Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
NFK-Fan

Sezai Karakoç

Recommended Posts

KÜÇÜK NA'T

 

Göz seni görmeli, ağız seni söylemeli

Hafıza seni anmak ödevinde mi

Bütün deniz kıyılarında seni beklemeli

Sen eskimoların ısınması sevgililer mahşeri

 

Aklım yeni bir akıldır çiçeklerden

Mantığım mantığın üstünde yeni

İçimde Nuh'un en yeni tufanı

Dünyaya ayak basıyorum yeniden

 

Göz seni görmeli ağız seni söylemeli

Bütün deniz kıyılarında seni beklemeli

 

Yüzlerce yıl geçiyor belki bir bulut geçiyor

Ben yeni doğmuş bir çocuk gibi

Herkesin konuştuğu dilden mahrum

Ama yepyeni bir dil konuşmanın sevinci

 

Bütün deniz kıyılarında seni anmalı

Sen buzulların erimesi eskimoların ısınması

Share this post


Link to post
Share on other sites

hiç bir şiir,yüreğinin sürgünlüğünü bu kadar güzel anlatamaz.birde O sürgünlük EN SEVGİLİye ise....

Share this post


Link to post
Share on other sites

-Leyla Köşe'sinden-

 

Ruh hürdür vücut esir

Ruh baldır beden zehir

Ruh hürdür Tanrı aşkıyla

Baglı degil yer ve zaman kaydıyla

Farketmez gelse gelmese Kays (Mecnun) Ona

Gitse gitmese Ona Leyla

Tanrı katında buluşmuşlardır

Hakikat yurduna kavuşmuşlardır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

her çocuğun bir yazar,şair veya düşünür olduğu bu şiirde, 6.çocuk üstad,7.çocuk ise sezai karakoç olduğu düşünülüyor..

 

 

 

Masal

 

doğuda bir baba vardı

batı gelmeden önce

onun oğullari batıya vardı

 

birinci oğul batı kapılarında

büyük törenlerle karşılandı

sonra onuruna büyük şölen verdiler

söylevler söylediler babanın onuruna

gece olup kuştüyü yastıklar arasında

oğul masmavi şafağin rüyasında

bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri

öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere

baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı

öcünü alsın diye kardeşini yolladı

 

ikinci oğul batı ülkesinde

gezerken bir ırmak kıyısında

bir kıza rastladı dağların tazeliginde

bal arılarının taşıdığı tozlardan

ayna hamurundan ay yankısından

samanyolu aydınlığından inci korkusundan

gül tütününden doğmuş sanki

anne doğurmamış da gök doğurmuş onu

saçlarını güneş destelemiş

yıllarca peşinden koştu onun

kavuşamadı ama ona

batı bir uçurum gibi girdi aralarına

sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr

alıp götürdü onu

ve ikinci oğulu

sivri uçurumların ucunda

buldular onulmaz çılgınlıkların avucunda

baba yağmurlardan anladı bunu

yağmur suları aci ve buruktu

işin künhüne varsın diye

yolladı üçüncü oğlunu

 

üçüncü oğul batıda

çok aç kaldı ezildi yıkıldı

ama bir iş buldu bir gün bir mağazada

açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı

fakat batinin büyüsü ağır bastı

iş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı

sonra büsbütün unuttu onları

şef oldu buyruğunda birçok kişi

kravat bağlamasını öğrendi geceleri

gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler

patron oldu ama hala uşaktı

ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü

bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda

ondan hesap sordu o da

sırf utançtan babasına

bir çek gönderdi onunla

baba bu kağıdın neye yarayacağını bilemedi

yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı

bu yüklü çeki

iyice yaşlanmıştı ama

vazgeçmedi koyduğundan kafasına

dördüncü oğlunu gönderdi batıya

 

dördüncü oğul okudu bilgin oldu

kendi oymak ve ülkesini

kendi görenek ve ülküsünü

günü geçmiş bir uygarlığa yordu

kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı

batı bilginleri bunu kutladı

o da silindi gitti binlercesi gibi

baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle

kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu koyunundan

 

beşinci oğul bir şairdi

babanın git demesine gerek kalmadan

geldi ve batının ruhunu sezdi

büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır

batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair

topladı tomarlarını geri dönmek istedi

çöllerde tekrar ede ede şiirlerini

kum gibi eridi gitti yollarda

 

sıra altıncı oğulda

o da daha batı kapılarında görünür görünmez

alıştırdılar tatlı zehirli sulara

içkiler içti

kaldırım taşlarını saymaya kalktı

ev sokak ayırmadi

geceyi gündüzle karıştırdı

kendisi de bir gün karıştı karanlıklara

 

baba ölmüştü acısından bu ara

yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara

baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda

bir alinyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda

bir de o talihini denemek istedi

bir şafak vakti batıya erdi

en büyük batı kentinin en büyük meydanında

durdu ve tanrıya yakardı önce

kendisini değistiremesinler diye

sonra ansızın ona bir ilham geldi

ve başladı oymaya olduğu yeri

başına toplandı ve baktılar batılılar

o aldırmadı bakışlara

kazdı durmadan kazdı

sonra yarı beline kadar girdi çukura

kalabalık büyümüş çok büyümüştü

o zaman dönüp konuştu :

batılılar !

bilmeden

altı oğlunu yuttuğunuz

bir babanın yedinci oğluyum ben

gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden

babam öldü acılarından kardeşlerimin

ruhunu üzmek istemem babamın

gömün beni değiştirmeden

doğulu olarak ölmek istiyorum ben

sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var :

karşınızdakini değistirmek

beni öldürseniz de çıkmam buradan

kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki

fakat değişmeyecek ruhum

onu kandırmak için boşuna dil döktüler

açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler

o gün gün eridi ama çıkmadı dayandı

bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı

o nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı

batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı

hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar

en onulmaz yarası olanlar

ta kalblerinden vurulmuş olanlar

yüreğinde insanlıktan bir iz tasıyanlar...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Doğum(Leyla'nin doğumu için Mecnun'un sonradan söylediği)

 

I.

 

Çiğ düştü göklerden

Ve bir bahar günü doğdun sen

 

Güvercinler geçti menekşelerden

Ve bir bahar günü doğdun sen

 

Kendi kendine ayna olan nergislerden

Leylakların gün doğuşu ürperişinden

Zambakların kıyı kıyı bakışından

Geldin sen

Ve rüzgarlar karları süpürdüğünde

Ve insanı çıldırtan kuş sesleri işitildiğinde

Birdenbire aydınlandı annenin yüzü

Ve bir bahar günü doğdun sen

 

İlkin horozların gözüne göründün

Dünyaya haber verdiler ötelerden

Baban yeni dönmüştü eve ıraklardan

Birden aydınlandı annenin yüzü

Ve bir bahar günü doğdun sen

 

Marta bakan biliyordu geleceğini

Nisana bakan görüyordu alaca renklerini

Kızıl ve yeşil seherini

Mayısa bakan buldu seni

Ve bir bahar günü doğdun sen

 

Sana Leyla dedim Suna dedim şiirlerde şarkılarda

Gerçek adın bir fısıltı gibi kaldı ağızlarda dudaklarda

Çatlar yüreğim bir nar gibi o sırrı anar da

Avunurum doğumundan gelen muştulu armağanlarla

Melekler gökten geldi armağanlarla

Ve bir bahar günü doğdun sen

 

Bir bahar günü doğdun sen

Baharın ta kendisi oldun sen

Şimdi her baharda doğan çocuklarla

Sen en aşılmaz boya tenlerinde saçlarında

Sen görünür görünmez ufuklarda

Karlar erir erir kaçar kaçar da

Gökler yağmur biçiminde güler ağlar ağlar da

Güneş öğünerek yansır yansır da sularda

Gelirsin her baharda

Bir diriliş gibi ölü dünyaya

Ölüler gölgenden ateş ala ala

Ekilip biçilip yankı yapa yapa

Yaz sıcaklığından arta arta

Birer birer çıktılar gönlümüzün aynasına tarlasına

Ki bir bahar günü doğdun sen

 

Güller dönüştüler yatak çarşaflarına

Leylaklar yaklaştılar korka korka

Nergisler benliğimizin ortasından baka

Gelip fon oldular insanın

Bir kere daha

Sende yeniden yaratılışına

Bir bahar hali yaratışına

 

Bir bahar günü doğdun sen

Baharın ta kendisi oldun sen

 

 

II.

