Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
ayse merve

Süleyman Hilmi Tunahan

Recommended Posts

son devrin din mazlumları kitabını aldım geçen hafta sahaflardan... Süleyman Hilmi Tunahan için ajan, süleymancılık için sapkınlık diye bahsediyor Necip Fazıl... bu konu hakkında bilgisi olan var mıdır? derin şüphe içindeyim, kitap mı sahte acaba...

Share this post


Link to post
Share on other sites

bu kitabı okumuştum ama süleyman hilmi tunahan için ajan ibaresi yoktu. süleyman hilmi tunahan ile alakalı aklımda kalan görüşüyor ama necip fazıl üzerinde fazla bir etkisi olmuyor. onun haricinde müsbet bir kimse olarak bahsedilir süleyman hilmi tunahanda. süleymancılığa gelince şu an için yorum yazmıyorum...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kesinlikle üstad Süleyman Hilmi Tunaham hazretleri hakkında bu tip bir beyanı olamaz. Elinizdeki kitabın üstada ait olduğuna emin misiniz?

 

Eğer okudu iseniz de aktarıyorsanız, kitap kesinlikle sahtedir. Böyle birşeye teşebbüs edenin hangi densiz olduğunun tesbiti için gerekli bilgileri site yönetimi ile paylaşmanız iyi olur. Yok eğer sadece duyumsa bunlar, müsterih olunuz, biliniz; yalandır hem de kuyruklu yalan.

 

İsbatı için Google'a "Son Devrin Din Mazlumları Süleyman Efendi" yazmanız dahi kafi olacaktır.

 

Muhabbetle

Share this post


Link to post
Share on other sites

bende o kitabı alıp göz gezdirirken aynı şeyi farkedip geri vermiştim fakat daha sonra araştırınca başkalarının hazırladığı rapor gibi bşyde öyle bahsedildiği Necip Fazılının da bunu reddettiği yer alıyor 247 248.sayfalarda olması lazım.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Beşinci Fasıl

 

Süleyman Efendi

 

TANIŞMAM:

 

Sene 1946... Büyük Doğu, artık birbirini kovalayacak olan büyük çile devresinin ilk basamağına ayak atmıştır. Birinci Vekiller Heyeti, ikincisi Örfî İdare karariyle olmak üzere iki kere kapatılmış, Örfî İdare Mahkemesine verilmiş, takip ve tazyiklerin en acı şekillerine hedef olmaya başlamış vaziyette... Böyleyken, bütün bu ilk tecelliler, ilerideki korkunç ağrının henüz küçük bir kaşıntı şeklinde tezahüründen ibaret... İleride 32 dişimizi birden saracak olan büyük ağrı, 1946 da sadece bir kaşınma hâlinden artık değilken üzerimizde tesiri ezicidir.

İşte böyle bir hava içinde, Erenköyündeki evimle İstanbul arası gidip gelmekteyim... Bir gün, Kadıköy'ü vapurundan çıkıp oturduğum semte işleyen bir dolmuşa biniyorum. Dolmuştaki yolculardan, 30 yaşlarında, güzel yüzlü, çehresi emniyet telkin edici bir genç bana hitap ediyor:

— Necip Fazıl Bey, değil mi?

Ezgin ve bezginim:

— Evet, benim!

Genç adam bana büyük bir alâka gösteriyor, devamlı Büyük Doğu okuyucusu olduğunu söylüyor ve' dünya görüşümüze noktası noktasına işirak hâlinde olduğunu kaydederek görüşmemizi temas etmemizi diliyor.

İsmi Kemal Kaçar'dır (şimdiki Kütahya Millet Vekili) ve ticaretle meşguldür.

Kısa zaman sonra buluşuyor ve görüşüyoruz; ve hangi bahsi açsak görüyoruz ki, terzilerin (patron) dedikleri biçki plânları şeklinde, tarafların görüş şemaları çizgisi çizgisine birbirine mutabıktır.

Meselâ,, bugün modalaşmaya başlayan Sultan Abdülhamîd müdafiliği, Ulu Hakanın kanlı kaatil ve yamyam bir müstebidden başka bir şey sanılmadığı 1943 tarihinde ve ilk defa Büyük Doğu tezi olarak başlamış ve henüz bu tez hemen herkese tezeğe altun derecisine bir abes belirtirken, ben bu gençte büyük Hükümdara ait hayrete şayan bir anlayış ve iç tabakalara inici bir nüfuz gürüyorum.

— Çok garip, diyorum kendi kendime; Abdülhamîd gibi bütün incelikleri ve tarihî sırları çözücü anahtar şahsiyeti, bu genç, kendi başına nasıl keşfetmiş olabilir?

Ve görmekte devam ediyorum ki, Abdülhamîd dostluğundan başlayarak en büyük aşk ve dostluk mihraklarına ve en sefil ve korkunç düşmanlık hedeflerine kadar beraberiz. Yahudi ve mason nefretinde, devrimbaz ve köksüz sınıfların tespitinde bütün tezlerimizi, bu gencin ruhunda yuvalanmış buluyorum. Hele tarikat yolları Nakşîlik ve İmam-i Rabbânî Hazretleri üzerindeki kıymet hükümlerini bu gençte hazır buluşum beni büsbütün alâkaya sevkediyor. Genç ve (modern) ifadeli muhatabımın bütün bu anlayışları sadece Büyük Doğu'dan devşirmiş olacağına da ihtimal veremediğim için (zira o zaman Büyük Doğu henüz dâvanın başlangıcında ve çok yeni) kendisinin, telkin ve talimi altında bulunduğu ve feyz aldığı bir zata bağlı olması ihtimali karşıma çıkıyor ve soruyorum:

«— Bu genç yaşta bütün bu incelikleri size talim eden bir zat ile alâkalı mısınız?

Gülümsüyor:

— Evet!...

Devrimizin, gerçek ve kâmil mürşidi ne kadar gizleyici ve sahteleri ne nispette ortaya çıkarıcı bir karakter taşıdığını bildiğim için merakla sordum :

— Kim bu zat?

— Yakında tanırsınız?

Nitekim çok genç (Kemal Kaçar) Silistireli Süleyman Hilmi Tunalı'nın bağlısı ve damadıdır; ve bana, mürşidi ve kayınbabasını kendi yazıhanesinde tanıtmıştır:

55 yaşlarında görünen (o tarihte yaşı tam 58), pembe yüzlü, kumral rengine kır düşmüş hafif sakallı, minkarî burunlu, kestane rengi gözlerinin içi gülümseyen, güzel tabirine lâyık bir zat...

Bir iki saatlik ilk temasımızda aldığım intiba, bütün dost ve düşman kutuplarımız üzerinde tam bir iştirak bulunan ve «hiddet-i şer'iyye - şeriat anlayış ve öfkesi» yle dolu bir zat karşısında bulunduğum oldu.

Hemen kayd ve tespit etmeliyim ki, ondan sonra seyrek de olsa birkaç yıl devam eden temaslarımızda, Süleyman Efendinin bâtını kemal cephesi üzerinde ne dü.şünmüş olursam olayım, bu ilk intibaı asla kaybetmedim; ve kendisini, sonuna kadar, İslâm dâvasına bağlı, o dâva uğrunda her çile ve fedakârlığa hazır ve bütün dost ve düşmanlarımız müşterek olarak o dâvanın görüş ve oluş hiddetine malik bir insan buldum.

 

HAYATI:

 

Silistreli'dir 1303 (1883) de dünyaya geliyor. Babaları, Fatih Sultan Mehmed tarafından «Tuna Hanı» ünvaniyle şereflendirilmiş soylu bir aile köküne bağlı...

Babası, Hocazade Osman Efendi ve ilmiye çerçevesinden... Tahsilini İstanbul'da tamamlamış ve Silistre'-nin Satirli Medresesinde yıllarca müderrislik etmişir. Oranın maruf dersiamlarından...

Osman Efendi, gençlik çağında İstanbul'da tahsildeyken bir rüya görüyor: Vücudundan bir parça kopup göğe yükselmiş, oradan ışık saçmakta... Osman Efendi bu rüyayı kendi sulbünden dünyaya gelecek hayırlı bir evlâd mânasına yoruyor ve Silistre'ye dönüşünde evleniyor. Dünyaya gelecek çocuklardan da hangisinin rüyada gördüğü ışık saçan evlâda uygun düşeceğini takibe hazırlanıyor. Süleyman Efendi dünyaya gelip de yetişmeye başlar başlamaz tespit ettiği alâmetlere göre bütün ümidini ona bağlıyor.

O kadar ki, küçük Süleyman, Silistre'de Satirli Medresesenin henüz ilk sınıflarındayken, babasının huzuruna her çıkışında, onun ihtiramla ayağa kalktığına ve:

— Buyurunuz, Süleyman Efendi oğlum!

Diye aşırı bir saygı gösterdiğine şahit oluyor'

Süleyman Efendi bu halden öylesine mahcup olmaya başlamış ki, babasının huzuruna girmek için, onun, yüzünü kapayarak kitap okuduğu, mangala kahve sürdüğü veya geleni peçeleyici bir işle meşgul bulunduğu anları seçer olmuş...

Süleyman Efendinin çocukluğuna ait bu mankıbeleri, şüphesiz kendi nakli olarak damadı Kemal Kacar'dan dinlemiş bulunuyorum.

Süleyman Efendi Silistre Rüşdiyesinde —ve bir müddet Satirli Medresesinde— okuduktan sonra, babası gibi, dersiam yetişmek üzere, İstanbul'a gönderiliyor.

Süleyman Efendi, İstanbul'da Fatih Camii dersiamlarından meşhur Bafralı Ahmed Hamdi Efendinin ders halkasına girerek ondan din ilimlerini ve Arapça'yı öğrendi ve birincilikle icazet aldı.

Babası dersiam Osman Efendinin, kendisini İstanbul'a gönderirken tavsiyesi: «— Oğlum, usul ilmine iyi çalışıp, dininde kuvvetli olursun; mantığa da iyi çalış, fikrinde kuvvetli olursun!»

Bu baba öğüdünü ruhunda muhafaza eden Süleyman Efendi, bilhassa usul ve mantığa öbür derslerden fazla ehemmiyet vermiş ve hayat boyunca bu iki ilimdeki ihtisasına dikkat çekmiştir.

Derken Süleymaniye Medresesi ve peşinden en yüksek dereceli dini tahsil ocağı olan «Medrese-tül Kuzat», kadı yetiştirici mektep... Bugünkü Hukuk Fakültesinin îslâmî şekli demek olan «Medrese-tül Kuzat» in giriş imtihanlarını birincilikle kazanıp bunu mektupla babasına bildirince ondan hemen bir telgraf alıyor:

«— Süleyman; ben seni cehenneme göndermek için İstanbul'a göndermedim!»

Maksat, üç kadıdan ikisinin cehennemde ve birinin çenette olduğuna dair hadîs hikmetince bu mesleğin belirttiği tehlikedir.

«Medrese-tül Kuzat» safhasından sonra, Süleyman Efendi, ayrıca devam ettirdiği şahsî ve tetebbulariyle zahir ilimlerinde (şeriat) derinleşiyor.

Bâtın ilmine gelince... Bu noktayı Kemal Kacar'ın bize verdiği noktalardan takip edelim:

«— Bâtın ilminde, yâni tasavvuftaki mânevi cephesine gelince, şüphesiz, bu husus ehline malûmdur. Zahirî akıl ve zekâ ile idraki mümkün olamaz. Öyle ki, bir insan müslüman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir, hattâ iç hayatı münkir olmaz da yine tasavvuf ve irşada ehil bir zat ile karşılaştığı halde o zat İlâhî iradeyle kendisini ona bildirmezse dünyalar biraraya gelse onun feyzlerinden haberdar olamaz. Bizim ise kendisinin manevî cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz yoktur. Biz bu noktayı «ilm-el-yakîn: ilimle» değil, «hakkel yakın: bilfiil yaşamış olarak» biliyoruz. Kendisinin tasarrufunu ve ruh melekeleri üzerindeki tesirini, öz ruhumuzda ve vücudumuzda hissetmiş; enfüsî (iç) ve kevnî (dış olurlara bağlı) kerametlerinin üstünde irşad harikalarını fiil hâlinde ve hakkiyle müşahade etmiş bulunuyoruz. Allah'ın bu husustaki inayet ve lûtfuna mazhar olduğumuza, kendilerinin kâmil ve mükemmel mürşid olduğuna, «Silsile-i Sâdât: Büyükler Zinciri» kolunun 32 nci ferdi Selâhaddin İbn-i Mevlânâ Seraceddin'in cismanî nisbet, imam-ı Rabbani Hazretlerinin de ruhanî nisbetle vârisleri bulunduğuna imanımız tamdır.

Kendisinin bu cephesini anlamayanların, anlamakta acz gösterenlerin, hiç olmazsa aksini iddia etmemelerini ve kendisinde bir mürşid hali görmediklerini söylemekten çekinmediklerini, dünya ve âhiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiye ederiz.»

Süleyman Efendinin damadı ve gerçekten tam bir sadakatle bağlısı Kemal Kaçar, notlarında şöyle devam ediyor: (Bahis mevzuu (ben olduğum için aynen alıyorum)

«— Bu satırların muharriri, Üstad Necip Fazıl herkesçe malûmdur. Her hususta din, ilim, umumî." kültür ve sanat noktasından anlayışını, idrak ve irfan seviyesini dışına aksettirmiştir. Böyle bir kimse bir zat-ı âlikaderin mürşitliğine şehadet ederse bunu hiçe saymak ve dudak bükmenin yerinde olmayacağına şüphe etmemek iktiza eder.»

Görülüyor ki, Kemal Kaçar, herhangi bir izah ve ispat kaygısına düşmeksizin, sadece ehline ve nasip sahiplerine malûm olacağı ve itirazcıları yola getirmenin mümkün olmayacağı kaydiyle, mürşidinin, sahabîlerden sonra ümmette en büyük insan ve mutlu velî İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin vârisi gösteriyor ve onu kutupların kutpu olan büyük irşad makamında kabul ediyor. Bu hususta son derece dokunaklı, hattâ asil bir teslimiyet ve itimat tavriyle benim şahitliğime baş vuruyor.

Mevkiimin nezaketini, din ve tasavvuf inceliklerine malik okuyucularımın takdirine bırakırım.

Şu kadar ki, bu bırakışta, şu ân için, şahitliğine çağrıldığım mesele üzerinde ne «evet!» ne de «hayır!» edası vardır. Ve şu andaki sükûtum asla «hayır!» cevabına iltimas vaziyetinde olmadığı kadar «evet!» karşılığına da iltifat halinde değildir. Şer'î hiddet ve gayreti bence müsellem olan, hattâ -bedahet ifade eden Süleyman Efendinin bâtınî kemal cephesi üzerinde fikrim olmadığı için değil, hüccet çapında bir fikir ve kanaat sahibi olduğum için, sadece şer'î hüviyet ve gayret cephesi üzerinde bulunduğum şu ân susmayı ve hükmümü sona (bırakmayı tercih ediyorum. «Süleyman Efendi» faslı, onun bâtını kemal cephesi üzerindeki kıymet ölçümüzü göstermekle nihayete erecektir.

İşte Süleyman Efendi, belirttiğimiz tahsil ve hayat safhalarından geçtikten sonra «dersiam» sıfatiyle ele almaya başladığı İslâm dâvasında, birdenbire karşımıza, kuru bilgi kabukları dağıtan bir ezberci ve ezberletici değil, öz ve ruha bağlı ve geniş sirayet ve şümul plânını açıcı bir dâva adamı ve mücadeleci olarak çıkıyor.

Süleyman Efendinin, bâtınî kemal cephesi üzerindeki hüküm daima mahfuz, işte en büyük hususiyet ve ehemmiyeti, sadece İslâm idealine bağlı ve onun eşya ve hâdiselerin mizan üssü kabul eden bu dâvası ve mücadeleci hüviyetindedir.

 

MÜCADELE DEVRESİ:

 

Süleyman Efendinin mücadele hayatına ait safhaları yine damadı ve bağlısı Kemal Kacar'dan dinlemeliyiz. Kendisiyle 1936 yılı yaz mevsiminde tanıştığını söyleyen Kemal Kaçar, bu tarihten öteye olanları fiilen bildiğini ve yaşadığını, öncekileri de Süleyman Efendiden dinlediğini kaydetmekte...

Damadının anlattıklarına göre Süleyman Efendinin mücadele devresi, küfrün tam teaddi ve taarruza geçtiği malûm zamanlardan evvel, güya dinin itibarda kabul edildiği demlerde başlar; fakar asıl küfür şahlanışı hengâmesinde tekarrür eder. Dinin itibarda kabul edildiği demlerde de Süleyman Efendi zahir ehli âlim geçinenlerle, şeriat anlayışı ve mukaddes ölçülerden ta'viz vermemek hususunda çarpışma halindedir. Ayrıca, birçoğu tereddi ve tefessuha giden tarikat yollarının sahte şeyh ve müridlerine karşı, hususiyle «vahdet-i vücut», Alevîlik ve Melâmilik gibi dâvalarda tam bir mukavemet cephesi kurmuş ve onun mücadelesine girişmiş bulunmakta... Yani ilk mücadelesi, dini içinden bozan ve böylece küfre (endirekt) kuvvet verenlere karşı...

Ondan sonra Süleyman Efendinin mücadelesi doğrudan doğruya din dairesine dışarıdan gelen hücum ve tazyiklere karşı başlıyor ve hayatının sonuna kadar devam ediyor.

Damadı şöyle anlatıyor :

«— Ben kendisiyle şeref ve akrabalık kazandıktan sonra, eve, sayısız ve hesapsız defalar polis gelmiş, kendisi Emniyet Müdürlüğüne götürülüp tazyik altına alınmış, kitapları ve hususî eşyası didik didik edilmiştir.»

Defalarca, mevkufiyet olmaksızın mahkemeye veriliyor, fakat bunlardan hiçbir şey çıkmıyor. Evi, etrafı, muhiti ve faaliyet sahaları sürekli bir tarassut altında... Dersiâmlık vazifesi olarak Istanbul camilerinde verdiği vaazlarını dinleyicileri arasında sivil polisler ve hususî ajanlar daima hazır... Kendisi kanuna kol kaptırmamak için istediği kadar gayret ve dikkat sarf etsin; mademki «Allah!» demenin bile hoş görülmediği ve tehlike belirttiği bir iklim içindedir, nasıl olsa, sade kolunu değil, bütün gövdesini zulme kaptırmaya mahkûm, veya memurdur.

İlk tevkif ve çilesi 1939 yılında... Kendisini evinden alıp meşhur Birinci Şubenin tabutluklarına tıkıyorlar... Dostları ve yakınları da beraber... Orada, türlü polis işkenceleri altında üç gün kalıyor... Birinci Ağır Ceza Mahkemesine sevkediliyor... Polisin işkencelerine ve nice ifade ve şehadet oyunlarına rağmen Birinci Ağır Ceza Mahkemesi mevkuf olmayarak muhakemesine karar veriyor ve Süleyman Efendi hemen salıveriliyor... Aylarca süren muhakeme neticesinde hüküm:

SUÇSUZ OLDUĞU ANLAŞILMAKLA BERAETİNE.. Yine İnönü şekavet devrinde ve ilkinden 4-5 yıl sonra ikinci bir takip ve tevkif... Bu defa Birinci Şube tabutluklarında misafirliği 8 gün devam etmiştir. Polis, bilmem kaç biner mumluk ampullerinden uyumama tecrübelerine kadar elinden gelen işkenceyi ihmal etmiyor... Sulh Ceza Mahkemesi kendisini tevkif ve dostlarını tahliye ettikten sonra Asliye Ceza Mahkemesi karariyle ve kefaletle salıveriliş ve neticede yine beraat...

 

ÇİLE:

 

Süleyman Efendinin üçüncü takip ve tevkifi ise Demokrat Parti devrine rastlar ve o devrin siyah ve beyaz renklerinden siyaha bağlı devlet adamlarınca tertiplenmiş bir (komplo) neticesinde meydana gelir. İşte Süleyman Efendinin asıl çile ve mazlumluk devri, vefatında tabutuna istikamet değiştirmeye kadar varan bir zulümle, Demokrat Parti iktidarının bir türlü sabit istikametini bulamadığı ve birbirine aykırı ellerde tezada boğulduğu son seçim çığırıdır.

Demokrat Parti iktidarının dine aykırılıkta Halk Partisini mumla aratacak kadar siyah kanadı, başta o zamanın Dahiliye Vekili Namık Gedik bulunmak üzere, Menemen hâdisesine benzer bir tertip hazırlıyor. Bu adamlar, Başbakanlık odası tabanının budak deliğinden aşağı katlardaki kavgaları seyretmeye bayılan, herkesi başıboş bırakan, gizli tahakkümlere karşı duramayan ve başına ne gelmişse bu yüzden gelmiş bulunan Adnan Menderes'i «oldu-bitti» ye getirmekte mahirdirler.

O zamanlar Süleyman Efendi, damadı vasıtasiyle Kütahya ve civarındaki yakınlarını Cumhuriyetçi Millet Partisi çevresinde Demokrat Partinin bu tezatlı cephesine karşı muhalefete sürdüğü için menfurlarıdır. Fakat asıl nefret siyah kanadın, arada bir işlerini Adnan Menderes'in alnına kadar sıçratan din düşmanlığından gelmekte...

