki pisliği temizlemek, o kadar müşkildir ki... İşte o da bu ayda tevbe eder, ıslah-ı nefs eder; bir daha Allah'ın emirlerine karşı gelmemeye, emirlerini tutup yasaklarından da kendini korumaya azmeder, "Aman yâ Rabbi, sen de beni koru!" diyerekten Cenâb-ı Hakk'a yalvarırsa, o zaman gönlünü temizleyebilir. Yoksa dünya kadar parası olsa da dağıtsa, kıymeti yok! Çünkü, gönlü pis... Gönlü pis olan insanın dağıttığı paraların da hayrı olmaz.

En korkuncu namazsızlıktır kardeşim! Namaza o kadar ehemmiyet ver ki, canın gibi... Canın nasıl kıymetliyse namaz da o kadar kıymetlidir. Eğer bunu yapamazsan, münafıklıktan kendini kurtaramazsın.Onun için, Allah hepimizi affetsin...''

 

Mehmet Zahit Kotku(KS) sohbetleri..

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

ZİKRİN TERKİNDEN SAKINMANIN LÜZUM VE EHEMMİYETİ

 

Cenâb-ı Vâcibül-Vücûd Hazretleri, bir taraftan kuluna çok zikir yapmasını emrederken, diğer taraftan az zikretmenin zararını ve münâfıklık alâmeti olduğunu bildirip, gàfillerden olmamayı teşvîk ederek, münafıkları zemmile, az zikredenlerin onlar olduğunu beyan eder. (Ahzâb: 36, 37; Nisâ: 142)

 

Efendimiz SAS Hazretleri de:

 

"--Hiçbir kavim yoktur ki, bulundukları meclisten Allah-u Teàlâ'nın zikrini yapmadan kalkarlarsa, muhakkak bir merkep cîfesi etrafında toplanıp dağılan insanlar gibi dağılmış olurlar ve o meclis, kıyamet gününde onlar için bir zikir meclisi değil, bir hüsran mahalli olacaktır." buyurmuştur. (Ebû Dâvud, Hàkim)

 

Ebû Hüreyre RA'ın şu rivâyeti de şâyân-ı dikkattir:

 

"--Bir cemaat bir mecliste oturur da, orada zikrullah olmazsa veyâ Rasûlüllah Efendimiz'e salavât-ı şerîfe getirilmezse, o meclis, oturanlar için ancak noksanlık, hüsran ve nedâmet olur." buyrulmuştur.

 

Hattâ ehl-i cennetin bile tehassüsleri, gussaları, nedâmet ve pişmanlıklarından biri de, dünyada iken zikirsiz geçirdikleri saatler ve zamanlar için olacaktır. Buna binâen, Sehl Hazretleri der ki:

 

"--Bu kadar nîmetleri veren Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin zikrini terk etmekten daha kötü, kabih, fena bir ma'siyet bilmiyorum ve tasavvur da edemem." Dillere zikrullahın zor ve ağır gelmesinin, münâfık alâmeti olduğunu bildirerek, "Derhal tevbe et, tazarru ve niyâz eyle ki, Allah-u Teàlâ zikrini sana kolay ve hafif eylesin ve sana tevfîk ve hidâyet eylesin!" buyurmuştur.

 

Onun için àkil kimseye lâyık olan, Hakk'ın zikriyle kalbini uyandırmak ve mü'minlerin sıfatıyla sıfatlanmak va Hakk'ın zemmettiği münafıklardan ayrılıp, medh ü senâ buyurduğu mü'minlerden olmağa sa'y ve gayret göstermesidir. Saadet ve selâmet ancak bundadır. Çünkü Hak Sübhânehû ve Teàlâ'nın zikriyle zâkir olan kul, öyle bir feyz-i ilâhîye ve lütf u ihsâna mazhar olur ki, onu tarife imkânımız yoktur. Hele bütün âzâ ve zerrelerin zikrullahdan lezzet almağa başladığı vakitler yok mu, artık insanın gözüne hiç bir şey görünmez, vesselâm.

 

Cenâb-ı Hak hemen cümlemizi, Hakk'ı candan ve ihlâsla zikreden, àşıkîn ve müflihîn zümresine ilhak buyursun, âmîn....

 

 

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

GÜCDEVANİ HAZRETLERİ' NİN NASİHATLAR

 

Mehmed Zahid Kotku Rh.A

27 Haziran 1980 - İskenderpaşa Camii

 

İskenderpaşa Camii Minaresi kendisine de telkin eden Hızır Aleyhisselâm… Kendisini havuza sokmuş, suyun içine batırmış. “Şimdi, Allah de bakayım!” demiş. Suyun içinde, tabiatıyla ses çıkmaz. Ses çıkmayınca içinden diyecek tabiatıyla… “Ha, işte bunu dışarda da böyle yap!” demiş. Bu şekilde zikir, beş şeyh arkasından Nakşıbend Muhemmed Bahaeddin Hazretleri’ne nasib olmuş. O da, bu nasibi talim etmiş bizlere… Bugüne kadar da elhamdü lillâh cârî olmaktadır.

 

Biz bugün çok aldanmış durumdayız. Gaflet içindeyiz. Derviş olmayı isteyen çok… Her tarafta bunları talim eden de çok… Fakat gàyeden hep uzak!.. Gaye, Allah demek ise de, o gayenin kökü Allah-u Teàlâ’nın huzurundan ayrılmamaktır. Vukùf-u zamânî ki, zaman an demektir. Dakika değil saniye değil, an… Bir an içerisinde, insan çeşitli kılıklara girebiliyor. Binâen aleyh, o anın nasıl geçtiğine bak!.. Hayırla mı geçti, şerle mi geçti?.. Hayırla geçtiyse, şükret Allah’a. Eğer gafletle ve hayırsız bir şekilde geçtiyse, onlara da nedamet ve pişmanlıklarla tövbe ve istiğfar eyle!..

 

Her an için, Allah-u Teàlâ’nın huzurunda olduğunu bil!.. Çünkü o diyor ki: “Ben seninleyim, ben sizinle beraberim! Nerede olursanız olun, ben sizinle beraberim!”

 

“–İmanın en efdali, en güzeli, Allah’ın seninle olduğunu bilmendir.”

 

Onun için müslümana lâzım olan, uyanık olması ve her anını değerlendirmesi… “Benim bu anım nasıl oluyor da boşa gidiyor? Niçin Allah’a yarar bir iş yapamadım? Niçin Allah’ın kullarına yarar bir iş yapamadım?..” diyerekten üzülmesi lâzım!..

 

Dün bir yerdeydim, çok üzüldüm. O gittiğim evin önüne evler yapılmakta, kooperatif evleri…

 

“–Kaç para bunlar?” dedim.

 

“–Bir tanesine 25 milyon…” dediler.

 

Dedim:

 

“–Topu mu?..”

 

“–Yok, yok; bir katı!” dediler. “Gittik sorduk, alımkâr olduk. Bir katının 25 milyon lira olduğunu ve bunların da kâmilen satıldığını, yalnız bir daire kaldığını söylediler.” dediler.

 

Şaşırdım kaldım. Allah affetsin… Demek bizde milyonlar çok… Milyonların da kıymeti yok.. Lâzım olan insanın anını bilip, Allah’ın huzurunda olduğunu bilip, Allah’a yarar iş yapabilmek… Allah’ın sevdiği ve razı olduğu bir kul olabilmek… Yoksa hepimiz geldik, hepimiz gideceğiz. Buna kimsenin şüphesi yok… Geldik; nasıl geldiysek öylece gideceğiz. Bu gün mü, yarın mı; o da belli değil. İnsanın daima hazırlık içerisinde olması lazım!..

Onun için bu, Abdülhàlik-ı Gücdevanî Hazretleri’nin hepimize olan nasihatlarından bir tanesi… Onu kitap arasında arayıp bulmak zor. İnşâallah bir kağıt içerisine yazalım da, biraz da izah yapalım; hepimiz o kağıttan istifade edelim!..

 

Bazıları işimize gelmez bugün bizim. Çünkü, refah ve saadetin meftunuyuz. Yaşayalım, nasıl yaşarsak öyle yaşalım… Bu yaşayışımıza keder gelirse, o bizim için büyük bir zarar. Halbuki, büyüklerimiz de bunun aksini istiyorlar bizden. Refah yok… Peygamber SAS, ömründe rahat görmemiş. Binâen aleyh diyor ki, hepimize hitâben:

 

“–Fakat tahsil-i ilmin yanında edebi de öğren!” diyor.

 

“–Takvâyı öğren evlâdım!” diyor.

 

Bu üç şeyi söyledikten sonra da diyor ki:

 

“–Bununla beraber ilm-i hadis ve ilm-i tefsiri de çok oku! Tetebbû eyle onları!.. Kendini onlara uydurmağa çalış!”

 

NASİHATLERİ (2)

 

Bu risâle şeyhler şeyhi, pirler sultanı, veliler kutbu, ulu makamlar, yüksek kerametler, gayb aleminden gelen vâridat ve kudsî keşifler sahibi, Hàce Abdülhàlik-ı Gucdüvânî (Kaddesallàhu rûhahül-azîz) tarafından, özlü sözler halinde, tarikat mensublarından bir müride emir buyrulmuş nasihatlerini ihtivâ eder. Bahis konusu müridin, Hàce Evliyâ-i Kelân olduğu nakledilir.

 

Kim bu ince vasıflarla sıfatlanırsa, ma’rifet çeşmesinden bir damla onun canı dimağına akar ve ebediyyete kadar mest-i ilâhî olur. Müridlerin uyanıklarının hepsi bu cinsten bir mestliğe dalmışlardır. Yâ Rab, pâk kullarının canlarına açtığın o esrârdan, bir koklam da biz bîçârelerin canına nasîb eyle!..

 

Hazreti Şeyh KS, her tarikat mensûbuna önce takvâyı emretmiştir. Çünkü, tarikate sülûk edenlerin ilk makamı takvâdır. Buyurdular ki:

 

1. Ey oğulcağızım! Sana vasiyet ederim ki, takvâyı kendine şiar edinesin! İbadet cinsinden vazifelerine sımsıkı sarılasın! Ahvâlini kontrol edesin! Dâimâ, hatâlardan korku halinde olasın!

 

2. Allah’ın (CC) hukukunu ve Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri’ne olan borcunu ödeyesin! Anne-babanın, bütün şeyhlerinin hukukunu gözetesin ki, Hak Teàlâ da seni hıfz eyleye…

 

3. Senin üzerine bir vecibe olsun ki, Kur’an-ı Kerim okumayı aslâ bırakmayasın! İster zàhiri, ister bâtını olsun, hep Kur’an’da gözet ve oku! Gizli veya âşikâr, Kur’an’ı ibret ve tefekkürle kan ve gözyaşlarıyla oku! Her bir hâlini Kur’an’a döndür ve benzet! Zîrâ halk içinde Cenâb-ı Hakk’ın hucceti Kur’an’dır.

 

4. İlim öğrenmekten bir adım uzak kalma! Fıkıh ve hadis ilmini öğren! Câhil sofulardan uzak ol ki onlar, din yolunun hırsızları ve müslümanlığın yol kesicileridir.

 

5. Üzerine borç olsun ki, sünnet-i şerifeye sımsıkı sarılasın ve selef-i sàlihînin imamlarının yoluna gidesin! Çünkü, dinde yeni çıkan her şey sapıklıktır.

 

6. Gençlerle, kadınlarla, ehl-i bid’atle, zenginlerle sohbet etme! Çünkü senin dinini alıp götürürler.

 

7. Dünyalıktan iki somuna razı ol ve helâl ye ki, bütün hayırların anahtarı budur. Haramdan uzak ol!

 

8. İnsanlardan kaç ve fukara ile sohbet eyle! Kendi tenha mahallinde otur ki, seni ateş yakmasın.

 

9. Helâl giyin ki, ibadetlerin tadına erebilesin!

 

10. Allah’ın celâlinden daima kork ve unutma ki, bir gün hesab mahallinde ayakta durdurulacaksın.

 

11. Gece ve gündüz çok namaz kıl ve cemaati terk etme; amma, imam veya müezzin olma!

 

12. Kıballere, kitap sayfalarına adını yazma! Mahkemelerde zaruret olmadan bulunma! Sultan ile sohbet etme! Büyüklerin nasihatlarından dışarı çıkma! Arslandan kaçar gibi insanlardan kaç!

 

13. Üzerine borç olsun ki, az şöhretli olasın! Dindarlığın herkesin diline düşmesin. Yine üzerine borç olsun da seyahat et ki, nefsin hor olsun.

 

14. Şeyhlerin gönüllerini gözle ve dikkat eyle! Hânegâh inşa eyleme, hânegâhda oturma!

 

15. Birinin medhiyle mağrur veya kötülemesiyle gamlı olma. Halkın medhi de, zemmi de, nazarında aynı olmalıdır. Halkla iyi huyla geçim eyle.

 

16. Üzerine borç olsun, edebli ol. Bütün halka, onların küçük veya büyüğüne merhamet eyle. Yine üzerine borç olsun ki, gülmeyesin; çünkü, gülmek gaflettendir ve gönlü öldürür.

 

Hazret-i Muhammed SAS Hazretleri buyurmuşlardır ki:

 

“–Benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız!”

 

17. Allah’ın mekrinden emin bir hal takınma! Fakat onun rahmetinden ümid de kesme! Havf ve recâ arasında yaşa ki, tarikat saliklerinin makamı budur. Bazan havf, bazan da recâ…

 

18. Yine Şeyh KS buyurdu ki: Ey oğulcuğum! Şeyh, müridin babası gibidir. Hattâ oğluna babasından daha da şefkatlidir. Çünkü onu Allah’a yakınlık makamına erdirir.

 

19. Gücün yeterse kadı olma! Çünkü o zaman dünyanın tàlibi olursun ve dünyayı taleb ederken, din elinden gider. Nefsin müştak ise, daima mücâhedede ol! Dâimâ ahiretin gamını çek, ölümü çok hatırla!

 

20. Başkanlık isteyici olma ki, kim başkanlık severse, ona tarikat salikidir demek lâyık olmaz.

 

21. Üzerine borç olsun, daima oruç tut; çünkü oruç insanı mahfuz tutar.