 

Sonbahar benim ölümüm kırmızı kırmızı yanışım karaağaçlarda

Senin ak doğumunu daha çok ortaya koymak için

Toplayıp gelişim güzü bütün sarılarımla loşluklarımla

Çürüyen solan evrenin karşı koyuşu

Senin baharda doğusunun anısına

 

Ah o ne sıtmadır güneşteki sıtma baharda

Her an senin doğumun yaşamaktan gelen

Ve güzün güneşte bir kuruyuş bir dağılma

Benim ölümümden gelen haykırış ve ağlayışlarla

Bir ömür boyu oldum salt ölüm kemiği

Parlamak için senin doğumundan gelen fosforlarla

Eve girmekte geç kalan çocuklar görecektir geceleri

Aşk baharının sessiz direnişini

yanıp duran ışıklarda

 

Yaz güneşi biriktirdi biriktirdi

Sonbahar yapraklarda delirdi

Kış derin çizgileriyle devrildi

Bahar gül tanklarıyla çiçek çağlayanlarıyla belirdi

Ve bir bahar günü doğdun sen

Share this post


Link to post
Share on other sites

.ADAK IŞIĞI

 

 

 

Sıcak yaz göklerinde

 

Önde uzanan ovada

 

Birden bir ışık sağdan

 

Bir ışık soldan çıkar

 

Ve bunlar

 

Şimşek hızıyla birbirlerine ulaşırlar

 

Bunu halk adak için uğur sayar

 

Derler: Leyla ile Mecnun buluştular

 

Bu göz açıp kapama anında

 

Ne varsa dile muradında

 

Mutlak yerine gelir arzun

 

Yerde kavuşmayanlar gökte kavuşurlar

 

Ve bir uğurlu anda

 

Kavuşmak isteyenleri kavuştururlar

Share this post


Link to post
Share on other sites
SÜRGÜN ÜLKEDEN BAŞKENTLER BAŞKENTİNE - IV

 

Senin kalbinden sürgün oldum ilkin

Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği

Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında

Sana geldim

Ayaklarına kapanmaya geldim

Af dilemeye geldim

Affa layık olmasam da

Uzatma dünya sürgünümü benim

 

Güneşi bahardan koparıp

Aşkın bu en onulmazından koparıp

Bir tuz bulutu gibi

Savuran yüreğime ah

Uzatma dünya sürgünümü benim

Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil

Ayaklarımdan belli

Lambalar eğri

Aynalar akrep meleği

Zaman çarpılmış atın son hayali

Ev miras değil mirasın hayaleti

Ey gönlümün doğurduğu

Büyüttüğü emzirdiği

Kuş tüyünden

Ve kuş sütünden

Geceler ve gündüzlerde

İnsanlığa anıt gibi yükselttiği

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim

 

Bütün şiirlerde söylediğim sensin

Suna dedimse sen

Leyla dedimse sensin

Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım

Salome'nin belkis'in

Boşunaydı saklamaya çalışmam; öylesine aşikarsın bellisin

Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için

Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini

Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini

Ey gönüllerin en yumusağı en derini

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim

 

Yıllar geçti sapan olumsuz iz bıraktı toprakta

Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında

Çatı katlarında bodrum katlarında

Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba

Hep kanlıca'da emirgan'da

Kandilli'nin kurşuni şafaklarında

Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında

Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında

Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim

Af dilemeye geldim affa layık olmasam da

 

Ey çağdaş kudüs (meryem)

Ey sırrını gönlünde taşıyan mısır (züleyha)

Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim

 

Dağların yıkılışını gördüm bir venüs bardağında

köle gibi satıldım pazarlar pazarında

günesin sarardığını gördüm konstantin duvarında

senin hayallerinle yandım düşlerin civarında

gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında

ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda

verilmemiş hesapların korkusuyla

sana geldim

ayaklarına kapanmaya geldim

af dilemeye geldim

affa layık olmasam da

sevgili

en sevgili

ey sevgili

uzatma dünya sürgünümü benim

 

ülkendeki kuşlardan ne haber vardır

mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır

aşk celladından ne çıkar madem ki yâr vardır

yoktan da vardan da ötede bir var vardır

hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır

o şarkıya özenip söylenecek mısralar vardir

sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır

ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır

gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır

yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır

yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır

sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır

göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır

senden ümit kesmem kalbinde merhamet adli bir çınar vardır

sevgili

en sevgili

ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim

SEZAİ KARAKOÇ

2001 yılında çıkarılan '' hep kahır,gurbet şiirleri'' albümünde savaş ay bu şiiri okumuştu.fenada okumamıştı. dinlemek için

..o şiir albümü sayesinde her kesimden ustaları bir arada görme imkanı bulmuştuk. diğer şiirler ise şöyle

 

01 - hep kahır (cem karaca)

yorumlayan : cem karaca

02 - gurbet (necip fazıl kısakürek)

yorumlayan : ayşe egesoy

03 - daüssıla (fethullah gülen)

yorumlayan : ibrahim sadri

04 - memleketim/vapur (nazım hikmet)

yorumlayan : müşfik kenter

05 - gülnare (nurallah genç)

yorumlayan : ibrahim sadri

06 - gurbet şiiri(a. vahap akbaş)

yorumlayan : ayla algan

07 - yol düşüncesi (yahya kemal beyatlı)

yorumlayan : haluk kurdoğlu

08 - gurbet (servet yüksel)

yorumlayan : uğur arslan

09 - garibin garip türküsü (abdurrahim karakoç)

yorumlayan : nihat nikerel

10 - kardelen (hayrullah paşalıoğlu)

yorumlayan : nedret güvenç

11 - binbirinci gece (bekir sıtkı erdoğan)

yorumlayan : ahmet selçuk ilkan

12 - sürgün (sezai karakoç)

yorumlayan : savaş ay

13 - aney (mehmet atilla maraş)

yorumlayan : bedirhan gökçe

14 - balacan (saadettin kaplan)

yorumlayan : cem karaca

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstadın gurbet şiirini okuyan bir kadın sesi ile karşılaşmıştım da, kim olduğunu çıkaramamıştım. Demek ki Ayşe Egesoy imiş. :rolleyes:

 

Şiiri indirmek için tıklayınız...

Share this post


Link to post
Share on other sites
Üstad Sezai Karakoç'un şiirleri kadar; Diriliş muhtevalı düşüncelerinide okumamız gerekiyor

 

Neredeyse nefes almak yasak olacak (!) Yasak, yasak, yasak. Diriliş yazılarının derlendiği siteyi mahkeme kararıyla kapatmışlar.

Share this post


Link to post
Share on other sites

~ Gazel ~

Rüzgar ışıdı, titredi, çiğ gül düştü,

Tutunduğu dalı tutuşturup bülbül düştü.

 

Gün doğumundan gün batımına kızardı bahçe,

Bir bir leylak, nergis, lale ve sümbül düştü.

 

Ne çam dayandı, ne kestane, ne kavak, ne nar,

Bin yıllık çınar gürül gürül düştü.

 

Geçti mi ki yeşilin sonsuzluk yüklü çağı,

Kader yanardağından kızıl kara kül düştü.

 

Vakit görmemişti böyle bir kıyameti,

Akıl sarardı, karardı ruh, gönül düştü...

 

~ Diriliş ~

 

Yeniden başlamak yazma sanatına,

Kat kat olup açılmak gök katına.

 

İndirmek yeryüzüne Allah’ın rahmetini,

Bir gül gibi sunmak dünya saltanatına.

 

Yeni bir zamanı indirmek, kılıç gibi

Güneş saatine, geceler saatine

 

Varmak Rabbani ile çileye katıp çile

Muhyiddin-i Arabi ve Mevlâna hakikatına

 

Gökyüzünü dolduran meleklerin sabrıyla,

Kaldırmak aşk kadehini insanlık sıhhatına

 

Harfleri ve sesleri, sözleri, kelimeleri

Kitapları getirmek Peygamber fıtratına

 

Merhameti ruhun en iç musikisi yapmak,

Ve ölümü çevirmek diriliş hayatına...

Share this post


Link to post
Share on other sites

“Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak. Halbuki biz sussak, tarih susmayacak. Tarih sussa, hakikat susmayacak. Onlar sanıyorlar ki, bizden kurtulsalar mesele kalmayacak. Halbuki bizden kurtulsalar, vicdan azabından kurtulamayacaklar. Vicdan azabından kurtulsalar tarihin azabından kurtulamayacaklar. Tarihin azabından kurtulsalar Tanrı’nın gazabından kurtulamayacaklar”

Share this post


Link to post
Share on other sites

DOĞUM

 

(Leyla´nin doğumu için Mecnun´un sonradan söylediği)

 

I.