Evet; tıpkı Menemen tertibi denilebilecek, bir oyun hazırlıyorlar:

1957 de Bursa'nın Ulu Camiindeki mahut Mehdîlik komedyası... Eskişehir'de Demiryolları İdaresinde bulunmuş, sözde Nakşî, Akif Efendi isimli bir şahsın Tavşanlı'daki müridleri, Bursa'nın Ulu Camiinde, ellerinde kılıç, malûm mehdîlik narasını basıyor ve gülünç nümayişe girişiyor. Maksat meseleyi Tavşanlı'ya, oradan da vilâyet merkezi Kütahya'ya intikal ettirip Süleyman Efendinin ruhî ve siyasî nüfuz mıntıkasını sindirmek ve eğer hâdise kanlı bir safhaya girecek olursa onu darağacına kadar götürmektir.

Bereket ki, hâdise kansız bastırılıyor, yani tertipçiler kuklalarını adam öldürmeye kadar sevkedemiyor ve ortada :

— Vay şeriatçiler, vay (teokratik) idare özlemcileri!

Homurtusundan başka bir ses duyulmuyor.

Kütahya'nın Altıntaş kazasında Süleyman Efendiye bağlı bir müftü de topun ağzındadır.

Bursa hâdisesi, sözde Nakşî Akif Efendi müridlerinin merkezi olmak bakımından Tavşanlı ve dolayısiyle Kütahya'ya intikal ettiriliyor ve Nakşî değil de Âikifî (!) diye adlandırılan bir şaşkın zümrenin Süleyman Efendi sevk ve idaresinde bulunduğu hayaliyle, birdenbire takibat Süleyman Efendiye yöneltiliyor.

Bunun için de, ilk iş olarak, Süleyman Efendi bağlısı Altıntaş Müftüsü tutuluyor, polis karakolunda günlerce ve sabahlara kadar dövülerek Süleyman Efendi aleyhinde ifade vermeye zorlanıyor. Müftü, sopa altında o türlü tazyik ediliyor ki, nihayet polisin istediği ifadeye benzer bir şeyler gevelemek zorunda kalıyor.

İstanbul'da Süleyman Efendinin evine ve damadının yazıhanesine baskın... Doğru Müdüriyet ve oradan muhafazalı olarak Kütahya...

Süleyman Efendi, Kütahya Emniyet Müdürlüğünde... Bütün bir gün ve gece orada bekletiliyor. Sabaha kadar, bu yetmişine merdiven dayamış ihtiyara, sille, tokat, edilmedik cefa bırakılmıyor. Ana - avrat küfürler de cabası... Öyle bir an geliyor ki, Süleyman Efendi zulmün bu derecesine dayanamıyarak bayılıyor. Polis, bayıltmakta olduğu kadar ayıltmakta da ustadır. Yüzüne su serpiyor, kollarını sun'î teneffüs şeklinde' açıp kapıyor ve Süleyman Efendiyi kendine getiriyorlar.

ihtiyar din adamı kendine gelir gelmez yine ve yeni küfürler...

Bir bayan hâkim, Süleyman Efendi hakkında verilmiş gıyabî tevkif kararını vicahiye çeviriyor ve buyurun hapishaneye!.. Kütahya hapishanesinde, Süleyman Efendi ve damadından başka, hâdisenin alâkalılariyle beraber Kütahya'lı yakınlarından bazıları... Bunlar, birbirleriyle düşüp kalkmamaları için ayrı koğuşlarda ve tek tek, hırsızlar, kaatiller, ırz düşmanları arasında...

Fakat sürpriz ve İlâhî hikmet tecellisi!.. İlk safhada teker teker ve çifter çifter kelepçelenerek en korkunç canilere mahsus bir muameleye tâbi tutulup adaletten de aynı hükmü alacakları emniyeti içinde Ağır Ceza Mahkemesi huzuruna sürülen bu Allah âşıkları, daha ilk celsede, savcının «bihakkın» tahliye isteğiyle ve adam başına ikiyüzer lira gibi (sembolik) bir kefaletle tahliye ediliyorlar.

Bir ay sonraki celsede de, yeni savcının evvelkine katılması üzerine ittifakla beraat kararı...

Hükümete zıt olarak tecelli eden bu adalet tavrı önünde, Süleyman Efendinin etrafındaki çember büsbütün daraltılıyor ve adlî ölçünün serbest bıraktığını, idarî kıskaç, ezmeye bakıyor. Demokrat Parti İktidarının başta Büyük Doğu bulunmak üzere, İslâmî sahada verdiği ilk ümitler herkeste boşa çıkmış ve derin bir kırgınlığa dönmüştür. Süleyman Efendi de, o tarihte hapiste, bir yıl sonra 100 yıla yakın hapis talebleriyle mahkeme huzurunda bulunan meşhur «1960 Son Vâde» yazısını yazacak ve buna «Ya Ol, Ya Öl!» hitabını ekleyecek olan Necip Fazıl ile aynı hava içindedir.

Bu çileler içinde Süleyman Efendi, bütün gücünü Kur'an Kurslarına vermiş, didine dursun; âni bir şeker hastalığı infilâkına uğruyor, görülmemiş şekilde terakki edip kanda (6) grama kadar çıkan şeker, bütün ihtimamlara rağmen düşürülemiyor ve Silistireli Süleyman Hilmi Tunahan, 1959 yılı 16 Eylülünde 71 yaşında, ebedî mîzan âlemine göçüyor.

Hastalığının ağırlaştığı son günlerde, beklenen âkibete karşı, Efendinin Fatih Camii Hazinesine defnedilmesi için hükümetten müsaade alınmıştır.

Fakat... Tezatlar hükümetinin siyah kanadı, vefattan sonra buna hemen mâni oluyor. O sırada İstanbul'da bulunan Dahiliye Vekili Namık Gedik, bir ölüyü bile esir etmek gibi, misli görülmemiş bir tasarrufa kalkıyor:

Polise emir:

— Karaca Ahmed Mezarlığında bir çukur açtırınız ve oraya gömdürünüz!

Ve ilâve ediyor :

— Polisin açtığı çukura gömülecektir!

Cenaze, büyük bir alayla, Üsküdar'ın Altunîzade semtinden aşağıya doğru inmekte... Karşılarına bir polis müfrezesi çıkıyor. Başlarında bir komiser bulunan polis ekibi cenazeyi önlüyor :

— Durunuz!

Eller üstünde birdenbire durdurulan tabut... Cenaze sahipleriyle komiser arasında konuşma :

— Ne var, niçin durdurdunuz cenazeyi?

— istanbul Emniyet Müdürünün emri var: Cenazeyi Karaca Ahmed Mezarlığında hazırlattığımız yere defnedeceksiniz! Karşıya geçilmeyecek!

— O da ne demek? Biz sahibi olduğumuz cenaze mevzuunda hükümetten emir almaya mecbur muyuz? Onu dilediğimiz yere gömemez miyiz, hür değil miyiz? Bu mu demokrasi?

Komiser son cevabını veriyor:

— Ben bu itirazlara muhatap değilim! Aldığım emri bildiriyorum. Cenazeyi Karacaahmed'e sevketmekle mükellefim!

Öbür taraftan İstanbul Emniyet Müdürü bizzat Üsküdara kadar gelerek rıhtımda cenazeyi almak üzere bekleyen istimbotun halatlarını öz eliyle boşandırıyor, istimbota başını alıp gitmesini emrediyor ve rıhtımda terter tepiniyor :

— Polisin açtığı çukura gömülecek! Başka tarafa götürülemez!

Ve cenaze sahipleri, belki de böyle bir acı gününde hâdise çıkartmamak gibi bir his altında bu zulme baş eğiyorlar ve Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan'ın tabutunu Karaca Ahmed istikametine çevirip, orada, polisin açtırdığı çukura indiriyorlar.

Böyle bir zulüm, mahiyeti bakımından küçük görünse de mânâsındaki dehşet ve bir din adamının ölüsüne bile tahakküm etmeye kalkmaktaki manevî şekavet bakımından, hele demokratlık iddiasındaki bir rejim hesabına, tarihte görülmüş şeylerden değildir.

Süleyman Efendinin bağlıları, vefat hâdisesini takip eden bâzı hâdiseleri, tarihler arasındaki esrarlı uygunluklar bakımından hususî bir tefsire tâbi tutmaktadırlar.

Meselâ:

Bursa hâdisesinden birkaç gün önce Ankara'da Harp Okulunu ziyaret eden bir devlet büyüğü vardır ki, orada şöyle konuşmuştur :

— İrticaın bu memlekette avdet etmesine imkân yoktur! Fakat boş yere kan dökülmemesi için dikkatli olmamız icap eder.

Böylece hâdisenin tertipçisi olduğunu belli etmiş olan bu zât, arabî tarihle, aynı hâdisenin tertiplendiği gün Harp Okulu talebesinin eliyle tevkif edilip orada bir odaya kapatılıyor.

Namık Gedik ise malûm... Harbiye okulundaki odasının penceresinden beyin üstü yuvarlanarak ölüyor ve yine Süleyman Efendi bağlılarına göre Ankara Mezarlığında numarası belirsiz bir çukura 10 lira 67 kuruş masrafla gömülüyor.

Yassıada muhakemeleri sonunda idam edilenlerin, 16 Eylül günü, yâni Süleyman Efendinin vefatı tarihinde asılmaları ise yine Efendinin bağlılarınca gayet manidardır.

 

ESERİ:

 

Süleyman Efendinin, emsali din adamlarına nispetle hiçbirinde olmayan bir aksiyonu vardır ve bu aksiyon eserlerin eseri telâkki edilmek mevkiindedir. Bâzı irşad ehli, ne de olsa dar bir kadro içinde ruhları derinliğine bir nüfuzla kavrayıp yüceltmekten başka bir gaye gütmezken, Süleyman Efendi, etrafında aynı dar kadro, bütün memleket sathını hedef tutucu bir iman tarlası fikriyle, genişliğine, büyük bir manevî ziraatin muazzam teşebbüsüne girişmiştir. Bu teşebbüs Kur'an Kurslarına hâkim olma hamlesidir; ve eğer İslâm dâvasını oymalı ve yüksek üslûblu bir salon takımına benzetmek caizse, onun ağacına ve iptidaî malzemesine ait ormanı yetiştirme işidir. Yâni, merkezden hallini bekleyen dâvanın muhitten hazırlığı işi...

Umumî izahı ise, Kur'an Kursları Koruma Dernekleri Federasyonun dileği şudur :

«— Böylece bu kurslar, aziz milletimizin manevî susuzluk ve gıdasızlıktan boğulmak üzere olduğu bir devirde âb-ı hayat çeşmesi olarak ihlâs ve feyiz ocakları hâlinde vazife göregelmiştir.

Bu cemiyetler faaliyete geçmeden önce memleketimizin ufukları kararmış, köylerimiz ezansız, cenazelerimiz Imamsız kalmış bulunuyordu. İslâm büyüklerinin ikaz ve irşadlariyle uyanan fedakâr müslümanların ihlâslı teşebbüsleri neticesinde kurulan bu dernekler vasıtasiyle açılan Kur'an Kurslarında yetişen çok kıymetli ilim ve irfan sahibi kardeşlerimiz Diyanet İşleri Başkanlığında verdikleri ilmî ehliyet imtihanlariyle memleketimizin çeşitli yerlerinde müftü, vaiz, imam, Kur'an Kursu muallimi ve müezzinlikler gibi dinî vazifeler almışlar ve bugüne kadar İslâma yakışır bir ahlâk ile vazifelerine devam ede-gelmişlerdir.»

Halk Partisi devrinin son zamanlarında, karşısındaki muhalefet partisine (avantaj) vermemek zoriyle tasarlanan ve ilk tatbikatını Demokrat Parti devrinde bulan, fakat daima câlî ve zoraki plânda kalmak mahkûmiyetini sırtında taşıyan, esasta bu masum ve mazlum müessese, hemen kurulur kurulmaz, Süleyman Efendinin dinî kurmay gözlerine semerelendirilmesi en müsait saha olarak görünmüş ve bu kursları koruma derneklerini teşkilâtlandırma yoliyle, Süleyman Efendi, taşıdığı hamleci imanın huruç hareketini yerine getirmek üzere nefis bir fırsata ermiştir. Şu var ki, «huruç» mefhumiyle belirttiğimiz hamleyi, taarruzî değil de, tamamiyle tedafili bir hareket kabul etmek lâzımdır.

Evet; saldırgan küfre ve onun zehirli oklarına karşı, zırhlı ve tulgalı erlerden kurulu bir ordu yetiştirme dâvası...

Yıllar boyunca binbir çile içinde yetiştirilmesine çalışılan bu ordu, ne yazıktır ki, sade rejimin ve rejim idaresindeki din (!) makamlarının yadırgama, küçümseme ve suçlama tavrına hedef olmakla kalmamış, birbirinin dümen suyunu takib edici harp gemileri gibi her şeyleri tam bir uygunluk ve ahenk ifade etmesi gereken İmam -Hatip ve Enstitü zümrelerinden bir grup tarafından da türlü hakaretlere uğratılmıştır.

Acaba hak ve hakikat hangi tarafta?...

Cephemize mensup iki temel zümrenin, küfür saflarına yardım edercesine içine düşmekten kendilerini alıkoyamadığı bu felâketli ruh haletini veya nefs tecellisini gerçek bir tedavi ve tesviyeye bağlamak, Süleyman Efendi vesilesiyle inşaallah kalemimize nasip olur. Bu bakımdan bu dâvanın üzerine yakından eğilmek, Süleyman Efendi mevzuunu kaybetmek olmayacak, aksine, onu bütün çapı içinde meydana çıkarmaya vesile teşkil edecektir.

 

ÇATIŞMA:

 

Kur'an Kurslariyle İmam - Hatip ve Enstitülülerden bir zümre arasındaki çatışmayı, önce, yine derneklerinin Federasyonu ağzından dinleyelim :

«— Kur'an Kurslarına yardım derneklerinin bu dinî hizmetleri sayesinde aziz milletimiz, îslâmla asla bağdaşmasına imkân olmayan birçok sapık ceryanların büsbütün ortasına yuvarlanmaktan kurtulmuş, memleketimizin hücrâ köşelerine kadar yayılan bu İlâhî nur ve islâm hizmetleriyle Kur'anda bahsi geçen manevî ve ruhî cehalet tehlikesi büyük mikyasta önlenmiştir. İşte hizmetin böylesine müessir şekilde ifasıdır ki, bir çok imân düşmanlarını küplere bindirmekte, telâşlandırmakta, feryatlarını ayyuka çıkarmaktadır. Ne hazin gaflet ve tecellidir ki vazifeleri sözde imân ve İslâma hizmet olanlar da hasetlik, hodgâmlık gibi bâzı huyların zebunu olarak Kur'an Kurslarına hücumda mutlak küfürle tam işbirliği halindedirler.»

Ne yazık ki, bu kurslara karşı, ateşle su arasında olduğu kadar (allerjik) bir tavır takınanların başında, şu, yakın zamanlarda bir Bakanın (kadastro) idaresiyle bir tuttuğu ve sık sık başına geçen tavizci ruh ve zihin haleti bakımından bizim «cinayet işleri» diye isimlendirdiğimiz Diyanet İşleri vardır.

Kat'î kanaat sahibi bulunuyoruz ki, Diyanet İşleri Başkanlığının Kur'an Kurslarına tatbik ettiği muamele, onlarda herhangi bir dinî, tâlimî, idarî hatâ tesbiti olmaksızın, sadece vücuduna tahammül edilemeyen şeylere karşı alınması mûtad, ezelî ve ebedî dâfia (uzaklaştırıcı kuvvet) ve istiskal tavrıdır. Bu hissî ve nefsânî dâfia ve istiskalin de nereden geldiği bellidir. Zira Kur'an Kurslarında okuyan tertemiz çocuklar din ölçülerine karşı pazarlıksız ve hepçi olarak yetiştirilmektedirler ve bir gün diyanet çerçevesini işgal edecek olurlarsa, orada yalınız mahutlara yer kalmamış olmak iş bitmeyecek, kendi tavizci, boyuna feda edici ve parçacı hüviyetleri de-meydana çıkacaktır.

Diyanet İşleriyle Kur'an Kursları arasında geçen maceralardan ve esen mânalardan birkaçını daima Federasyonlarının raporundan görelim :

«— Diyanet İşleri, zaman zaman, uydurma sebeplerle Türkiye'nin çeşitli bölgelerindeki Kur'an Kurslarının teftişine gönderdiği, tecrübesiz, mesleğinde ihtisas sahibi olmayan, mektebinden diplomasını alır almaz müfettiş tâyin edilen bir kısım peşin fikirli memurlar vasıtasiyle, mevzuat dışında, anormal teftişler yaptırmış, esrar tekkesi basar gibi bir kısım Kur'an Kurslarının bodrumlarından, tâ çatı katlarına, öğretmenlerin şahsî eşya, kütüphane ve kasalarından, talebelerin yatak aralarına varan tehditvâri hareketlerini terviç etmiştir. Bütün anormal teftişler, zaman zaman Başkanlığa aksettirildiği hâlde en küçük muamele yapılmamış, bilâkis anormal hareketlerde bulunan müfettişler Riyaset tarafından takdirle karşılanmış ve derhal ısmarlama raporları muameleye konarak bir çok gayretli, çalışkan ve fedakâr Kur'an Kursu öğretmenleri yerlerinden uzaklaştırılmış, bu öğretmenlerin bir kısmı İslâmî hizmetlerde bulunmasına müsait olmıyan yerlere, bir kısmı da müezzinliğe nakledilmiş, asaleti tasdik edilmemiş olanlara fahrî vazife görenlerden bazılarının da vazifelerine son verilerek müslüman milletimizin maddî ve manevî yardımları ile meydana getirilen bir kısım Kur'an Kursları böylece semeresiz hâle getirilerek yıkılmıştır. Bu kadarla da yetinilmemiş; burada Türkiye'de Kur'an Müesseselerine samimî alâka gösteren ve bu müesseselerin inkişafına yardım eden müftü, vaiz ve diğer din görevlileri de mahut müfettişler marifetiyle tesbit edilmiş, onlar da peyderpey yerlerinden uzaklaştırılmış ve hâlâ uzaklaştırılmaya devam edilegelmiştir.»

Kur'an Kurslarını Koruma Derneklerinin Diyanet İşlerine ait Federasyon raporu şöyle devam ediyor:

«— 633 Sayılı Diyanet Teşkilâtı Kanunundan evvel Kur'an Kursları, Maarif Müfettişleri tarafından teftiş edilmekte idi. Bazı Maarif müfettişleri, Maarif mekteplerindeki alışkanlıklarından dolayı kurslarda mescit olarak ittihaz edilen yerlere ayakkabılarıyla girmek istiyordu. Bu muhterem müfettiş beyefendilere, girmek istedikleri bu yerlerin namaz kılınan birer mescit olduğu hatırlatılınca derhal ayakkabılarını çıkarıyorlar ve ayrıca özür beyan ediyorlardı. Bu kere 633 Sayılı Kanunla Kur'an Kurslarının teftişi Diyanet Riyasetine bırakıldı. Bu vaziyetten yatılı Kur'an kurslarının iaşe ve ibate ve her türlü temizliklerini deruhte etmiş bulunan muhterem dernek mensupları sevinerek derin bir nefes almışlardı. Artık bundan sonra Kur'an müesseseleri, Kur'andan daha iyi anlayan münevver, müsbet ilimlerle mücehhez din adamı ünvaniyle anılan kimseler tarafından teftiş edilecekti. Nihayet mezkûr kanun tatbikata konuldu. Bir de ne görsünler: Bugün diploma alan, mesleğinde bir gün dahi vazife yapmadan müfettiş olmuş ve peşin fikirlere sahip kimseler tarafından Kur'an Kursları tâlân edilmeye başlanmıştır.

Bu sayın müfettişlerin bir kısmı, Kur'an Kursuna gittikleri zaman kursun resmî dershanesinden başka, derneklerin idaresinde bulunan yurd binalarını da temelinden çatısına kadar teftişe değil, tedhişe tabî tutmuş; önceleri Maarif Müfettişlerinin küçük bir ikazla ibâdet yapılan Kur'an Kursu mescitlerine ayakkabılarını çıkararak girdikleri yerlere bu sayın Diyanet Müfettişleri, müteaddit ikazlara rağmen ayakkabılarıyla girmek istemişler, esbab-ı mucibe olarak da, (biz Başvekilin makamına bile ayakkabılarımızla giriyoruz!) demişlerdir. Bu dâhiyane düşünceleriyle valinin makamıyla mescitler arasında bir fark olmıyacağını ifade etmek istemişlerdir.»

îfade tarzına ve anlatılışındaki tabiîliğe göre uydurma olması ihtimali mevcut olmayan bu tablo, delâlet ettiği ruh haleti bakımından tüyler ürperticidir. Mescit, yâni secde edilen yerle Başvekilin odasını, daha açıkçası Allah'ın huzuriyle Başvekilinkini bir tutan ruh haletinin, nasıl olup da Diyanet İşlerinde yuvalanabildiğini hiçbir hayale sığdırmak mümkün değildir.