 

22. Fakr içinde pâkize ol! Dünyadan perhizkâr ve ahirete râgıb ol! Dindar ve vefâlı ol! Fakih, alim ve sabit-kadem ol!

 

23. Allah CC yolunda, şeyhlere hem mal, hem beden ve hem de can ile hizmet et! Onların seyir ve sülûküne ihtimam göster. Şeyhlerden ne görürsen inkâr etme; (şeri’ate muhalif olması hali müstesnâ), çünkü inkâr edersen, şeyhlerden bir şey elde edemezsin!

 

24. Devlet adamlarının kapısından bir şey isteme! Yarın için azık biriktirme! Allah’ın rızka kefil olduğuna güven. Çünkü Kur’an’da buyruluyor ki:

 

“Vema min dàbbetin fil ardı illâ alâ’llahi rızkuha” (Hûd 6) [Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’ın üzerinedir.]

 

25. Tevekkül makamına ayak bas ki, Allah-u Teàlâ buyurur:

 

“Ve men tevekkelalâ’llahi fehüve hasbühü” (Talak 3)”Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona kâfî gelir.” Bilesin ki, rızık bölüşülmüştür. Allah sana ne vermişse, halka bezl eyle!

 

26. Buhül ve hasedden uzak ol; çünkü, cimrilik ve kıskançlık, yarın Cehenneme atılacaktır.

 

27. Dış görünüşünü süsleme ki, dışı süslemek, için harablığının alâmetidir.

 

28. Allah’ın va’dine güven! Bütün yaratıklardan ümid ve tama’ı kes; onlarla ünsiyet etme! Doğruyu söyle ve korkma! Dâimâ Hak ile beraber ol, mahlûkattan kimseyle sohbet etme; Allah-u Teàlâ’dan uzak düşersin!

 

29. Üzerine borç olsun ki, kendi nefsinin ihtiyacı peşinde ol! Kendi nefsini aziz tut; çünkü seni taşıyıcıdır.

 

30. Dilini tut, halka daima nasihat eyle!

 

31. Sana borç olsun ki, yeme ve içmeyi azalt! Az uyu ve az söyle! Yemeğe muhtaç olmadıkça asla bir şey yeme ve mâzeret olmadan asla söz söyleme! Uyku sana galebe çalmadıkça uyuma ki, bir miktar uyuduktan sonra namazı daha dürüst ve daha çok kılarsın.

 

32. Semâ’ meclisinde çok oturma ki, zamanla semâ’ çok nifak çıkarır. Semâ’ bir çok gönlü öldürür. Semâ’ı inkâr da etme ki, semâ’ın erbabı çoktur ve semâ’ revâ değildir; ancak bir kimseye ki, gönlü diri, kendi ölü ola… Kimde ki, bu hàlet bulunmaz; oruç ve namazla meşgul olursa daha uygundur.

 

33. Gönlün dâimâ gamlı, gözün yaşlı, amelin hàlis, duan mücâhede, elbisen yıpranık olmalıdır. Arkadaşların derviş, evin mescid, malın fıkıh, zînetin zühd, munîsin ulu Rabbin olmalıdır.

 

34. Kendisinde şu beş hasleti bulmadığın kimseyi arkadaşlığa kabul etme;

 

1) Ahireti dünyaya tercih etmeli.

2) İlmi dünya ameline tercih etmeli.

3) Horluğu rağbetliliğe tercih etmeli.

4) Gizli ve aşikar ameli gözetici olmalı.

5) Ölüme hazırlıklı olmalı.

 

35. Yine buyurdu ki: Ey oğulcağızım! Seni dünya mağrur etmesin, aldatmasın. Üzerine borç olsun ki, halvette yalnız olasın, kırık gönüllü olasın, Tâ keramete nâil oluncaya kadar Allah korkusunda müstağrak olasın. Dünyadan uzak şöyle yaşa ki, yabancı bir ülkede sanki gurbettesin. Dünyadan soyulmuş ve pâk ol ve tertemiz dışarı çık! Çünkü yarın hangi tàifeden olacağını bilemezsin.

 

36. Yine buyurdu ki: Ey oğulcuğum! Bu zikrettiğim vasıflara dikkat et ve ezberle! Ben yakınlarımdan öğrendiğim ve işlediğim gibi, sen de bunları katında tut ve işle ki, Hak Teàlâ da sana dünya ve ahirette nazar kıla…

 

Bu zikredilen evsaf, müridlerden birinde zàhir olursa, ona şeyhlik verilmesi lâyık olur. Kim onları tahakkuk ettirirse, ona maksad hasıl ve maksud elde edilmiş olur. Fakat, bu mertebe herkese değmez.

 

Hàce Evliyâ-i Kelân diyor ki:

 

“Şeyhim bunları söyledikten sonra elimi tuttu ve son olarak şöyle dedi:

 

‘–Sana vacibdir ki, yaşadığın müddet benim mescidimde bulun! Terk edersen, özrün apaçık ve meşrû özür olsun.”

 

(1) Mehmed Zahid KOTKU’dan Özel Sohbetler, Seha Neşriyat, İstanbul 1993, s. 363-369.

 

(2) Tasavufî Ahlâk-1, Seha Neşriyat, İstanbul 1999, s. 181-186.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

"Biraz uzun fakat okunmaya değer bir yazı kardeşlerim istifade etmeniz temennisi ile inşallah..."

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN Çok muhterem, çok değerli misafirlerimiz!

 

Allah hepinizden razı olsun... Hocamız, mürşidimiz Mehmed Zâhid Kotku (Kaddesallàhu sirrahül azîz) Hazretleri'ni anmak münâsebetiyle, bu toplantıyı tertib etmiş bulunuyoruz. İştirakleriniz, davetimize icabetiniz bizleri son derece sevindirdi. Ecrinizi Allah-u Teâlâ Hazretleri ihsân eylesin....

 

Bir talebenin hocasını sevmesi ve sayması, dinimizin üzerinde çok durduğu bir edebdir. Bütün talebeler hocalarına karşı büyük bir edeb ve saygı içindedirİslâm'da... Ama tabii, öğretilen ilimlerin cinsiyle, bilgilerin mâhiyetiyle ilgili olarak, hocaların da kadr ü kıymeti değişir, artar; fazîletleri birbirinden farklı olur.

 

İlimlerin en yükseği Allah-u Teâlâ Hazretleri'ni bilme, onun sevgili kulu olabilme yollarını gösteren ilim olduğu için; şüphesiz ki, tasavvuf ilmi de ilimlerin en yükseği durumundadır. Bunları öğreten bir ehliyetli, salâhiyetli, hakîkî mürşid, gerçekten ne kadar hürmet edilse, ne kadar anılsa, ne kadar sayılsa sevilse az gelecek bir müstesnâ mevkîdedir.

 

Sâlih kimseleri, Allah'ın sevdiği kulları anmak Kur'an-ı Kerim'in edebidir. Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Teâlâ Hazretleri, pek çok ayet-i kerimelerde evvelce yaşamış olan mübarek şahsiyetlerin anılmasını, zikredilmesini emrediyor:

 

(Vezkür fil kitâbi meryem) "Kur'an-ı Kerim'de Meryem AS'ı da an, ey Rasûlüm!"

 

(Vezkür fil kitâbi idrîs, innehû kâne sıddîkan nebiyyâ) [Kitap'ta İdris'i de an! Hakîkaten o pek doğru bir insan, bir peygamberdi.]

 

(Vezkür fil kitâbi mûsâ) [Kitap'ta Mûsâ'yı da an!] gibi ayet-i kerimelerle salih insanların, peygamberlerin, mübarek şahsiyetlerin hayatları ve mübarek icraatlarıyla ilgili bilgiler Kur'an-ı Kerim'de veriliyor, bize hatırlatılıyor. Bu bir Kur'an-ı Kerim edebidir.

 

Peygamber SAS Hazretleri de hadis-i şeriflerinde aynı şekilde, geçmiş ümmetlerin salihlerinden bize ibret alınacak, hisse çıkartılacak kıssalar nakletmiştir. Hadis-i şerif kitaplarında bunlar vardır.

 

Hocamız tabii, zamanımızın en mühim şahsiyetlerinden biriydi. Bursalı Mehmed Tâhir Efendi, Osmanlı Müellifleri isimli kitabını neşrettiği zaman, önsözüne bazı kıymetli vecize sözler koymuş. "Kadir bilen milletlerin içinden, kadri bilinecek büyük insanlar çıkar." diyor; bir sözü de bu...

 

Onun için, milletimizin yetiştirmiş olduğu kadir kıymet sahibi insanları anmamızın, ayrıca kadri bilinecek insanların yetişmesine de faydası vardır; rehberlik edecektir, nümûne olacaktır. Önde çok güzel nümûneler olduğu zaman, yenilerin yetişmesinde de bu müşahhas misaller çok büyük fayda sağlayacaktır.

 

En büyük nümûne-i imtisâlimiz, üsve-i hasenemiz hiç şüphesiz Muhammed-i Mustafâ SAS Efendimiz Hazretleri'dir. Onun sîret-i seniyyesi ile, şemâil-i şerifesi ile ve ehâdîs-i şerifesi ile tabii çok şeyler kazanıyoruz, çok istifadeler ediyoruz.

 

Bir de Peygamber SAS Efendimiz'in izinden çok büyük mufaffakıyetle giderek, fenâ fir rasûl makamlarını ihraz eyleyip, daha yüksek makamlara yükselen insanlar var... O insanların da aramızda başımızın tacı olarak yaşaması; elbette bizler için dinimizi tanımak, ahlâk-ı hamîdeyi öğrenmek, fiilen güzel halleri, güzel huyları, gözümüzün önünde cereyan eden olayların içinde görmek, bizler için çok büyük bir bahtiyarlık, çok büyük bir fırsat...

 

Hocamız Mehmed Zâhid-i Bursevî Hazretleri, böyle şahsiyetlerin en büyüklerinden biri... Bizim onu anmamız, bir grup arzusu, bir grup aşırı sevgisi, taassubu gibi görülebilir dışardan... Fakat durum öyle değildir. Hocamız Hazretleri'nin hayatını bilenler, onu tanıyanlar, onunla müşerref olmuş olanlar her gün, her sözünde, her halinde sayısız kerametini görmüşlerdir.

 

Hocamız hakîkî bir salih kuldur, hakîkî bir velîdir, hakîkî bir mübarek şahsiyettir. Tabii, insanların böyle yüksek mertebeleri kazanmaları kolay olmuyor. Aynı yolda yürüdüğü halde nice insanlar, herkes böyle yüksek makamlara ulaşamıyorlar.

 

Hocamız (Rh. A.)'in hayatından bir vakıa olarak söylüyorum: İskenderpaşamız'a, Hocamız'ın yanına çok şeyhler gelirdi. Çok büyük hürmet ederlerdi. Bu bir makam üstünlüğünden dolayı idi. Hocamız onlara gitmezdi, ama onlar Hocamız'a gelirlerdi. Diz çöküp otururlardı. Hattâ ben bazılarına Hocamız'ın tavırlarını dışardan müşahede eden bir insan olarak, hayret içinde kalmışımdır. Makam üstünlüğü, hareketlerden derhal belli oluyordu.

 

Biz Yirminci Yüzyıl'da, ilâhiyat tahsili de görsek, dinî terbiye alarak yetişsek de, çevremizden çok çeşitli kültürlerden etkiler almış nesilleriz. Bir kere Avrupa kültürü ile karşılaşmış olduğumuz için, kendi kültürümüzün bir yargılanması, yoğun tenkidi her zaman cereyan etmektedir etrafımızda... Bu arada bazılarımız, Avrupa'ya gitmiştir, Amerika'da tahsil görmüştür. Onların arasında doktora yapmıştır, doçent olmuştur, profesör olmuştur.

 

Bu tenkitlerin yanısıra ayrıca içten, müslüman olan insanlardan da çeşitli tenkitler vardır. Çeşitli konularda, çeşitli davranışlar vardır. Hacca gittiğimiz zaman bunları görüyoruz. Çeşitli mezheblerin birbirlerine karşı bakışları mukayese fikri meydana getiriyor.

 

Ayrıca diyelim ki, Ezher'den mezun bir kimsenin veya Ümmül Kurâ Üniversitesi'nden mezun bir kimsenin veya bir başka yüksek tahsil müessesesinden mezun olan bir kimsenin, bizim asırlar boyu münakaşasız kabul ettiğimiz, gönlümüze yerleştirdiğimiz doğru olduğuna inandığımız bir çok şeyi sarsacak karşı fikirler ileri sürdüğünü biliriz, görürüz.

 

İlâhiyat fakültelerinde de bu vardır. Kimisi tasavvufa karşıdır, kimisi mezheblere karşıdır. Kimisi bizim çok büyük olarak tanıdığımız kimselerin, çok rahat tenkidini yapmaktadır. Bu bizi şaşırtmakta, bazan kızdırmaktadır; ama, vakıa budur. Yâni, hem içten müslümanlardan, hem dıştan gayrimüslimlerden bütün kültürümüzün yargılanması, hayatımızda her an gördüğümüz bir olay...

 

Her şey münakaşa mevzuu... Acaba kerâmet var mı?.. Acaba tasavvuf hak yol mu?.. Acaba Hanefî mezhebi doğru bir mezheb mi?.. Acaba yaptıklarımız bid'at mi?.. Acaba sünnet-i seniyyeye uygun mu, değil mi?.. Hergün bunların binbir çeşit münakaşasıyla, sorgusuyla karşı karşıyayız.

 

Allah razı olsun, Allah-u Teâlâ Hazretleri makàmını âlâ eylesin... Ben şahsen Hocamız'ın çevresinde bulunmaktan dolayı son derece istifade etmiş bir kimseyim, mutlu bir kimseyim. Kendim İlâhiyat Fakültesi'ndeydim, bu anlattığım hava içindeydim. Çeşitli arkadaşlarımızın, çeşitli görüşleri ile her an karşı karşıya idik. Çeşitli kitaplardaki çeşitli tenkidlerle karşı karşıya idik. Eğer Hocamız olmasaydı, belki biz de bazı yanlış fikirlere kapılabilirdik ama, bizzat Hocamız'ın hayatından çok güzel dersler aldık. Pek çok yanlış yolların yanlışlığını fiilen gördük. Doğru olan fikirleri gönlümüzde mahfuz tutabildik. Bu, Allah'ın çok büyük bir lütfu bizim için...