 

Çiğ düştü göklerden

Ve bir bahar günü doğdun sen

 

Güvercinler geçti menekşelerden

Ve bir bahar günü doğdun sen

 

Kendi kendine ayna olan nergislerden

Leylakların gün doğuşu ürperişinden

Zambakların kıyı kıyı bakışından

Geldin sen

Ve rüzgarlar karları süpürdüğünde

Ve insanı çıldırtan kuş sesleri işitildiğinde

Birdenbire aydınlandı annenin yüzü

Ve bir bahar günü doğdun sen

 

İlkin horozların gözüne göründün

Dünyaya haber verdiler ötelerden

Baban yeni dönmüştü eve ıraklardan

Birden aydınlandı annenin yüzü

Ve bir bahar günü doğdun sen

 

Marta bakan biliyordu geleceğini

Nisana bakan görüyordu alaca renklerini

Kızıl ve yeşil seherini

Mayısa bakan buldu seni

Ve bir bahar günü doğdun sen

 

Sana Leyla dedim Suna dedim şiirlerde şarkılarda

Gerçek adın bir fısıltı gibi kaldı ağızlarda dudaklarda

Çatlar yüreğim bir nar gibi o sırrı anar da

Avunurum doğumundan gelen muştulu armağanlarla

Melekler gökten geldi armağanlarla

Ve bir bahar günü doğdun sen

 

Bir bahar günü doğdun sen

Baharın ta kendisi oldun sen

Şimdi her baharda doğan çocuklarla

Sen en aşılmaz boya tenlerinde saçlarında

Sen görünür görünmez ufuklarda

Karlar erir erir kaçar kaçar da

Gökler yağmur biçiminde güler ağlar ağlar da

Güneş öğünerek yansır yansır da sularda

Gelirsin her baharda

Bir diriliş gibi ölü dünyaya

Ölüler gölgenden ateş ala ala

Ekilip biçilip yankı yapa yapa

Yaz sıcaklığından arta arta

Birer birer çıktılar gönlümüzün aynasına tarlasına

Ki bir bahar günü doğdun sen

 

Güller dönüştüler yatak çarşaflarına

Leylaklar yaklaştılar korka korka

Nergisler benliğimizin ortasından baka

Gelip fon oldular insanın

Bir kere daha

Sende yeniden yaratılışına

Bir bahar hali yaratışına

 

Bir bahar günü doğdun sen

Baharın ta kendisi oldun sen

 

 

II.

 

Sonbahar benim ölümüm kırmızı kırmızı yanışım karaağaçlarda

Senin ak doğumunu daha çok ortaya koymak için

Toplayıp gelişim güzü bütün sarılarımla loşluklarımla

Çürüyen solan evrenin karşı koyuşu

Senin baharda doğusunun anısına

 

Ah o ne sıtmadır güneşteki sıtma baharda

Her an senin doğumun yaşamaktan gelen

Ve güzün güneşte bir kuruyuş bir dağılma

Benim ölümümden gelen haykırış ve ağlayışlarla

Bir ömür boyu oldum salt ölüm kemiği

Parlamak için senin doğumundan gelen fosforlarla

Eve girmekte geç kalan çocuklar görecektir geceleri

Aşk baharının sessiz direnişini

yanıp duran ışıklarda

 

Yaz güneşi biriktirdi biriktirdi

Sonbahar yapraklarda delirdi

Kış derin çizgileriyle devrildi

Bahar gül tanklarıyla çiçek çağlayanlarıyla belirdi

Ve bir bahar günü doğdun sen

 

...

 

Sezai Karakoç

Share this post


Link to post
Share on other sites

~ Yağmur Duası ~

 

Ben geldim geleli açmadı gökler

Ya ben bulutları anlamıyorum

Ya bulutlar benden birşey bekler

Hayat bir ölümdür, aşk bir uçurum

Ben geldim geleli açmadı gökler

 

Bir yağmur bilirim, bir de kaldırım

Biri damla damla alnıma düşer

Diğerinde durup göğe bakarım

Ne şehir, ne deniz kokan gemiler

Bir yağmur bilirim, bir de kaldırım

 

Nedense aldanmış bir gece annem

Bir kadın gömleği giydirmiş bana

İşte vuramadı gökler bana gem

Dinmedi içimde kopan fırtına

Nedense aldanmış ilk gece annem

 

Biri çıkmış gibi boş bir mezardan

Ortalıkta ölüm sessizliği var

Bana ne geldiyse geldi yukardan

Bana ne yaptıysa yaptı bulutlar

Biri çıkmış gibi boş bir mezardan

 

İyi ki bilmiyor kalabalıklar

Yağmura bakmayı cam arkasından

İnsandan insana şükür ki fark var

Birine cennetse, birine zindan

İyi ki bilmiyor kalabalıklar

 

Yağmur duasına çıksaydık dostlar

Bulutlar yarılır, gökler açardı

Şimdi ne ihtimal, ne de imkan var

Göğe hükmetmekten kolay ne vardı

Yağmur duasına çıksaydık dostlar

 

Ben geldim geleli açmadı gökler

Ya ben bulutları anlamıyorum

Ya bulutlar benden birşey bekler

Hayat bir ölümdür, aşk bir uçurum

Ben geldim geleli açmadı gökler

Share this post


Link to post
Share on other sites

-ÇOCUKLUĞUMUZ-

 

Annemin bana öğrettiği ilk kelime

Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde

 

Annem bana gülü şöyle öğretti

Gül, Onun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi

 

Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus

Ağaçlar ağlardı, gök koyulaşırdı, güneş ve ay mahpus

 

Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde

Binmiş gelirdi Ali bir kırata

 

Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından

Asyada, Afrikada, geçmişte gelecekte

 

Biz o atın tozuna kapanır ağlardık

Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü

 

Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü

Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman

 

Ali olmaktan bir sedef her çocukta

 

Babam lambanın ışığında okurdu

Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık

 

Fetihlerde bayram yapardık

İslam bir sevinçti kaplardı içimizi

 

Peygamberin günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık

Bediri, Hayberi, Mekkeyi özlerdik, sabaha kadar uyumazdık

 

Mekkenin derin kuyulardan iniltisi gelirdi

Kediler mangalın altında uyurdu

 

Biz küllenmiş ekmekler yerdik razı

İnanmış adamların övüncüyle

 

Sabırla beklerdik geceleri

 

Şimdi hiçbirinden eser yok

Gitti o geceler o cenk kitapları

 

Dağıldı kalelerin önündeki askerler

Çocukluk güzün dökülen yapraklar gibi.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mesaj Mona Roza'nın Hikayesi

 

Yüzyılın Aşk Şiiri Mona Roza'nın Öyküsü / Sıddık Akbayır

 

 

 

 

 

 

 

AŞK VE ÇİLELER / SEZAİ KARAKOÇ

Monna Rosa, siyah güller, ak güller;

Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.

Kanadı kırık kuş merhamet ister;

Ah, senin yüzünden kana batacak,

Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

Ulur aya karşı kirli çakallar,

Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.

Monna Rosa, bugün bende bir hal var,

Yağmur iğri iğri düşer toprağa,

Ulur aya karşı kirli çakallar.

Açma pencereni, perdeleri çek:

Monna Rosa, seni görmemeliyim.

Bir bakışın ölmem için yetecek;

Anla Monna Rosa, ben oteliyim...

Açma pencereni, perdeleri çek.

Zeytin ağacının karanlığıdır

Elindeki elma ile başlayan...

Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,

Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,

Zeytin ağacının karanlığıdır.

Zambaklar en ıssız yerlerde açar,

Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.

Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,

Işıksız ruhumu sallar da durur,

Zambaklar en ıssız yerlerde açar.

Ellerin, ellerin ve parmakların

Bir nar çiçeğini eziyor gibi...

Ellerinden belli olur bir kadın.

Denizin dibinde geziyor gibi

Ellerin, ellerin ve parmakların.

Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna;

Saat on ikidir, söndü lambalar.

Uyu da turnalar gelsin rüyana,

Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;

Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna.

Akşamları gelir incir kuşları,

Konarlar bahçemin incirlerine;

Kiminin rengi ak, kiminin sarı.

Ah, beni vursalar bir kuş yerine!

Akşamları gelir incir kuşları...

Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni

İncir kuşlannın bakışlarında.

Hayatla doldurur bu boş yelkeni

O masum bakışlar... Su kenarında

Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni.

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa:

Henüz dinlemedin benden türküler.

Benim aşkım uymaz öyle her saza,

En güzel şarkıyı bir kurşun söyler...

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.

Artık inan bana muhacir kızı,

Dinle ve kabul et itirafımı.

Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı

Alev alev sardı her tarafımı,

Artık inan bana muhacir kızı.

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,

Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.

Bir gün gözlerimin ta içine bak:

Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.

Altın bilezikler, o korkulu ten,

Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;

Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,

Bir tüy ki, kapalı geceye, güne;

Altın bilezikler, o korkulu ten!

Monna Rosa, siyah güller, ak güller,

Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.

Kanadı kırık kuş merhamet ister;

Ah, senin yüzünden kana batacak,

Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

 

 

 

Açıklama:

 

Şiir, ilk olarak Hisar dergisinin 26 Haziran 1952 tarihli sayısında,[1] daha sonra 4 Aralık 1952 Mülkiye dergisinde "Aşk ve Çileler" altbaşlığı ile dört bölümlük bir şiirin ilk bölümü olarak yeniden yayımlandı. İlk bölümü Aşk ve Çileler, üç ayrı dergide (Hisar, Mülkiye, Büyük Doğu) yayımlanan Mona Roza, bu bölümüyle tanınmıştır. Şiirin Hisar dergisinde çıkan ilk bölümü "Aşk ve Çileler", diğer dergilerde yayımlanan ve elden ele dolaşan çoğaltılarında bazı farklılıklar gösterir:

 

 

Monna Rosa, (Karakoç, Sezai; 3. Basım, Diriliş Yayınları, İstanbul 1998, s. 13-20)Diğer MetinlerGülce'nin gülleri ve beyaz yatak.