Nihayet, Kur'an Kurslarını Koruma Dernekleri Federasyonunun raporundaki şu satırlar, Diyanet İşlerinin onlara bakış tarzını tam mânâsiyle tespit eder :

«— Mevcut Kurslara bir taraftan Diyanet müfettişlerinin yukarıda kısaca beyan edildiği şekilde anormal teftişleri devam ederken, diğer taraftan manevî gafletten uyanan milletimiz, dinî ihtiyaçlarını karşılamak ve yavrularına mukaddes kitabımızı okutabilmek için bir araya geliyor, dernek kuruyor, tedrisatın resmen başlıyabilmesi için lüzumlu bütün vasıtaları hazırlıyor, fahrî olarak Kur'an Kursu muallimliğini yapacak gerekli niteliğe sahip kanunen vazife almasında, adlî, idarî hiçbir sakıncası bulunmayan bir muallim namzedini de bularak müftülükler vasıtasıyla Diyanete müracaat ediyorlar. Bir ân önce gerekli formalitenin tamamlanıp tedrisata başlanması için de gayret gösteriyorlar. Müslüman milletimizin bu hâlisâne teşebbüslerine karşı bu milletin din işlerini yürütmekle görevli bulunan makam riyasetinin tutumu ne olmalıdır? Şüphesiz ilk hatıra gelen Diyanet Riyaseti türlü imkânsızlıklar içerisinde yavrularına Kur'an okutma imkânları arayan bu mücâhit müslümanlara teşekkür ederek derhal dinî ve İslâmî arzularına müsbet cevap vermeli ve yardımcı olduklarını beyan ederek bu gibi hayırlı teşebbüslerde bulunan müslüman vatandaşlara maddî ve manevî müzâharette bulunmalıdır. Normal olarak akla geldiği gibi olmamıştır. Birçok zahmetlerle Kur'an Kursu binaları meydana getiren bu efendilerin müracaatlarına Riyasetin ilk cevabı (Siz gidin, biz bildiririz.) olmuştur. Aylarca bu gibi sözlerin peşi takip edilmiş, en sonunda takiplerinden bıktıkları bâzı müteşebbislere, Süleymancılık isnat ederek isteklerinin yerine getirilemiyeceği hakkında (Uygun görülmemiştir) şeklinde cevap verilmiştir.»

İşte, Diyanet İşlerinin Kur'an Kurslarına bu bakışı, Süleyman Efendiye duyulan (allerji) yi doğrudan doğruya Kur'an okutmaya kadar götüren tersinden bir taassub eseridir ki, ifade ettiği mâna, hüsran ve dalâlet mefhumlarından başka hiçbir tâbire emanet edilmez.

 

HAK KİMDE:

 

Fakat asıl iç sızlatan nokta, Diyanet İşlerinde küçük bir zümrenin Kur'an kurslarına karşı aldığı bu tavrın İmam - Hatip ve peşinden Enstitülere sıçraması ve oralarda kendisine ortak bir telâkki zümresi bulmuş olmasıdır. Her şeyden evvel, çent zamandan beri, din ve şeriate bakışı malûm bulunan rejimlerin (ki hakikatte tek rejim) emrindeki Diyanet teşkilâtına bağlı, her yana eğilir, bükülür, tavizci tiplerine mahsus bir görüş, İmam - Hatip'li ve Enstitülerce, hiç değilse bunlar arasında din rabıtası kuvvetli olanlarca nasıl benimsenebilir? Bugün, gerçek bir İmam - Hatip veya Enstitü mensubuna düşen ilk ulvî borç, Diyanet İşlerinin 40 küsur yıllık muhasebesini bilmek, onun, cumhuriyet devrinde nasıl başlayıp basamak basamak nerelere kadar indiğini, nerelerde durduğunu ve nihayet nereye vardığını ve nerede karar kıldığını görmek değil midir? Bir devirde (1941 - Şerefüddin Yalıkaya) Kur'ânın Türkçe mealini resmî ibadet dili yapmaya ve Kur'an meallerine İlâhî Kelâm kudsiyeti izafe etmeye kadar düşünen, teşebbüs eden, fakat iblisliğin bu kadarını iblislere bile kabul ettiremiyen Başkanlar görmüş bu teşkilât , kim kabul edebilir ki, îslâmın saffet ve asliyetine perçinli dinî öğretim kaynaklarına yardımcı olsun?.

İŞTE, KUR'AN KURSLARI MEVZUUNDA İMAM -HATİPLİLER VE İLERİSİNE DÜŞEN BORÇ BU HAKİKATİ TAKDİR ETMEK VE EĞER KURSLARIN DİNÎ VE İLMÎ YÖNDEN SUÇLARI VARSA, ONLARI NEFS ADINA DEĞİL, DİN HESABINA ORTAYA DÖKMEKTİR.

Böyle olmamış, bir kısım İmam - Hatip'li ve Enstitülerce işgal edilen Diyanet İşleri teşkilâtiyle bu müesseselerin malûm ruhu ittifak haline geçmiş, kurslara karşı feci bir hakaret ve hor görme tavrı alınmaya başlamış, bu vaziyet de Kur'an Kursları dairesinde bulunanları çığırından çıkararak ağızlarına geleni söylemeye zorlamış, bir toz dumandır kopmuş ve artık hak ve hakikat ne tarafta, anlaşılmaz bir vaziyet doğmuş ve ancak küfür cephesini mesud edecek bu acıklı vaziyet her ân müzminleşe müzminleşe bugüne kadar gelmiştir.

Şimdi, «Allah» demenin bile yasak olduğu demlerden başlayarak tam çeyrek asır bu dâvanın mücadelesini yapan ve hiçbir tarafı öbürüne tercih etmeksizin hepsini birden benimseyen, hepsine birden ümit bağlayan ve İslâmî takdir ölçüsüne saygı duyulması gereken bir kalem sıfatiyle bildireyim ki, HAK, KUR'AN KURSLARI TARAFINDADIR; FAKAT ONLAR DA HAKLARININ KULLANILMASINI BİLMEDİKLERİ VE KARŞİ TARAFA AYNI DİKENLİ TAVIRLA MUKABELE ETTİKLERİ İÇİN HAKSIZDIRLAR. YOKSA TAM HAKSIZ, DİYANET İŞLERİ RUHİYETİYLE SARMAŞ - DOLAŞ İSLÂM HAKİKAT VE ÖLÇÜLERİNDEN BAŞKA GAYESİ OLMAYAN KURSLARA KÖTÜ GÖZLE BAKAN, İMAM - HATİP'Lİ VE ENSTİTÜLÜ BİR GRUP, EVET SADECE BİR GRUPTUR..

Şimdi İmam - Hatipliler ve ilerisi üzerindeki kıymet hükmümüzü ortaya koyalım.

 

İMAM - HATİPLİLER VE...:

 

Yine Halk Partisi devrinde tasarlanıp Demokrat Parti zamanında tatbikat sahasına çıkan bu okullar o vakit beni korku ve kaygıdan bunaltmıştı.

— İster misin, diyordum kendi kendime; bu defa da din öğretimine el atıp, İslâmı tahrif etmeye kalksınlar ve bilgisizlerin İslâm sanacağı yeni bir din icat etmeye davransınlar? Bu iş, dini büsbütün ihmal ve inkâr etmekten çok daha feci olur!

Bu mekteplerin kuruluş hazırlıkları, hattâ kuruldukları ilk safihalar boyunca korku ve kayığımı daima muhafaza ettim. O sıralarda aramızda birdenbire büyük bir dostluk kıvılcımlanan ve artık boyuna alevlenen, devrin Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri'ye de bu hissimi açtım. Tevfik İleri, bizzat mes'ul Bakan sıfatiyle bu mevzuda bir fikir ve plân sahibi olmak yerine, okulların ismini müslümanlara kâfi teminat kabul edici bir oluruna bağlayıcılık ve müdahaleden uzak, kendi haline bırakış ruhiyatı içindeydi. Halk Partisi devrinde açılmış olsaydı her halde menfi bir istikamet almış olacağı muhakkak bulunan bu mekteplere, Demokrat Parti zamanında da sahipsizlikten başka bir şey düşmeyeceği belliydi. Demek ki, İmam - Hatip Okulları, açık ve sinsi metodlarla, müspet ve menfi her tesire açık bırakılmış olarak işe başladı.

FAKAT TEZ ZAMANDA BU MEKTEPLERDEN ÖYLE BİR TECELLİ FIŞKIRDI Kİ, İLK KORKU VE KAYGIMI TAMAMİYLE BOŞA ÇIKARDI.

Gördüm ki, Allah ile Resulünün, bütün zıtlarına mâni ve bütün yakınlarını cami (toplayıcı) şekilde, metod ve plân altında ve lâyıkiyle okutulmadığı bir ocaktan bile bir nur infilâk etmiş ve yepyeni bir nesil yaratmaya yüz tutmaya başlamıştır. Ufak tefek düzeltmelerle, İslâm dâvasının en ateşli (diyalektik) ve aşk karakterini vâdeden bu yeni nesil, lise ve yüksek tahsil safhasındaki mukaddesatçı gençlikle el ele, dâvamızın temel kaynaklarından biri olmanın şartlarına her ân biraz daha yaklaşa yakla-şa bugüne kadar gelmiş ve manevî ordumuzun mümtaz sınıfları arasında aldığı hususî yerini asla kaybetmemiştir. Fakat malûm sahipsizlik ve her tesire açıklık yüzünden bu tertemiz suyun içine, iplik iplik, bazı menfi mayiler de karışmış ve işte Kur'an Kurslarına aykırılık bunlardan başlayarak temiz suya kadar sirayet tehdidini göstermiştir.

Yoksa, benim gözümde, İslâmın hakikat, saffet ve asliyetine nüfuz ve tek pazarlıksız ona boyun eğmek bakımından en ileri «dünya görüşünün dayanaklarından biri olmak haysiyetini daima muhafaza eden İmam - Hatip ve Enstitüler halis zümresi, sularını bulandırıcı menfi ve yüzde yüz nefsanî ruh inhitatından münezzehtir.

 

KUR'AN KURSLARI:

 

Şimdi de Kur'an Kursları üzerindeki kıymet hükmümüzü açıklayalım :

Doğrudan doğruya Süleyman Efendinin şer'î hiddet ve gayret seciyesine bağlanması ve olanca değerini ona devr ve havale etmesi gerekli bu kuruluşlar, 1 kuruş devlet yardımı görmeden, üstelik çapı büyüdükçe başta Diyanet İşleri bulunmak üzere her türlü resmî hınca hedef tutulan bir İslâm ilimleri çekirdeğidir ki, dini topyekûn muhafaza ve talim etmekteki gayesine yakıştırılabilecek «mubarek» kelimesinden başka vasıf bulunamaz.

Her iki tarafın biraz sonra gösterilecek karşılıklı ithamları arasında bu kurslara yöneltilen öyleleri vardır ki, onların faziletlerine, karşı tarafın eliyle takdim edilmiş delil mahiyetindedir; ve bu açık noktayı İmam - Hatip ve Enstitü topluluğunun temiz ve aslî sınıfı nasıl gözden kaçırır, anlamak mümkün değildir.

 

İTHAMLAR:

 

Her iki tarafı da, en ileri temsilcilerin ağzıyla, sanki sözleşmişler gibi birbiri peşinden ve birbiri üstüne bu Ramazanda evime ziyarete geldikleri zaman dinledim ve inceledim.

Karşımda Kur'an Kursları temsilcileri...

Ben:

—Nedir, İmam-Hatipli ve Enstitülü bir zümreyle aranızdaki, bu' en vahşi kan dâvasından daha zalim çekişme?..

Onlar:

—Bizim hiçbir şey yaptığımız yok! Hattâ son zamanlarda, en kat'î tamimlerle, hakkımızdaki iftiralarına karşı hiçbir mukabelede bulunulmaması, kuruluşlarımıza emrettik. Hücum ve tasallut onlardan geliyor?.

—Nasıl?

Bizi şu maddelerle suçlandırmaya bakıyorlar: (1) Türkiye'de şeriat devleti kurmaya çalışmak...(2) Türkiye'ye Hilâfeti getirmenin yolunda yürümek... (3) Türkiye'ye padişahlığı iade etmenin gayreti içinde bulunmak... (4) Bağlı olduğumuz «Rabıta» prensipi yüzünden şirk ve küfre düşmüş olmak... (5) Kör ve kaba taassup... (6) İmam-Hatip, İslâm Enstitüsü ve İlahiyat Fakültesi düşmanlığı... (7) Masonlarla iş birliği yapıp Amerikalılardan para almak... (8) Bölücü rol oynamak sayesinde Moskova'dan menfaat devşirmek... (9) Hindistan'da Kaadıyânîler-in yaptığı gibi, dinî ayrılık çıkarma yoliyle İngilizlerden yardım görmek... Ve daha neler!.

—Amerika'dan, yahut Moskova'dan veya İngilizlerden para almak masalları, şenî olduğu kadar ahmak... Bir o kadar da gülünç onlarla muhasebeye çekeceğim! Razı mısınız

Heyecanla atıldılar:

— Razıyız!

Karşımda İmam-Hatip ve İslâm Enstitüleri temsilcileri... Ben:

— Nedir, Kur'an Kursları dairesiyle aranızdaki kanlı bıçaklı dalaşma?

Onlar:

— Bizim için Kur'an Kursları dairesi diye bir şey, bir hedef yok; onlar için biz varız!

— Ne demek o?

— Yâni bize saldıran, bizi küfürle itham eden, kendilerinden başka hiç bir İslâm topluluğuna imân şerefini lâyık görmeyen, olanca kemâl ve hakikati yalınız kendilerinde bilen, onlar!..

— Nasıl olur? Tamamiyle aksini iddia ediyorlar! Hattâ kuruluşlarına tamimler göndererek size hiçbir mukabelede bulunulmamasını ve bütün hakaretlerin sineye çekilmesini emretmişler!..

— İnanmayınız!...

— İnanın veya inanmayın demek kolay!.. İnandırmak veya inandırmamak zor!.. Ben vaziyeti inceden inceye tetkik edeceğim; neticeye göre de hükmünü basacağım. Gerekirse iki tarafı yüz yüze getireceğim. Aranızda tam bir hesaplaşmaya razı mısınız?

Onlar da aynı heyecanla atıldılar.

— Razıyız!

Tetkiklerimi derinleştiriyor ve esefler, hattâ dehşetler içinde görüyorum ki, İmam - Hatip ve Enstitüler topluluğunun «devrin ilkeleri»ne aykırılığı ve şeriate bağlılığı ileriye sürülerek, zaman zaman, hükümeti harekete getirmek istenircesine davranışlar olmuştur. Ve bu davranışlarda Diyanet İşleriyle o küçük zümre el ele vermiştir.

Böyle davranışların ne demek olduğunu en basit müslüman bile isimlendirmek iktidarındadır. Karşı tarafın temsilcilerine soruyorum :

— Siz bu çocukların gidişini adetâ rejime hiyanet şeklinde gösterircesine gammazlayanlar olduğundan ve bu işi zümrenize mensup kişilerin yaptığından haberli misiniz?

— Ne münasebet, diyorlar; hâşâ, biz böyle bir şey yapar mıyız? Yalan söylüyorlar!

Bu defa Kurslulara soruyorum :

— Sizi yalancılıkla suçluyorlar! Derhal, malik olduğunuzu söylediğiniz ve beni de inandırdığınız vesikalardan birini ortaya çıkarınız!

Aralarından biri, gülümseyerek elini cebine atıyor :

— İşte, diyor; hemen! Küçücük bir vesika, ama her şeyi göstermeye yeter!

Bu vesika (karşısında gözlerime inanamayacak hale geldim. Bu vesikayı, cümle, kelime, mefhum, hattâ imlâ hataları ve üslûbunun adiliği içinde noktası noktasına aynen kopya ediyorum :

 

SÜLEYMANCILIK

 

Yurtta gittikçe yayılan ve sinsice çalışarak namuslu ve hakikî dindar kitleyi dahi tazyik ve tehtit ile sindirmeye çalışan değişik çehre ve teşkilât ile hakikî hedeflerini gizliyen ve fırsat buldukça zehirlerini kusan bu tip-dinden bîhaber cahil ve yobazlarla kanun çerçevesi içinde amansız bir mücadeleye girişmek, medenî, Atatürk ilkelerine bağlı her münevver Türk'ün vazifesidir. İrtica ve cehalete savaş açmamız, bu günkü medenî dünyadaki yerimizi yükseltmemiz elzemdir.

Bu memlekette sağımıza hâkim olursak solumuzdan korkmayız, cahil insanların vicdan, his, mantık ve inanışlarına hâkim olmak isteyeceklere merhamet etmiyeceğiz. İrtica ve cehalet denen bu iki kuvveti ve başını ezmedikçe bu vatanın huzura kavuşmıyacağı ve medeniyet yoluna giremiyeceği telkin edilmelidir. Akıllı insan: Hayır ile şerri ayırt edendir.

Anayasamızın 19 uncu madde «a» fıkrasının 3 üncü bendi dini bir istismar vasıtası olarak 'kullanılmasını meneder. Vicdan ve inançları zedelemeden çok nazik olan bu konuda birer mürşit olmamız zaruridir.

Hür ve demokratik bir rejimde ve hele Allah'ın adını kullanarak bir diğer şahsa baskı yapmak kanuna karşı gelmek demektir.

1 — SÜLEYMANCILIK NEDİR?

Süleyman Hilmi Tunahan isimli göçmen bir şahıs 1946-1959 yılları arasında İstanbul'da arapça okutarak bir çok talebe yetiştirmiş ve talebelerine Kur'an kursu açmalarını tavsiye ile, kurs açmıyanlara hakkını helâl etmiyeceğini vasiyet etmiştir.

Bu arada kendisinin Velî ve ermiş kişi olduğu inancını telkin etmiştir. Bu şahsın yetiştirmiş olduğu talebeler, bir çok yerlerde resmi veya gayri resmi Kur'an kursları açmışlardır. Bu kurslarda okuyan ve okutanlar ÜSTAZLARI bulunan Süleyman Hilmi TUNAHAN'ı çok sevdikleri, onu kendilerine MÜRŞÎD'İ KÂMİL kabul ettikleri için Süleymancı ismini almışlardır.

2 — SÜLEYMANCILARI NASIL TANIMALI?

Bunlar duada ellerini mutlaka birbirine yapışık olarak tutarlar. Güya eller ayrı ayrı havaya kaldırılırsa Allah'ın nuru dökülür gidermiş. Bunun için dua yapılırken ellerine dikkat etmek lâzımdır.

3 — SÜLEYMANCILARIN GAYELERİ NELERDİR?

Bu inançta olanlar Kur'ân kurslarını bahane ederek, halkı sapık inanç ve hurafelere ve müslüman halkı kandırmak isterler. Açtıkları Kur'ân Kurslarına: İlkokulu yeni bitirmiş veya ilkokulu okumamış talebelerin devamını arzu ederler. Bu talebelere evvelâ mürşitleri olan Süleyman Hilmi'yi öğretirler. Çocuklara «İLİM» çalışmakla elde edilmez, bizim ÜSTADIMIZA Rabıta yaparsak ondan size ilim akar. Çünkü o ilim deryasıdır derler.

4 — İNANÇLARI NELERDİR?

a) Süleymancı olmıyanlar bütün insanlar kâfirdir. Yalnız Süleymancılar müslümanmış.

B) Süleyman Efendi dünyaya gelmese imiş İslâmiyet yer yüzünden kalkarmış. İslâmiyeti dünya yüzüne yayan o imiş.

c) O dini yenilemiş. LİVAİLHAMD sancağı altında ancak Süleymancı olanlar gölgelenebilecekmiş.

d) Süleymancılardan başkasına selâm verirken (ES-SAMÜ ALEYKÜM) Allah belânızı versin demeleri lazımmış.

e) Bunlar ilmin her şubesine ve her dalına düşmandırlar. İlk, orta, lise ve üniversite tahsilini yapanlara kâfir derler, ilkokula (İLKMERKEP), ortaya (Orta Merkep) liseye (kilise) ve üniversiteye (ölüveresice) derler. ATATÜRK'e Ata kâfir derler. Süleyman Hilmi'nin ATATÜRK'Ü manevî yumrukla öldürdüğüne inanırlar. Bilhassa bunlar, İmam-Hatip, Yüksek İslâm Enstitüsü ve İlahiyat Fakültesi gibi okul mensuplarına da çatmaktadırlar. Buralardan din adamı çıkmaz. Ancak deccâlin ordusu yetişir derler.

f) Bu Süleymancılar hiç bir partiye mensup değillerdir. Çıkarları olan partiyi överler.

Süleymancılığın selâmeti için bütün yalanları mubah sayarlar. Yerele göre yalan ve iftiradan asla çekinmezler.

g) Talebelerine bir gün güneşin mutlaka kendi üzerlerine doğacağını söylerler. Çoğalınca darbeyi hükûmet yapacaklarını, kendilerinin başa geçeceklerini anlatırlar. Talebelerinden, şimdilik sır halinde kalmasını isterler. Bu sırları ifşa edenin çarpılacağını söylerler.

h) Kanun nizam ve âmir tanımazlar, bunların bulundukları yerlerde kendilerinden olmayan müftüler müşkül durumda kalmaktadır. Kur'ân Kurslarını uzak ve tenha yerlerde açmak isterler. Süleymancılığın iyi ve güzel şey olduğunu, elde ettikleri din adamları vasıtasiyle telkine çalışırlar.