 

Çünkü:

 

(Levles senetân feheleken nu'mân) [İki yıl olmasaydı, Nu'man helâk olurdu.] sözü vardır, İmâm-ı Azam Efendimiz'le ilgili... İnsan bunları görmediği zaman, belki kendi aciz, nâçiz aklıyla yanlış kararlar verebilir.

 

Celâl Hocamız Rahmetullàhi aleyh; yaşı Hocamız'dan büyüktü ama Hocamız'a intisab etmişti. Hocamız'a intisab ettiği zaman bir ilm-i kelâm alimi olarak, Osmanlı devresinin o derin ilim terbiyesini, bilgilerini almış bir kimse olarak, dini çok iyi bilen bir insan olarak, bu konuda eserler yazmış bir kimse olarak Hocamız'a intisab etmişti. Ben arkadaşlarımızdan duydum ki, bizim profesör arkadaşlara şöyle söylemiş Celâl Hoca:

 

"--Hocanız'ın kıymetini iyi bilin! Çok büyük bir zât, hakîkî bir veli... Eğer Hocanız'la tanışmamış olsaydım, bazı itikadî konularda yanlış bir kanaate sahib olarak, yanlış bir itikadla ölmüş olmaktan korkardım."

 

Celâl Hoca gibi bir zâtın bu sözü çok önemli...

 

Hattâ onun bir de devamı var.... Hocamız, bu Yüksek İslâm Enstitüsü'nün binasının temeli atılacağı zaman, davet olunmuş oraya... Davetiye geldiği zaman, bizim arkadaşlardan birisine:

 

"--Ben gidemem; bunu sen al, beni temsilen sen git oraya!.. Hem de orda bir konuşma yaparsın!" demiş.

 

"--Efendim, oraya İstanbul'un en güzide alimleri gelir, müftü efendiler gelir, hoca efendiler gelir, müderrisler gelir, çok büyük zâtlar gelir... Benim gibi bir mühendis kalkıp da orda nasıl konuşabilir?.." deyince;

 

Hocamız keramet yoluyla, demiş ki:

 

"--Celâl Hoca'nın size söylediklerini söylersin!"

 

Halbuki Celâl Hoca bu sözleri arkadaşlarımıza söylediği zaman, demiş ki:

 

"--Ben ölünceye kadar bunu kimseye söylemeyin, aramızda sır olarak kalsın!" demiş.

 

Kimseye de söylememiş o arkadaşlar... Söylenmediği halde, Hocamız: "Celâl Hoca'nın size söylediği sözleri söylersin!" demiş.

 

Onun da sebebi şu: Tabii, bir Yüksek İslâm Enstitüsü açılıyor. İmam-hatip okulundan mezun olan şahıslar, yüksek tahsillerini orada yapacaklar; din alimi olacaklar. Yâni, Hocamız işaret etmiş oluyor ki: "Zâhirî ilimlerle beraber batınî ilimleri de öğrensinler!.. Şer'î bilgileri öğrenmek yanında takvâyı da elde etsinler, ma'rifetullaha da çalışsınlar!" demiş oluyor. Celâl Hoca'yı misal vermiş oluyor.

 

Hocamız böyle bir kimseydi. Tabii bilmeyen, Hocamız'ı tanımayan bazı kimseler, onunla ilgili bazı şeylere de itiraz ettiler, hazmedemediler. Meselâ hatırlıyorum; ben Hocamız'la ilgili müşahedelerimize dayanarak, Hocamız'ın hayatından bahsederken: "Gönüllerden geçeni bilirdi. Gittiği yerlerde bereket hasıl olurdu. Rüyalara da tasarrufu vardı." demiştim.

 

Bunların hepsinin sebebi var... Çünkü müşahedelerimiz var, gördüğümüz şeyler var... Sadece benim değil, Hocamız'ı tanıyan herkesin gördüğü pek çok şeyler var... Bunlara dayanarak söylemiştim ama, bunları görmeyen bir kimse itiraz ediyor:

 

"--Olur mu böyle şey? Gaybı Allah bilir."

 

Bir insanın gönlündeki şey gayb değildir. Gaybın da çeşitleri var... Allah-u Teâlâ Hazretleri her şeyi bilir. O bildirdikten sonra, bildirdiği kulu da bilir. Biz bunu Hocamız'da müşahhas olarak görüp, kitaplarda da bunun tasnifini gördüğümüz için rahat inanıyoruz ama, karşımızdaki şahıs bunu inkâr ediyor. Kerameti inkâr ediyor, diğer hususları inkâr ediyor.

 

Elhamdü lillâh, Hocamız'dan hakîkî bir velînin nasıl olduğunu gördük. Tasavvufun gerçek bir ilim olduğunu gördük, sağlam bir ilim olduğunu gördük. Gerçek tasavvufun nasıl bir yol olduğunu gördük. Hani Yunus Emre'nin,

 

Tasavvuf olaydı tac ile hırka,

Alırdık biz dahi otuza, kırka!..

 

dediği gibi; bu işin şekil olmadığını, öz olduğunu, insanın kalbiyle ilgili bir mesele olduğunu; ama bunun da çok sağlam bir şekilde şeriatin ilimlerine dayandığını, şeriatın dışında tasavvuf olmadığını, takvâya dayalı bir yol olduğunu ve insanın asıl iç alemini güzelleştirerek, gerçek bir velî olabileceğini öğrenmiş olduk.

 

Hocamız pek çok kimseleri halvete alarak, o esrârengiz tasavvufî bilgileri talebelerine de öğretti. Hattâ, başka bir takım yolların başında bulunan bazı kimselerin, Hocamıza: "Efendim, benim seyr-i sülûkum eksik kalmıştı. Sizin yanınıza gelsem, tamamlasam olur mu?" dediğini naklettiler Ankara'da geçen gün... Ben duymamıştım. Tabii her zaman Hocamız'ın yanında değildim ama, ben de o isimleri duyunca hayretler içinde kaldım.

 

Hocamız böyle bir şahsiyet idi.

 

Çok enterasan kerametleri vardı. Ben size bir tanesini anlatmak istiyorum. Çok enterasan bulduğum için, kitaplarda misalini görmediğim için:

 

Bizim Bursa'lı bir doçent kardeşimiz var... Amerika'da tahsil gördü. "Ben ortaokul çağından beri namaz kılardım. O zamanlar bir çeşit mânevî oyun aklıma geldi: 'Sıkıldığım zaman gözümü kapatayım. Gözümün önüne bir ak sakallı şahıs getireyim. hayalimde onunla konuşayım, dertleşeyim; derdimi anlatıp deşarj olayım.' dedim ve bunu uygulamaya başladım. Kendi kendime uydurduğum, kurduğum bir oyun olarak ben bunu tatbik ettim.

 

Ortaokul geçti, lise geçti, üniversiteyi kazandım ve İstanbul'a geldim. Hayalimdeki o şahısla da, daimâ bu oyunu devam ettirdim. Üzüldüğüm zaman, sıkıldığım zaman, bir meselem olduğu zaman gözümü kapatıyorum, hayalimdeki o şahsı gözümün önüne getiriyorum. Muhayyel bir şahıs hayâlî bir şahıs... Sakalı var, çok sevimli bir kimse...

 

Yıllar geçtikten sonra İstanbul'a geldim, Teknik Üniversite'ye girdim. Nihâyet arkadaşlar delâlet ettiler, beni Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin yanına götürdüler. Gördüğüm zaman hayretler içinde kaldım ki, yıllardır kendi hayalimde, kendi uydurduğum sandığım şahıs karşımda... Mehmed Zâhid Efendi imiş meğerse..." dedi.

 

Ben bu çeşit kerameti hiç bir yerde görmemiştim. Çok değişik bir olay... Kaç yıl önceden, sekiz on yıl önceden, hiç tanımamış olduğu bir şahsın gönlüne girip, hayaliyle onunla irtibat kurmak çok büyük bir şey, çok değişik bir hal...

 

Daha başka pek çok kerametleri var... Osman Çataklı kardeşimizin dediği gibi, binlerce kerameti var, yazmakla bitmez. Allah-u Teâlâ Hazretleri şefaatine erdirsin...

 

Allah hepinizden razı olsun...

 

Hocamız'ın çeşili konulardaki görüşlerini, mütehassıs kardeşlerimiz sizlere anlatacaklar. Allah onlardan da razı olsun...

 

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..

 

13. 11. 1996 -- Asfa / İSTANBUL

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bismillâhir rahmânir rahîm.

 

Elhamdü lillâhi rabbil àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîhi alâ küllî hâlin ve fî külli hîn... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ muhammedinil mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmil cezâ... Emmâ ba'd.

Allah'ın selâmı rahmeti, bereketi üzerinize olsun... Allah CC hem dünyada, hem ahirette sizleri hayırlarla karşılaştırsın, bahtiyar eylesin... Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin...

Bu dünya, bu hayat, şu günler, şu ömürler gelip geçicidir; kalıcı değildir, çok değildir, kısadır, muvakkattir, sonludur, sönümlüdür, ölümlüdür. Asıl hayat ve asıl bitmeyen zaman ahirettedir, öldükten sonraki hayattadır. O ebedîdir, bu fânîdir. Asıl ona hazırlanmak gerekir.

İslâm'ın, imanın bize gösterdiği hakîkat budur. Peygamber SAS Efendimiz bu fikirle yaşamıştır. Dünyaya değer vermemiştir, bel bağlamamıştır, gönlünü kaptırmamıştır. Ahireti kazanmağa, Allah'ın rızasını kazanmağa bizleri teşvik etmiştir. Kendisi de ahiretin şevki ile, özlemi ile yaşamıştır.

(Mâ lî ve lid dünyâ) "Benim dünya ile ne işim var?.. (İnnemâ ene kerâkibün istezalle tahte zılliş şecereh) Ben bir ağacın altında biraz nefes alıp, gölgesinde gölgelenip dinlenen bir yolcu gibiyim." buyurmuştur. "O ağaç benim esas mekânım, makamım, hedefim değil ki..." mânâsına...

Biz de bu büyük hakîkate göre hayatımızı ayarlamak, tanzim etmek, düzenlemek planlamak zorundayız. Elimizden geldiğince de öyle yapmağa çalışıyoruz. İbadetlerimizi yapmağa çalıyoruz, Allah'ın emirlerini tutmağa çalışıyoruz. Haramlardan günahlardan kaçınmağa çalışıyoruz. Ahireti kazanmanın yolu budur diye, bu yolu tutturmuşuz.

Kimisi bunu güzel yapıyor, kimisi de zar ve zor yapıyor, zorlanarak yapıyor. Bazan günahlara bulaşıyor, bazan haramları irtikâb ediyor, bazan sevaplı işlere pek gayret gösteremiyor, tenbelleniyor...

Tabiî, bu hallerinin, davranışlarının da hepsi defterine yazılıyor. Kirâmen kâtibîn amel defterine yazıyor. Bunların da bir hesabı, sorgusu suali olacak ahirette....

(Femen ya'mel miskàle zerretin hayran yerah. Ve men ya'mel miskàle zerretin şerran yerah.) "Zerre kadar hayır işleyen onun karşılığını görecek. Öyle yapmayan, şer işleyen, kusurlu günahlı işleri yapan, yaşayışı Allah'ın rızasına uygun olmayan da cezalara uğrayacak."

Bu Allah'ın rızasını kazanma yoluna takvâ yolu derler, ihsân yolu derler. Takvâ yolu denmesi, insanın günahlardan, haramlardan, Allah'ın hoşuna gitmeyecek işlerden kendisini korumasından dolayıdır. Takvâ korunmak demek, kendi kendisini koruması demek... Onun için takvâ yolu deniliyor.

Yâni, canı istese bile günahlı, haramlı işleri yapmamak için kendini tutacak, kollayacak. Canı istemese bile sevaplı, hayırlı işleri yapacak da, sevabı kazanacak, kendisini cehenneme düşmekten koruyacak, kollayacak. Allah'ın gazabına uğramaktan korunacak.

O halde iş takvâdır, takvâ zihniyetiyle hareket etmektir, korunma zihniyetiyle hareket etmektir. Burda da nefisle çatışma vardır. Nefis günahları seviyor ve arzu ediyor. Eğlenceyi, keyfi. çalgıyı, düğünü, yatmayı, gezmeyi, tozmayı seviyor. Sevaplı işlere de tenbelleniyor. Hayırlı, sevaplı işleri de yapmakta zorlanıyor; kaçmağa çalışıyor, kaytarmağa çalışıyor.

Bir çocukta bunu güzel görüyoruz: Annesi babası zorlamazsa namaz kılmıyor. Hattâ annesini babasını kandırmağa çalışıyor. Yalancıktan abdest aldım diyor, yalan söylüyor. "Namazı kılmıştım ben..." diyor ama, kılmadı. Neden?.. Zor geliyor. Halbuki sevaplı bir şey... Sevaplı bir şey zor gelebiliyor, günahlı bir şey de çok şiddetle arzu edilebiliyor.

O halde Allah'ın rızasını kazanmanın yolu, nefse muhalefet etmekten geçiyor. İşte bu da takvâ yolunun esası, tasavvufun belkemiği... Nefsini yenebilecek ki insan, istemediği şeyi ona, "Sevaplıymış, faydalıymış, hayırlıymış." diye zorla yaptırabilecek; istediği şeyi de, "Günahtır, haramdır, Allah'ın sevmediği iştir." diye frenleyip tutabilecek. O halde nefisle mücadele etmekten geçiyor, Allah'ın rızasını kazanmak...

Onun için, tasavvuf, tarikat dediğimiz nefsi terbiye etme yolu en kıymetli yol oluyor; İslâm'ın hakîkatı oluyor, özü oluyor. Tabii, bunları anlamayanlar, şu kısa cümlelerle izah ettiğim şeyi bilmeyenler, çeşitli şekillerde itiraz ediyor. Kâfirler bir yönden itiraz ediyor, münafıklar bir başka yönden itiraz ediyor. Nefsinin esiri olan, nefsine tapan, hevasına tapan insanlar bu işe yanaşamıyor. Şeytana uyan, şeytana tapan insanlar gelemiyorlar. Ama işin doğrusu işte anlattığımız gibi...