Zeytin ağacının karanlığıdır

Elindeki elma ile başlayan...

Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,

Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,

Zeytin ağacının karanlığıdır.

Anla Monna Rosa, ben öteliyim...

Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;

Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,Malatya gülleri ve beyaz yatak / Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak

Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi,

Bende çıkar güneş aydınlığına.

Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi

Seni hatırlatır her zaman bana

Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi

Anla Mona Roza ben bir deliyim

Bir tüy ki, can verir bir gülümse sen,

Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,

 

1950'lerde yazdığı ve fotokopileri elden elde, kuşaktan kuşağa dolaşan efsanevi Monna Rosa bile tek başına onun ne kadar büyük bir şair olduğunun kanıtıdır.

 

 

"Mona Rosa", Türk şiirinin en görkemli "imkânsız aşk" şiirlerindendir. Sezai Karakoç, biraz da o "imkânsız aşk"ın etkisiyle evlenmez.

 

 

Tam 50 yıl boyunca yayımlamaktan kaçındığı Monna Rosa adlı kitabını ancak 1998'de okur karşısına çıkarır. Yeryüzünde kitap biçimini almadan bu kadar uzun bir süre sadece fotokopiyle çoğaltılarak bu kadar çok kişiye ulaşmış bir başka kitap var mıdır, bilinmez.

 

 

Şiir adına söz alınan her ortamda, ne zaman eski günlerden, unutulmuş aşklardan, efkârdan, melankoliden söz açılsa hemen topluluk içinden biri sessizce Monna Rosa'nın başlangıç dizelerini okumaya başlar.

 

 

Karakoç'un 19 yaşında yazdığı bu şiiri, niçin 1998'den önce kitap biçiminde yayımlatmadığı konusunda tatmin edici bir açıklama yoktur. Söylenen her şey, bir varsayımın kıyısında dolaşır.

 

 

Ece Ayhan'a göre, 'pingponglu bir aşk kırgınlığı onu mecnun kıldı: Mona Roza. Kafasındaki kıza ihanet etmemek, derviş olmak için hiç evlenmedi.'

"Ping-Pong Masası" şiirinde raketlere vuran topun çıkardığı tekdüze tak tak sesleri, dolayısıyla şairin beyninde bir saatin tik takları gibi, bir ping-pong topunun tak takları gibi tekdüze acılı düşünceler. Ve bir sevda, ve sevdası tek yanlı, aşkı umursanmayan bir Sezai.[2]

 

 

 

 

"Monna Rosa" dört bölümden oluşur:

 

Aşk ve Çileler, Ölüm ve Çerçeveler, Pişmanlık ve Çileler, Monna Rosa.

Her bölümde anlatıcının konumu değişmektedir. Birinci bölümde o bir âşıktır. İkinci bölümde ise olaylara az çok nesnel bir şekilde uzaktan bakmaktadır. Üçüncü bölüm sevilen kızın ağzından yazılmıştır ve dördüncü bölüm artık ilahi aşka hasretini ifade eden aşığın ağzından anlatılır. Birinci bölüm karşılığını bulamayan aşk konusundadır, ikinci bölüm aşığın intiharı ile ilgilidir, üçüncü bölümde sevgilinin pişmanlık duyguları ve intiharı aktarılır. Dördüncü bölümde ise ilahi aşk arayışı dile getirilir. Bütün bölümlerde hece vezni kullanılmış olmasına rağmen üçüncü bölümde serbest vezin kullanılır. Serbest veznin bu bölümdeki kullanılışı anlatım tekniği ile açıklanabilir; çünkü bu bölümde bilinç akışını andıran bir şekilde beşeri sevgilinin düşünce ve duyguları anlatılır. Serbest vezin bu açıdan şaire belli bir özgürlük, anlatıcıya da doğallık kazandırmaktadır. Bunun altının çizilmesi lazımdır çünkü o yıllarda Karakoç'un geldiği ideolojik çevrelerden bir şair için serbest vezni kullanmak olağanüstü bir durumdu. Ellili yıllarda serbest vezin, daha çok sol kesimin ve Nurullah Ataç'ın tuttuğu şairlerin tekelindeymiş gibi görülmekteydi.[3]

 

 

Çözümleme

 

A. Metnin İletişim Boyutu

 

Başlık: Monna Rosa / Aşk ve Çileler

Karakoç'un 19 yaşında yazdığı bu şiiri, niçin 1998'den önce kitap biçiminde yayımlatmadığı konusunda tatmin edici bir açıklama yoktur. Önemli olan bir başka sorun da şiirin adıyla ilgilidir. Bazı bölümleri Anadolu'da geçen ve tasavvufi bir boyutu olan bir şiirde sevgiliye yabancı bir ad verilmesi şaşırtıcıdır. Ancak Rosa'nın Latincede gül anlamı taşıdığı unutulmamalıdır.[4] Gül, divan edebiyatının başlıca imgelerindendir ve gülün çağdaş Türk şiirinde Osmanlı medeniyetinin kültürel birikimini temsil eden bir imge olduğu söylenebilir. Sezai Karakoç birçok eserinde gül imgesini kullanmıştır. "Monna Rosa" adlı şiirde gülün Latincesini "rosa"yı kullanması genel olarak Karakoç'un ilk eserlerinde bulunan, birçok eleştirmenin onu İkinci Yeni akımın içinde değerlendirmesine neden olan, kapalı ve saydamlıktan uzak öğelerin yoğunluğu çerçevesinde değerlendirilmelidir.

 

"Sıradışılığına rağmen "Monna Rosa" başlığı, Leonardo da Vinci'nin meşhur Jokond portesini hatırlatır. Bilindiği gibi resmin diğer adı Mona Lisa'dır. Ancak bu şiirde Rönesans dahisinin eserlerine açık veya kapalı hiçbir gönderme yoktur. Belki de bu başlık Nazım Hikmet'in Jokond ile Si-Ya-U adlı eserinde Jakond'a sahip çıkmasına bir cevaptır. Nazım Hikmet'in Monna Lisa'sı destanın sonunda, Çin'deki sömürgeci vahşetine tanık olduktan sonra tarihsel maddeciliğe dönerken, Monna Rosa gizemci özlemin nesnesi olarak kalır. Şiirin başlığının böyle siyasi bir değerlendirmesi o kadar da abartılı değildir. 1951 'de Nazım Hikmet Sovyetler Birliği'ne sığınmıştı. Soğuk savaşın gerilimli yıllarıydı. Türkiye'de de solcularla sağcılar arsında, bazen sadece kelimelerde kalmayan, şiddetli tartışmalar oluyordu. 1954 yılında Sezai Karakoç, yayın hayatı kısa sürmüş, birçok yönüyle ilkel, komünist karşıtı Komünizme Hücum adlı dergide iki yazısını ve bir şiirini yayınlattı. Bu eylem, Karakoç'un Marksizme karşı tavrını açıkça göstermektedir. Böylece 'Monna Rosa'nın başlığı sahiden o doğrultuda da değerlendirilebilir: Türkiye'nin kültürel kaderini o çok etkilemiş olan sağ-sol çatışmasının bir sahnesi de belki Louvres müzesindeki bir resmin önünde yaşanmış oldu."[5]

 

Sezai Karakoç'un edebi projesi klasik İslam kültürünün imge ve mecazlarını modern bir şiir anlayışı çerçevesinde yeniden yorumlayarak onları çağdaş Türk edebiyatına kazandırmak ve böylece siyasi projesini edebi alanda gerçekleştirmektir. "Nazım Hikmet ise aynı imgeleri alıp, örneğin rubailerinde veya bazı oyunlarında yaptığı gibi onları dini ve gizemci anlamlarından çıkarıp Markiszmin ışığında yeniden yorumlamaktadır. Sezai Karakoç, Nazım Hikmet'e İslamî bir cevaptır ve "Monna Rosa da o cevabın ilk örneğidir."[6]

Sezai Karakoç "Monna Rosa"nın "modern bir Leyla ile Mecnun denemesi[7] olduğunu söyler. Sevgililerin birleşememeleri ve ilk aşamada beşeri olan aşkın daha sonra ilahi aşka dönüşmesi konu açısından "Monna Rosa"yla Leyla ile Mecnun arasında bir yakınlık olduğunu göstermektedir. Zaten Sezai Karakoç 1980'de hikayenin gizemci boyutu üzerinde duran ve anlatıcının onu yeniden yazma gerekçelerini aktardığı yeni bir Leyla ile Mecnun yazmıştır.

 

 

Anlatılan Özne:

Şiirin yazılma nedeni, Karakoç'un Mülkiye'deki bir sınıf arkadaşıyla ilgili duygularıdır. Şiirin ilk versiyonundaki düzeni şöyle bir akrostiş vermektedir: Muazzez Akkaya[8]. Ancak, Sezai Karakoç o konuda da hiçbir bilgi vermemekte ve hatta, okuyucuların bu tür detayların üzerinde durmamaları gerektiğini belirtmektedir. "Aşk ve Çileler" genç bir erkeğin ağzından karşılığını bulamayan aşkın imgesel, divan edebiyatına göndermelerle dolu bir anlatımıdır.