Bölgede Süleymancı olarak bilinen insanlar vardır.

5 — KANAAT

Dinî, hukukî yönden bunların ıslahı gerekir. Millet ve İslâm dini için çok zararlı ve tehlikeli bir yoldadırlar.

6 — Peygamberimizin Süleyman Hilmi Efendi 300.000 Türke şefaat edebilme izni verildiğini, bunlar Süleymancılar olacağını telkin etmektedir.

7 — NETİCE

Süleymancılık bu günkü aşırı sağ cereyanın en sağ kanadını teşkil etmekte ve Lenin'in Komünizm metotlarından (Bir ülkede komünizmin muvaffak olması için aşırı sağcıların desteklenmesi) usulüne uygun bir sistemle çalıştıkları görülmekte ve bu suretle aşırı Sağ ve aşırı Sol aynı paralelde çalışmaktadır. Keza Lenin'in metotlarından (ayrı dur, müşterek vur) prensibine uyarak kökünün dışarıda olduğuna şüphe edilmeyen Süleymancılarla Komünizmler ayrı ayrı durmakta fakat bir gün müşterek vurmaya hazırlanmaktadırlar.

Nitekim Süleyman Hilmi Tunahan denen adamın 1946 yılında komünizm olan bir Balkan ülkesinden Türkiye'ye göçmen olarak sızmış bir komünizm ajanı olması kuvvetle muhtemeldir.

Türk milletinin mukaddes dinî inançlarını gündelik geçimlerine âlet etmekten de ileri, vatandaşı bölücü, millî birliği ve beraberliği zedeleyici bu sapık inançlara karşı fikren mücadele edilmesi zaruretine bütün milliyetçilerin dikkate çekilmelidir.»

Antalya Din Görevlileri Yardımlaşma derneği ve Antalya imam — Hatip Okulu Mezunları Cemiyeti

NOT: Bu yazı Milliyetçi Gençlik gazetesinin 26 Temmuz 1968 tarihli sayısının 5 inci sahifesinden aynen iktibas edilmiştir.

Antalya Din Görevlileri Yardımlaşma Derneği Bşk.

Antalya İmam-Hatip Okulu Mezunları Cemiyeti Bşk.

Turan Matbaası Tif: 1082

Rezil ve sefil, deni ve şenî bir küfürnameden başka bir şey olmayan bu vesika, eğer İmam - Hatipli, Enstitü ve din görevlisi büyük camiayı topyekûn kuşatıcı, şümullü bir mahiyet belirtseydi, o zaman, bu müesseselerin isimlerini delâletlerini tam aksi olan mefhumlarla değiştirmek icap ederdi. Ama, İmam - Hatip, İslâm Enstitüsü ve din görevlisi gibi mübarek klişeler arkasındaki büyük topluluk, binde 999 ekseriyetiyle bu şaibeden münezzehtir; ve olanca suçları, kendi adlarına böyle ıbir davranışa geçenlerin, kendilerine bir nevi temsil hakkı tanınırcasına, başıboş ve cezasız bırakılmış olmasından ibarettir.

Benimle temasta bulunanlardan herbirinin yağmur suyu kadar sâf ve temiz olduğuna inandığım İmam - Hatip ve Enstitü temsilcilerine bu vesikayı gösterdiğim zaman öyle bir şaşkınlık hali geçirdiler ki, küçük dillerini yutmuş gibi oldular.

Ve:

— Acaba kötü eller tarafından, Müslümanları birbirine -katmak için tertiplenmiş ve basılmış, sahte bir vesika olmasın?.

Demeye kadar hayallerini zorlamaktan başka bir karşılık veremediler. Heyhat ki, hakikat en yalçın çıplaklığiyle meydandaydı ve bütün gerçeklik unsurları yerinde olan bu vesikanın uydurulmuş olmak ihtimali yoktu.

Kur'ân Kursları kaynağından bana verilen bilgiye göre, redaet ve şenaatte benzersiz olan bu vesikanın da ilerisine geçen tezahürler olmuş... Dinî Teşkilât Federasyonlarından birinin Başkanı, resmî bir toplantıda, «Süleymancılar» diye isimlendirdikleri topluluk hakkında şöyle demiş:

— Yüz komünist öldürmektense bir Süleymancı öldürmek evlâdır!

Ve eğer bu söz söylenmişse, bilinmelidir ki, söyleyenin dilini kerpetenle kopartmak, yüz komünistin dilini kesmekten hayırlıdır.

 

BİLANÇO:

 

Neticede, karşılıklı bütün ithamları bilanço nizamına bağladım ve her iki tarafı sonuna kadar dinledikten sonra madde madde hüküm vermek imkânına erdim.

Kur'ân Kursları aleyhindeki ithamlar:

1 — SÜLEYMANCILIK

İmam - Hatip ve Enstitüler grubuna göre, hususî âdetleri, usulleri, ölçüleri, şekilleri ve bir nevi ocak ruhiyatı içinde, böyle bir isimle anılmaya değer, kendini büyük topluluktan bölücü ve ayırıcı bir hizip vardır. Kur'ân Kursları temsilcilerine göre de, sadece dinî bilgi sahasında yetişmek ve şeriat irfanı içinde pişmekten ibaret bir öğrenim gayesinin güdücüsü ne kadar değerli bir zat olursa olsun, hususî bir ocak mânası verilerek onun şahsına bağlanması tamamiyle yersiz ve kasdîdir ve «Süleymancılık» tâibiri karşı cephenin uydurduğu ve taktığı bir yaftadır.

Hüküm:

Esasta Kur'ân Kurslarının gayesi, Süleyman Efendiye ait bazı ruh çizgilerini taşısa da, islâmi talim ve terbiye ocağı olmaktan başka bir şey değildir ve bu ocaklarda «Süleymancılık» diye ifade edilebilecek hususî bir doktrin yoktur. Nakşî olan ve en büyük ihtiramını İmam-ı Rabbani Hazretleri mevzuunda gösteren Süleyman Efendinin, kendisiyle 5-6 yıllık bir süre içinde seyrek de olsa devam eden temaslarımda, hiçbir defa «Süleymancı» veya «Süleymancılık» diye bir îma ve işarete tesadüf etmedim.

2 — ŞERİATÇILIK...

Bu nokta üzerinde, ne itham, ne müdafaa, hiçbir şey dinlemeden doğrudan doğruya hüküm vermeliyiz:

Altında nice kast ve gammazlık yatan bu tâbirin sâf ve mücerret olarak ifade ettiği mâna derecesinde, şahıs veya zümre hesabına fazilet düşünülemez. Bu bakımdan Kur'ân Kurslarına veya en hakîr bir şahsa «şeriatçılık» tabiriyle suç izafe etmenin ne demek olduğunu şeriatten öğrenmek icap eder. Müslüman olup da şeriatçı olmamak, (Sokrates)in benzetişiyle, flüt çalanlar olduğunu kabul edip de flütü -kabul etmemekten farksızdır. İtikadı şeriatçılıkla, devlet nizamlarını şeriata uydurma davranışı arasındaki farka da ayrıca dikkat etmek gerekir. Eğer Kur'ân Kursu topluluğu, sâf ve mücerret mânada şeriattan üstün kıymet tanımıyorsa, Müslümanlığı kökünden kavramış demektir. Sonra da, şeriati reddeden herhangi bir (otorite) ye, herhangi bir zümreyi şeriatçılıkla, yani o (otorite) ye zıt olmakla gammazlamak ve üstelik Müslüman geçinmek, sade şeriatın değil, bütün mezheplerin lanetleyeceği bir alçaklıktır.

3 — KABA VE KÖR TAASSUP...

Hüküm:

Kur'ân Kursları çevresi hakkında «fazla sıkmak» dan başka itham medarı bulamamak, her halde fazla bol bırakmanın felâketi önünde ve hele en küçük müsamahaya bile tahammülü olmayan bu devirde saadet sayılabilir. Elverir ki, bu hâl, İlâhî rahmeti zedeleyecek ve insanoğlunda din şevkini körletecek biçim ve çapta olmasın...

***

6 — DİN GÖREVLİLERİ KADROSUNA KABUL EDİLMEMEKTEN GELEN MENFAAT KAYGISI...

Hüküm:

Sanki İmam - Hatip ve Enstitü, yahut İlahiyat Fakültesi mezunlarına bazı müspet bilgi fakültelerini bitirenler gibi şâhane maaşlar veriliyor ve öbürleri bundan mahrum bırakılıyor da, bütün hırsları bundan doğuyor! Bugün «Hademe-i Hayrat» isimli din görevlisi sınıf, müftüsünden müezzinine kadar, kazançları bakımından memleketin en mahrem ve mustarip sınıfı olduğuna göre, devletten tek kuruş yardım görmeksizin sâf iman ve Allah için gayret sahibi İslâm sermayedarlarının keseler dolusu yardımiyle yürütülen Kur'ân Kursları dairesi, nasıl olur da, en dolgunu Hilton Oteli çöpçülerinin kazancına varmayan aylıklara tamah edebilir?

7 — AMERİKALILARDAN, YAHUT MOSKOFLARDAN VEYA İNGİLİZLERDEN, DİN BÖLÜCÜLÜĞÜ YOLİYLE PARA ALMAK...

Hüküm:

Bu mecnun ve mariz hayallere bile giran gelecek denaet ve şenaet iftiralarının bu derecesine, muhatap olmak şöyle dursun, şahit olmaktan bile Allah'a sığınalım!..

Şimdi, İmam - Hatip ve Enstitüler topluluğu üzerindeki ithamlara gelelim:

Sadece 1 madde :

1 — Umumiyetle din ve ahlâk zaafı ve bu halin çeşitli tezahürleri...

Dile getirsinler veya getirmesinler, Kur'ân Kursları çevresinin edasından sızan itham şöyle ifade edilebilir:

İmam - Hatip, Enstitüler ve İlahiyat Fakültesi zümreleri, rejim yoliyle geldikleri ve ne kadar zayıf olursa olsun, rejimin tesir eliyle yetiştikleri için dinî ilim, salâbet ve ahlâkî bütünlük bakımlarından tatmin edici değildirler.

Hüküm ve netice:

Bu görüşü bütün zümreye şümullendirmek tamamiyle yanlıştır. İmam-Hatip mektepleri ve Yüksek İslâm Enstitüleri rejim yoliyle gelmek felâketinden (bilhassa C.H. P. yi kastediyorum) İlâhî hıfz sayesinde kurtulmuşlar, belki tesirden büsbütün âzâde kalamamışlar, fakat her şeye rağmen büyük ekseriyetleriyle ruhî tamamlıklarını koruyabilmişlerdir. Sağlı ve sollu, dost ve düşman kutuplar arası istikamet tayini duygusunu muhafaza etmişler ve bu dinin yıkıcılariyle yapıcılarını ayırd edici iman ve irfan kıstasını elden bırakmamışlardır.

Evvelce belirtmiştik ya; Allah ile Resulünün gereği gibi okutulmadığı bir ocaktan bile nur fışkırmış ve İmam -Hatip okullariyle Enstitüler, elde patlayan bir hortum haliyle onu elinde tutmak sevdasındaki rejimleri ürkütmüş ve ne yapacaklarını bilemez hale getirmiştir. Kur'ân Kursları da, elde patlayan hortum teşhisinde İmam- Hatip Okulları ve Enstitülerle eşittir. Artık her iki taraf da idare ölçülerinin gözünde, musluğu kapatılması lâzım, fakat bir kere açıldıktan sonra kapatılması imkânsız, devlet iradesini aşmış ve şaşırtmış iki sevimsiz softa ocağı olmuştur. Böyle olunca, şahmerdan altında sıkıştırılıp birbirine geçirilmiş ve birbiri içinde kaynatılmış iki cisim gibi her iki topluluğun yekpâreleşmesi, hattâ kusur ve günahlarına karşılıklı göz yumarak sımsıkı bir perçinlenişle kem gözler önünde çözülmez bir (blok) kurması gerekmez miydi? O kem gözler ki, her iki tarafı birden tasfiye etmekten gayri emel sahibi değildir; ve manzara, Nemrud'un askerlerini eğlendirmek için, ellerindeki esirlerin iki kampa ayrılıp birbirini boğazlamaya kalkması kadar hazindir.

İmdi; bu havsala yakıcı hal nasıl izah olunabilir? . Bence bu işin gayet basit bir izahı vardır:

İmam - Hatip ve Enstitülerden dış tesire tâbi ve yüksek din karakterine mahrum, küçücük bir (klik), Kur'ân Kurslarından tüten şeriat tamamlığı ve tasavvuf zevki havasından boğucu gaz gibi sersemlemiş; eğer bu hava galip gelecek olursa kendilerine hiçbir vücut hikmeti kalmayacağını, üstelik foyalarının meydana çıkacağını anlamış ve mahut ilericilik (!) ruhiyatına sığınarak küfür derecesinde bir felâkete uğramaktan çekinmemiş, üstelik Kur'ân Kursları nefretini şu veya bu nikap altında nefsaniyetleri gıcıklama yoliyle kendi büyük zümresine de sıçratmayı becermiştir.

OLANCA KABAHAT BU KÜÇÜCÜK KLİKTEDİR VE ONDAN, KUR'ÂN KURSLARI BAĞLILARINDAN ZİYADE, İMAM - HATİP VE ENSTİTÜLER BÜYÜK ZÜMRESİNİN HESAP SORMASI LÂZIMDIR.

Netice hükmü şudur ki, her iki tarafın da, küfre karşı esasta bir olduklarını, aynı kader çizgisi ve zemini üzerinde bulunduklarını anlamaları ve içlerindeki sapıkları temizleyip el ele vermeleri ve birbirine kademe teşkil etmeleri, farz kuvvetinde bir borçtur.

Bu borcun yerine getirilmesi bahsinde ilk yapılacak iş, her iki cephe fikir güdücülerinden bir heyetin toplanıp derinliğine bir nefs muhasebesine girişmeleri, müşterek bir bildiri kaleme almaları ve bu bildiride, deminki şahmerdan teşbihiyle, günün şartlarına karşı tarafların aynı gayeye hizmet yolunda tecezzi kabul etmez bir vahdet ifade ettiğini haykırmalarıdır.

Nitekim yakınlarımı teşkil ve bana en büyük ümidi vâdeden, İmam - Hatip ve Enstitüler grupundan, hudutsuz iyi niyetli ve her biri yüksek temsil makamlarına sahip ve sadece o küçük (klik)ten gelen tesirlere kapılmış güdücüler, benim hakemliğim altında böyle bir toplantıyı zevkle karşılamışlar, fakat Kur'ân Kursları güdücülerinin son derece kırık kalbleri kendilerine toplantıdan bir faide çıkabileceği hissini vermemiştir.

(Engels) ve Karl Marks) tarafından yayınlanan meşhur «Komünist Beyannamesi»nin son cümlesi «bütün dünya proleterleri; birleşiniz!» sözündeki hikmet, asıl bizim mevzuumuza lâyıktır:

— Öz yurdunda proleter hayatı süren İslâm bağlıları; birleşiniz!

 

KIYMET HÜKMÜ:

 

Artık Süleyman Efendiyi, eseri, tesiri, şahsiyeti, zahirî ve bâtınî kemal derecesiyle kıymet hükmüne bağlayabiliriz:

Zahirî cephesiyle Süleyman Efendi, gayet güzel bir dış yapı içinde, fevkalâde şahsiyetli tavır ve edalara sahip bir zat... Bu zatın yine dış plândaki İslâmî ilimlere nüfuzu, onları iç plândaki hikmetlerine ulaştırıcı çapta derin...

Fakat birçok insanda toplanması mümkün olan bu meziyetlerin Süleyman Efendiyi en nadir örnek haline getiren nev'i, her vesileyle tekrarladığımız gibi, ondaki şeriat hiddet ve gayretidir. Temaslarımın bende bıraktığı perçinli intiba- olarak kaydedebilirim ki, onun, İslâm vecd ve şevki dışında 71 yıllık ömrüne nispetle 24 saatlik bir başıboşluk hayatı olabileceğine inanmam. Kendini bir dâvaya vakfetmiş ve onun dışında hayat ve faaliyet kabul etmemiş olmanın tam misali... Böyle olduğu için de, tesir ve sirayet kabiliyeti pek büyük...

Dâvasına o kadar bağlı ve o dâva içinde o türlü fâni ve müstehlik (harcanmış) halde ki, bana defalarca şahıs ve nefs kaygısının kendisinde nasıl sıfıra indiğini şöyle ifade etti:

«— Dâva muvaffak olsun da isterse bizim yerimiz Caminin pabuçluğu olsun!..»

İşte Süleyman Efendide Kur'ân Kursları hamlesi, zahir plânında tecelli eden, fakat her şey gibi kuvvetini bâtından alan bu ruha bağlı...

Kur'ân Kursları hakkındaki kıymet 'hükmümüzü daha evvel billûrlaştırdık. Şimdi Süleyman Efendiye ait umumî kıymet hükmü içinde onu tekrarlamak ve yeni bir ifade çerçevesinde belirtmek lazımsa, diyebiliriz ki, küfür kalesinin kapısı önünde bir cenikleşmedir giderken, bu kurslar, kanuna tam uygun olarak, toprak altında kalenin merkezine doğru açılmış tünellerdir ve yuğurduğu ruh ve yetiştirdiği iptidaî madde bakımından, Fâtih'in, gemilerini karadan Halic'e indirmesi kadar muazzam bir buluştur. Bu buluşun ecr ve makamı çok yüksek olmak gerek...

Gelelim Süleyman Efendinin, bâtınların bâtını, ledün ve ermişlik planındaki kemal derecesine!.. Bahsimizin başında en sona ertelediğim bu mesele üzerinde, ondan ve kendimden tek hisse mağlûp olmadan hakikati resmetmeye çalışacağım:

Süleyman Efendi Nakşî idi ve Altın Silsilenin en büyük halkalarından îmam-ı Rabbânî Hazretlerine doğrudan doğruya irtibat ifadesi içindeydi. Damadı ve manevî yakını Kemal Kacar'ın verdiği bir isme rağmen, kendisini Silsileye bağlayan kollar ve basamaklardan haberim olmadı.

Süleyman Efendi, benim kendisine intisabımı —her halde bir teveccüh ve iltifat eseri olarak— arzuladı ve-bunu bana defalarla îma etti. Fakat ben kendisine intisap edemedim. Zira boynu serbest olanlardan değildim ve boynumda, ucu Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinde olan bir kemer taşıyordum. Benim Süleyman Efendiye bağlanmayışım, onun yetkin bir insan olmadığı mânasına gelmiyeceği gibi, bağlanışım da ille kemal sahibi bulunduğuna delil teşkil etmezdi. Yani ben, âciz ve nâçiz şahıs çerçevemde, bir büyüğe bağlanıp bağlanmamakla, onun kemal veya noksanına hüccet teşkil edebilecek bir insan değilim. Fakat tasavvuf sahasında otuz yıla varan müşahede ve tespitlerim, bana, kalp paralarla halislerini yakından tanımak gibi bir sarraflık ihtisası vermiştir. Bunu, İlâhî bir lûtfa nâiliyet olarak Kur'ândaki «Rabbinin sana verdiği nimetleri dile getir!» emriyle belirtmek isterim. Ve hemen ilâve ve tekrar etmek isterim ki, velilik davasındaki biri, eğer velî değilse mutlaka denidir; ve bu âcizin bu yoldaki ihtisası; herhangi bir kalp parayı tanımakta bir banka veznedarının ustalığından eksik değildir.

BU ÖLÇÜLERDEN SONRA SÜLEYMAN EFENDİ HAKKINDA VERİLECEK HÜKÜM, ONUN KALP VE SAHTE AKÇE OLMADIĞI, FAKAT MADENİNDEKİ KIYMET DERECESİNİN BENCE MEÇHUL KALDIĞIDIR.

Onu, şer'î hiddet ve gayrette misilsizlerden, hele din aksiyonunda doğrudan doğruya eşsiz bir Allah ve Resul dostu olarak selâmlar ve açtığı mukaddes ölçüleri talim yolunun bir gün ana cadde haline gelmesini Allah'tan niyaz ederim.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Guest behcet

son devrin din mazlumları kitabını aldım geçen hafta sahaflardan... Süleyman Hilmi Tunahan için ajan, süleymancılık için sapkınlık diye bahsediyor Necip Fazıl... bu konu hakkında bilgisi olan var mıdır? derin şüphe içindeyim, kitap mı sahte acaba...

abi kitap sahte ole bişey olamaz mason kitabı onlar

Share this post


Link to post
Share on other sites
Guest Misafir

Bahsedilen kitapta (Son Devrin Din Mazlumları), bir kısım çevreler, Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri için, çirkin yakıştırmalarda bulunmuş. İftiralar atmış. Üstad, bu iftiraları kitaba alıp, bu iftiralara cevap vermiştir. Yani üstad, iftira atmamış, bilakis bu iftiraları reddetmiş. Onlara gerekli cevabı vermiştir.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Guest BENGÜ

Beşinci Fasıl

 

Süleyman Efendi

 

TANIŞMAM:

 

Sene 1946... Büyük Doğu, artık birbirini kovalayacak olan büyük çile devresinin ilk basamağına ayak atmıştır. Birinci Vekiller Heyeti, ikincisi Örfî İdare karariyle olmak üzere iki kere kapatılmış, Örfî İdare Mahkemesine verilmiş, takip ve tazyiklerin en acı şekillerine hedef olmaya başlamış vaziyette... Böyleyken, bütün bu ilk tecelliler, ilerideki korkunç ağrının henüz küçük bir kaşıntı şeklinde tezahüründen ibaret... İleride 32 dişimizi birden saracak olan büyük ağrı, 1946 da sadece bir kaşınma hâlinden artık değilken üzerimizde tesiri ezicidir.