O halde biz, nefsimizi ıslah edecek bir yol tutturmalıyız. Nefsimizi yenebilecek bir eğitimden geçmeliyiz. Sevapları öğrenmeli ve onları zor da olsa yapabilmeliyiz. Günahları, haramları bilmeli, canımız istese bile onlardan kendimizi korunabilmeliyiz, sakınabilmeliyiz.

Çok iyi derviş, bana mektup yazıyor, mahrem... Diyor ki: "Hocam, elinizi öperim, ayağınızı öperim!" diyor. Ayağımızın altını öpeceğini söylüyor. Tamam öper de, samîmî... "Fakat benim bir kusurum var, ben harama bakmaktan kendimi alıkoyamıyorum!" diyor.

Demek ki, bu iş bayağı zor... Çocuk iyi çocuk, derviş, tarikata girmiş, yaptığı işin günah olduğunu da biliyor ama, harama bakmaktan kendisini alıkoyamıyor. Televizyonda haram var, çarşıda pazarda haram var, günah var... Gazetede mecmuada haram var...

Tabii, bu sadece bakıştan meydana gelen bir durum... Aynı şekilde kulaktan günahlar kazanılabilir, aynı şekilde dilden günahlar kazanılabilir, aynı şekilde nefsin başka arzularından günahlar kazanılabilir. Çok canı istiyor, midesi arzu ediyor, iştihası kabarıyor, komşunun meyvasını çalıyor. İşte o da bir nefsini yenememek...

Kendisine helâl değil, Allah haram kılmış, başkasının malını almaması lâzım!.. Ama tutamıyor kendisini... Canım çok erik istedi diyor, erik çalıyor... Elmalar çok güzel kırmızı olmuş diyor, elma çalıyor... "Kavunlar karpuzlar büyümüş, hava da çok güzel, şurdan bir tane alayım!" diyor, bıçağı vuruyor, haram şeyi yiyor.

Bunu kademe kademe başka noktalara da götürebiliriz, başka misaller sayabiliriz. Burdan anlaşılıyor ki, insanın nefsi insana düşman adetâ... Nefsi kendisi demek, insanın kendisi kendisinin kötülüğünü istiyor. Sanki içinde bir düşmanı var, kendi aleyhe çalışıyor. Sanki kalenin içine casus girmiş, kaleyi içten fethetmeğe çalışıyor.

Doğru... Peygamber Efendimiz de öyle buyurmuş: En büyük düşman nefis!.. Çünkü, işte o işleri yaptırtıyor.

İnsan düşünüyor, taşınıyor, aklıyla bir şeyi düşünüyor, öyle yapıyor. Bankayı soyan da aklıyla yapıyor, soygunu yapan aklıyla yapıyor. Aklını kullanıyor herkes ama, aklını hangi istikamette kullandığı mühim...

Onun için, İslâm'ın özü, hakîkatı, esası, can damarı, belkemiği tasavvuftur, nefsin terbiyesidir. Nefis terbiye olacak, insan kendisini frenleyebilecek... Nefis terbiye olacak, insan kötü huyları atacak, iyi huyları alacak... Nefis terbiye olacak, insan Allah'ın istediği işleri yapmağa koşan, hayırlı faydalı bir insan olacak.

O halde tasavvufa itirazlar Kur'andan, hadisten, fıkıhtan nasibsiz insanların itirazlarıdır.

--Yok hocam! Bazıları da var İlâhiyatta hoca, veyahut Suudî Arabistan'da din adamı... Veyahut tarihte filânca kitapları yazmış filânca alim, kitap yazan yazar, müellif bir insan... O da itiraz ediyor.

Onların da itirazlarını incelerseniz, nesine itiraz ediyor: Ya tasavvufu bilmediği için, tasavvuf şöyledir, binâen aleyh kötüdür diye bilmeden ona yanlış bir sıfat yakıştırıyor, ondan tenkid ediyor. Ya da ben mutasavvıfım diye onun etrafında dolaşan, onun gördüğü insanlara bakıyor, "Tasavvuf buysa, tasavvuf iyi bir şey değil gàlibâ?" diye kötü misallerden dolayı tasavvufa karşı oluyor.

Biz de tasavvuf ehliyiz, tarikat ehliyiz; öyle tasavvufa biz de karşıyız. Ben de karşıyım, siz de karşısınız. Kur'an'ı okuyorsunuz, hadisi okuyorsunuz; içki haram mı?.. Haram... Birisi hem tarikattenim diyor, hem de içki içiyor. Buna karşı olunmaz mı?.. Karşı olunmazsa, müslümanlık nerde kalır?.. Elbette karşı olacağız.

Arnavutluk başmüftüsü geldi, evimize misafir oldu. "Arnavutluğun %40'ı Bektâşî Tarikatı'ndandır; rakı içerler bunlar." dedi. Ben de duydum, biliyorum. Gazeteler bir röportaj yapmıştı, ordan biliyoruz. Rakı içen bir tarikat kabul edilemez, tarikat değildir o!.. E, tarikatım diyor... Sapıtmıştır. Ne tarikatıymış?.. Bektâşî Tarikatı...

Ben Hacı Bektâş-ı Velî'yi tanıyorum. Hacı Bektâş-ı Velî içkinin aleyhinde... Bu içkiyi içiyorsa, demek ki sapıtmış. Hacı Bektâş-ı Velî'nin dahi yolunda gitmiyor. Çünkü Hacı Bektâş-ı Velî diyor ki: "Bir kuyunun içine bir damla içki damlasa, suyunu dışarıya çıkartsalar. Kova ile çıkartıp çıkartıp kuyuyu boşaltsalar temiz olsun diye, dökseler suyu... Dışarısı ıslandı. Islandığı yerde ot bitse, o otu koyun yese; o koyunun etini yemem!" diyor.

Neden?.. Su şaraplıydı. Ot şaraplı sudan büyüdü. Koyun şaraplı suda büyümüş otu yedi. Onun için etini bile yemem diyor.

Bu neyi gösteriyor?.. Buna mübalağa sanatı derler. Bir şeyin kötülüğünü kesin olarak göstermek için mübalağa sanatı yapılır bazen... Yâni, o koyunun eti aslında temiz... O ot da temiz... Ot şarabı emmiyor ki, suyunu emiyor, şarabı almıyor topraktan...

Ama, çok kesin olarak biliyoruz ki, Hacı Bektâşî Velî içkinin aleyhinde... Şimdiki Bektâşî, Bektâşî Tarikatı'ndayım diyen Arnavutluk'taki adam içkiyi içiyor. Demek ki Hacı Bektâş'ın yolunda değil... Demek ki, Bektâşî adını bile almağa hakkı yok...

Kaldı ki, diyelim ki Hacı Bektâş-ı Velî de içki içmiş olsa; Hacı Bektâş-ı Velî Peygamber Efendimiz'den yedi asır sonra yaşamış bir insan... Bizim örneğimiz, nümûnemiz, nümûne-i imtisâlimiz Peygamber Efendimiz... Bizim kitabımız Kur'an-ı Kerim... Bizim dinimizin hükümleri Kur'an-ı Kerim'den, hadis-i şeriflerden çıkıyor. Birisinin şöyle böyle yapması, şöyle böyle demesi, bize dinî bakımdan delil olmaz. İçen günahkâr olur, bize örnek olamaz. O içmiş, ben de içeceğim diyemeyiz.

Bunun fıkıhta kaidesi nedir: "Batıl makîsün aleyh olamaz!" Yâni, "Kötü, aslı yanlış, batıl olan bir şey esas alınarak, örnek alınarak ona uygun olarak iş yapılamaz!" demek... Bâtıl makîsün aleh olamaz, hak makîsün aleyh olur. Peygamber Efendimiz şöyle yapmış, o halde ben böyle yapayım diyebilirsin. Ama Ebûcehil şöyle yapmış, ben de öyle yapayım diyemezsin; çünkü Ebûcehil bâtıl yoldadır.

Bâtıla uyulamaz, bâtıl örnek alınamaz, esas alınamaz. Bu aklın ve hukukun ve şeriatın kanunudur.

Onun için, tasavvufu bilmeyenler ya tasavvufu bilmediklerinden aleyhinde konuşuyorlar; ya da etrafında gördükleri kötü insanlardan ibaret sanıyorlar tasavvufu, ondan saldırıyorlar.

Biz de onlara düşmanız. Biz de aynı şekilde düşünüyoruz. Çünkü, esas olan Allah'ın rızasını kazanmaktır, Kur'an-ı Kerim yolunda yürümektir, Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesine sımsıkı sarılmaktır. Bizim yolumuz budur.

Biz de, birisi şeriata aykırı hareket ederse, hemen kaşımızı çatarız. Falanca adam varmış, kadınlarla erkekleri bir arada oturtuyormuş. Kadınlara elini öptürtüyormuş, ziyan etmez diyormuş... "Hadi ordan, palavracı sen de..." deriz, hemen kızarız.

Falanca adam çok iyi adammış da, cumaya gitmezmiş... "Hadi ordan, cumaya gidilmez mi?.. Allah-u Teâlâ Hazretleri:

(İzâ nûdiye lis salâti min yevmil cumuati fes'av ilâ zikrillâh) buyuruyor. Allah'ın sözünü dinlemiyor; kaşımızı çatarız, derhal tavrımızı alırız. Falanca adam yediği şeyin haramlığına helâlliğine dikkat etmiyor. Haramı yiyor, haramı içiyor, haramdan kazanıyor... Hemen kaşımızı çatarız. Bu adamın başında kavuğu var, sırtında cübbesi var, elinde asâsı var diye onu hoş görmeyiz.

Neden?.. Kıyafet mühim değildir; amel mühimdir. Amelleri şeriate aykırı diye tavır koyarız. O halde, aslında onlarla ihtilâf halinde değiliz.

Nitekim meselâ, İbn-i Teymiye diye bir kimse vardır, hep tasavvufun karşısında bir kimse olarak gösterilir. Halbuki kendisi mutasavvıftır, kendisi tasavvuf erbabıdır. İbn-i Teymiye'de Tasavvuf diye Türkçe'ye de kitaplar çevrilmiştir. O bizim anladığımız mânâdaki tasavvufa karşı değil, bizim karşı olduğumuz tasavvufa karşı...

Onun için, Ebül Hasen-i Nedvî sellemehullah, Allah ömür versin, iyi bir alim; "Bu tasavvuf kelimesi hak yolda gidenlerin de, batıl yolda gidenlerin kullandığı bir isim oldu. Keşke buna bir başka isim versek de, karışıklık olmasa şu sebepten dolayı..." diyor. "Başka bir isim verelim!" diyor.

Tamam, olur, verelim: "İhsân yolu, takvâ yolu" diyelim. Takvâyı anlattık, ihsan yolu ne demek?.. Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki:

"--Allah'a onu görüyormuşçasına samîmî ibadet et! Sanki karşındaymış, sanki sen Allah'ı görüyormuşsun gibi, öyle candan, öyle samîmî, öyle içten, öyle duygulu ibadet et!" Neden?.. "Çünkü her ne kadar sen onu görmesen bile, o seni görüyor."

Bir görme işlemi var, o seni görüyor. Her yerde hàzır ve nâzır... O seni görüyor, içini dışını biliyor. Sen de onu görüyormuş gibi ibadet et!.. İşte tasavvuf, Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmektir.

Başka bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "İmanın en yüksek derecesi, Allah'ı görüyormuş gibi ona inanmak ve ona ibadeti öyle yapmaktır. O halde mahkemeye müracaat edip isim değişikliği yapalım!..

Bizim yolumuz ihsân yolu... Yâni, Allah'ın bizi gördüğünü bilerek, biz de sanki Allah'ı görüyormuşuz gibi, ona hâlis muhlis ibadet etmek yolu diyebiliriz.

Peygamber Efendimiz hadis-i şerifinde buyuruyor ki: "Bir insan bir günahı, iman içinde iken işlemez!"

--E ne olur?..

İman o anda ondan ayrılır, öyle işler. Katil öldürme işlemini mü'minken yapmaz. Sarhoş, şarap içme fiilini mü'minken yapmaz. İman çıkar, aklı durur, gözü perdelenir, gönlü kararır, öyle yapar. Hırsız hırsızlığını mü'minken yapmaz, yapamaz! Mü'min olan insan yapamaz!..

İmanı çıkıp gidiyor, gözü kararıyor, düşünemiyor. "Düşünemedim, aklım ermedi, kendime hakim olamadım... Bilmem ne..." diye ondan sonra hakimin karşısında mâzeret...

Demek ki, bizim yolumuz, Peygamber Efendimiz'in zamanında, Kur'an-ı Kerim'de, hadis-i şeriflerde, sahabe-i kirâmın bildiği isimle bizim yolumuz ihsân yoludur. Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etme yoludur. Bizim yolumuz takvâ yoludur. Kur'an-ı Kerim'de kaç yerde takvâ kelimesi geçiyor. Saymadım ama, yüzün üstünde yerde geçiyor takvâ kelimesi...

Bizim yolumuz takvâ yoludur. Biz takvâ ehli müslüman olacağız. Her işimizi Kur'an'a uygun yapacağız. Bizim yolumuz Kur'an-ı Kerim yoludur. Bizim yolumuz, Peygamber SAS Efendimiz'in ahlâkına ahlâkımızı uydurma yoludur. Rasûlüllah'ın ahlâkıyla ahlâklanma yoludur. Rasûlüllah Efendimiz'in ahlâkı neyse, onunla ahlâklanmak, o ahlâka sahib olmak, öyle yaşamak yoludur.

Bizim yolumuzun adları çıktı ortaya.. Hani Peygamber Efendimiz'in nice isimleri var... Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin nice esmâ-ü hüsnâsı var... Bizim yolumuzun da çeşitli adları var: "Tasavvuf yoludur, takvâ yoludur, ihsân yoludur, Kur'an yoludur, Rasûlüllah'ın ahlâkıyla ahlâklanma yoludur, cennet yoludur." diyebiliriz.

Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi, dinimizin hakîkatlerini öğrenen ve hayatında o bildiklerini uygulayarak, ilmiyle âmil olarak takvâ üzere yaşayan, ömrünü bereketli, hayırlı, sevaplı geçiren, huzur-u Rabbil İzzet'e sevdiği razı olduğu kul olarak; güzel, alnı açık, eli ibadetlerle dolu, kalbi pırıl pırıl varan kullarından eylesin...

Onun için, buyurun beraberce bir güzel tevbe edelim:

 

 

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

 

 

 

Kaynak: NETPANO.COM ÖZEL

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ramuzul Ehadis Dersi

Mehmed Zahid KOTKU (rh.a)

13 Temmuz 1975

 

HADİS-İ ŞERİFLERİN GAYESİ

 

Eùzü billâhi mineş-şeytànir-racîm.

 

Bismillâhir-rahmânir-rahîm...

 

Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn...Vel-àkıbetü lil-müttakîn...Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...

 

İ'lemû eyyühel-ihvân... İnne efdalel-kitâbi kitâbullàh... Ve enne efdalel-hedyi hedyü muhammedin sallallàhu aleyhi ve sellem... Ve şerrel-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid'ah... Ve külle bid'atin dalâleh... Ve külle dalâletin fin-nâr... Ve bis-senedil-muttasıli ilen-nebiyyi sallallàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl...

 

a. Hadis-i Şeriflerin Önemi

 

Hadis-i şerif hakkında kısa da olsa biraz mâlûmat vermek isteyeceğim:

 

Hadis-i şerif; Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri'nden rivayet olunaraktan bugüne kadar bize gelen sözlerdir. Bu sözler kavlen, fi'len, takrîren, sıfaten hepsi hadistir. İster söylesin, isterse onu takrir buyursun, yahut fiilen onu göstersin... Gerek fiille gösterdikleri, gerek söz ile söyledikleri, gerek sıfatlarıyla beyan buyurdukları, hepsi hadisten ibarettir.

 

Bu hadislerin gàyesi, (elfevzü bisaàdetid-dâreyn) insanın hem dünyanın, hem de ahiretin saadetlerine ulaşmasına vesile olmaktır.

 

Bu ilm-i hadisten murad, bunu bize bildirenlerin halini, rivayet edenlerin halini bilmek... Bu hadis bize nerden geldi, kimin vasıtasıyla geldi; bunu bilmektir.

 

Farzlardan sonra ibadetlerin en efdali, ilm-i hadistir. Süfyân-ı Sevrî Hazretleri ki, eski müctehidlerden bir zattır; "Hadis ilminden daha efdal bir ilim bilmiyorum." diyor.

 

Cenâb-ı Peygamber muhaddisler hakkında şöyle buyurmuş:

 

(Naddarallàhümreen semia minnâ şey'en febelleğahû kemâ semiahû) "Allah yüzünü ağartsın o kimsenin ki, benden bir şey duyar ve bu duyduğunu diğer duymayanlara duyurur, iblağ eder, eriştirir.(Ferubbe mübellağin ev'à min sâmiin) Çünkü çok duyanlar vardır ki, o duyduklarını iyi anlayamazlar. Fakat bunu başka bilenlere, 'Ben böyle duydum.' diye anlattıkları vakit, o ondan daha ziyade anlayış göstererekten, o hadisin incelenmesine, genişlenmesine vesile olur."

 

Onun için, ehl-i hadis-i şerifin şerefine binâen, Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyurmuşlar:

 

(İnne evlen-nâs bî yevmel-kıyâmeh, ekseruhüm aleyye salâten) "Nâsın yevm-i kıyamette bana en evlâ olanı, bana çok salât ü selâm getirenlerdir."

 

Bu kavmin içerisinde de en çok salât ü selâm getirenler, muhaddislerdir. Efendimiz'in halini beyan etmek suretiyle, mütemâdiyen salevatlar getirirler. Bâhusus onun kitaplarıyla meşgul olmak, hep salât ü selâmdan ibarettir.

 

Onun için hep beraber bir salât ü selâm okuyalım:

 

"Allàhümme salli alâ seyyidinâ muhammedinin-nebiyyil-ümmiyyi ve alâ... Âlihî ve sahbihî ve sellim..." (3 defa)

 

Kırk tane hadisi belleyip, yazıp, kendine ve kendinden sonra geleceklere bırakabilen insanların, kıyamet günü ulemâ meyanında haşrolunacaklarına dair, şühedâ meyanında haşrolunacaklarına dair geniş rivayetler var.

 

b. Mekârim-i Ahlâk'ın Lüzûmu

 

Onun için diyor ki: (İnne ilmel-hadîs ilmün şerîfün ve yünâsibü mekârimel-ahlâk) "Hadis ilmi gayet şerefli bir ilimdir ki, ona lâzım olan mekârim-i ahlâktır." Yâni ilm-i hadis-i gerek okuyan, gerek dinleyenlere lâzım olan şey, mekârim-i ahlâk sahibi olmalarıdır.

 

Gerek okuyanda, gerek dinleyende mekârim-i ahlâk denilen şey olmazsa, hem okuyuş, hem dinleyiş hiçbir fayda temin etmez. Mekârim-i ahlâkla beraber, en güzel huyların da bulunması lâzım!..

 

Peygamber SAS'in zaman-ı saadetlerinde yetişen insanlar, nasıl kendilerini Rasûlüllah SAS'e benzetmeye çalıştılar; (Ashàbî ken-nücûm) "Benim ashabım yıldızlar gibidir." devletine mazhar oldular. Hepsine büyük pâyeler verilmesi, onların Rasûlüllah SAS'e iktidâlarının mükâfâtıdır.

 

Binâen aleyh ehl-i hadîse, gerek dinlemek sûretiyle, gerek okumak sûretiyle, lâzım olan şeylerin başında mekârim-i ahlâk geliyor.

 

Mekârim-i ahlâk çok... İşte bu yazdığımız Tasavvufî Ahlâk kitabı içerisinde yetmiş kadarı anlatılıyor. Fakat bunların başı sabırdır. Sabrı olmayan hiçbir şeye erişemez. Sabır baş gibidir. Baş olmayınca vücudun, kolun, ayağın hiç kıymeti olmadığı gibi, sabrı olmayanın da kıymeti o kadardır.

 

Sabrı elde etmek de kolay bir şey değildir. Çarşıda satılsa, çok para verir alırdık. Fakat alınır bir şey değil. O ancak Allah-u Teàlâ'nın lütfuna mazhariyetle olacak. Okuduğumuz hadislerden alabildiğimiz dersler neticesinde, Efendimiz'in sabrı gibi. bizde de sabır hasıl olacak.

 

Efendimiz'in sabrı ne kadardı?.. Ölçemeyiz, söyleyemeyiz, anlatamayız, o kadar çok... Niçin?.. küffarın o kadar ezâsına hep tahammül etti, halbuki hep kudret elindeydi. İsterse, "Yâ Rabbi, bunları helâk et!" deseydi, bir anda hepsi helâk olurdu. Fakat hiçbirisine demedi. Rica ettiler ashab:

 

"--Yâ Rasûlallah, beddua et şunlara yeter artık!" dediler.

 

"--Yok!" dedi. "Ben beddua için yaratılmadım, mekârim-i ahlâkın tamama erişmesi için gönderildim. Binaen aleyh, onlara beddua etmek istemem. Onların neslinden daha ne gibi insanlar geleceklerdir, siz bakmayın bunlara!" dedi.

 

Bu mekârim-i ahlâk ile beraber, (ve yünâfî mesâviyel-ahlâk) Ahlâk iki; birisi iyi, birisi kötü... İyiyle kötü karışırsa olmaz. İyiyi alanın kötüyü bırakması lâzım! Kötüyü atmadıkça, iyi oraya girmez. Kötü huyları atmadıkça, iyi huyların orada yerleşmesine imkân yoktur.

 

Kapta var bal farzedelim, bunun yerine başka şey koyacaksınız. Bu balı dökmeden oraya başka şey koyabilir misiniz?.. Onu dökecesiniz, temizleyeceksiniz, başka şey koyacaksınız. Tıpkı bunun gibi, kötü ahlâkla iyi ahlâk bir arada barışmaz.

 

Bugün Üsküdar'da yeni bir imam-hatip mektebi temeli atıldı. Oraya fakiri de çağırdılar. Ben de şimdiye kadar hiç böyle bir merasime gitmediğim halde, nasılsa oraya bugün gittik. Geniş bir meydan, ekâbir hepsi toplanmışlar. Hatipler konuştu, dinledik. Çok güzel medhiyeler, çok güzel ifadeler, sözler söylendi. Çok güzel Kur'anlar okundu. Çok güzel zevk içerisinde, neş'e içerisinde bir alem geçirildi.

 

Orada çok güzel konuşmalar yapıldığı halde, meselâ imam-hatip mektebi ne demek, bunu anlatmak istediler. Canım işte camimize imam olacak, müezzin olacak, hatib olacak, vaiz olacak memlekete; bize İslâmiyeti duyuracak, bildirecek kimselerin yetişmesi için bir mektep... Hatib dedi ki:

 

"--Hayır, o kadar değil! Biz istiyoruz ki memleketimizin çapında değil, dünya çapında, dünyaya ışık tutacak bir eser olsun! Dünya milletleri bugün bunalım içerisinde, dinsizlik içinde kıvranıyorlar. Onlara rehber olacak bir ilim membaının temelinin atıldığı gün..." diyerekten, güzel güzel konuşmalar yapıldı. Herkes tabii hayran hayran dinledi onları.

 

Fakat bu mektepler bu memlekette 1400 yıldır işledi durdu. İşledi durdu da lâyık olan insanı yetiştiremedi. Lâyık olan insanın yetişebilmesi için, o kötü ahlâkların atılıp, yerine iyi ahlâkların yerleşeceği menba'lar lâzım! Mektepler bunlara kâfî gelmiyor.

 

Şimdi bakınız size kısa bir misâl söyleyeyim: Koca Çin'i biliyorsunuz, yediyüz milyonluk bir devlet... Ashab-ı kiramı da tanıyorsunuz. Ki, zaman-ı Rashulüllah'ta Rasûlüllah'la müşerref olmuş bahtiyarlar... Çoğunun okuması yazması yoktu. Yalnız dinlerler ve dinlediklerini ezberlerler ve ezberledikleriyle amel ederlerdi. Bilenleri de onları yazarlar, geride gelecek insanlara miras kalsın diyerekten saklarlardı.

 

Bu zatlardan iki bahtiyar ticaret için Çin'e kadar gidiyorlar. Çin halkı böyle insan görmemiş; sadakat, azim, metânet... Ne gibi iyi huylar varsa, bunların üzerinde... Gözler dikiliyor bunlara:

 

"--Bunlar kim acaba? Nereden geldiler ve kimlerdir?.."

 

İbadetlerini de görüyorlar tabii, hayran oluyorlar, soruyorlar:

 

"--Siz kimsiniz, nereden geldiniz? Bu sizin yaptığınız ibadetler nedir?.."

 

Onlar da anlatıyorlar:

 

"--İslâm dininin sâliklerindeniz, müslümanız. Böyle bir din vardır, meziyetleri şunlardan ibarettir." diyorlar.

 

Hayran kalıyorlar:

 

"--Bize de bunu telkin eder misiniz?" diyorlar, müslüman oluyorlar.

 

Bugün Çin'de olan ne kadar milyon müslüman varsa, o iki müslümanın eseridir. Oraya ordu gitmedi, oraya gazete gitmedi, oraya bilmem ne gitmedi; o iki tane müslüman gittiler, İslâmiyeti fiilleriyle anlattılar. Sözleriyle, "Biz müslümanız, gelin müslüman olun!" demediler; fakat hareketleri koca Çin'i hayran kıldı onlara, müslüman aşıkı oldu herkes, "Hemen şu dini bize de telkin edin!" dediler.

 

Bunlar mektepte okumadılar, medresede okumadılar. Fenlerin hiçbirisini belki bilmezlerdi. Fakat İslâm gelince, Peygamber SAS'den öğrendiklerini tatbik ederekten cihana yayıldılar. Endonezya'sı, Hindistan'ı, şurası, burası hep bunun mükâfâtıdır.

 

Onun için, burada ne güzel söyledi bu zât-ı muhterem: "Mekârim-i ahlâk sahibi olabilmektir hüner!" Bunu okumaktan ve dinlemekten murad, mekârim-i ahlâk sahibi olabilmektir. Yoksa, bütün menhiyatı işledikten sonra, zevk ü sefâya, şehvete gark olduktan sonra, bilmişin ne yazar, bilmemişin ne yazar?.. Belki bilmediğin daha hayırlıdır.

 

Onun için, Allah cümlemizi affetsin, tevfîkàt-ı samedâniyyesine mazhar etsin de, bildikleriyle amel eden güzel mü'minlerin arasına bizleri de kabul etsin...

 

Bursa'da bulunduğum sırada bir eve misafir oldum. Baktım ki kütüphanesinde rahmetlik Akifin Safahat denen bir kitabı var. Dedim:

 

"--Şuradan biraz okuyuver de dinleyelim!"

 

O da aça aça açtı, Allah korkusuna ait bir fıkra... Okudukça çok üzüldüm. Bir sürü kitaplar yazılıyor herkes tarafından; ne lüzum?.. Safahat'taki o adamın yazdığı iki sahifelik yazı kâfî insanlara... Diyor ki:

 

"--Allah korkusu olmadıktan sonra, insan insanlıktan çoktan uzaklaşır. İnsanı insan eden Allah'ın korkusudur. Bu korku madem ki yok, o adam insanlıktan çok uzak, nasipsiz bir adam demektir." diyerekten, şâirâne sözlerle yaldızlanarak güzel güzel yazılmış, hayran hayran dinledik.

 

Şimdi bu ahlâk-ı hasenenin gelişmesi için, bu Allah korkusunun evvelâ vücûdu lâzım! O Allah korkusu olmadıktan sonra, o güzel ahlâk insana girmez.

 

Herkes bugün şehvetinin, nefsinin esiri... Şehvetinin, nefsinin, şeytanın esiri olduktan sonra, güzel ahlâkı nerde bulacak insan?..