 

 

Şiirin sonuna doğru anlatıcı beşeri olmayan ilahi olan gerçek aşkı keşfeder.

 

 

Anlatıcı:

Anlatıcının, yani şiir kişisinin, Sezai Karakoç olduğu, şairin kendi açıklamalarından anlaşılmaktadır: "1952 baharına girerken 19 yaşında ve Mülkiye ikinci sınıftayım. Bir şiir üzerine çalışıyorum. Bu şiir gittikçe beni kendi dünyasına çekiyor. Yıllar, serbest şiir denen ölçüsüz, kafiyesiz şiirin zafer yılları. Orhan Veli akımı bir sel gibi edebiyatımızı kaplamış. Okul kitaplarında henüz Yahya Kemal'in saltanatı devam ediyorduysa da piyasayı Orhan Veliciler istila etmeye başlamıştı. Yaşlılar, edebiyat fakültesi profesörleri, makalelerinde Yahya Kemal'den bahsediyorlardı, ama dergilerde gençler Orhan Veli ve arkadaşlarının açtığı çığırdan giderek tüm geleneksel şiir değerleriyle ilişkilerini kesmiş bulunuyorlardı. Şairanelik hor görülüyordu. Edebiyatımızın 'gül', 'bülbül' gibi mazmunları alay konusuydu. Bütün değerler yere serilmiş gibi gözüküyordu. Kadın; 'tak takıştır, sür sürüştür, muhallebiciye gel, piyasa vakti' çerçevesinde algılanıyordu. Ben hecede ısrar ediyordum. 'Gül' kavramını yeniden diriltmenin gereğini düşünüyordum hep. 'Monna Rosa' (Mona Roza) böyle doğdu. Modern bir Leyla ile Mecnun denemesiydi bu. Bir gencin dilinden anlatılış şeklinde başladı şiir. 'Rose' bilindiği gibi 'gül' demekti. Böylece, aşağılanan 'gül' kavramını yeniden gündeme getirmek istedim. (...) Aslında 'gül' mazmunu ve modern anlamda 'Leyla ile Mecnun' hikayesi, şiirimize tekrar bu şiirle girdi denebilir."[9]

 

 

Kendisine Anlatılan Kişi:

"Aşk ve Çileler" bölümündeki beşliklerin ilk dizelerinin ilk harfleri arka arkaya getirildiğinde "Muazzez Akkaya" ismi çıkar. M. Akkaya, Sezai Karakoç'la Mülkiye'de aynı sınıfta okuyan biridir. "Şairin, adı geçen bayana kalbi bir yakınlık duyduğu aşikârdır. Hatta bu ilginin bir süreği olarak Karakoç'un aynı yıl evlenme isteğiyle memleketine bir mektup yazdığını ancak, bu arzusunun reddedildiğini hatıralarından anlıyoruz. Mahiyetini çok iyi bilemediğimiz bir gönül ilişkisinden, temiz bir aşktan mülhem bir şiirdir Mona Roza. Bu, oldukça tabiî bir durumdur. Bundan dolayı kimsenin şairi kınadığı falan yoktur. Ne var ki, Karakoç, ısrarla şiirin "öykü"sünü gizlemeye çalışmaktadır, bu tavra da saygı duymak gerekir."[10]

 

Şiirin gerçekle ilgisini, şairin şiirde akrostişle işaretlediği "seçilmiş biri" (Muazzez Akkaya) konusunda Karakoç'un farklı bir yorumu vardır: "Monna Rosa'nın her şiir gibi bir doğuşu vardır. Ama şiire bakıp birtakım senaryolar uydurulduğu söyleniyor ki, bunların çoğu asıl ve esastan mahrumdur şüphesiz. Şiire bakıp tümünü. hayatın bir fotoğrafı gibi düşünmek, şiiri hiç anlamamak demektir. O kadar ki, hayattan şu veya bu şekilde yansıyan renkler, çizgiler dahi şiire realiteyle ilgilerini keserek, tamamen değişerek girerler. (...) Ben, ne bir Doğu Werther'iydim. Ne de düşünülebilecek senaryoların kahramanı. O günkü psikolojimle, Monna Rosa'da çizilen portre ile ilişkisi farz edilen 'seçilmiş' biri, yüce bir alem, ideal alem çerçevesinde düşünülebilen, en temiz duyguların yöneleceği, bir 'kardeş' olabilirdi. Ancak bunu da realitede gerçeklemek mümkün olmadığına göre, şiir doğuyor ve hayatla olan çelişmesinin bütün azap ve ıstıraplarını beraberinde getiriyordu."[11]

 

 

B. Kesitleme

 

Kesit I

Monna Rosa, siyah güller, ak güller;

Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.

Kanadı kırık kuş merhamet ister;

Ah, senin yüzünden kana batacak,

Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

 

"Aşk ve Çileler"in ilk kesitinden itibaren anlatıcının seslendiği bir sevgili vardır. Şair, bu kesitte, sevgiliye seslenirken bir yandan da şiirin uzamını açıklamaktadır. Bu kesitte, siyah ve ak güllerden söz edilmesi, şiirin diğer bölümleriyle ilişki kurma amacına yöneliktir. Siyah ile ak ve kara ile beyaz arasındaki karşıtlık Mona Rosa'nın dört bölümünde de sürer. 'Siyah' ile 'kara'ya ve beyaz ile aka geleneksel simgesel değerler yüklenmez. Şiirin "Pişmanlık ve Çileler" adlı bölümünde renklerin bu değerleri açık bir şekilde tersine çevrilir: Anlatıcı durumunda olan sevgili günah kadar beyazdır, onu seven ise tövbe kadar kara. Bu sıradışı benzetme, Karakoç'un yazınsal kalıplara karşı çıkma eylemi olarak değerlendirilebilir.

 

İkinci dizedeki beyaz yatak tamlaması, şiirde cinselliğe dair bir çağrışım söz konusu olmadığına göre, sevgilinin masumiyetini, saflığını simgeler. Sevgilinin doğduğu Gülce (ya da Geyve) diye bir yerden söz edilmesi şairin şiiri gerçekçi bir coğrafi ortamda, yani gerçek dünyada yerleştirmek istemesinden kaynaklanır; Gülce, şiirde adı geçen kişinin gerçekliğine dair bir uzamdır.

 

Üçüncü ve dördüncü dize ise sevgililerin gelecek ölümlerine bir gönderme yapar. Anlatıcı, -kanadı kırık kuş- seslendiği sevgili yüzünden kana batacağını söyler. Böylece ilk kesitin sonunda divan edebiyatının önemli imgeleri söylenmiş olur. Gül (Monna Rosa, Gülce, siyah ve ak güller) ve kuş. Sevgili bir güldür ve seven anlatıcı kanadı kırık bir kuş... (gül-bülbül ilişkisi)

 

 

Kesit II

 

Ulur aya karşı kirli çakallar,

Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.

Monna Rosa, bugün bende bir hal var,

Yağmur iğri iğri düşer toprağa,

Ulur aya karşı kirli çakallar.

 

Bu kesitte, -üçüncü ve dördüncü kesitte de devam edecek olan- mekânın kırsal oluşu üzerinde durulur; imgesel bir anlatımla karanlık ve tehdit edici bir atmosfer yaratılır. 'Çakal' ve 'tavşan' karşıtlığı, bu atmosferin temelini oluşturur. Çakal'lar kirlidir, tavşan'lar ürkek. Yağmur bile toprağa her zamanki gibi düşmez. Anlatıcının avuçlarındaki zaman; rüzgârın kavraması gibidir, bir farkında olma inceliğidir.

 

"Şiirin bu kesitteki: "Ulur aya karşı kirli çakallar" dizesi, şairin sol görüşlü sınıf arkadaşları tarafından bir "ima gibi görülmüş" ve yanlış anlaşılmalara sebep olmuştur. Hatta bu yüzden Karakoç'a bir komplo düzenlenir, ama boşa çıkar. Halbuki, şairin de belirttiği gibi bu bir tasvir dizesidir ve kimseye sataşma söz konusu değildir."

 

 

Kesit III

 

Açma pencereni, perdeleri çek:

Monna Rosa, seni görmemeliyim.

Bir bakışın ölmem için yetecek;

Anla Monna Rosa, ben öteliyim...

Açma pencereni, perdeleri çek.