İşte böyle bir hava içinde, Erenköyündeki evimle İstanbul arası gidip gelmekteyim... Bir gün, Kadıköy'ü vapurundan çıkıp oturduğum semte işleyen bir dolmuşa biniyorum. Dolmuştaki yolculardan, 30 yaşlarında, güzel yüzlü, çehresi emniyet telkin edici bir genç bana hitap ediyor:

— Necip Fazıl Bey, değil mi?

Ezgin ve bezginim:

— Evet, benim!

Genç adam bana büyük bir alâka gösteriyor, devamlı Büyük Doğu okuyucusu olduğunu söylüyor ve' dünya görüşümüze noktası noktasına işirak hâlinde olduğunu kaydederek görüşmemizi temas etmemizi diliyor.

İsmi Kemal Kaçar'dır (şimdiki Kütahya Millet Vekili) ve ticaretle meşguldür.

Kısa zaman sonra buluşuyor ve görüşüyoruz; ve hangi bahsi açsak görüyoruz ki, terzilerin (patron) dedikleri biçki plânları şeklinde, tarafların görüş şemaları çizgisi çizgisine birbirine mutabıktır.

Meselâ,, bugün modalaşmaya başlayan Sultan Abdülhamîd müdafiliği, Ulu Hakanın kanlı kaatil ve yamyam bir müstebidden başka bir şey sanılmadığı 1943 tarihinde ve ilk defa Büyük Doğu tezi olarak başlamış ve henüz bu tez hemen herkese tezeğe altun derecisine bir abes belirtirken, ben bu gençte büyük Hükümdara ait hayrete şayan bir anlayış ve iç tabakalara inici bir nüfuz gürüyorum.

— Çok garip, diyorum kendi kendime; Abdülhamîd gibi bütün incelikleri ve tarihî sırları çözücü anahtar şahsiyeti, bu genç, kendi başına nasıl keşfetmiş olabilir?

Ve görmekte devam ediyorum ki, Abdülhamîd dostluğundan başlayarak en büyük aşk ve dostluk mihraklarına ve en sefil ve korkunç düşmanlık hedeflerine kadar beraberiz. Yahudi ve mason nefretinde, devrimbaz ve köksüz sınıfların tespitinde bütün tezlerimizi, bu gencin ruhunda yuvalanmış buluyorum. Hele tarikat yolları Nakşîlik ve İmam-i Rabbânî Hazretleri üzerindeki kıymet hükümlerini bu gençte hazır buluşum beni büsbütün alâkaya sevkediyor. Genç ve (modern) ifadeli muhatabımın bütün bu anlayışları sadece Büyük Doğu'dan devşirmiş olacağına da ihtimal veremediğim için (zira o zaman Büyük Doğu henüz dâvanın başlangıcında ve çok yeni) kendisinin, telkin ve talimi altında bulunduğu ve feyz aldığı bir zata bağlı olması ihtimali karşıma çıkıyor ve soruyorum:

«— Bu genç yaşta bütün bu incelikleri size talim eden bir zat ile alâkalı mısınız?

Gülümsüyor:

— Evet!...

Devrimizin, gerçek ve kâmil mürşidi ne kadar gizleyici ve sahteleri ne nispette ortaya çıkarıcı bir karakter taşıdığını bildiğim için merakla sordum :

— Kim bu zat?

— Yakında tanırsınız?

Nitekim çok genç (Kemal Kaçar) Silistireli Süleyman Hilmi Tunalı'nın bağlısı ve damadıdır; ve bana, mürşidi ve kayınbabasını kendi yazıhanesinde tanıtmıştır:

55 yaşlarında görünen (o tarihte yaşı tam 58), pembe yüzlü, kumral rengine kır düşmüş hafif sakallı, minkarî burunlu, kestane rengi gözlerinin içi gülümseyen, güzel tabirine lâyık bir zat...

Bir iki saatlik ilk temasımızda aldığım intiba, bütün dost ve düşman kutuplarımız üzerinde tam bir iştirak bulunan ve «hiddet-i şer'iyye - şeriat anlayış ve öfkesi» yle dolu bir zat karşısında bulunduğum oldu.

Hemen kayd ve tespit etmeliyim ki, ondan sonra seyrek de olsa birkaç yıl devam eden temaslarımızda, Süleyman Efendinin bâtını kemal cephesi üzerinde ne dü.şünmüş olursam olayım, bu ilk intibaı asla kaybetmedim; ve kendisini, sonuna kadar, İslâm dâvasına bağlı, o dâva uğrunda her çile ve fedakârlığa hazır ve bütün dost ve düşmanlarımız müşterek olarak o dâvanın görüş ve oluş hiddetine malik bir insan buldum.

 

HAYATI:

 

Silistreli'dir 1303 (1883) de dünyaya geliyor. Babaları, Fatih Sultan Mehmed tarafından «Tuna Hanı» ünvaniyle şereflendirilmiş soylu bir aile köküne bağlı...

Babası, Hocazade Osman Efendi ve ilmiye çerçevesinden... Tahsilini İstanbul'da tamamlamış ve Silistre'-nin Satirli Medresesinde yıllarca müderrislik etmişir. Oranın maruf dersiamlarından...

Osman Efendi, gençlik çağında İstanbul'da tahsildeyken bir rüya görüyor: Vücudundan bir parça kopup göğe yükselmiş, oradan ışık saçmakta... Osman Efendi bu rüyayı kendi sulbünden dünyaya gelecek hayırlı bir evlâd mânasına yoruyor ve Silistre'ye dönüşünde evleniyor. Dünyaya gelecek çocuklardan da hangisinin rüyada gördüğü ışık saçan evlâda uygun düşeceğini takibe hazırlanıyor. Süleyman Efendi dünyaya gelip de yetişmeye başlar başlamaz tespit ettiği alâmetlere göre bütün ümidini ona bağlıyor.

O kadar ki, küçük Süleyman, Silistre'de Satirli Medresesenin henüz ilk sınıflarındayken, babasının huzuruna her çıkışında, onun ihtiramla ayağa kalktığına ve:

— Buyurunuz, Süleyman Efendi oğlum!

Diye aşırı bir saygı gösterdiğine şahit oluyor'

Süleyman Efendi bu halden öylesine mahcup olmaya başlamış ki, babasının huzuruna girmek için, onun, yüzünü kapayarak kitap okuduğu, mangala kahve sürdüğü veya geleni peçeleyici bir işle meşgul bulunduğu anları seçer olmuş...

Süleyman Efendinin çocukluğuna ait bu mankıbeleri, şüphesiz kendi nakli olarak damadı Kemal Kacar'dan dinlemiş bulunuyorum.

Süleyman Efendi Silistre Rüşdiyesinde —ve bir müddet Satirli Medresesinde— okuduktan sonra, babası gibi, dersiam yetişmek üzere, İstanbul'a gönderiliyor.

Süleyman Efendi, İstanbul'da Fatih Camii dersiamlarından meşhur Bafralı Ahmed Hamdi Efendinin ders halkasına girerek ondan din ilimlerini ve Arapça'yı öğrendi ve birincilikle icazet aldı.

Babası dersiam Osman Efendinin, kendisini İstanbul'a gönderirken tavsiyesi: «— Oğlum, usul ilmine iyi çalışıp, dininde kuvvetli olursun; mantığa da iyi çalış, fikrinde kuvvetli olursun!»

Bu baba öğüdünü ruhunda muhafaza eden Süleyman Efendi, bilhassa usul ve mantığa öbür derslerden fazla ehemmiyet vermiş ve hayat boyunca bu iki ilimdeki ihtisasına dikkat çekmiştir.

Derken Süleymaniye Medresesi ve peşinden en yüksek dereceli dini tahsil ocağı olan «Medrese-tül Kuzat», kadı yetiştirici mektep... Bugünkü Hukuk Fakültesinin îslâmî şekli demek olan «Medrese-tül Kuzat» in giriş imtihanlarını birincilikle kazanıp bunu mektupla babasına bildirince ondan hemen bir telgraf alıyor:

«— Süleyman; ben seni cehenneme göndermek için İstanbul'a göndermedim!»

Maksat, üç kadıdan ikisinin cehennemde ve birinin çenette olduğuna dair hadîs hikmetince bu mesleğin belirttiği tehlikedir.

«Medrese-tül Kuzat» safhasından sonra, Süleyman Efendi, ayrıca devam ettirdiği şahsî ve tetebbulariyle zahir ilimlerinde (şeriat) derinleşiyor.

Bâtın ilmine gelince... Bu noktayı Kemal Kacar'ın bize verdiği noktalardan takip edelim:

«— Bâtın ilminde, yâni tasavvuftaki mânevi cephesine gelince, şüphesiz, bu husus ehline malûmdur. Zahirî akıl ve zekâ ile idraki mümkün olamaz. Öyle ki, bir insan müslüman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir, hattâ iç hayatı münkir olmaz da yine tasavvuf ve irşada ehil bir zat ile karşılaştığı halde o zat İlâhî iradeyle kendisini ona bildirmezse dünyalar biraraya gelse onun feyzlerinden haberdar olamaz. Bizim ise kendisinin manevî cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz yoktur. Biz bu noktayı «ilm-el-yakîn: ilimle» değil, «hakkel yakın: bilfiil yaşamış olarak» biliyoruz. Kendisinin tasarrufunu ve ruh melekeleri üzerindeki tesirini, öz ruhumuzda ve vücudumuzda hissetmiş; enfüsî (iç) ve kevnî (dış olurlara bağlı) kerametlerinin üstünde irşad harikalarını fiil hâlinde ve hakkiyle müşahade etmiş bulunuyoruz. Allah'ın bu husustaki inayet ve lûtfuna mazhar olduğumuza, kendilerinin kâmil ve mükemmel mürşid olduğuna, «Silsile-i Sâdât: Büyükler Zinciri» kolunun 32 nci ferdi Selâhaddin İbn-i Mevlânâ Seraceddin'in cismanî nisbet, imam-ı Rabbani Hazretlerinin de ruhanî nisbetle vârisleri bulunduğuna imanımız tamdır.

Kendisinin bu cephesini anlamayanların, anlamakta acz gösterenlerin, hiç olmazsa aksini iddia etmemelerini ve kendisinde bir mürşid hali görmediklerini söylemekten çekinmediklerini, dünya ve âhiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiye ederiz.»

Süleyman Efendinin damadı ve gerçekten tam bir sadakatle bağlısı Kemal Kaçar, notlarında şöyle devam ediyor: (Bahis mevzuu (ben olduğum için aynen alıyorum)

«— Bu satırların muharriri, Üstad Necip Fazıl herkesçe malûmdur. Her hususta din, ilim, umumî." kültür ve sanat noktasından anlayışını, idrak ve irfan seviyesini dışına aksettirmiştir. Böyle bir kimse bir zat-ı âlikaderin mürşitliğine şehadet ederse bunu hiçe saymak ve dudak bükmenin yerinde olmayacağına şüphe etmemek iktiza eder.»

Görülüyor ki, Kemal Kaçar, herhangi bir izah ve ispat kaygısına düşmeksizin, sadece ehline ve nasip sahiplerine malûm olacağı ve itirazcıları yola getirmenin mümkün olmayacağı kaydiyle, mürşidinin, sahabîlerden sonra ümmette en büyük insan ve mutlu velî İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin vârisi gösteriyor ve onu kutupların kutpu olan büyük irşad makamında kabul ediyor. Bu hususta son derece dokunaklı, hattâ asil bir teslimiyet ve itimat tavriyle benim şahitliğime baş vuruyor.

Mevkiimin nezaketini, din ve tasavvuf inceliklerine malik okuyucularımın takdirine bırakırım.

Şu kadar ki, bu bırakışta, şu ân için, şahitliğine çağrıldığım mesele üzerinde ne «evet!» ne de «hayır!» edası vardır. Ve şu andaki sükûtum asla «hayır!» cevabına iltimas vaziyetinde olmadığı kadar «evet!» karşılığına da iltifat halinde değildir. Şer'î hiddet ve gayreti bence müsellem olan, hattâ -bedahet ifade eden Süleyman Efendinin bâtınî kemal cephesi üzerinde fikrim olmadığı için değil, hüccet çapında bir fikir ve kanaat sahibi olduğum için, sadece şer'î hüviyet ve gayret cephesi üzerinde bulunduğum şu ân susmayı ve hükmümü sona (bırakmayı tercih ediyorum. «Süleyman Efendi» faslı, onun bâtını kemal cephesi üzerindeki kıymet ölçümüzü göstermekle nihayete erecektir.

İşte Süleyman Efendi, belirttiğimiz tahsil ve hayat safhalarından geçtikten sonra «dersiam» sıfatiyle ele almaya başladığı İslâm dâvasında, birdenbire karşımıza, kuru bilgi kabukları dağıtan bir ezberci ve ezberletici değil, öz ve ruha bağlı ve geniş sirayet ve şümul plânını açıcı bir dâva adamı ve mücadeleci olarak çıkıyor.

Süleyman Efendinin, bâtınî kemal cephesi üzerindeki hüküm daima mahfuz, işte en büyük hususiyet ve ehemmiyeti, sadece İslâm idealine bağlı ve onun eşya ve hâdiselerin mizan üssü kabul eden bu dâvası ve mücadeleci hüviyetindedir.

 

MÜCADELE DEVRESİ:

 

Süleyman Efendinin mücadele hayatına ait safhaları yine damadı ve bağlısı Kemal Kacar'dan dinlemeliyiz. Kendisiyle 1936 yılı yaz mevsiminde tanıştığını söyleyen Kemal Kaçar, bu tarihten öteye olanları fiilen bildiğini ve yaşadığını, öncekileri de Süleyman Efendiden dinlediğini kaydetmekte...

Damadının anlattıklarına göre Süleyman Efendinin mücadele devresi, küfrün tam teaddi ve taarruza geçtiği malûm zamanlardan evvel, güya dinin itibarda kabul edildiği demlerde başlar; fakar asıl küfür şahlanışı hengâmesinde tekarrür eder. Dinin itibarda kabul edildiği demlerde de Süleyman Efendi zahir ehli âlim geçinenlerle, şeriat anlayışı ve mukaddes ölçülerden ta'viz vermemek hususunda çarpışma halindedir. Ayrıca, birçoğu tereddi ve tefessuha giden tarikat yollarının sahte şeyh ve müridlerine karşı, hususiyle «vahdet-i vücut», Alevîlik ve Melâmilik gibi dâvalarda tam bir mukavemet cephesi kurmuş ve onun mücadelesine girişmiş bulunmakta... Yani ilk mücadelesi, dini içinden bozan ve böylece küfre (endirekt) kuvvet verenlere karşı...

Ondan sonra Süleyman Efendinin mücadelesi doğrudan doğruya din dairesine dışarıdan gelen hücum ve tazyiklere karşı başlıyor ve hayatının sonuna kadar devam ediyor.

Damadı şöyle anlatıyor :

«— Ben kendisiyle şeref ve akrabalık kazandıktan sonra, eve, sayısız ve hesapsız defalar polis gelmiş, kendisi Emniyet Müdürlüğüne götürülüp tazyik altına alınmış, kitapları ve hususî eşyası didik didik edilmiştir.»

Defalarca, mevkufiyet olmaksızın mahkemeye veriliyor, fakat bunlardan hiçbir şey çıkmıyor. Evi, etrafı, muhiti ve faaliyet sahaları sürekli bir tarassut altında... Dersiâmlık vazifesi olarak Istanbul camilerinde verdiği vaazlarını dinleyicileri arasında sivil polisler ve hususî ajanlar daima hazır... Kendisi kanuna kol kaptırmamak için istediği kadar gayret ve dikkat sarf etsin; mademki «Allah!» demenin bile hoş görülmediği ve tehlike belirttiği bir iklim içindedir, nasıl olsa, sade kolunu değil, bütün gövdesini zulme kaptırmaya mahkûm, veya memurdur.

İlk tevkif ve çilesi 1939 yılında... Kendisini evinden alıp meşhur Birinci Şubenin tabutluklarına tıkıyorlar... Dostları ve yakınları da beraber... Orada, türlü polis işkenceleri altında üç gün kalıyor... Birinci Ağır Ceza Mahkemesine sevkediliyor... Polisin işkencelerine ve nice ifade ve şehadet oyunlarına rağmen Birinci Ağır Ceza Mahkemesi mevkuf olmayarak muhakemesine karar veriyor ve Süleyman Efendi hemen salıveriliyor... Aylarca süren muhakeme neticesinde hüküm:

SUÇSUZ OLDUĞU ANLAŞILMAKLA BERAETİNE.. Yine İnönü şekavet devrinde ve ilkinden 4-5 yıl sonra ikinci bir takip ve tevkif... Bu defa Birinci Şube tabutluklarında misafirliği 8 gün devam etmiştir. Polis, bilmem kaç biner mumluk ampullerinden uyumama tecrübelerine kadar elinden gelen işkenceyi ihmal etmiyor... Sulh Ceza Mahkemesi kendisini tevkif ve dostlarını tahliye ettikten sonra Asliye Ceza Mahkemesi karariyle ve kefaletle salıveriliş ve neticede yine beraat...

 

ÇİLE:

 

Süleyman Efendinin üçüncü takip ve tevkifi ise Demokrat Parti devrine rastlar ve o devrin siyah ve beyaz renklerinden siyaha bağlı devlet adamlarınca tertiplenmiş bir (komplo) neticesinde meydana gelir. İşte Süleyman Efendinin asıl çile ve mazlumluk devri, vefatında tabutuna istikamet değiştirmeye kadar varan bir zulümle, Demokrat Parti iktidarının bir türlü sabit istikametini bulamadığı ve birbirine aykırı ellerde tezada boğulduğu son seçim çığırıdır.

Demokrat Parti iktidarının dine aykırılıkta Halk Partisini mumla aratacak kadar siyah kanadı, başta o zamanın Dahiliye Vekili Namık Gedik bulunmak üzere, Menemen hâdisesine benzer bir tertip hazırlıyor. Bu adamlar, Başbakanlık odası tabanının budak deliğinden aşağı katlardaki kavgaları seyretmeye bayılan, herkesi başıboş bırakan, gizli tahakkümlere karşı duramayan ve başına ne gelmişse bu yüzden gelmiş bulunan Adnan Menderes'i «oldu-bitti» ye getirmekte mahirdirler.

O zamanlar Süleyman Efendi, damadı vasıtasiyle Kütahya ve civarındaki yakınlarını Cumhuriyetçi Millet Partisi çevresinde Demokrat Partinin bu tezatlı cephesine karşı muhalefete sürdüğü için menfurlarıdır. Fakat asıl nefret siyah kanadın, arada bir işlerini Adnan Menderes'in alnına kadar sıçratan din düşmanlığından gelmekte...

Evet; tıpkı Menemen tertibi denilebilecek, bir oyun hazırlıyorlar:

1957 de Bursa'nın Ulu Camiindeki mahut Mehdîlik komedyası... Eskişehir'de Demiryolları İdaresinde bulunmuş, sözde Nakşî, Akif Efendi isimli bir şahsın Tavşanlı'daki müridleri, Bursa'nın Ulu Camiinde, ellerinde kılıç, malûm mehdîlik narasını basıyor ve gülünç nümayişe girişiyor. Maksat meseleyi Tavşanlı'ya, oradan da vilâyet merkezi Kütahya'ya intikal ettirip Süleyman Efendinin ruhî ve siyasî nüfuz mıntıkasını sindirmek ve eğer hâdise kanlı bir safhaya girecek olursa onu darağacına kadar götürmektir.

Bereket ki, hâdise kansız bastırılıyor, yani tertipçiler kuklalarını adam öldürmeye kadar sevkedemiyor ve ortada :

— Vay şeriatçiler, vay (teokratik) idare özlemcileri!

Homurtusundan başka bir ses duyulmuyor.

Kütahya'nın Altıntaş kazasında Süleyman Efendiye bağlı bir müftü de topun ağzındadır.

Bursa hâdisesi, sözde Nakşî Akif Efendi müridlerinin merkezi olmak bakımından Tavşanlı ve dolayısiyle Kütahya'ya intikal ettiriliyor ve Nakşî değil de Âikifî (!) diye adlandırılan bir şaşkın zümrenin Süleyman Efendi sevk ve idaresinde bulunduğu hayaliyle, birdenbire takibat Süleyman Efendiye yöneltiliyor.

Bunun için de, ilk iş olarak, Süleyman Efendi bağlısı Altıntaş Müftüsü tutuluyor, polis karakolunda günlerce ve sabahlara kadar dövülerek Süleyman Efendi aleyhinde ifade vermeye zorlanıyor. Müftü, sopa altında o türlü tazyik ediliyor ki, nihayet polisin istediği ifadeye benzer bir şeyler gevelemek zorunda kalıyor.