 

Cenâb-ı Zül-celâl ve Tekaddes Hazretleri Adem AS'dan beri birçok peygamberler gönderdi. En son peygamber bizim Peygamberimiz, SAS Hazretleri... Fakat bütün peygamberlerin gönderilmesindeki yegâne sebep nedir? Neden gelmiştir bu kadar peygamber?..

 

Bunların hepsi itaat olunsun, ittibâ olunsun diye nümûne olarak gönderilmiştir. Onlara iktidâ edelim, uyalım diyerekten gönderilmiştir. İktidâ nisbetinde, uyma nisbetinde ümmetlik hasıl olur insanlarda... Peygamberine ne kadar uyabiliyorsan, onun sözlerine ne kadar mutabakat gösteriyorsan, o nisbette ümmet olursun.

 

Peygamber SAS'in ümmetiyiz. Ümmetiyiz ama, yolunda gitmiyoruz, izinde gitmiyoruz. Bu ümmetlik lafla olan sözden ibarettir ki, o Azrâil AS'ın geldiği vakitte, hepsi uçar gider. Ne zaman ki itaat ettik, ittibâ ettik, nefsimizde tatbik ettik, Rasûlüllah'ı önümüze rehber edindik; o zaman o içeriye işler, ölürken de, öldükten sonra da saadet içerisinde bu dünyadan ayrılır gider.

Onun için:

 

(Ve mâ erselnâ min rasûlin illâ liyutàa biiznillâh) [biz her peygamberi --Allah'ın izniyle-- kendisine itaat edilmesi için gönderdik.] buyruluyor. İtaatsizlikle olmaz bu iş... Bugün beşeriyet şaşırmış. Bizim de hafsalamız almıyor ki, "Bu memlekette de böyle olur muydu acaba?" diyerekten...Bir zümre hasıl olmuş, Allah tanımaz, Peygamber tanımaz, kitap tanımaz. Tanıdığı bir şey varsa, dinsizlik... Onun peşine takılmış, ne yaptığını bilmez, şaşkın bir adam... Bu nasıl oldu da bizim aramızdan türedi?.. Bunlar Rusya'dan gelmedi buraya, Çin'den gelmedi buraya! Nereden geldi bunlar?.. Biz nasıl evlât yetiştirmişiz ki, bunlar bugün bizim başımıza musallat olacak derecede belâya tutulmuşlar. İnsan şaşırıyor.

 

Bunlar bizim evlâtlarımız, bu memleketin evlâdı... Bu memleketin evlâdı olan Fatih'in evlâtları, bu memleket için nasıl can fedâ ederlerken, bugünküler de aksine olaraktan nasıl fedâkârlık yapıyorlar!..

 

Allah kusurlarımızı affetsin...

 

Onun için, iyi ahlâk sahibi olmak mecburiyetindeyiz. Müslüman mısın?.. Mutlaka iyi ahlâk sahibi olacaksın!.. Kötü ahlâkların hepsini terkedeceksin!..

 

Kötü ahlâklar günahlardan ibaret. Sayısı bugün yediyüzü bulan çeşitli günahlar var. Bu günahlardan kurtulmadıkça, insanın insan olması mümkün değildir. Bugün hatipler çok güzel konuştular: En güzel insan Allah'ın istediği insandır. O insan ki, kötülükleri bırakmış, iyilikleri elde etmiştir.

 

O kötülük bırakılmadıkça, zevkin peşinde, şehvetin peşinde, şeytanın peşinde...

 

--E müslümanım!..

 

Ezan okunur, camiye gelmez. Vaaz olunur, gelmez. Radyosunun başından ayrılmaz, televizyonunun başından ayrılmaz. Sahillerdeki deniz alemlerinden ayrılmaz. Bütün sefâ yollarına gider... Müslümanlığı da kimseye vermez.

 

Halbuki bu isyan yerlerine gitmek, o kadar tehlikelidir ki... Gözün beş tane günahı var. Bu beş günahtan birisi, kötülükleri görmek... Kötülükleri görmek kâfî geliyor insan için... Çünkü insanın insanlığı, ancak gönlünün kemâle erişmesiyledir. Gönül ne kadar Allahıyla meşgul ise, Allah'ına ne kadar bağlıysa; o gönülde o kadar nur vardır.

 

Binâen aleyh, mâsıyet yerlerine gidildiği vakitte, o gözler vasıtasıyla gönle zehirler akar. Sen diyeceksin ki:

 

--Televizyonda ne zarar var?.. Bugün işte ilmin kemâlini gösteren bir şey bu. Onunla bütün dünyanın her şeyini görüyoruz.

 

İyiliklerini gördüğün vakitte çok iyi ama, kötülüklerini gördüğün vakitte, gönle akan zehirler senin gönlünü öldürür. Gönül öldükten sonra vücudunun hiç kıymeti yok! Vücud yaşamış, yaşamamış; hiç kıymeti yok!.. İş gönüldedir.

 

Onun için, o gönlü muhafaza edecek olan gözün kötülere bakmaması lâzım, günahlara bakmaması lâzım!.. O dilin de kötü sözleri söylememesi lâzım!.. Bu kulakların da kötü şeyleri dinlememesi lâzım!.. Ancak ondan sonra mekârim-i ahlâk olan güzel ahlâklar insanda tebârüz eder.

 

Bugün o toplantı yerindeki, imam-hatip okulunun yeri alınmış. Bir zât-ı muhterem, ismi Süleyman... Boyacı. Onüçbin metre, ondört dönüme yakın geniş araziyi, dininin aşkının artıklığından, "Bu mektebe hibe ettim!" demiş. Bu mektep, İslâm nurunu yayacak bir menba'dır bu... Bunun kısasını şöyle söyleyeyim:

 

Bu cami duruyor. Bu caminin içerisinde imam olmazsa ne olur bu cami?.. Cami bir cesettir. Bu cesedin ruhu onun imamıdır, imam-hatibidir. O olmadıktan sonra, bu cami hiçbir mânâ ifade etmez. Anbar olur, hayvanlara bilmem ne olur, hiçbir işe yaramaz. İllâ bu cami bir ceset; bu cesedin ruhu ilimdir, ilim sahibidir.

 

İşte ilim menbaı için adam onüçbin metre yerini fedâ etmiş, Allah rızası için teberrû etmiş. "Ben öldükten sonra, ecdadımın da defterleri kapanmasın, bunun sevabından müstefid olsunlar!" diyerekten.

 

Tebrik ettim kendilerini, Allah mübarek etsin... Ne büyük hayır!.. Diğer zenginlerimize de Allah-u Teàlâ böyle lütuflar ihsân etsin...

 

Onüçbin metre yer ne demek aziz kardeş, Üsküdar'ın en güzel bir yerinde?.. Bu teberru kolaycacık yapılmaz. Biz bugün camimiz yapılıyor şurda, biraz teberru edin diyoruz. Beş lirayla on lirayla teberru mu olur bugün?.. Allah affetsin kusurlarımızı...

 

(Ve mâ âtâkümür-rasûlü fehuzûhü) [Peygamber size neyi verdiyse, onu alın!] buyrulmuştur. Onun için, Rasûlüllah SAS neler dediyse, onları nefsimizde tatbik etmek mecburiyetindeyiz. Yalnız dinleyip geçmekle iktifâ etmek, kâfî değildir. Kitaplara yazılmış... Okumazsak bize ne faydası var?..

 

Şimdi o günah kitabı; öyle zannediyorum ki, eminim ki çok kimse bilmez bu kitabı... Çok kimse de okumamıştır bile... Çünkü yediyüz tane günahı okuyup da ne olacak; başına belâ mı alsın adam?!.. Yediyüz tane günahtan kaçmak, kolay bir şey değil.

 

Biliyorsunuz ki mikrop var... Mikrobu almadıkça, vucuddan yok etmedikçe, vücut hastalıktan kurtulmuyor ki?.. Evvelâ o mikrobu öldürüyorlar, vücuttan yok ediyorlar, ondan sonra şifa geliyor insana...

 

Bu kötü ahlâklar insanların üzerinde durdukça, insanlara hiçbir söz tesir etmez. Hiç fayda da olmaz. Allah kusurumuzu affetsin de, bizi bu güzel ahlâkların sahibi olan kimselerden eylesin...

 

Peygamber SAS'dir onun kökü... Kök Peygamber SAS'dir. Bütün iyi ahlâklar ondan bize sirayet edecektir. Ona olan nisbetimiz miktarınca, ondan fayda görürüz. Peygamber SAS'e olan nisbetimiz ne kadarsa, ona olan şevkimiz, zevkimiz, muhabbetimiz ne kadarsa, ondan o kadar feyz alırız. O zevk neticesinde de, bizde bakarsın mekârim-i ahlâk yavaş yavaş kemâle gelir; güzel bir insan olmak şerefine nâil oluruz inşaallah...

 

Onun için Cenâb-ı Hak Celle ve A'lâ Hazretleri, bütün emirlerinin başlarında, (Fettekullàh) "Allah'tan korkunuz!" buyuruyor. Allah'tan korkulmadıkça, her şeyi yapar bu insanoğlu... İşte bugün kardeşini vuran bu insan değil mi?.. Kardeşini vuruyor işte, davası uğruna...

 

Hiç de düşünmüyor?.. Günah mıdır?.. Cehennemde yanacak mıyım?.. Niçin ben bu kardeşime silâh atıyorum, kurşun atıyorum?.. Ne var; Yunan mıdır, Bulgar mıdır, hangi millettir bu?.. Öz vatanının öz kardeşi... Bir mektepte okuyorsun da, nasıl ona silâh atıyorsun?.. Nasıl ona el kaldırıyorsun?.. Nasıl müslümanlık bu?.. Ama müslümanlıktan çıkaranlara, Allah ne ederse etsin...

 

Onun için, her şeyin başı Allah korkusudur. (Ve aslihû zâte beyniküm) Araları da islah lâzım ki, hep kardeşiz.

 

(İnnemel-mü'minûne ihveh) [Ancak mü'minler kardeştirler.] denince, bu kardeşlikler nasıl tebârüz edecek? Seninle ben nasıl kardeş olacağız?.. Adımız kardeş ama, birbirimizden çok uzağız.

 

Kardeşlik neleri iktizâ ediyor?.. İşte benim canım senin canın, senin canın da benim canım!.. O zaman olur insan kardeş... Yoksa senin malın ayrı, benim malım ayrı; senin canın ayrı, benim canım ayrı olduktan sonra, o kardeşlik elbette zor olur.

 

Öyleyse;

 

(Etîullàhe ve etîur-rasûl) "Allah'a itaat ediniz ve Allah'ın gönderdiği Rasûle itaat ediniz!"

 

Şimdi çok yanlış bir fikir var ki: "Ben Allah'a inanırım. Evet, bu kâinatın bir sahibi var." diyor. Pekâlâ... Ama Rasûlüne?.. "Ona aklım ermez!" diyor.

 

Allah'a inanan Rasûlüllah'a inanmadıkça, Allah'a inanmış sayılmaz! Allah'a imanın altı tane şartı var:

 

1. Allah'a iman,

 

2. Meleklerine iman,

 

3. Kitaplarına iman,

 

4. Peygamberlerine iman,

 

5. Ahiret gününe, öldükten sonra dirileceğine iman;

 

6. Kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olacağına iman.

 

Bunlar hep bir kül halindedir. Birisini terkedersen, hepsi birden gider

 

(Ve etîullàhe ve etîur-rasûle vahzerû) "Allah'a itaat edin, Rasûlüllah'a da itaat edin ve (kötülüklerden) sakının! (Fein tevelleytüm fa'lemû ennemâ alâ rasûlinel-belâğul-mübîn) Eğer itaatten yüz çevirirseniz, biliniz ki Rasûlüllah'a düşen tebliğdir, apaçık duyurmak ve bildirmektir." Yaparsanız, müstefid olursunuz. Yapmadığınız takdirde, ebedî husrâna uğrarsınız. Allah muhafaza...

 

Onun için:

 

(Yâ eyyühellezîne âmenüstecîbû lillâhi ve lir-rasûli izâ deàküm limâ yuhyîküm) [Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Rasûlüne uyun!] buyruluyor. Onların hayat veren sözlerini duyduğumuz vakitte, bize düşen onlara icabettir. İcabet edilmedikçe, itaat edilmedikçe, onlara ittibâ edilmedikçe, onlar kabul edilmedikçe, iman sahih olmaz. İmanın sıhhati, ancak onların buyruklarına. emirlerine tam mânâsıyla itaat etmekle olur.

 

(Men semia hadîsî) "Her kim benim sözümü dinler, işitir de, (fe hafizahû) onu hıfzeder, ezberler, beller, saklarsa; (ve amile bihî) ve onunla da amel ederse; (câe yevmel-kıyâmeti meal-kur'ân) yarın yevm-i kıyamette ehl-i Kur'an ile haşrolunur.

 

(Ve men tehâvene hadîsî) Her kim hadis-i şeriflere ehemmiyet vermez, kıymet vermezse; (fekad tehâvene bil-kur'ân) Kur'an'a da kıymet vermemiştir. (Ve men tehâvene bil-kur'ân, hasired-dünyâ vel-âhireh) Her kim ki Kur'an'ın kıymetini bilmez, ona lâzım gelen hürmet ve saygıyı göstermezse; o dünyada da, ahirette de helâk olmuştur, mahvolmuştur."

 

Onun için Cenâb-ı Peygamber:

 

RE. 139/5 (İnnemâ büistü hàtimen fâtihan) "Ben hem hàtim olarak sonuncu bir peygamberim; hem de başlangıçta, Adem AS'dan evvel halkolunmuş bir peygamberim. (Ve u'tîtü cevâmial-kelim) Bana Cenâb-ı Hak çok kısa sözlerle, geniş mânâlar ifade eden sözleri ihsân buyurdu."

 

Ben mektepte okumadım, edebiyat bilmem, belâğat bilmem, fesâhat bilmem ama; Allah-u Teàlâ'nın bana vermiş olduğu belâğat, fesâhat, edebiyat sayesinde az sözle çok geniş mânâlar ifade ederim. Bunu Allah-u Teàlâ bana lütfetmiştir.

 

Buyuruyor ki, Peygamber SAS Efendimiz:

 

RE. 166/8 (Elâ edüllüküm alel-hulefâi minnî) "Siz benim halifelerimi bilmek ister misiniz? Benim halifelerim kimlerdir?..