 

Üçüncü kesit, önemli bir gelişme aktarır. Aşkın adımları, başka bir yola ayak uydurmak üzeredir. Çünkü anlatıcı sevgiliden kendisini göstermemesini istemektedir. Anlatıcı ötelidir; çünkü başka bir dünyaya ait olduğunu söyleyerek gizemci arayışını da belirtmiş olur. Sevgili sadece onu ilahi aşka götürecek olan bir araçtır. "Ancak anlatıcı beşeridir ve beşeri aşk onu gerçek maksattan uzaklaştırabilir. Kendisi arayışında beşeri sevgiliyi kullanırken, beşeri aşkın kurbanı da olabileceğinin farkındadır. Onun için sevgiliyi görmek istemez. Arayışının başarıya ulaşması için beşeri sevgili ona ilgisiz, acımasız davranmalıdır, ilgi gösterirse o zaman arayış tehlikededir. Ancak bu kesitte anlatıcının bunun farkında olduğunu ve gerçekten neyi aradığını görürüz. Artık istediği Allah'ı bulmaktır ve beşeri sevgili, yani yaşanılan evren dünya, bir engeldir."[13]

 

 

Kesit IV

Zeytin ağacının karanlığıdır

Elindeki elma ile başlayan...

Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,

Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,

Zeytin ağacının karanlığıdır.

 

Dördüncü kesitte sevgilinin elinde bir elmanın bulunması, sorun biçiminde değerlendirilebilecek önemli bir ayrıntıdır. Çünkü elma Hıristyan mitolojisinde günaha teşvikin bir simgesidir. İslâm kültüründe elmanın böyle bir anlamı yoktur. Ancak bu şiirin çerçevesinde elmayı günaha çağrı biçiminde değerlendirmek mümkündür; çünkü sevgili ile anlatıcının aşkı yasaktır. Yakut yüzük belki de sevgilinin başka biriyle nişanlı olduğunu, olabileceğini; yüzündeki kan ile de seslenilen kişinin kızardığını göstermekledir. Sevgilinin sıcak ve minnacık yüzünden söz edilmesi de önemlidir. Fiziksel görünüşü hakkında verilen bu tür bilgiler divan edebiyatını ve minyatürleri anımsatan ayrıntılardır.

 

 

Kesit V

Zambaklar en ıssız yerlerde açar,

Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.

Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,

Işıksız ruhumu sallar da durur,

Zambaklar en ıssız yerlerde açar.

 

Bu kesitte anlatıcı, dikkatini kendi kişiliği ve ruh hali üzerine yoğunlaştırır. Ruh, ışıksızdır ve bir mumun ardında bekleyen rüzgârla sallanmaktadır.

Karşıtlıklarla dolu bir dünyayı terennüm eden simgesel anlatım, beşinci kesitte, anlatıya umut veren bir açılımla devam eder: En ıssız yerlerde bile zambaklar açar. 'Vahşi bir çiçeğin gururu' tamlamasındaki 'vahşi' ve 'gurur' sözcükleri de temel anlamlarının dışında kullanılmıştır. 'Vahşi', uzaklığın bir engel olmadığı, mekânların bunaltmadığı, özgürlüğün ellerde bir azat kuş gibi kanat çırptığı, akan su gibi, uçan kuş gibi bir yüreğin sıfatı olabilir. 'Gurur' da, uzaklığın, ulaşılmazlığın bir göstergesi biçiminde düşünülebilir.

 

 

Kesit VI

Ellerin, ellerin ve parmakların

Bir nar çiçeğini eziyor gibi...

Ellerinden belli olur bir kadın.

Denizin dibinde geziyor gibi

Ellerin, ellerin ve parmakların

 

Altıncı kesitte sevgilinin ellerinden ve parmaklarından söz edilmesi ve onun bir nar çiçeğini ezmesi okuru, divan şiirinin dünyasına götürür. Klasik edebiyat ile tehdit edici gerçek bir dünya arasında devamlı bir gidip gelme sezilir bu dizelerde.

 

Nar çiçeği, ilkbahardan yaz başlarına kadar turuncu çiçekler açar. Susuzluğa dayanıklıdır. Bozkır çiçeğidir bir bakıma. Adındaki inceliğe, ürkek duruşuna, kokusunu getiren 'uzak'lara söz düğünleri kurulmasının yanında, kadınların giysilerini de süsleyen bir motiftir.

"Şairin, hatıralarında da belirttiği gibi, Mona Roza'nın birinci bölümü ya da birincisi "Aşk ve Çileler", bir gencin yani âşığın ağzından söylenmiştir, ifade yerindeyse. Eski kalıplar içinde (ölçü, kafiye) neşvünema bulan bu yeni ses, sevgiliyi yeni bir dünyanın değerleriyle takdim eder. Söyleyişteki kusursuzluk, orijinal ve yeni imajlarla kurulan 'şiir cümleleri', yeni bir sevgili çehresi çıkarır ortaya. Bu sevgilinin elleri bile, şimdiye kadar anlatılagelen 'maşuka'nın ellerinden farklı bir şekilde dile getirilir."[15]

 

 

Kesit VII

Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna;

Saat on ikidir, söndü lambalar.

Uyu da turnalar gelsin rüyana,

Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;

Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna.

 

Anlatıcı, geçen zamandan söz ederken, bir şeylerin kopup kopup gidişinden ve dönmeyişinden yakınır bir tutum sergiler. Saati gelince sönen lambalar, kinayeli bir biçimde kullanılmıştır. Bu dizenin iletisi, biten bir gün ve biten bir hayattır. Turnaların rüyaya girmesinde, geleneksel anlatıların dünyasına bir gönderme vardır. Turna, özellikle halk şiirinde kullanılan bir habercidir. Taşralıdır turna; umarsızların sılaya uzanan yoludur. Turna, göğe tuhaf tuhaf bakan sevgilinin ya da âşıkın düşlerini süsleyen simgesel bir öğedir.

 

 

Kesit VIII

Akşamları gelir incir kuşları,

Konarlar bahçemin incirlerine;

Kiminin rengi ak, kiminin sarı.

Ah, beni vursalar bir kuş yerine!

Akşamları gelir incir kuşları...

 

İncir kuşu (anthus compestris) serçe görünümünde bir göçmen kuştur. Anlatıcının sözünü ettiği de İç Anadolu Bölgesi'ne gelen 'kır incir kuşu'dur. Farsça 'encir' biçiminde okunan incir 'delik, oyuk' anlamına gelir. İsmini incirden değil, incir ismini 'incir kuşu'ndan alır. (incir kuşu=delici kuş) Bu kuşlar, incir mevsimi, incir ağacından çıkmazlar. Özellikle akşama yakın saatlerde incirlere oyuk açıp dururlar. Göç mevsimi gelince, arkalarında bıraktıkları oyuklarla (yaralarla) göçüp giderler.

Bu kesitte, anlatıcı, kuş yerine vurulmak isteğinden söz eder. Akşam sözcüğündeki hüzün bütün bir kesite sinmiş gibidir.

'Ah, beni vursalar bir kuş yerine!' dizesi, çelişkideki dram güzelliğini, tragedya inceliğini anlatan özgün bir söyleyiştir.

 

 

Kesit IX

Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni

İncir kuşlarının bakışlarında.

Hayatla doldurur bu boş yelkeni

O masum bakışlar... Su kenarında

Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni.

 

Bu kesitte, sevgiliyi incir kuşlarının bakışlarında veya su kenarlarında bulması anlatıcının aşkının artık başka bir boyuta geçmiş olduğunu gösterir. Artık beşeri sevgiliye ihtiyacı yoktur, çünkü gerçek sevgilinin varlığını, münacaatlarda olduğu gibi, doğada hissetmektedir. 'İncir kuşları'nın bakışında bulunan sevgili, hüznün dilsiz masalcısı gibidir artık. Bakışlar, göçmen ve masumdur. İncecik bir nehir kıyısıdır sanki. Boş yelkeni hayatla dolduracak kadar da güçlüdür aynı zamanda.

 

 

Kesit X

 

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa,

Henüz dinlemedin benden türküler.

Benim aşkım uymaz öyle her saza,

En güzel şarkıyı bir kurşun söyler...

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.

 

Bu kesitte, Monna Rosa bu yeni durumu kabul etmemekte, aşığa kırgın bakışla yönelmekte, anlatıcı ise aşkının farklı olduğunu ve kurşunun en güzel şarkıyı söylediğini belirtmektedir. Sezai Karakoç "Monna Rosa"nın bir açıklamasını yapmadıysa da kurşunları mecazi anlamda kullandığını ve onların, sevgiliye değil, aşığa yönelik olduğunu söylemek zorunda hissettmiştir. "Oysa, bu şiirlerde görülen kurşunlar, başkalarına değil, sembolik olarak ıstırabını anlatmak açısından, şiirin kahramanının kendisine yönelmiş kurşunlardı... Silahın dönük olduğu yön, sevgilinin değil, sevenin kalbidir... En güzel şarkıyı söyleyen kurşun, sevenin ölümünü getiren kurşundur."[16] Bu açıklama sevgilinin anlatıcının aşkına karşılık vermemesinin anlatıcının gerçek amacına varması için şart olduğunu gösterir. Oysa, divan şiirindeki sevgililerin aksine, Monna Rosa karşılık vermek, kendini göstermek ister ve anlatıcının ilgisizliği onu kızdırır.