İstanbul'da Süleyman Efendinin evine ve damadının yazıhanesine baskın... Doğru Müdüriyet ve oradan muhafazalı olarak Kütahya...

Süleyman Efendi, Kütahya Emniyet Müdürlüğünde... Bütün bir gün ve gece orada bekletiliyor. Sabaha kadar, bu yetmişine merdiven dayamış ihtiyara, sille, tokat, edilmedik cefa bırakılmıyor. Ana - avrat küfürler de cabası... Öyle bir an geliyor ki, Süleyman Efendi zulmün bu derecesine dayanamıyarak bayılıyor. Polis, bayıltmakta olduğu kadar ayıltmakta da ustadır. Yüzüne su serpiyor, kollarını sun'î teneffüs şeklinde' açıp kapıyor ve Süleyman Efendiyi kendine getiriyorlar.

ihtiyar din adamı kendine gelir gelmez yine ve yeni küfürler...

Bir bayan hâkim, Süleyman Efendi hakkında verilmiş gıyabî tevkif kararını vicahiye çeviriyor ve buyurun hapishaneye!.. Kütahya hapishanesinde, Süleyman Efendi ve damadından başka, hâdisenin alâkalılariyle beraber Kütahya'lı yakınlarından bazıları... Bunlar, birbirleriyle düşüp kalkmamaları için ayrı koğuşlarda ve tek tek, hırsızlar, kaatiller, ırz düşmanları arasında...

Fakat sürpriz ve İlâhî hikmet tecellisi!.. İlk safhada teker teker ve çifter çifter kelepçelenerek en korkunç canilere mahsus bir muameleye tâbi tutulup adaletten de aynı hükmü alacakları emniyeti içinde Ağır Ceza Mahkemesi huzuruna sürülen bu Allah âşıkları, daha ilk celsede, savcının «bihakkın» tahliye isteğiyle ve adam başına ikiyüzer lira gibi (sembolik) bir kefaletle tahliye ediliyorlar.

Bir ay sonraki celsede de, yeni savcının evvelkine katılması üzerine ittifakla beraat kararı...

Hükümete zıt olarak tecelli eden bu adalet tavrı önünde, Süleyman Efendinin etrafındaki çember büsbütün daraltılıyor ve adlî ölçünün serbest bıraktığını, idarî kıskaç, ezmeye bakıyor. Demokrat Parti İktidarının başta Büyük Doğu bulunmak üzere, İslâmî sahada verdiği ilk ümitler herkeste boşa çıkmış ve derin bir kırgınlığa dönmüştür. Süleyman Efendi de, o tarihte hapiste, bir yıl sonra 100 yıla yakın hapis talebleriyle mahkeme huzurunda bulunan meşhur «1960 Son Vâde» yazısını yazacak ve buna «Ya Ol, Ya Öl!» hitabını ekleyecek olan Necip Fazıl ile aynı hava içindedir.

Bu çileler içinde Süleyman Efendi, bütün gücünü Kur'an Kurslarına vermiş, didine dursun; âni bir şeker hastalığı infilâkına uğruyor, görülmemiş şekilde terakki edip kanda (6) grama kadar çıkan şeker, bütün ihtimamlara rağmen düşürülemiyor ve Silistireli Süleyman Hilmi Tunahan, 1959 yılı 16 Eylülünde 71 yaşında, ebedî mîzan âlemine göçüyor.

Hastalığının ağırlaştığı son günlerde, beklenen âkibete karşı, Efendinin Fatih Camii Hazinesine defnedilmesi için hükümetten müsaade alınmıştır.

Fakat... Tezatlar hükümetinin siyah kanadı, vefattan sonra buna hemen mâni oluyor. O sırada İstanbul'da bulunan Dahiliye Vekili Namık Gedik, bir ölüyü bile esir etmek gibi, misli görülmemiş bir tasarrufa kalkıyor:

Polise emir:

— Karaca Ahmed Mezarlığında bir çukur açtırınız ve oraya gömdürünüz!

Ve ilâve ediyor :

— Polisin açtığı çukura gömülecektir!

Cenaze, büyük bir alayla, Üsküdar'ın Altunîzade semtinden aşağıya doğru inmekte... Karşılarına bir polis müfrezesi çıkıyor. Başlarında bir komiser bulunan polis ekibi cenazeyi önlüyor :

— Durunuz!

Eller üstünde birdenbire durdurulan tabut... Cenaze sahipleriyle komiser arasında konuşma :

— Ne var, niçin durdurdunuz cenazeyi?

— istanbul Emniyet Müdürünün emri var: Cenazeyi Karaca Ahmed Mezarlığında hazırlattığımız yere defnedeceksiniz! Karşıya geçilmeyecek!

— O da ne demek? Biz sahibi olduğumuz cenaze mevzuunda hükümetten emir almaya mecbur muyuz? Onu dilediğimiz yere gömemez miyiz, hür değil miyiz? Bu mu demokrasi?

Komiser son cevabını veriyor:

— Ben bu itirazlara muhatap değilim! Aldığım emri bildiriyorum. Cenazeyi Karacaahmed'e sevketmekle mükellefim!

Öbür taraftan İstanbul Emniyet Müdürü bizzat Üsküdara kadar gelerek rıhtımda cenazeyi almak üzere bekleyen istimbotun halatlarını öz eliyle boşandırıyor, istimbota başını alıp gitmesini emrediyor ve rıhtımda terter tepiniyor :

— Polisin açtığı çukura gömülecek! Başka tarafa götürülemez!

Ve cenaze sahipleri, belki de böyle bir acı gününde hâdise çıkartmamak gibi bir his altında bu zulme baş eğiyorlar ve Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan'ın tabutunu Karaca Ahmed istikametine çevirip, orada, polisin açtırdığı çukura indiriyorlar.

Böyle bir zulüm, mahiyeti bakımından küçük görünse de mânâsındaki dehşet ve bir din adamının ölüsüne bile tahakküm etmeye kalkmaktaki manevî şekavet bakımından, hele demokratlık iddiasındaki bir rejim hesabına, tarihte görülmüş şeylerden değildir.

Süleyman Efendinin bağlıları, vefat hâdisesini takip eden bâzı hâdiseleri, tarihler arasındaki esrarlı uygunluklar bakımından hususî bir tefsire tâbi tutmaktadırlar.

Meselâ:

Bursa hâdisesinden birkaç gün önce Ankara'da Harp Okulunu ziyaret eden bir devlet büyüğü vardır ki, orada şöyle konuşmuştur :

— İrticaın bu memlekette avdet etmesine imkân yoktur! Fakat boş yere kan dökülmemesi için dikkatli olmamız icap eder.

Böylece hâdisenin tertipçisi olduğunu belli etmiş olan bu zât, arabî tarihle, aynı hâdisenin tertiplendiği gün Harp Okulu talebesinin eliyle tevkif edilip orada bir odaya kapatılıyor.

Namık Gedik ise malûm... Harbiye okulundaki odasının penceresinden beyin üstü yuvarlanarak ölüyor ve yine Süleyman Efendi bağlılarına göre Ankara Mezarlığında numarası belirsiz bir çukura 10 lira 67 kuruş masrafla gömülüyor.

Yassıada muhakemeleri sonunda idam edilenlerin, 16 Eylül günü, yâni Süleyman Efendinin vefatı tarihinde asılmaları ise yine Efendinin bağlılarınca gayet manidardır.

 

ESERİ:

 

Süleyman Efendinin, emsali din adamlarına nispetle hiçbirinde olmayan bir aksiyonu vardır ve bu aksiyon eserlerin eseri telâkki edilmek mevkiindedir. Bâzı irşad ehli, ne de olsa dar bir kadro içinde ruhları derinliğine bir nüfuzla kavrayıp yüceltmekten başka bir gaye gütmezken, Süleyman Efendi, etrafında aynı dar kadro, bütün memleket sathını hedef tutucu bir iman tarlası fikriyle, genişliğine, büyük bir manevî ziraatin muazzam teşebbüsüne girişmiştir. Bu teşebbüs Kur'an Kurslarına hâkim olma hamlesidir; ve eğer İslâm dâvasını oymalı ve yüksek üslûblu bir salon takımına benzetmek caizse, onun ağacına ve iptidaî malzemesine ait ormanı yetiştirme işidir. Yâni, merkezden hallini bekleyen dâvanın muhitten hazırlığı işi...

Umumî izahı ise, Kur'an Kursları Koruma Dernekleri Federasyonun dileği şudur :

«— Böylece bu kurslar, aziz milletimizin manevî susuzluk ve gıdasızlıktan boğulmak üzere olduğu bir devirde âb-ı hayat çeşmesi olarak ihlâs ve feyiz ocakları hâlinde vazife göregelmiştir.

Bu cemiyetler faaliyete geçmeden önce memleketimizin ufukları kararmış, köylerimiz ezansız, cenazelerimiz Imamsız kalmış bulunuyordu. İslâm büyüklerinin ikaz ve irşadlariyle uyanan fedakâr müslümanların ihlâslı teşebbüsleri neticesinde kurulan bu dernekler vasıtasiyle açılan Kur'an Kurslarında yetişen çok kıymetli ilim ve irfan sahibi kardeşlerimiz Diyanet İşleri Başkanlığında verdikleri ilmî ehliyet imtihanlariyle memleketimizin çeşitli yerlerinde müftü, vaiz, imam, Kur'an Kursu muallimi ve müezzinlikler gibi dinî vazifeler almışlar ve bugüne kadar İslâma yakışır bir ahlâk ile vazifelerine devam ede-gelmişlerdir.»

Halk Partisi devrinin son zamanlarında, karşısındaki muhalefet partisine (avantaj) vermemek zoriyle tasarlanan ve ilk tatbikatını Demokrat Parti devrinde bulan, fakat daima câlî ve zoraki plânda kalmak mahkûmiyetini sırtında taşıyan, esasta bu masum ve mazlum müessese, hemen kurulur kurulmaz, Süleyman Efendinin dinî kurmay gözlerine semerelendirilmesi en müsait saha olarak görünmüş ve bu kursları koruma derneklerini teşkilâtlandırma yoliyle, Süleyman Efendi, taşıdığı hamleci imanın huruç hareketini yerine getirmek üzere nefis bir fırsata ermiştir. Şu var ki, «huruç» mefhumiyle belirttiğimiz hamleyi, taarruzî değil de, tamamiyle tedafili bir hareket kabul etmek lâzımdır.

Evet; saldırgan küfre ve onun zehirli oklarına karşı, zırhlı ve tulgalı erlerden kurulu bir ordu yetiştirme dâvası...

Yıllar boyunca binbir çile içinde yetiştirilmesine çalışılan bu ordu, ne yazıktır ki, sade rejimin ve rejim idaresindeki din (!) makamlarının yadırgama, küçümseme ve suçlama tavrına hedef olmakla kalmamış, birbirinin dümen suyunu takib edici harp gemileri gibi her şeyleri tam bir uygunluk ve ahenk ifade etmesi gereken İmam -Hatip ve Enstitü zümrelerinden bir grup tarafından da türlü hakaretlere uğratılmıştır.

Acaba hak ve hakikat hangi tarafta?...

Cephemize mensup iki temel zümrenin, küfür saflarına yardım edercesine içine düşmekten kendilerini alıkoyamadığı bu felâketli ruh haletini veya nefs tecellisini gerçek bir tedavi ve tesviyeye bağlamak, Süleyman Efendi vesilesiyle inşaallah kalemimize nasip olur. Bu bakımdan bu dâvanın üzerine yakından eğilmek, Süleyman Efendi mevzuunu kaybetmek olmayacak, aksine, onu bütün çapı içinde meydana çıkarmaya vesile teşkil edecektir.

 

ÇATIŞMA:

 

Kur'an Kurslariyle İmam - Hatip ve Enstitülülerden bir zümre arasındaki çatışmayı, önce, yine derneklerinin Federasyonu ağzından dinleyelim :

«— Kur'an Kurslarına yardım derneklerinin bu dinî hizmetleri sayesinde aziz milletimiz, îslâmla asla bağdaşmasına imkân olmayan birçok sapık ceryanların büsbütün ortasına yuvarlanmaktan kurtulmuş, memleketimizin hücrâ köşelerine kadar yayılan bu İlâhî nur ve islâm hizmetleriyle Kur'anda bahsi geçen manevî ve ruhî cehalet tehlikesi büyük mikyasta önlenmiştir. İşte hizmetin böylesine müessir şekilde ifasıdır ki, bir çok imân düşmanlarını küplere bindirmekte, telâşlandırmakta, feryatlarını ayyuka çıkarmaktadır. Ne hazin gaflet ve tecellidir ki vazifeleri sözde imân ve İslâma hizmet olanlar da hasetlik, hodgâmlık gibi bâzı huyların zebunu olarak Kur'an Kurslarına hücumda mutlak küfürle tam işbirliği halindedirler.»

Ne yazık ki, bu kurslara karşı, ateşle su arasında olduğu kadar (allerjik) bir tavır takınanların başında, şu, yakın zamanlarda bir Bakanın (kadastro) idaresiyle bir tuttuğu ve sık sık başına geçen tavizci ruh ve zihin haleti bakımından bizim «cinayet işleri» diye isimlendirdiğimiz Diyanet İşleri vardır.

Kat'î kanaat sahibi bulunuyoruz ki, Diyanet İşleri Başkanlığının Kur'an Kurslarına tatbik ettiği muamele, onlarda herhangi bir dinî, tâlimî, idarî hatâ tesbiti olmaksızın, sadece vücuduna tahammül edilemeyen şeylere karşı alınması mûtad, ezelî ve ebedî dâfia (uzaklaştırıcı kuvvet) ve istiskal tavrıdır. Bu hissî ve nefsânî dâfia ve istiskalin de nereden geldiği bellidir. Zira Kur'an Kurslarında okuyan tertemiz çocuklar din ölçülerine karşı pazarlıksız ve hepçi olarak yetiştirilmektedirler ve bir gün diyanet çerçevesini işgal edecek olurlarsa, orada yalınız mahutlara yer kalmamış olmak iş bitmeyecek, kendi tavizci, boyuna feda edici ve parçacı hüviyetleri de-meydana çıkacaktır.

Diyanet İşleriyle Kur'an Kursları arasında geçen maceralardan ve esen mânalardan birkaçını daima Federasyonlarının raporundan görelim :

«— Diyanet İşleri, zaman zaman, uydurma sebeplerle Türkiye'nin çeşitli bölgelerindeki Kur'an Kurslarının teftişine gönderdiği, tecrübesiz, mesleğinde ihtisas sahibi olmayan, mektebinden diplomasını alır almaz müfettiş tâyin edilen bir kısım peşin fikirli memurlar vasıtasiyle, mevzuat dışında, anormal teftişler yaptırmış, esrar tekkesi basar gibi bir kısım Kur'an Kurslarının bodrumlarından, tâ çatı katlarına, öğretmenlerin şahsî eşya, kütüphane ve kasalarından, talebelerin yatak aralarına varan tehditvâri hareketlerini terviç etmiştir. Bütün anormal teftişler, zaman zaman Başkanlığa aksettirildiği hâlde en küçük muamele yapılmamış, bilâkis anormal hareketlerde bulunan müfettişler Riyaset tarafından takdirle karşılanmış ve derhal ısmarlama raporları muameleye konarak bir çok gayretli, çalışkan ve fedakâr Kur'an Kursu öğretmenleri yerlerinden uzaklaştırılmış, bu öğretmenlerin bir kısmı İslâmî hizmetlerde bulunmasına müsait olmıyan yerlere, bir kısmı da müezzinliğe nakledilmiş, asaleti tasdik edilmemiş olanlara fahrî vazife görenlerden bazılarının da vazifelerine son verilerek müslüman milletimizin maddî ve manevî yardımları ile meydana getirilen bir kısım Kur'an Kursları böylece semeresiz hâle getirilerek yıkılmıştır. Bu kadarla da yetinilmemiş; burada Türkiye'de Kur'an Müesseselerine samimî alâka gösteren ve bu müesseselerin inkişafına yardım eden müftü, vaiz ve diğer din görevlileri de mahut müfettişler marifetiyle tesbit edilmiş, onlar da peyderpey yerlerinden uzaklaştırılmış ve hâlâ uzaklaştırılmaya devam edilegelmiştir.»

Kur'an Kurslarını Koruma Derneklerinin Diyanet İşlerine ait Federasyon raporu şöyle devam ediyor:

«— 633 Sayılı Diyanet Teşkilâtı Kanunundan evvel Kur'an Kursları, Maarif Müfettişleri tarafından teftiş edilmekte idi. Bazı Maarif müfettişleri, Maarif mekteplerindeki alışkanlıklarından dolayı kurslarda mescit olarak ittihaz edilen yerlere ayakkabılarıyla girmek istiyordu. Bu muhterem müfettiş beyefendilere, girmek istedikleri bu yerlerin namaz kılınan birer mescit olduğu hatırlatılınca derhal ayakkabılarını çıkarıyorlar ve ayrıca özür beyan ediyorlardı. Bu kere 633 Sayılı Kanunla Kur'an Kurslarının teftişi Diyanet Riyasetine bırakıldı. Bu vaziyetten yatılı Kur'an kurslarının iaşe ve ibate ve her türlü temizliklerini deruhte etmiş bulunan muhterem dernek mensupları sevinerek derin bir nefes almışlardı. Artık bundan sonra Kur'an müesseseleri, Kur'andan daha iyi anlayan münevver, müsbet ilimlerle mücehhez din adamı ünvaniyle anılan kimseler tarafından teftiş edilecekti. Nihayet mezkûr kanun tatbikata konuldu. Bir de ne görsünler: Bugün diploma alan, mesleğinde bir gün dahi vazife yapmadan müfettiş olmuş ve peşin fikirlere sahip kimseler tarafından Kur'an Kursları tâlân edilmeye başlanmıştır.

Bu sayın müfettişlerin bir kısmı, Kur'an Kursuna gittikleri zaman kursun resmî dershanesinden başka, derneklerin idaresinde bulunan yurd binalarını da temelinden çatısına kadar teftişe değil, tedhişe tabî tutmuş; önceleri Maarif Müfettişlerinin küçük bir ikazla ibâdet yapılan Kur'an Kursu mescitlerine ayakkabılarını çıkararak girdikleri yerlere bu sayın Diyanet Müfettişleri, müteaddit ikazlara rağmen ayakkabılarıyla girmek istemişler, esbab-ı mucibe olarak da, (biz Başvekilin makamına bile ayakkabılarımızla giriyoruz!) demişlerdir. Bu dâhiyane düşünceleriyle valinin makamıyla mescitler arasında bir fark olmıyacağını ifade etmek istemişlerdir.»

îfade tarzına ve anlatılışındaki tabiîliğe göre uydurma olması ihtimali mevcut olmayan bu tablo, delâlet ettiği ruh haleti bakımından tüyler ürperticidir. Mescit, yâni secde edilen yerle Başvekilin odasını, daha açıkçası Allah'ın huzuriyle Başvekilinkini bir tutan ruh haletinin, nasıl olup da Diyanet İşlerinde yuvalanabildiğini hiçbir hayale sığdırmak mümkün değildir.

Nihayet, Kur'an Kurslarını Koruma Dernekleri Federasyonunun raporundaki şu satırlar, Diyanet İşlerinin onlara bakış tarzını tam mânâsiyle tespit eder :

«— Mevcut Kurslara bir taraftan Diyanet müfettişlerinin yukarıda kısaca beyan edildiği şekilde anormal teftişleri devam ederken, diğer taraftan manevî gafletten uyanan milletimiz, dinî ihtiyaçlarını karşılamak ve yavrularına mukaddes kitabımızı okutabilmek için bir araya geliyor, dernek kuruyor, tedrisatın resmen başlıyabilmesi için lüzumlu bütün vasıtaları hazırlıyor, fahrî olarak Kur'an Kursu muallimliğini yapacak gerekli niteliğe sahip kanunen vazife almasında, adlî, idarî hiçbir sakıncası bulunmayan bir muallim namzedini de bularak müftülükler vasıtasıyla Diyanete müracaat ediyorlar. Bir ân önce gerekli formalitenin tamamlanıp tedrisata başlanması için de gayret gösteriyorlar. Müslüman milletimizin bu hâlisâne teşebbüslerine karşı bu milletin din işlerini yürütmekle görevli bulunan makam riyasetinin tutumu ne olmalıdır? Şüphesiz ilk hatıra gelen Diyanet Riyaseti türlü imkânsızlıklar içerisinde yavrularına Kur'an okutma imkânları arayan bu mücâhit müslümanlara teşekkür ederek derhal dinî ve İslâmî arzularına müsbet cevap vermeli ve yardımcı olduklarını beyan ederek bu gibi hayırlı teşebbüslerde bulunan müslüman vatandaşlara maddî ve manevî müzâharette bulunmalıdır. Normal olarak akla geldiği gibi olmamıştır. Birçok zahmetlerle Kur'an Kursu binaları meydana getiren bu efendilerin müracaatlarına Riyasetin ilk cevabı (Siz gidin, biz bildiririz.) olmuştur. Aylarca bu gibi sözlerin peşi takip edilmiş, en sonunda takiplerinden bıktıkları bâzı müteşebbislere, Süleymancılık isnat ederek isteklerinin yerine getirilemiyeceği hakkında (Uygun görülmemiştir) şeklinde cevap verilmiştir.»