 

--İşte Ebûbekr-i Sıddîk, Ömerül-Fâruk, Osman-ı Zinnûreyn, Aliyyül-Murtazâ... Son padişaha kadar halifeler geldi ya...

 

Bunlar da halifelerdir ama, asıl halifelerim kimlerdir bilir misiniz?.. [(Ve min ashàbî ve minel-enbiyâi kablî) Benim, ashabımın ve benden önceki peygamberlerin halifelerini size bildireyim mi?..]

 

(Hüm hameletil-kur'ân, vel-ehàdîs, annî ve anhüm fillâh, ve lillâh) "Allah yolunda gerek Allah-u Teàlâ'nın kelâmını, gerek benim hadis-i şeriflerimi, benden ve ashabımdan bellemiş ve onlarla amel eden kimseler... Onlardır işte benim halifelerim! Kur'an'a sarılmış, Kur'an'ı bağrına basmış, onunla àmil... Peygamberin sözünü ciğerine basmış, onunla àmil... İşte bunlardır benim halifelerim. Arkasından gitmeniz lâzım olan insanlar, bunlardır."

c. Dinin Üç Afeti

 

Bugünkü dersimize gelince, dersimizde de buyruluyor ki:

 

RE. 4/5 (Âfetüd-dîni selâsetün) Dinin hem gelir tarafı var, hem gider tarafı var. Her şeyin de öyle ya... Tüccar bir gelir tarafını yazar, bir de gider tarafını yazar. Bu gider tarafına âfet diyorlar, zâyiat... "Dinde bu afetler, zâyiatlar üç tanedir. Birisi, (fakîhün fâcir) okumuş, alim olmuş. Bu kadar sarığı var, sakalı göbeğine kadar, beyaz cübbeler giyinmiş... Gören elini öper, ayağını da öpmek ister. Fakat haktan ud�l etmiş, hak üzerinde değil, Allah'ın kelâmına uymuyor. Peygamber'in de kelâmına uymuyor. Zevk ü sefânın peşinde...

 

Akşam televizyon gösterir göstereceğini... Burada da ezân-ı Muhammedî okunur. Onu bırakıp da camiye gelemezse, o kimseye nasıl diyeceksin ki, "Allah'a mutî, Peygambere mutî..." diyerekten?..

 

--Canım işte orda var işte birçok faydalar...

 

Ama o faydalarla Allah'a itaatin faydasını ölç bakalım, hangisi daha faydalı?..

 

 

 

Onun için insan dininde fakih olur; gerek duymak sûretiyle, gerek okumak sûretiyle... Bilgisi var, fakat bilgisinin tatbikçisi değil... Bilgisini tatbik edemiyor, sözden ibaret... Güzel konuşuyor, her şeyi yerli yerince söylüyor. Herkes bayılıyor konuşurken, "Ne güzel alim, ne güzel àbid!" diyerekten. Ama tatbikatı yok kendisinde...

 

Gece namazı yok... Kaç tanemiz kalkıyoruz da gece teheccüd kılıyoruz?.. Kaç tanemiz sabahleyin camiye gelebiliyoruz?.. E biz de müslümanız ya...

 

Fakih camiye gelmezse, öteki hiç gelmez tabiatıyla... Onun için fakîhün fâcir, memleket için en zararlı bir adamdır. Sen ve ben ne kadar zararlı olsak, göze batmayız. Fakat bir alim, fakih ki, o yüksek bir adamdır, herkesin gözü ondadır. O fücûra başladı mıydı, isyana başladı mıydı, günaha başladı mıydı; arkasından millet peşine takılır gider.

 

"--O yaptı da biz niye yapmayalım canım? Onun kadar bilgimiz mi var bizim?.. O adam yapıyorsa, elbette bir kurtarış tarafı vardır bunun." diyecek, o da dalacak o isyanın içerisine...

 

Fâcir de, hem haktan meyil var, hem de isyan yollarına gidiş var. Günah yolları yâni... Günah yollarının en çoğu bugün, işte çıplaklık alemini seyretmek...

 

 

 

İkincisi; (imâmün câir) "Zâlim bir imam..." Câir diye zâlime derler. İster burdaki imam olsun, ister devletin idarecisi imam olsun; hangisi olursa olsun, zulm ile âlûde mi, işte memleket için büyük bir felâkettir bu!.. Onun kendinin günahı başka...

 

Üçüncüsü de; (müctehidün câhil) "Câhil müctehid..." Bugün dolmuştur memleket bu müctehidlerle... Müctehidlerin bugün hepsi cahildir yâni. Ne bilirler?.. İmâm-ı Azam'ın bildiğinin kaçta birini bilirler?.. İmâm-ı Şâfiî'nin bildiğinin kaçta birini bilirler?.. İmam Mâlik'in, İmam-ı Hanbelî'nin bildiğinin kaçta birini bilirler?.. Yüzde desem az, binde desem de yine az...

 

Binde birini bilmedikleri halde, bugün İmâm-ı Azam'ı hiçe sayarlar, İmâm-ı Şâfiî'yi hiçe sayarlar, hepsini hiçe sayarlar. "Efendim, nedir nedir bu ictihad?" derler. Bunlara müctehid-i câhil demekten başka bir tabir bulunmamış, Rasûl-ü Ekrem de bunu söylemiş.

 

Müctehid-i câhil; bilmediği halde herkesin üstünde konuşuyor, bol bol atıyor, söylüyor. Herkes de bunlara inanıyor. "Hakîkaten şu mezhebler ortadan kalksa da, bir mezheb olsa ne güzel olur!" diyor. Biz bir milletiz de bak kaça bölündük?.. Birleştir bakayım, göreyim seni!..

 

Allah-u Teàlâ'nın kudreti, kuvveti her şeye hâkim. Rasûl-ü Ekrem SAS:

 

(İhtilâfü ümmetî rahmetün) demiş. Şimdi İmâm-ı Şâfiî, kanarken namazı kılar. Bize göre olmaz.

 

--Onunki oluyor işte?..

 

O Rasûlüllah'tan duyduğunu öyle anlamış, öyle inanmış, öyle yapıyor. Çünkü, bir muharebe esnasında asker yaralanmış, yarası var, kanı akıyor, namaz vakti gelmiş. Bekleyecek olursa, namaz geçecek. Cenâb-ı Peygamber, "Kılsın!" demiş. İmâm-ı Şâfiî de, "Ona kılsın dediyse, biz de kılarız!" diyerekten, kanların akması abdesti bozmaz diye ictihad etmiş.

 

Şimdi bu ihtilâftan, onlara göre bir rahmet doğdu. Uzun mesele... Binâen aleyh, cahil olan insanların cehlini bilip susmalarından daha iyisi yoktur. Onun için Erzurumlu İbrâhim Hakkı Hazretleri ne güzel söylemiş: "Az ye, az iç, az uyu, az konuş!" demiş. Ne derler: "Söz gümüşse, sükût altındır." derler.

 

Onun için Cenâb-ı Hak cümlemizin muîni olsun... Tevfîkàt-ı samedâniyyesine mazhar etsin... Bildiğimizle âmil olmak devletine mazhar buyursun...

 

Allah-u Teàlâ Hazretleri ne dedi, ona mum yapıştırırız. Dünya bir araya gelse, onun aleyhinde ne kadar konuşurlarsa konuşsunlar, kulağımızın birinden girer, diğerinden çıkar. Biz Allah'ın dediğinden başkasına inanmayız. Ne derlerse desinler!..

 

Moskof yazmış caminin kapısının önüne:

 

"--Şöyle zararı var, böyle zararı var... Namaz kılıyorsunuz da beş saat gidiyor, ömrünüzden beş saat kaybediyorsunuz. Bugünkü hayatın içinde yazık değil mi, bu beş saat kaybedilir mi?.. Bırakın şu eski bilgilerinizi!.."

 

İşte topu tüfeği de var, bugün kimbilir ne aleme çevirmiştir orasını!.. Allah esirgeye, yarın bizim memleket de böyle mi olsun?.. "Camiye gidiyorsunuz, beş vakitte beş saat zâyî ediyorsunuz. Bugün yirmidört saate yirmidört saat daha katıp da çalışacağımız bir zamanken, bu beş saati kaybetmek cinnettir!" diyerekten karşımıza çıkarlarsa, ne diyelim biz bunlara?.. "Çok doğru söylüyorsun, çalışalım, çalışalım öyleyse..." mi diyeceğiz?..

 

Ama Allah-u Teàlâ'nın emri olan namaz da istirahat, oruç da istirahat, hac da istirahat... Dinde kemâle ulaşmamıza vesîle bunların hepsi... Alem ne derse desin, biz ölürüz de vaz geçmeyiz. Yunus'un dediği gibi, canımız da Allah der, dilimiz de Allah der, tozumuz da Allah der, vesselâm.

 

d. Faizin Günahı

 

Onun için Allah yine bizi affeylesin... Bak işte bunun altında ne acı bir şey geliyor:

 

RE. 4/6 (Âkilür-ribâ ve mûkilühû ve kâtibühû ve şâhidâhü, izâ alimû zâlik...) [Faizi yiyene, yedirene, faiz senedini yazana, bu senede bilerek şahitlik yapanlara; güzellik için döğmeyi yapana, yaptırana; sadakayı geciktirene; hicretten sonra İslâm camiasından çıkıp gidene, kıyamet gününde Muhammed SAS'in dilinden lânet edilmiştir.]

 

Bugün faiz yemeyen belki vardır ama, nâdirdir. Nâdir hakkında da derler ki:

 

(En-nâdiru kel-ma'dûm) "Nadirattan bir şey oluyor, o yok hükmündedir." Kıymeti yok. Meselâ bir memlekette üç kişi, beş kişi faiz yemiyor, ama geri tarafı yiyor ya; o üç kişinin, beş kişinin yememesi hiçbir mânâ ifade etmez. Herkes yiyor ya, bitti.

 

Demek ki bu kadar insan yediğine göre, bugüne kadar biz bunlara bu haramı anlatamamışız. "Faiz haramdır." tabirini anlatamamışız. Para gelecek ya, o paranın gelişinden dolayı, senin haram dediğin hiç kulağına girmez kimsenin... Çünkü alt tarafında şu kadar kazanç var. "Bu kadar kazanca göre o haramı ben irtikâb edersem, ne lâzım?.. Allah gafur değil mi, affedici değil mi?.. O kadar ileriye gitmeyin!" der.

 

Ama o haramı yemekle, senin gönlün ne oluyor?.. O beslediğin çocuğun hali ne oluyor?.. İşte o çocuktur ki, bugün kardeşine kurşunu atıyor. O senin çocuğun değil mi, niçin atıyor o kurşunu?.. Çünkü haramla beslenmiş, içerisinde iman yok, elbette her ne tarafa çekersen, o tarafa gidecek.

 

Binâen aleyh, faizi Allah-u Teàlâ Kur'an'da haram etmiş. Haram etmekle beraber, "Benimle harb etmek isteyen gelsin karşıma!" diyor. Faiz yemenin açık mânâsı, "Ben senin sözünü dinlemiyorum, sana harb ilan ettim!" diyor. Ayet-i kerime sarih olarak bildiriyor.

 

Binâen aleyh, faizi yiyenle beraber, (ve kâtibühû) yazan kâtibe de aynı günah var. Kâtip para kazanmayacak, bir şey etmeyecek ama, vesîle olup da, o faiz yiyenin senedini yazıverdiğinden dolayı, o kâtip de yiyenler arasına giriyor.

 

Daha?.. (Ve şâhidâhü) Senet yazılırken, iki de şahit lâzım!

 

--Ahmed şahit misin, Mehmed şahit misin?..

 

--Şâhidiz, şâhidiz...

 

--Basın bakayım imzalarınızı!

 

Basarlar oraya. Bu şahitler de, o faizi yiyen ne günaha giriyorsa, aynı günaha bunlar da girer.

 

 

 

Bugün yine o merasimde yüreğimi sızlatan şeylerden birisi, Cenâb-ı Peygamberin ashabından o Çin'e gidip de, o koca Çin'de milyonlarca insanı müslüman eden adamların yetiştikleri mektebi bilir misiniz arkadaşlar?.. Onlar hangi mektepte yetişti, hangi üniversitede yetişti?..

 

Onları yetiştiren Rasûl-ü Ekrem SAS, onlara bugünkü mutantan, müdebdeb, en müreffeh bir hayat içerisinde yapılan, onbeş milyona mal olacak o mektep...

 

Ashab-ı Suffe'nin kaldığı yer, Harem-i Şerif'in arkasındaki kuru bir yer idi. Bazı gün aç, bazı gün bir hurma, bazı gün bir bardak süt ile geçiniyorlardı. Yiyecekleri de bundan ibaretti onların.

 

Fakat o iman onlara öyle metânet, öyle azim, öyle sabır vermiş ki, koğsanız da gitmezler ordan... Rasûlüllah'ın aşıkı hepsi. Malları bir tane ok, bir tane yaydan ibaretti.

 

İşte bugünkü İslâmiyette bize bu beldeleri miras bırakanlar, --Allah razı olsun onlardan--hep onların yetiştirdiği mükerrem, muazzam, muhterem insanlardır. Allah onların şefaatine cümlemize mazhar etsin... Ruhları için bir Fâtiha okuyalım!

 

.............................

 

Allah ruhlarını aziz eylesin...

 

e. Peygamberimiz'in Kul Gibi Yemesi

 

Bak Cenâb-ı Peygamber'in hayatından bir nokta...

 

 

RE. 4/7 (Âkilü kemâ ye'külül-abd) "Ben Peygamberim, benim hafızım Allah, yardımcım Allah, nâsırım Allah, muînim Allah... Dağlar, taşlar emrime âmâde, her an için altın olurlar, önümde akarlar su gibi. Fakat, bununla beraber ben bir kul nasıl yiyorsa öyle yerim. Bir köle nasıl yiyorsa, ben öyle yerim." diyor.Müreffeh bir sofra kurulsun önüme, mutantan, müdebdeb yemekler gelsin tabak tabak; bugünkü hükümdarların sofrası gibi bir sofra kurulsun da, Rasûlüllah ondan yesin; onu istemiyor. Bak ne diyor: (Âkilü kemâ ye'külül-abd) "Kulun yediği gibi yerim. Yerde oturur, yerde yerim ve bir kap yerim." diyor.