Klasik şiirimizde de çokça karşılaştığımız; sevgilinin tegafülü yani aşığı görmezlikten gelmesi, Mona Roza'da başka bir biçimde karşımıza çıkar. Sevgilinin bir bakışı bile aşığın yaşamını anlamlı kılacak, hayatının beslenme damarlarından biri olduğunu iyice hissettirecektir:

 

 

Kesit XI

Artık inan bana muhacir kızı,

Dinle ve kabul et itirafımı.

Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı

Alev alev sardı her tarafımı,

Artık inan bana muhacir kızı.

 

 

Bu kesitte anlatıcı, 'çağın incittiği bir masal'da kendini anlayacak birini arayan bir mucize avcısı gibidir. 'Artık' zarfıyla bir sınır çizilmektedir. 'İnan, dinle, kabul et' eylemleri, başka bir boyuta geçmek üzere oluşun göstergeleridir. Anlatıcı, artık sevgiliye ilgi duymamaktadır. Monna Rosa artık sadece bir muhacir kızıdır.

 

'Soğuk bir sızı'nın her tarafı alev alev sarması, Türk şiirinin en özgün söyleyişlerinden birisidir. Bu imge, Abdurrahim Karakoç'un 'Lambada titreyen alev üşüyor' ya da Ahmed Arif'in 'Yokluğun cehennemin öbür adıdır / Üşüyorum kapama gözlerini' dizelerinden çok önce söylenmiştir.

 

 

 

Kesit XII

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,

Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.

Bir gün gözlerimin ta içine bak:

Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.

 

Bu kesit, dini bir erdem olan sabır temasını işler. Anlatıcı, sevgiliyi, sevginin gizemci boyutunu anlamaya davet eder. Sevgili, anlatıcının gözlerine baksa ölülerin niçin yaşadıklarını anlayacaktır. Bir bakış derinliği, aşkın ölümcül sırrını çözecektir belki de.

 

 

Kesit XIII

Altın bilezikler, o korkulu ten,

Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;

Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,

Bir tüy ki, kapalı geceye, güne;

Altın bilezikler, o korkulu ten!

 

 

Sevgili artık altın bilezikler ve korkulu tenden ibarettir. O sadece bir kalıptır. Gerçi, anlatıcı onun kuşun kanlı tüylerine yanıt vermesini ister. Belki de bu onun tarafından anlaşılmak istediğini gösterir. Belki de bu, son bir davettir.

Bu kesitteki dizeler, alçak sesle söylenen bir günbatımı söylencesi gibidir.

'Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,' dizesini tevriyeli okumak mümkündür: gülümsesen / gülümse sen.

 

 

Kesit XIV

Şiirin ilk kesitinin tekrarı ile bitmesi aşkın artık bir başka boyuta vardığını gösterir ve yeni bir başlangıcı temsil eder.

Burada, "beşeri aşktan ilahi bir aşka geçiş söz konusudur. Bir çağdaş mesnevi olan Mona Rozza bu geçiş ölüm isteğiyle simgelenir. Ölüm isteği fani dünyayı terk etme isteğidir. Burada önemli olan ilahi aşk konusunun yirminci yüzyılda nasıl ifade edildiğidir. Bu şiirde yirminci yüzyıla ait olan birtakım öğeler vardır. Yani, geleneksel mesnevinin tersine, vuslat özlemi muhayyel veya stilize edilmiş bir mekanda yaşanmaz."[17]

 

 

Şiirin Biçimsel Özellikleri

 

I. Nazım birimi: dörtlük (Beşinci dize, ilk dizenin tekrarıdır.)

II. Nazım biçimi: Koşma tarzı. ( Kesitlerin tümünde çapraz uyak kullanılmıştır.)

III. Dizelenme: Beşer dizeden oluşan on dört kesit. (Son kesit, ilk kesitin tekrarıdır.)

IV. Hecelenme: 11'li hece ölçüsü (6+5 duraklı)

VI. Uyak ve Redif: Şiirde, genellikle tam uyak kullanılmıştır. Birkaç dizede zengin uyağa yer verilmiştir. Redifi birkaç dizede görmek mümkündür.

 

 

C. Sonuç-Yargı

Söyleyişteki kusursuzluk ve özgün imgelerle kurulan bir şiir dili, Mona Roza'nın öne çıkan yönleridir. Şiirin akrostiş biçiminde yazılması, metni büyülü bir aşk öyküsü konumuna yükselmiştir.

"Sezai Karakoç'un "modern bir Leyla ile Mecnun denemesi" dediği Mona Roza'ya bu gözle baktığımızda elbette ki bir aşk şiiri, hem de platonik, efsanevi bir sevgiliye yazılmış bir aşk şiiri olması bakımından, klasik Leyla ile Mecnun mesnevileriyle bir ilgisi kurulabilir. Bu, yer yer eski mazmunlarla modern bir aşkın anlatılışıdır daha çok. Ayrıca, belki biraz zorlamayla, bu mesneviyi hatırlatan bazı sembolik ifadeleri de, daha çok şiirin son üç bölümünde bulabiliriz."[18] Belki de, bu duyumsatmalar, sezdirmeler, şairin bir oyunudur. Arada bir geçmişe kaydırılan şiir dili, hem şiirin anlam çerçevesini genişletecek; hem de okuru sırlı, yarı aydınlık, puslu bir dünyaya çağırarak değişik anlam ufuklarında gezdirecektir.

 

Erdoğan Alkan, Mona Roza konusunda Cemal Süreya'dan şunları aktarır: "Söz 'Mona Roza' şiirine geldi. O hep gülümseyen yüzü, alaylı ve sevecen sözcüklerle söyle anlattı olayı: "Bilirsin güzel kızlar Mülkiye'yi kazanamaz. Geyveli bir kız vardı sınıfımızda, Muazzez Akkaya. Güzelce. Neşeli. Konuşkan. Az konuşan, durgun, içe dönük, Diyarbakırlı taşra çocuğu Sezai'yi onun bu şen şakrak hali çekti. Eğlenmeyi, dans etmeyi, gülüp oynamayı seven bir kızdı. Onu hiç elinde bir kitapla görmedim. Şiirmiş, yazınmış, sanatmış, o taraklarda bezi yoktu. Umurunda olmadı Sezai'nin aşkı. Hoş Sezai de peşinden koşmadı. Bilirsin düşkündür onuruna. 'Mona Roza' şiirini yazarak aşkını noktalayıp yüreğindeki mezara gömdü."

Bu şiirin öyküsü biraz da Apollinaire'e benzer: Fransız şair Apollinaire, zengin bir Alman ailesinin çocuklarına Fransızca öğretirken, kendisiyle birlikte aynı şatoda İngilizce öğretmenliği yapan Annie Playden'a aşık oldu. Rhin Şiirleri'nde güzel dizeler yazdı onun için. Ülkesine döndü sonra bu İngiliz kız. Apollinaire Londra'da arayıp durdu onu, "Bir Aşk Kırgını'nın Şarkısı" adlı o uzun, ünlü poem'i böyle doğdu. Bulamadı, çünkü Annie Playden Amerika'ya gitmişti. "Bir Aşk Kırgını'nın Şarkısı" adlı şiirden hiçbir zaman haberi olmadı Annie Playden'ın. Olsa bile ne değişirdi.

 

Sezai Karakoç'un "Mona Roza'sı da buna çok yakın biçimde noktalanıyor. Amerika'ya giden, halen orada yaşayan ve kocasının öldüğü bir yıl öncesine dek, Sezai Karakoç'a ve kendisi için yazılmış güzel aşk şiiri "Mona Roza"ya kayıtsız bir kadın.

 

Metnin gizemi konusunda Erdoğan Alkan, şu açıklamayı yapar: 'Kocası henüz bir yıl önce ölen bir kadının isminin, karşılıksız aşk da olsa, bir başkasıyla anılması ne kadar aktörel'dir? Sezai onun adını bir şiire hapsetti. Ve biz Mülkiyeliler bu akrostişi biliyorduk. Ama ne Sezai Karakoç bir açıklamada bulundu, ne de bizler.'[20]

______________________________

[1] "Mona Roza" şiiri ilk kez Ankara'da, Munis Faik Ozansoy, Mülkiyeli şair Mehmet Çınarlı ve şair ilhan Geçer'in birlikte çıkardıkları Hisar dergisinde yayımlanır. İlhan Geçer, metnin yayımlanma öyküsünü şöyle anlatır:

"Mülkiye öğrencisi bir şair delikanlı 'Mona Roza' adlı bir şiir getirdi bize. Şiir güzel ama çok uzun, tam on dört bağlamdan, on dört beşlikten oluşuyor. Kıt olanaklarla çıkarıyoruz Hisar'ı. Sayfa sayımız sınırlı, koymamız gereken başka şiirler, başka yazılar var. Rica ettik, 'kısaltman mümkün mü, ya da biz kısaltabilir miyiz?' dedik. Diretti: 'Hayır, ya verdiğim haliyle yayımlayın, ya da hiç yayımlamayın!' Çaresiz,olduğu gibi yayımladık. Sonradan öğrendik, meğer her bağlamın, her beşliğin ilk dizesinin ilk harfleri beşlikler arasında akrostiş oluşturuyormuş: Muazzez Akkaya'm." [Aktaran: Erdoğan Alkan, 'Şair Sezai Karakoç', Varlık, S. 1193, Şubat 2007.]