İşte, Diyanet İşlerinin Kur'an Kurslarına bu bakışı, Süleyman Efendiye duyulan (allerji) yi doğrudan doğruya Kur'an okutmaya kadar götüren tersinden bir taassub eseridir ki, ifade ettiği mâna, hüsran ve dalâlet mefhumlarından başka hiçbir tâbire emanet edilmez.

 

HAK KİMDE:

 

Fakat asıl iç sızlatan nokta, Diyanet İşlerinde küçük bir zümrenin Kur'an kurslarına karşı aldığı bu tavrın İmam - Hatip ve peşinden Enstitülere sıçraması ve oralarda kendisine ortak bir telâkki zümresi bulmuş olmasıdır. Her şeyden evvel, çent zamandan beri, din ve şeriate bakışı malûm bulunan rejimlerin (ki hakikatte tek rejim) emrindeki Diyanet teşkilâtına bağlı, her yana eğilir, bükülür, tavizci tiplerine mahsus bir görüş, İmam - Hatip'li ve Enstitülerce, hiç değilse bunlar arasında din rabıtası kuvvetli olanlarca nasıl benimsenebilir? Bugün, gerçek bir İmam - Hatip veya Enstitü mensubuna düşen ilk ulvî borç, Diyanet İşlerinin 40 küsur yıllık muhasebesini bilmek, onun, cumhuriyet devrinde nasıl başlayıp basamak basamak nerelere kadar indiğini, nerelerde durduğunu ve nihayet nereye vardığını ve nerede karar kıldığını görmek değil midir? Bir devirde (1941 - Şerefüddin Yalıkaya) Kur'ânın Türkçe mealini resmî ibadet dili yapmaya ve Kur'an meallerine İlâhî Kelâm kudsiyeti izafe etmeye kadar düşünen, teşebbüs eden, fakat iblisliğin bu kadarını iblislere bile kabul ettiremiyen Başkanlar görmüş bu teşkilât , kim kabul edebilir ki, îslâmın saffet ve asliyetine perçinli dinî öğretim kaynaklarına yardımcı olsun?.

İŞTE, KUR'AN KURSLARI MEVZUUNDA İMAM -HATİPLİLER VE İLERİSİNE DÜŞEN BORÇ BU HAKİKATİ TAKDİR ETMEK VE EĞER KURSLARIN DİNÎ VE İLMÎ YÖNDEN SUÇLARI VARSA, ONLARI NEFS ADINA DEĞİL, DİN HESABINA ORTAYA DÖKMEKTİR.

Böyle olmamış, bir kısım İmam - Hatip'li ve Enstitülerce işgal edilen Diyanet İşleri teşkilâtiyle bu müesseselerin malûm ruhu ittifak haline geçmiş, kurslara karşı feci bir hakaret ve hor görme tavrı alınmaya başlamış, bu vaziyet de Kur'an Kursları dairesinde bulunanları çığırından çıkararak ağızlarına geleni söylemeye zorlamış, bir toz dumandır kopmuş ve artık hak ve hakikat ne tarafta, anlaşılmaz bir vaziyet doğmuş ve ancak küfür cephesini mesud edecek bu acıklı vaziyet her ân müzminleşe müzminleşe bugüne kadar gelmiştir.

Şimdi, «Allah» demenin bile yasak olduğu demlerden başlayarak tam çeyrek asır bu dâvanın mücadelesini yapan ve hiçbir tarafı öbürüne tercih etmeksizin hepsini birden benimseyen, hepsine birden ümit bağlayan ve İslâmî takdir ölçüsüne saygı duyulması gereken bir kalem sıfatiyle bildireyim ki, HAK, KUR'AN KURSLARI TARAFINDADIR; FAKAT ONLAR DA HAKLARININ KULLANILMASINI BİLMEDİKLERİ VE KARŞİ TARAFA AYNI DİKENLİ TAVIRLA MUKABELE ETTİKLERİ İÇİN HAKSIZDIRLAR. YOKSA TAM HAKSIZ, DİYANET İŞLERİ RUHİYETİYLE SARMAŞ - DOLAŞ İSLÂM HAKİKAT VE ÖLÇÜLERİNDEN BAŞKA GAYESİ OLMAYAN KURSLARA KÖTÜ GÖZLE BAKAN, İMAM - HATİP'Lİ VE ENSTİTÜLÜ BİR GRUP, EVET SADECE BİR GRUPTUR..

Şimdi İmam - Hatipliler ve ilerisi üzerindeki kıymet hükmümüzü ortaya koyalım.

 

İMAM - HATİPLİLER VE...:

 

Yine Halk Partisi devrinde tasarlanıp Demokrat Parti zamanında tatbikat sahasına çıkan bu okullar o vakit beni korku ve kaygıdan bunaltmıştı.

— İster misin, diyordum kendi kendime; bu defa da din öğretimine el atıp, İslâmı tahrif etmeye kalksınlar ve bilgisizlerin İslâm sanacağı yeni bir din icat etmeye davransınlar? Bu iş, dini büsbütün ihmal ve inkâr etmekten çok daha feci olur!

Bu mekteplerin kuruluş hazırlıkları, hattâ kuruldukları ilk safihalar boyunca korku ve kayığımı daima muhafaza ettim. O sıralarda aramızda birdenbire büyük bir dostluk kıvılcımlanan ve artık boyuna alevlenen, devrin Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri'ye de bu hissimi açtım. Tevfik İleri, bizzat mes'ul Bakan sıfatiyle bu mevzuda bir fikir ve plân sahibi olmak yerine, okulların ismini müslümanlara kâfi teminat kabul edici bir oluruna bağlayıcılık ve müdahaleden uzak, kendi haline bırakış ruhiyatı içindeydi. Halk Partisi devrinde açılmış olsaydı her halde menfi bir istikamet almış olacağı muhakkak bulunan bu mekteplere, Demokrat Parti zamanında da sahipsizlikten başka bir şey düşmeyeceği belliydi. Demek ki, İmam - Hatip Okulları, açık ve sinsi metodlarla, müspet ve menfi her tesire açık bırakılmış olarak işe başladı.

FAKAT TEZ ZAMANDA BU MEKTEPLERDEN ÖYLE BİR TECELLİ FIŞKIRDI Kİ, İLK KORKU VE KAYGIMI TAMAMİYLE BOŞA ÇIKARDI.

Gördüm ki, Allah ile Resulünün, bütün zıtlarına mâni ve bütün yakınlarını cami (toplayıcı) şekilde, metod ve plân altında ve lâyıkiyle okutulmadığı bir ocaktan bile bir nur infilâk etmiş ve yepyeni bir nesil yaratmaya yüz tutmaya başlamıştır. Ufak tefek düzeltmelerle, İslâm dâvasının en ateşli (diyalektik) ve aşk karakterini vâdeden bu yeni nesil, lise ve yüksek tahsil safhasındaki mukaddesatçı gençlikle el ele, dâvamızın temel kaynaklarından biri olmanın şartlarına her ân biraz daha yaklaşa yakla-şa bugüne kadar gelmiş ve manevî ordumuzun mümtaz sınıfları arasında aldığı hususî yerini asla kaybetmemiştir. Fakat malûm sahipsizlik ve her tesire açıklık yüzünden bu tertemiz suyun içine, iplik iplik, bazı menfi mayiler de karışmış ve işte Kur'an Kurslarına aykırılık bunlardan başlayarak temiz suya kadar sirayet tehdidini göstermiştir.

Yoksa, benim gözümde, İslâmın hakikat, saffet ve asliyetine nüfuz ve tek pazarlıksız ona boyun eğmek bakımından en ileri «dünya görüşünün dayanaklarından biri olmak haysiyetini daima muhafaza eden İmam - Hatip ve Enstitüler halis zümresi, sularını bulandırıcı menfi ve yüzde yüz nefsanî ruh inhitatından münezzehtir.

 

KUR'AN KURSLARI:

 

Şimdi de Kur'an Kursları üzerindeki kıymet hükmümüzü açıklayalım :

Doğrudan doğruya Süleyman Efendinin şer'î hiddet ve gayret seciyesine bağlanması ve olanca değerini ona devr ve havale etmesi gerekli bu kuruluşlar, 1 kuruş devlet yardımı görmeden, üstelik çapı büyüdükçe başta Diyanet İşleri bulunmak üzere her türlü resmî hınca hedef tutulan bir İslâm ilimleri çekirdeğidir ki, dini topyekûn muhafaza ve talim etmekteki gayesine yakıştırılabilecek «mubarek» kelimesinden başka vasıf bulunamaz.

Her iki tarafın biraz sonra gösterilecek karşılıklı ithamları arasında bu kurslara yöneltilen öyleleri vardır ki, onların faziletlerine, karşı tarafın eliyle takdim edilmiş delil mahiyetindedir; ve bu açık noktayı İmam - Hatip ve Enstitü topluluğunun temiz ve aslî sınıfı nasıl gözden kaçırır, anlamak mümkün değildir.

 

İTHAMLAR:

 

Her iki tarafı da, en ileri temsilcilerin ağzıyla, sanki sözleşmişler gibi birbiri peşinden ve birbiri üstüne bu Ramazanda evime ziyarete geldikleri zaman dinledim ve inceledim.

Karşımda Kur'an Kursları temsilcileri...

Ben:

—Nedir, İmam-Hatipli ve Enstitülü bir zümreyle aranızdaki, bu' en vahşi kan dâvasından daha zalim çekişme?..

Onlar:

—Bizim hiçbir şey yaptığımız yok! Hattâ son zamanlarda, en kat'î tamimlerle, hakkımızdaki iftiralarına karşı hiçbir mukabelede bulunulmaması, kuruluşlarımıza emrettik. Hücum ve tasallut onlardan geliyor?.

—Nasıl?

Bizi şu maddelerle suçlandırmaya bakıyorlar: (1) Türkiye'de şeriat devleti kurmaya çalışmak...(2) Türkiye'ye Hilâfeti getirmenin yolunda yürümek... (3) Türkiye'ye padişahlığı iade etmenin gayreti içinde bulunmak... (4) Bağlı olduğumuz «Rabıta» prensipi yüzünden şirk ve küfre düşmüş olmak... (5) Kör ve kaba taassup... (6) İmam-Hatip, İslâm Enstitüsü ve İlahiyat Fakültesi düşmanlığı... (7) Masonlarla iş birliği yapıp Amerikalılardan para almak... (8) Bölücü rol oynamak sayesinde Moskova'dan menfaat devşirmek... (9) Hindistan'da Kaadıyânîler-in yaptığı gibi, dinî ayrılık çıkarma yoliyle İngilizlerden yardım görmek... Ve daha neler!.

—Amerika'dan, yahut Moskova'dan veya İngilizlerden para almak masalları, şenî olduğu kadar ahmak... Bir o kadar da gülünç onlarla muhasebeye çekeceğim! Razı mısınız

Heyecanla atıldılar:

— Razıyız!

Karşımda İmam-Hatip ve İslâm Enstitüleri temsilcileri... Ben:

— Nedir, Kur'an Kursları dairesiyle aranızdaki kanlı bıçaklı dalaşma?

Onlar:

— Bizim için Kur'an Kursları dairesi diye bir şey, bir hedef yok; onlar için biz varız!

— Ne demek o?

— Yâni bize saldıran, bizi küfürle itham eden, kendilerinden başka hiç bir İslâm topluluğuna imân şerefini lâyık görmeyen, olanca kemâl ve hakikati yalınız kendilerinde bilen, onlar!..

— Nasıl olur? Tamamiyle aksini iddia ediyorlar! Hattâ kuruluşlarına tamimler göndererek size hiçbir mukabelede bulunulmamasını ve bütün hakaretlerin sineye çekilmesini emretmişler!..

— İnanmayınız!...

— İnanın veya inanmayın demek kolay!.. İnandırmak veya inandırmamak zor!.. Ben vaziyeti inceden inceye tetkik edeceğim; neticeye göre de hükmünü basacağım. Gerekirse iki tarafı yüz yüze getireceğim. Aranızda tam bir hesaplaşmaya razı mısınız?

Onlar da aynı heyecanla atıldılar.

— Razıyız!

Tetkiklerimi derinleştiriyor ve esefler, hattâ dehşetler içinde görüyorum ki, İmam - Hatip ve Enstitüler topluluğunun «devrin ilkeleri»ne aykırılığı ve şeriate bağlılığı ileriye sürülerek, zaman zaman, hükümeti harekete getirmek istenircesine davranışlar olmuştur. Ve bu davranışlarda Diyanet İşleriyle o küçük zümre el ele vermiştir.

Böyle davranışların ne demek olduğunu en basit müslüman bile isimlendirmek iktidarındadır. Karşı tarafın temsilcilerine soruyorum :

— Siz bu çocukların gidişini adetâ rejime hiyanet şeklinde gösterircesine gammazlayanlar olduğundan ve bu işi zümrenize mensup kişilerin yaptığından haberli misiniz?

— Ne münasebet, diyorlar; hâşâ, biz böyle bir şey yapar mıyız? Yalan söylüyorlar!

Bu defa Kurslulara soruyorum :

— Sizi yalancılıkla suçluyorlar! Derhal, malik olduğunuzu söylediğiniz ve beni de inandırdığınız vesikalardan birini ortaya çıkarınız!

Aralarından biri, gülümseyerek elini cebine atıyor :

— İşte, diyor; hemen! Küçücük bir vesika, ama her şeyi göstermeye yeter!

Bu vesika (karşısında gözlerime inanamayacak hale geldim. Bu vesikayı, cümle, kelime, mefhum, hattâ imlâ hataları ve üslûbunun adiliği içinde noktası noktasına aynen kopya ediyorum :

 

SÜLEYMANCILIK

 

Yurtta gittikçe yayılan ve sinsice çalışarak namuslu ve hakikî dindar kitleyi dahi tazyik ve tehtit ile sindirmeye çalışan değişik çehre ve teşkilât ile hakikî hedeflerini gizliyen ve fırsat buldukça zehirlerini kusan bu tip-dinden bîhaber cahil ve yobazlarla kanun çerçevesi içinde amansız bir mücadeleye girişmek, medenî, Atatürk ilkelerine bağlı her münevver Türk'ün vazifesidir. İrtica ve cehalete savaş açmamız, bu günkü medenî dünyadaki yerimizi yükseltmemiz elzemdir.

Bu memlekette sağımıza hâkim olursak solumuzdan korkmayız, cahil insanların vicdan, his, mantık ve inanışlarına hâkim olmak isteyeceklere merhamet etmiyeceğiz. İrtica ve cehalet denen bu iki kuvveti ve başını ezmedikçe bu vatanın huzura kavuşmıyacağı ve medeniyet yoluna giremiyeceği telkin edilmelidir. Akıllı insan: Hayır ile şerri ayırt edendir.

Anayasamızın 19 uncu madde «a» fıkrasının 3 üncü bendi dini bir istismar vasıtası olarak 'kullanılmasını meneder. Vicdan ve inançları zedelemeden çok nazik olan bu konuda birer mürşit olmamız zaruridir.

Hür ve demokratik bir rejimde ve hele Allah'ın adını kullanarak bir diğer şahsa baskı yapmak kanuna karşı gelmek demektir.

1 — SÜLEYMANCILIK NEDİR?

Süleyman Hilmi Tunahan isimli göçmen bir şahıs 1946-1959 yılları arasında İstanbul'da arapça okutarak bir çok talebe yetiştirmiş ve talebelerine Kur'an kursu açmalarını tavsiye ile, kurs açmıyanlara hakkını helâl etmiyeceğini vasiyet etmiştir.

Bu arada kendisinin Velî ve ermiş kişi olduğu inancını telkin etmiştir. Bu şahsın yetiştirmiş olduğu talebeler, bir çok yerlerde resmi veya gayri resmi Kur'an kursları açmışlardır. Bu kurslarda okuyan ve okutanlar ÜSTAZLARI bulunan Süleyman Hilmi TUNAHAN'ı çok sevdikleri, onu kendilerine MÜRŞÎD'İ KÂMİL kabul ettikleri için Süleymancı ismini almışlardır.

2 — SÜLEYMANCILARI NASIL TANIMALI?

Bunlar duada ellerini mutlaka birbirine yapışık olarak tutarlar. Güya eller ayrı ayrı havaya kaldırılırsa Allah'ın nuru dökülür gidermiş. Bunun için dua yapılırken ellerine dikkat etmek lâzımdır.

3 — SÜLEYMANCILARIN GAYELERİ NELERDİR?

Bu inançta olanlar Kur'ân kurslarını bahane ederek, halkı sapık inanç ve hurafelere ve müslüman halkı kandırmak isterler. Açtıkları Kur'ân Kurslarına: İlkokulu yeni bitirmiş veya ilkokulu okumamış talebelerin devamını arzu ederler. Bu talebelere evvelâ mürşitleri olan Süleyman Hilmi'yi öğretirler. Çocuklara «İLİM» çalışmakla elde edilmez, bizim ÜSTADIMIZA Rabıta yaparsak ondan size ilim akar. Çünkü o ilim deryasıdır derler.

 

 

bunları hangi düşünce ile yazdınız bilmiyorum ama bizim tek gayemiz unutulmaya yüz tutmuş kur'an-ı kerimi okuyuo en iyi şekilde okutabilmek evet küçük yaşta başlatılıyor okutulmaya unutmayın AĞAÇ YAŞ İKEN EĞİLİR.....RABITA YA GELECEK OLURSAK ODA KALİME MANASI BAĞLANMAK DEMEK :....AÇIKLARSAK MESALA SEN BAŞBAKAN İLE GÖRÜŞMEYE GİDECEKSİN PAT DİYE GİDEBİLİR MİSİN RANDEVUSUZ YADA İSTESENDE ZOR ALIRSIN O RANDEVU YU O Kİ BAŞBAKAN YAA CENABI HAKKIN HUZURUNA NASIL ÇIKARIZ VASITA OLMADAN ............HEM NECİP FAZIL IN ESKİ HAYATI O.. HAYATININ SONLARINA DOĞRU DEĞİŞTİ..VE BU TÜR SÖZLERE TEK CEVABI VAR ........'BENİM ESKİ HAYATIM ÇÖPLÜK GİBİDİR.ÇÖPLÜĞÜ DE ANCAK KEDİ KÖPEKLER KURCALAR......BAŞKA DİYECEK SÖZÜM YOK....

— İNANÇLARI NELERDİR?

a) Süleymancı olmıyanlar bütün insanlar kâfirdir. Yalnız Süleymancılar müslümanmış.

B) Süleyman Efendi dünyaya gelmese imiş İslâmiyet yer yüzünden kalkarmış. İslâmiyeti dünya yüzüne yayan o imiş.

c) O dini yenilemiş. LİVAİLHAMD sancağı altında ancak Süleymancı olanlar gölgelenebilecekmiş.

d) Süleymancılardan başkasına selâm verirken (ES-SAMÜ ALEYKÜM) Allah belânızı versin demeleri lazımmış.

e) Bunlar ilmin her şubesine ve her dalına düşmandırlar. İlk, orta, lise ve üniversite tahsilini yapanlara kâfir derler, ilkokula (İLKMERKEP), ortaya (Orta Merkep) liseye (kilise) ve üniversiteye (ölüveresice) derler. ATATÜRK'e Ata kâfir derler. Süleyman Hilmi'nin ATATÜRK'Ü manevî yumrukla öldürdüğüne inanırlar. Bilhassa bunlar, İmam-Hatip, Yüksek İslâm Enstitüsü ve İlahiyat Fakültesi gibi okul mensuplarına da çatmaktadırlar. Buralardan din adamı çıkmaz. Ancak deccâlin ordusu yetişir derler.

f) Bu Süleymancılar hiç bir partiye mensup değillerdir. Çıkarları olan partiyi överler.

Süleymancılığın selâmeti için bütün yalanları mubah sayarlar. Yerele göre yalan ve iftiradan asla çekinmezler.

g) Talebelerine bir gün güneşin mutlaka kendi üzerlerine doğacağını söylerler. Çoğalınca darbeyi hükûmet yapacaklarını, kendilerinin başa geçeceklerini anlatırlar. Talebelerinden, şimdilik sır halinde kalmasını isterler. Bu sırları ifşa edenin çarpılacağını söylerler.

h) Kanun nizam ve âmir tanımazlar, bunların bulundukları yerlerde kendilerinden olmayan müftüler müşkül durumda kalmaktadır. Kur'ân Kurslarını uzak ve tenha yerlerde açmak isterler. Süleymancılığın iyi ve güzel şey olduğunu, elde ettikleri din adamları vasıtasiyle telkine çalışırlar.

Bölgede Süleymancı olarak bilinen insanlar vardır.

 

 

5 — KANAAT

Dinî, hukukî yönden bunların ıslahı gerekir. Millet ve İslâm dini için çok zararlı ve tehlikeli bir yoldadırlar.

6 — Peygamberimizin Süleyman Hilmi Efendi 300.000 Türke şefaat edebilme izni verildiğini, bunlar Süleymancılar olacağını telkin etmektedir.