 

Bununla beraber Hazret-i Ömer de onun ashabı değil mi?.. Bakın onun haline:

 

Ashab-ı kirâmı yolladı Acemistan'a... Muharebe ettiler, Acem ordusunu perişan ettiler, bir çok ganimet alaraktan geldiler. O gelen ganimetten Hazret-i Ömer'e de bir hisse ayırmışlar. Ordaki konservelerden getirmişler, sofrasına koymuşlar. Davet etmişler:

 

"--Buyurun efendim sofraya..."

 

Gelmiş bakmış, sofrada envâi çeşit görmediği yemekler dolu.

 

"--Ne bunlar?.." demiş.

 

"--İşte Efendim Acemistan'dan getirdiğimiz ganimetlerden, size de ihsanımız."

 

"--Allah Allah! Bu memlekette fakir mi kalmadı da bunları bana getirdiniz?.." diye çok acı bir tabirle onlara bir çıkışmış. Sofrayı darmadağın etmiş. "Getirin benim tuzumu, biberimi, yağımı, neyim varsa... Ben onları yiyeceğim!" demiş.

 

Çünkü ashab-ı Rasûlallah, Rasûlüllah'tan aldığını yapıyor. Hazret-i Ömer'in ödü kopuyor, Rasûlüllah'ın dediğinden bir başka bir şey yapar mıyım diyerekten. Hazret-i Ebûbekir öyle, Hazret-i Osman öyle, Hazret-i Ali öyle... Rasûlüllah'ın yolunda gidiyorlar. İşte bunlardır Rasûlünün âli, ashabı...

 

(Fevellezî nefsî biyedihî) Bakın bize dünyayı ne güzel anlatıyor Cenâb-ı Peygamber: "Allah Celle ve A'lâ'ya kasem ederim ki, tapınacak dereceye vardırdığınız şu dünyanın, eğer ind-i ilâhide kıymeti olsaydı, kâfire bir yudum su vermezdi. Bir lokma ekmek de vermezdi."

 

Kıymetsiz bir şey bu dünya... Onun için kâfir fâcir herkes bundan istifade eder. Ama asıl maksad, Hakk'ın rızasıdır. Hakk'ın rızasını kazanamadıktan sonra dünya senin olsa, bütün altınları cevherleri senin olsa, bütün şehvetlerin arzusu senin olsa, ne fayda?..

 

Gelirken köprüden geçerken, gördüm de; Beylerbeyi Sarayı gayet güzel gözüküyor. Baktım baktım da, acıdım. "Ey muhteremler, Allah size de rahmet eylesin... Bunları bıraktınız da gittiniz, şimdi sualleriyle meşgulsünüz. Rasûlüllah'ın yaptığı gibi yapaydınız da, siz de ufacık bir kulübede oturaydınız da, bu memleketin bu paralarını buralara harcamasaydınız ne olurdu?" diyeceği geliyor insanın. Ama nasıl anlatacaksın, nasıl söyleyeceksin?..

 

Onun için kuvvet çok fenâ bir şey... Kuvveti iyiye harcarsan ne mutlu sana; kuvveti şerre harcarsan ne yazık sana!..

 

f. Peygamberimiz'in Âli

 

Şimdi bir tanecik daha okuyayım:

 

RE. 4/8 (Âlül-kur'ân, âlüllàh.) "Kur'an'a sahib olan Allah'ın ehli oluyor, yâni velîsi oluyor." Kur'an ehli kimlerdir, evliyâullah kimlerdir?..

 

Onun için:

 

RE. 4/9 (Âlü muhammed) "Peygamber SAS'in âli, çoluğu, çocuğu, akraba ü taallûkàtı kimlerdir?.. İşte Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin, Hazret-i Ukayl âlidir. Yok yok, o kadarcık olmaz! (Âlü muhammed küllü takıyyün) "Kıyamete kadar gelecek ne kadar müttakî varsa, onların hepsi benim âlimdir, ehlimdir." diyor.

 

Selmân-ı Fârisî Acemistanlı, Acem. İman etmiş, Rasûlüllah'a hizmet ediyor. Onun hakkında Rasûlüllah Efendimiz:

 

(Selmânü fârisî minnî, min ehlî) "Selman bendendir, âlimdir." dedi. Çünkü, Rasûlüllahın dinine, getirdiği İslâm'a sahip çıktı. Onu ciğerine bastı, İslâm'ın âmili oldu.

 

Acemistan İslâmların eline geçti. Bu zat, SAS'den sonra Bağdat'a vali oldu, vâli-yi umûmî nasbolundu. Vâli-yi umûmî olunca, Bağdat'ta ona güzel bir köşk hazırladılar.

 

"--Buyurun vâli bey bu köşke..." dediler.

 

"--Ben öyle köşklerde durmam!" dedi. "Benim Rasûlüm nasıl yaşadıysa, ben de öyle yaşayacağım." dedi.

 

Abası var bir tane, sokakta gezerken uykusu geldiği vakitte, bir kenara bükülüyor, yarısı altında, yarısı üstünde... Vâli-yi umûmî yatıp uyuyor. Bir kocakarının boş bir odasını tutmuş, orada da istirahatini yapıyor.

 

Niçin?.. "Rasûlüllah böyle mutantan, müdebdeb müzeyyen binalarda oturmadı; ben nasıl otururum?" diyor.

 

Biz de bugün bütün servetimizi, adetâ taş devrinin devri gibi binalara sarfetmekten hiç de çekinmiyoruz. Tayyaremiz yok, topumuz yok, tankımız yok, motorumuz yok... Hep bunlar dışarıdan para ile alınacak; bizim paralarımız da demirlerle, çivilerle, göklere kadar çıkan binalara harcanacak.

 

Zâtın birisi bizim minarelere de kızmış da:

 

"--Siz göklerdeki meleklere mi ezan okuyacaksınız? Nedir, bu minarelerinizi bu kadar yükseltmişsiniz?" diyerekten büyük bir kitap yazmış. Bir çok şeylerimize de çatmış.

 

Bugün orda hiç olmazsa, "Allahu ekber!" deniyor. Ya bu binalarda neler oluyor?.. Allah kusurlarımızı affetsin... Tevfîkàt-ı samedâniyesine mazhar etsin...

 

Onun için, sabırla beraber kanaat de şarttır. Kanaat, sabırla beraber yürür. Kanaat da deyince, bak bu ay Receb ayıdır. Bu ayda çok oruç tutmak lâzım gelir. Bu ayda oruç tutmak, tohumu ekmek gibidir. Tohumu ekersin tarlaya; Şa'ban ayı gelir, sularsın. Ramazanda da gelir, biçer, anbarına korsun. Ama bu ayda ekmedikçe, Şa'banda neyi sulayacaksın, Ramazanda da neyi anbarına koyacaksın?..

 

Bugün oruç çok zor olur, uzun günler... Ama alışınca hiç de zor olmaz. Affedersiniz, "Receb'in birinci günü bir oruç tutayım!" dedim, çoktandır da tutmadığım için bir zorladı ki beni, perişan oldum, yatmaktan başka çarem kalmadı. İkinci günü hafifledi. Üçüncü günü daha hafifledi. Bugün oruçlu muyum, değil miyim, hiç hatırımda bile değil...

 

Alışıyor insan. Allah-u Teàlâ bu vücudu öyle yaratmış, nereye sürüklersen oraya gidiyor. Her gün yesen her güne alışıyor, vakit geçti miydi seni zorluyor: "Haydi vakit geçiyor, ye yemeğini!" diyor. Ama alıştırdın mı vücudunu, hiç aklına bile gelmiyor.

 

Allah hepimizi affetsin... Tevfîkàt-ı samedâniyyesine mazhar etsin... O güzel Peygamberimiz'in güzel ahlâklarıyla ahlâklanmak, onun gittiği yolda gidebilmek devlet ve şerefini bizlere de nasîb ü müyesser eylesin...

 

Bir salât ü selâm okuyalım da öyle ayrılalım:

 

"Allàhümme salli alâ seyyidinâ muhammedinin-nebiyyil-ümmiyyi ve alâ... Âlihî ve sahbihî ve sellim..." (3 defa)

 

Bir şey daha hatırıma geldi: Orda konuşurken bir meb'us efendi konuşmaya başladı. Hepimizin bildiği bir zât. Bizim Yusuf Bey de oradaydı, dedi ki:

 

"--Biraz şişmanlamış, gàlibâ paralarını arttırdıkları için..."

 

Bugün bütün bilgilerin altından mide çıkıyor. Bütün bilgilerin altında evvelâ mide yatıyor. Mide olmasa, hiçbir bilgiye kimse gitmeyecek. Mide nerede daha çok istifade edecek, oraya daha çok rağbet oluyor. Niçin?.. Mide orada daha rahat...

 

Cenâb-ı Peygamber'in ashabının bundan çok uzak olduğunu biliyoruz. Binâen aleyh, bu uzaklık bizde olmadıkça, kemâle ulaşmak imkânı yok!.. Mideyi atmak lâzım!

 

Ne gelirse kâfî, iki günde bir, üç günde bir yemek kâfî insana... Günde bir kere gene kâfî... Ekmek kâfî... O bir hurma ile idare oluyormuş da, biz niçin olmayalım canım?.. Bizde de olur ama, biz çok güzel yemekler istiyoruz... Güzel, müreffeh evler istiyoruz... Rahatlıkların en üstününü istiyoruz... "Gâvur yaşasın da, biz niçin yaşamayalım?" diyoruz. Bu bizim içimizde iken, kemâle ulaşmak çok zor!..

 

Onun için, iki şey bu ümmetin belâsıdır: Birisi sarı altın, birisi de kadın... Kadınla sarı altına medyun olan insanlarda kemâl olmaz. Bu iki felâket onlar için kâfîdir.

 

Allah cümlemizi affetsin, bu iki felâketten bizleri de muhafaza buyursun...

 

El-fâtihah!..

 

13. 07. 1975 - İskenderpaşa

Kaynak : http://esadcosan.awardspace.com/

Share this post


Link to post
Share on other sites

Allah Teala bizleri siret ve suret bakımından insan olanlardan eylesin.

 

(Ummandan inciler Mehmet Zahit Kotku K.S)

  • Like 4

Share this post


Link to post
Share on other sites

okumamız değil, ezberlememiz ve yaşamamız gereken şeyler burda toplanmış gibi Sanki..:) acizane kendi fikrim..

 

Allah razı olSun hocamızdan, ve burda paylaşanlardan inşallah.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ömrünü boş yere zevk-ü sefa ile, para pul budalası olarak mahv etme son pişmanlık kimseye fayda vermemiştir.

(Ahlak, 2 / 99)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kotku dualarla anıldı ‘Gönül Dünyamızı Aydınlatanlar, Çağımıza Işık Tutanlar’ projesi kapsamında düzenlenen programda bu ay, ‘Mehmet Zahit Kotku Hazretleri’ anıldı. Programda konuşan ESAM Genel Başkanı ve eski bakanlardan M. Recai Kutan “Böylesine büyük insanları anlatmak çok zor. İlim onları ifade etmekten aciz kalıyor” dedi.

 

AKİT / ANKARA - Keçiören İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından yürütülen ‘Gönül Dünyamızı Aydınlatanlar, Çağımıza Işık Tutanlar’ projesi kapsamında düzenlenen programda bu ay, ‘Mehmet Zahit Kotku Hazretleri’ anıldı. Neşet Ertaş Sanat ve Gösteri Merkezi’nde düzenlenen programa, ESAM (Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi) Genel Başkanı ve eski bakanlardan M. Recai Kutan, Keçiören Kaymakamı Nusret Dirim, Keçiören Belediye Başkanı Mustafa Ak, Keçiören İlçe Milli Eğitim Müdürü Mustafa Kılıçgil, AK Parti Keçiören İlçe Başkanı Zafer Çoktan, Keçiören Müftüsü İhsan İlhan ve çok sayıda öğrenci de hazır bulundu. Kur’an tilaveti ile başlayan programda Mehmet Zahid Kotku Hazretlerinin hayatının anlatıldığı bir sinevizyon gösterisi de yapıldı.

 

“BÜYÜK İNSANLARI ANLATMAK ÇOK ZOR”

 

Allah dostlarının bulunduğu topluluğun üzerine rahmetin indiğini hatırlatarak konuşmasına başlayan Recai Kutan, “Onlar topluma örnek olan değerli büyüklerimizdir. Onları çok yakından tanımamız lazım. Sevgili evlatlarım, Mehmet Zahit Kotku’yu görmeden sevdiniz. Peygamberimiz (S.A.V) buyuruyor ki; ‘Kişi ahrette sevdikleriyle beraber bulunacak.’ Böylesine büyük insanları anlatmak çok zor. İlim onları ifade etmekten aciz kalıyor” dedi. Mehmet Zait Kotku’nun Suriye cephesinde senelerce askerlik yaptığını hatırlatan Kutan, “Orada insanları İslam’a yönlendiren çalışmalarına devam etti. Gül yüzlü ve güler yüzlüydü. Akrabalarına dostlarına çok vefalı ve açık elli idi. Müslüman ahlakı ahlak-i Muhammediye olmalıdır. Şefkatliydi, sabırlıydı, latifeciydi, tıpkı Peygamber Efendimiz gibi. İnsanın kalbinden geçenleri bilirdi. İhtiyaç sahipleri talebini ortaya koymadan onların ihtiyaçlarını giderirdi rahmetli hocamız” diye konuştu. Öğrencilere İslam’ı en iyi şekilde öğrenip uygulamaları tavsiyesinde bulunan Kutan, “Ahlak-i Muhammediye’ye sahip olun. Güler yüzlü, tatlı dilli olun. Cömert ve hüsn-i zanlı olun, kötü huylardan uzak kalın” mesajını verdi.

 

Konuşmaların ardından Başkan Ak, Recai Kutan’a ve Mehmet Zahid Kotku’nun talebesi Hacı Ahmet Efendi’ye içerisinde dua yazılı birer tablo hediye etti. Program bütün konuklara aşure ikramı ile sona erdi.

akitlogo.png

27 Kasım 2014

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...