7 — NETİCE

Süleymancılık bu günkü aşırı sağ cereyanın en sağ kanadını teşkil etmekte ve Lenin'in Komünizm metotlarından (Bir ülkede komünizmin muvaffak olması için aşırı sağcıların desteklenmesi) usulüne uygun bir sistemle çalıştıkları görülmekte ve bu suretle aşırı Sağ ve aşırı Sol aynı paralelde çalışmaktadır. Keza Lenin'in metotlarından (ayrı dur, müşterek vur) prensibine uyarak kökünün dışarıda olduğuna şüphe edilmeyen Süleymancılarla Komünizmler ayrı ayrı durmakta fakat bir gün müşterek vurmaya hazırlanmaktadırlar.

Nitekim Süleyman Hilmi Tunahan denen adamın 1946 yılında komünizm olan bir Balkan ülkesinden Türkiye'ye göçmen olarak sızmış bir komünizm ajanı olması kuvvetle muhtemeldir.

Türk milletinin mukaddes dinî inançlarını gündelik geçimlerine âlet etmekten de ileri, vatandaşı bölücü, millî birliği ve beraberliği zedeleyici bu sapık inançlara karşı fikren mücadele edilmesi zaruretine bütün milliyetçilerin dikkate çekilmelidir.»

Antalya Din Görevlileri Yardımlaşma derneği ve Antalya imam — Hatip Okulu Mezunları Cemiyeti

NOT: Bu yazı Milliyetçi Gençlik gazetesinin 26 Temmuz 1968 tarihli sayısının 5 inci sahifesinden aynen iktibas edilmiştir.

Antalya Din Görevlileri Yardımlaşma Derneği Bşk.

Antalya İmam-Hatip Okulu Mezunları Cemiyeti Bşk.

Turan Matbaası Tif: 1082

Rezil ve sefil, deni ve şenî bir küfürnameden başka bir şey olmayan bu vesika, eğer İmam - Hatipli, Enstitü ve din görevlisi büyük camiayı topyekûn kuşatıcı, şümullü bir mahiyet belirtseydi, o zaman, bu müesseselerin isimlerini delâletlerini tam aksi olan mefhumlarla değiştirmek icap ederdi. Ama, İmam - Hatip, İslâm Enstitüsü ve din görevlisi gibi mübarek klişeler arkasındaki büyük topluluk, binde 999 ekseriyetiyle bu şaibeden münezzehtir; ve olanca suçları, kendi adlarına böyle ıbir davranışa geçenlerin, kendilerine bir nevi temsil hakkı tanınırcasına, başıboş ve cezasız bırakılmış olmasından ibarettir.

Benimle temasta bulunanlardan herbirinin yağmur suyu kadar sâf ve temiz olduğuna inandığım İmam - Hatip ve Enstitü temsilcilerine bu vesikayı gösterdiğim zaman öyle bir şaşkınlık hali geçirdiler ki, küçük dillerini yutmuş gibi oldular.

Ve:

— Acaba kötü eller tarafından, Müslümanları birbirine -katmak için tertiplenmiş ve basılmış, sahte bir vesika olmasın?.

Demeye kadar hayallerini zorlamaktan başka bir karşılık veremediler. Heyhat ki, hakikat en yalçın çıplaklığiyle meydandaydı ve bütün gerçeklik unsurları yerinde olan bu vesikanın uydurulmuş olmak ihtimali yoktu.

Kur'ân Kursları kaynağından bana verilen bilgiye göre, redaet ve şenaatte benzersiz olan bu vesikanın da ilerisine geçen tezahürler olmuş... Dinî Teşkilât Federasyonlarından birinin Başkanı, resmî bir toplantıda, «Süleymancılar» diye isimlendirdikleri topluluk hakkında şöyle demiş:

— Yüz komünist öldürmektense bir Süleymancı öldürmek evlâdır!

Ve eğer bu söz söylenmişse, bilinmelidir ki, söyleyenin dilini kerpetenle kopartmak, yüz komünistin dilini kesmekten hayırlıdır.

 

BİLANÇO:

 

Neticede, karşılıklı bütün ithamları bilanço nizamına bağladım ve her iki tarafı sonuna kadar dinledikten sonra madde madde hüküm vermek imkânına erdim.

Kur'ân Kursları aleyhindeki ithamlar:

1 — SÜLEYMANCILIK

İmam - Hatip ve Enstitüler grubuna göre, hususî âdetleri, usulleri, ölçüleri, şekilleri ve bir nevi ocak ruhiyatı içinde, böyle bir isimle anılmaya değer, kendini büyük topluluktan bölücü ve ayırıcı bir hizip vardır. Kur'ân Kursları temsilcilerine göre de, sadece dinî bilgi sahasında yetişmek ve şeriat irfanı içinde pişmekten ibaret bir öğrenim gayesinin güdücüsü ne kadar değerli bir zat olursa olsun, hususî bir ocak mânası verilerek onun şahsına bağlanması tamamiyle yersiz ve kasdîdir ve «Süleymancılık» tâibiri karşı cephenin uydurduğu ve taktığı bir yaftadır.

Hüküm:

Esasta Kur'ân Kurslarının gayesi, Süleyman Efendiye ait bazı ruh çizgilerini taşısa da, islâmi talim ve terbiye ocağı olmaktan başka bir şey değildir ve bu ocaklarda «Süleymancılık» diye ifade edilebilecek hususî bir doktrin yoktur. Nakşî olan ve en büyük ihtiramını İmam-ı Rabbani Hazretleri mevzuunda gösteren Süleyman Efendinin, kendisiyle 5-6 yıllık bir süre içinde seyrek de olsa devam eden temaslarımda, hiçbir defa «Süleymancı» veya «Süleymancılık» diye bir îma ve işarete tesadüf etmedim.

2 — ŞERİATÇILIK...

Bu nokta üzerinde, ne itham, ne müdafaa, hiçbir şey dinlemeden doğrudan doğruya hüküm vermeliyiz:

Altında nice kast ve gammazlık yatan bu tâbirin sâf ve mücerret olarak ifade ettiği mâna derecesinde, şahıs veya zümre hesabına fazilet düşünülemez. Bu bakımdan Kur'ân Kurslarına veya en hakîr bir şahsa «şeriatçılık» tabiriyle suç izafe etmenin ne demek olduğunu şeriatten öğrenmek icap eder. Müslüman olup da şeriatçı olmamak, (Sokrates)in benzetişiyle, flüt çalanlar olduğunu kabul edip de flütü -kabul etmemekten farksızdır. İtikadı şeriatçılıkla, devlet nizamlarını şeriata uydurma davranışı arasındaki farka da ayrıca dikkat etmek gerekir. Eğer Kur'ân Kursu topluluğu, sâf ve mücerret mânada şeriattan üstün kıymet tanımıyorsa, Müslümanlığı kökünden kavramış demektir. Sonra da, şeriati reddeden herhangi bir (otorite) ye, herhangi bir zümreyi şeriatçılıkla, yani o (otorite) ye zıt olmakla gammazlamak ve üstelik Müslüman geçinmek, sade şeriatın değil, bütün mezheplerin lanetleyeceği bir alçaklıktır.

3 — KABA VE KÖR TAASSUP...

Hüküm:

Kur'ân Kursları çevresi hakkında «fazla sıkmak» dan başka itham medarı bulamamak, her halde fazla bol bırakmanın felâketi önünde ve hele en küçük müsamahaya bile tahammülü olmayan bu devirde saadet sayılabilir. Elverir ki, bu hâl, İlâhî rahmeti zedeleyecek ve insanoğlunda din şevkini körletecek biçim ve çapta olmasın...

***

6 — DİN GÖREVLİLERİ KADROSUNA KABUL EDİLMEMEKTEN GELEN MENFAAT KAYGISI...

Hüküm:

Sanki İmam - Hatip ve Enstitü, yahut İlahiyat Fakültesi mezunlarına bazı müspet bilgi fakültelerini bitirenler gibi şâhane maaşlar veriliyor ve öbürleri bundan mahrum bırakılıyor da, bütün hırsları bundan doğuyor! Bugün «Hademe-i Hayrat» isimli din görevlisi sınıf, müftüsünden müezzinine kadar, kazançları bakımından memleketin en mahrem ve mustarip sınıfı olduğuna göre, devletten tek kuruş yardım görmeksizin sâf iman ve Allah için gayret sahibi İslâm sermayedarlarının keseler dolusu yardımiyle yürütülen Kur'ân Kursları dairesi, nasıl olur da, en dolgunu Hilton Oteli çöpçülerinin kazancına varmayan aylıklara tamah edebilir?

7 — AMERİKALILARDAN, YAHUT MOSKOFLARDAN VEYA İNGİLİZLERDEN, DİN BÖLÜCÜLÜĞÜ YOLİYLE PARA ALMAK...

Hüküm:

Bu mecnun ve mariz hayallere bile giran gelecek denaet ve şenaet iftiralarının bu derecesine, muhatap olmak şöyle dursun, şahit olmaktan bile Allah'a sığınalım!..

Şimdi, İmam - Hatip ve Enstitüler topluluğu üzerindeki ithamlara gelelim:

Sadece 1 madde :

1 — Umumiyetle din ve ahlâk zaafı ve bu halin çeşitli tezahürleri...

Dile getirsinler veya getirmesinler, Kur'ân Kursları çevresinin edasından sızan itham şöyle ifade edilebilir:

İmam - Hatip, Enstitüler ve İlahiyat Fakültesi zümreleri, rejim yoliyle geldikleri ve ne kadar zayıf olursa olsun, rejimin tesir eliyle yetiştikleri için dinî ilim, salâbet ve ahlâkî bütünlük bakımlarından tatmin edici değildirler.

Hüküm ve netice:

Bu görüşü bütün zümreye şümullendirmek tamamiyle yanlıştır. İmam-Hatip mektepleri ve Yüksek İslâm Enstitüleri rejim yoliyle gelmek felâketinden (bilhassa C.H. P. yi kastediyorum) İlâhî hıfz sayesinde kurtulmuşlar, belki tesirden büsbütün âzâde kalamamışlar, fakat her şeye rağmen büyük ekseriyetleriyle ruhî tamamlıklarını koruyabilmişlerdir. Sağlı ve sollu, dost ve düşman kutuplar arası istikamet tayini duygusunu muhafaza etmişler ve bu dinin yıkıcılariyle yapıcılarını ayırd edici iman ve irfan kıstasını elden bırakmamışlardır.

Evvelce belirtmiştik ya; Allah ile Resulünün gereği gibi okutulmadığı bir ocaktan bile nur fışkırmış ve İmam -Hatip okullariyle Enstitüler, elde patlayan bir hortum haliyle onu elinde tutmak sevdasındaki rejimleri ürkütmüş ve ne yapacaklarını bilemez hale getirmiştir. Kur'ân Kursları da, elde patlayan hortum teşhisinde İmam- Hatip Okulları ve Enstitülerle eşittir. Artık her iki taraf da idare ölçülerinin gözünde, musluğu kapatılması lâzım, fakat bir kere açıldıktan sonra kapatılması imkânsız, devlet iradesini aşmış ve şaşırtmış iki sevimsiz softa ocağı olmuştur. Böyle olunca, şahmerdan altında sıkıştırılıp birbirine geçirilmiş ve birbiri içinde kaynatılmış iki cisim gibi her iki topluluğun yekpâreleşmesi, hattâ kusur ve günahlarına karşılıklı göz yumarak sımsıkı bir perçinlenişle kem gözler önünde çözülmez bir (blok) kurması gerekmez miydi? O kem gözler ki, her iki tarafı birden tasfiye etmekten gayri emel sahibi değildir; ve manzara, Nemrud'un askerlerini eğlendirmek için, ellerindeki esirlerin iki kampa ayrılıp birbirini boğazlamaya kalkması kadar hazindir.

İmdi; bu havsala yakıcı hal nasıl izah olunabilir? . Bence bu işin gayet basit bir izahı vardır:

İmam - Hatip ve Enstitülerden dış tesire tâbi ve yüksek din karakterine mahrum, küçücük bir (klik), Kur'ân Kurslarından tüten şeriat tamamlığı ve tasavvuf zevki havasından boğucu gaz gibi sersemlemiş; eğer bu hava galip gelecek olursa kendilerine hiçbir vücut hikmeti kalmayacağını, üstelik foyalarının meydana çıkacağını anlamış ve mahut ilericilik (!) ruhiyatına sığınarak küfür derecesinde bir felâkete uğramaktan çekinmemiş, üstelik Kur'ân Kursları nefretini şu veya bu nikap altında nefsaniyetleri gıcıklama yoliyle kendi büyük zümresine de sıçratmayı becermiştir.

OLANCA KABAHAT BU KÜÇÜCÜK KLİKTEDİR VE ONDAN, KUR'ÂN KURSLARI BAĞLILARINDAN ZİYADE, İMAM - HATİP VE ENSTİTÜLER BÜYÜK ZÜMRESİNİN HESAP SORMASI LÂZIMDIR.

Netice hükmü şudur ki, her iki tarafın da, küfre karşı esasta bir olduklarını, aynı kader çizgisi ve zemini üzerinde bulunduklarını anlamaları ve içlerindeki sapıkları temizleyip el ele vermeleri ve birbirine kademe teşkil etmeleri, farz kuvvetinde bir borçtur.

Bu borcun yerine getirilmesi bahsinde ilk yapılacak iş, her iki cephe fikir güdücülerinden bir heyetin toplanıp derinliğine bir nefs muhasebesine girişmeleri, müşterek bir bildiri kaleme almaları ve bu bildiride, deminki şahmerdan teşbihiyle, günün şartlarına karşı tarafların aynı gayeye hizmet yolunda tecezzi kabul etmez bir vahdet ifade ettiğini haykırmalarıdır.

Nitekim yakınlarımı teşkil ve bana en büyük ümidi vâdeden, İmam - Hatip ve Enstitüler grupundan, hudutsuz iyi niyetli ve her biri yüksek temsil makamlarına sahip ve sadece o küçük (klik)ten gelen tesirlere kapılmış güdücüler, benim hakemliğim altında böyle bir toplantıyı zevkle karşılamışlar, fakat Kur'ân Kursları güdücülerinin son derece kırık kalbleri kendilerine toplantıdan bir faide çıkabileceği hissini vermemiştir.

(Engels) ve Karl Marks) tarafından yayınlanan meşhur «Komünist Beyannamesi»nin son cümlesi «bütün dünya proleterleri; birleşiniz!» sözündeki hikmet, asıl bizim mevzuumuza lâyıktır:

— Öz yurdunda proleter hayatı süren İslâm bağlıları; birleşiniz!

 

KIYMET HÜKMÜ:

 

Artık Süleyman Efendiyi, eseri, tesiri, şahsiyeti, zahirî ve bâtınî kemal derecesiyle kıymet hükmüne bağlayabiliriz:

Zahirî cephesiyle Süleyman Efendi, gayet güzel bir dış yapı içinde, fevkalâde şahsiyetli tavır ve edalara sahip bir zat... Bu zatın yine dış plândaki İslâmî ilimlere nüfuzu, onları iç plândaki hikmetlerine ulaştırıcı çapta derin...

Fakat birçok insanda toplanması mümkün olan bu meziyetlerin Süleyman Efendiyi en nadir örnek haline getiren nev'i, her vesileyle tekrarladığımız gibi, ondaki şeriat hiddet ve gayretidir. Temaslarımın bende bıraktığı perçinli intiba- olarak kaydedebilirim ki, onun, İslâm vecd ve şevki dışında 71 yıllık ömrüne nispetle 24 saatlik bir başıboşluk hayatı olabileceğine inanmam. Kendini bir dâvaya vakfetmiş ve onun dışında hayat ve faaliyet kabul etmemiş olmanın tam misali... Böyle olduğu için de, tesir ve sirayet kabiliyeti pek büyük...

Dâvasına o kadar bağlı ve o dâva içinde o türlü fâni ve müstehlik (harcanmış) halde ki, bana defalarca şahıs ve nefs kaygısının kendisinde nasıl sıfıra indiğini şöyle ifade etti:

«— Dâva muvaffak olsun da isterse bizim yerimiz Caminin pabuçluğu olsun!..»

İşte Süleyman Efendide Kur'ân Kursları hamlesi, zahir plânında tecelli eden, fakat her şey gibi kuvvetini bâtından alan bu ruha bağlı...

Kur'ân Kursları hakkındaki kıymet 'hükmümüzü daha evvel billûrlaştırdık. Şimdi Süleyman Efendiye ait umumî kıymet hükmü içinde onu tekrarlamak ve yeni bir ifade çerçevesinde belirtmek lazımsa, diyebiliriz ki, küfür kalesinin kapısı önünde bir cenikleşmedir giderken, bu kurslar, kanuna tam uygun olarak, toprak altında kalenin merkezine doğru açılmış tünellerdir ve yuğurduğu ruh ve yetiştirdiği iptidaî madde bakımından, Fâtih'in, gemilerini karadan Halic'e indirmesi kadar muazzam bir buluştur. Bu buluşun ecr ve makamı çok yüksek olmak gerek...

Gelelim Süleyman Efendinin, bâtınların bâtını, ledün ve ermişlik planındaki kemal derecesine!.. Bahsimizin başında en sona ertelediğim bu mesele üzerinde, ondan ve kendimden tek hisse mağlûp olmadan hakikati resmetmeye çalışacağım:

Süleyman Efendi Nakşî idi ve Altın Silsilenin en büyük halkalarından îmam-ı Rabbânî Hazretlerine doğrudan doğruya irtibat ifadesi içindeydi. Damadı ve manevî yakını Kemal Kacar'ın verdiği bir isme rağmen, kendisini Silsileye bağlayan kollar ve basamaklardan haberim olmadı.

Süleyman Efendi, benim kendisine intisabımı —her halde bir teveccüh ve iltifat eseri olarak— arzuladı ve-bunu bana defalarla îma etti. Fakat ben kendisine intisap edemedim. Zira boynu serbest olanlardan değildim ve boynumda, ucu Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinde olan bir kemer taşıyordum. Benim Süleyman Efendiye bağlanmayışım, onun yetkin bir insan olmadığı mânasına gelmiyeceği gibi, bağlanışım da ille kemal sahibi bulunduğuna delil teşkil etmezdi. Yani ben, âciz ve nâçiz şahıs çerçevemde, bir büyüğe bağlanıp bağlanmamakla, onun kemal veya noksanına hüccet teşkil edebilecek bir insan değilim. Fakat tasavvuf sahasında otuz yıla varan müşahede ve tespitlerim, bana, kalp paralarla halislerini yakından tanımak gibi bir sarraflık ihtisası vermiştir. Bunu, İlâhî bir lûtfa nâiliyet olarak Kur'ândaki «Rabbinin sana verdiği nimetleri dile getir!» emriyle belirtmek isterim. Ve hemen ilâve ve tekrar etmek isterim ki, velilik davasındaki biri, eğer velî değilse mutlaka denidir; ve bu âcizin bu yoldaki ihtisası; herhangi bir kalp parayı tanımakta bir banka veznedarının ustalığından eksik değildir.

BU ÖLÇÜLERDEN SONRA SÜLEYMAN EFENDİ HAKKINDA VERİLECEK HÜKÜM, ONUN KALP VE SAHTE AKÇE OLMADIĞI, FAKAT MADENİNDEKİ KIYMET DERECESİNİN BENCE MEÇHUL KALDIĞIDIR.

Onu, şer'î hiddet ve gayrette misilsizlerden, hele din aksiyonunda doğrudan doğruya eşsiz bir Allah ve Resul dostu olarak selâmlar ve açtığı mukaddes ölçüleri talim yolunun bir gün ana cadde haline gelmesini Allah'tan niyaz ederim.

 

Share this post


Link to post
Share on other sites
Guest bz.

selamünaleyküm..senelerdir bu yoldayım kesinlikle böyle br şeye şahit olmadım..size söylemem gereken çok şey olmasına rağmen usulunce sizi Rabbime havale edyrm..selametle...

Share this post


Link to post
Share on other sites
Guest misafir

selamünaleyküm..senelerdir bu yoldayım kesinlikle böyle br şeye şahit olmadım..size söylemem gereken çok şey olmasına rağmen usulunce sizi Rabbime havale edyrm..selametle...

haklısın kardeşim. dilin kemiği yoktur. bilen bilir bizi ve içimizi

Share this post


Link to post
Share on other sites
Guest Mehmet Ali Cok

ülkücüyüm alakam da olmadi, Turkistanda bir cok yerde Suleymencilarin kurslarini yurtlarini gördüm, fakir yetim gariban babasi insanlar.tv sovmeni sistem yalakasi isbirlikcilerin aksine geleneksel ehli sunnet islami yayarlar. mezhepsiz,sapik ekollerin sevmedigi bir grup ise dogru yolun yolcusudur. teberru dedikleri din icin isteme vardir,surekli isterler hayir icin isteyen adama da helal olsun denir. bir boslugu doldururlar bence iyi ki varlar.siyaset ile iyi veya kotu olmalari elestirulecekse hakim hukumetlerin islami gorunup yaptiklari ki seriaten adami idama goturur bunu elestirin. laf salatasi degil aksiyon adami bunlar

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sen bir de Türkistan Zihinsel Özürlüler Barınağını git gör. Kentava giderken Sağ tarafta...
Ah Türkistan Ah O güzel koku...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...