[2] Alkan, Erdoğan, 'Şair Sezai Karakoç', Varlık, S. 1193, Şubat 2007.

[3] Laurent Mignon, Kaldırımlar'dan Monna Rosa'ya, Hece, Diriliş Özel Sayısı, S. 73, Ocak 2003, s.142.

[4] "Edebiyet çevrelerine hemen herkes tarafından 'Mona Roza' olarak söylenen, bilinen bu şiirin adını, şairi Sezai Karakoç hemen her yerde ısrarla orijinal şekli olan 'Monna Rosa' biçiminde yazmıştır. (Karataş, Turan, Doğu'nun Yedinci Oğlu: Sezai Karakoç, Kaknüs Yayınları, İstanbul 1998, s. 21.)

[5] Laurent Mignon, a.g.y., s.140.

[6] Laurent Mignon, a.g.y., s.140.

[7] Karataş, Turan, a.g.y., s.214.

 

[8] Muazzez Akaya: Geyve'ye sonradan yerleşmiş bir muhacir ailesinin kızıdır. (Karakoç, kitabında Geyve yerine Gülce kullanmıştır.) Kandilli Kız Lisesi'ni "Pekiyi" derecesiyle bitirir. 1950'de Mülkiye'ye girer. Okulun en popüler kızlarındandır. Durgun ve melankolik bir kız olduğu sanılır, ancak neşeli, esprili, hayat dolu biridir. Baş döndürücü bir güzelliktedir. Grace Kelly tipinde bir kızdır. Aynı okulda öğrenim gören sınıf arkadaşı şair Sezai Karakoç'u "fırtınalı bir aşk"ın içine sürükler. Böylece "Uğruna Türk edebiyatının en gizemli ve en dokunaklı aşk şiirinin yazıldığı kadın" olarak kayıtlara geçer. Esin kaynağı olduğu Mona Roza şiirinden hiç haberdar olmaz. Ancak okul günlerinde paltosunun cebinde şairi meçhul şiirler bulur ve bu şiirlerin şairinin sınıf arkadaşı Sezai Karakoç olduğunu bilmez. Mona Roza şiiri büyük efsanelere ve tevatürlere de konu olur. Onlardan biri de Muazzez Akkaya'nın intihar ettiği şeklindedir. Bu rivayet doğru değildir. Okulu bitirdikten birkaç yıl sonra Maliye Bakanlığı'nda üst düzey görevler yapan ve geçen yıl hayatını kaybeden Orhan Giray ile evlenir. Üç çocuğu olur. Şu anda büyük kızı Ayşegül Giray ile yaşamaktadır.

[Coşkun, Ahmet Hakan, Hürriyet, 13 Haziran 2005-10 Ocak 2007, [email protected] (08.01.2007 Saat: 00:53, 'Yılın İlk Bombası Karakutu'dan)]

 

[9] Karakoç, Sezai, Hatıralar, Diriliş, S. 49, 23 Haziran 1989. (Aktaran: Karataş, Turan, a.g.y.)

[10] Karataş, Turan, a.g.y., s. 213.

[11] Karakoç, Sezai, Hatıralar, a.g.y., ( Aktaran: Karataş, Turan, a.g.y.)

Karataş, Turan, a.g.y., s. 215.

[13] Laurent Mignon, a.g.y., s.143.

Laurent Mignon, a.g.y., s.140.

[15] Karataş, Turan, a.g.y., s. 214.

[16] Karakoç, Sezai, Hatıralar, Diriliş, S. 70 , s. 17, Haziran 1989. (Karataş, Turan, a.g.y.)

[17] Laurent Mignon, a.g.y., s.140.

[18] Karataş, Turan, a.g.y., s. 217.

Alkan, Erdoğan, 'Şair Sezai Karakoç', Varlık, S. 1193, Şubat 2007.

[20] Alkan, Erdoğan, a.g.y.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

SEVGİ

 

 

 

1.

 

 

 

Ah benim sevgim çiçek örneği

 

Çarpılmışların kinini yeniler

 

Beni alnımdan vurmak ister

 

Saraların iftiraların gençliği

 

 

 

Bilirim geçmektir sevgi

 

Ölümün en yumuşak en ayarlı yerinden

 

Çünkü çocuklar geçer

 

Ölümün en yumuşak en ayarlı yerinden

 

 

 

Zarif vakitlerin seçkin kadınları

 

Hazırlardı kızlıklarında (doğum)ları

 

Kaçmakla kurtulamadıkları

 

Arada uyguladıkları

 

 

 

2.

 

 

 

Çölden farklı olmayan bu korku

 

Çocukların bu korkudan olur neşeleri

 

Siyah sepete baktıkça her biri

 

Sıcak hoşluğunu anlarlar ölmenin

 

 

 

O gün gün ışığından mahrum

 

Mahrum bırakılmış genç kızlar

 

Anneleriyle parka çıkarlar

 

Anneleriyle anneleriyle anneleriyle

Share this post


Link to post
Share on other sites

LİLİYÂR

 

Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli

Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli

Altın saçlarını yana atışı yok mu Lilinin

Lilinin yağdan kıl çekercesine inanışı

Lilinin yağdan kıl çekercesine yaşayışı yok mu

Kuklalar titremesin ne yapsın

Kuklaların kukla olmadığı besbelli

Lilinin çekip gideceği besbelli

Lilinin dönüp geleceği besbelli

Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret de Paris'nin

Sen herhangi bir ekmek yiyeceksin işte Lili

Ekmek ne kadar Allahınsa Lili de o kadar Allahın Lili

Yüzün ruhun kadar aydınlık ya Lili

Gönlün soğuk sular güzel aynalar gibi ya Lili

Anladın ya kutunun içinden çıkan mendil

Olamaz Üsküdardan geçeriken bulduğun mendil

 

Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili

Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili

Sen daima güzeller güzelini bulursun Lili

Sen istesen de taş yürekli olamazsın

Sen daima güzeller güzeli olursun Lili

Demek gideceksin arkana dönüp bakmayacaksın

Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin

Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili

Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü

Sen daima Sultanlar Sultanı olursun Lili

Demek sen gidiyorsun Lili

Bizi öpmeden mi gideceksin Lili

 

Lilinin güneşin altında duruşu yok mu

Perdeleri sıyırıp çirkin adamı burnundan yakalayışı yok mu

Eline bavulunu alışı yollara koyuluşu yok mu

Çirkin adamın güzel adam oluşu yok mu

Yaklaşıp onu saçlarından yakalayışı

Uzaklaşıp yollarda yol oluşu yok mu

 

Lilinin bir tavşan gibi koşuşu

Keklik gibi dönüp bakışı ve yıldırım gibi koşuşu yok mu

Adam da tam o zaman kapıdan çıkmaz mı dışarı

Lilinin adamın boynuna çocukça ve çılgınca atılışı yok mu

 

Ben konuşmasını bilmem Lili.

 

Sezai Karakoç

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

ülkendeki kuşlardan ne haber vardır

mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır

aşk celladından ne çıkar madem ki yâr vardır

yoktan da vardan da ötede bir var vardır

hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır

o şarkıya özenip söylenecek mısralar vardir

sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır

ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır

gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır

yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır

yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır

sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır

göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır

senden ümit kesmem kalbinde merhamet adli bir çınar vardır

sevgili

en sevgili

ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim

 

(Beni en çok kısmı etkiledi...Karamsarlığın beni sarıp sarmaladığı şu günlerde az da olsa rahatlamama vesile oldu...)

Share this post


Link to post
Share on other sites

ÇATI

 

Kaç aç varsa hepsi ben

kaç hasta varsa hepsi ben

kaç liman önlerinde dönen

işsiz hamal hepsi ben

 

 

kaç aşktan ters yüz edilmiş

aşık varsa hepsi ben

bütün çiçeklerle donanıp

bütün insanlarla ölen

 

 

Atılmış kömür toplar

annelerinin zoruyla çocuklar

-başka çaresi ne annenin-

çocuklarıyla yere çarpılan

 

Ben o çocuklarla yere çarpılan

sevgili deyip yere çarpılan

sedye taşımaktan kolu tutulan

bu sessiz çılgın çalkantıda

 

S.Karakoç Gün Doğmadan (1961)

Share this post


Link to post
Share on other sites

BATI KOROSU

 

Hızırla kırk saat adlı, kırk bölümlü şiirimi 1967 yılı mayıs ve haziran aylarında ,Yenikapı'da,deniz kenarında,kayalıklar arasındaki bir kır kahvesinde yazdım.Aşağı yukarı,kırk gün,akşam üzeribir iki saat,orda,deniz dalgalarının kıyıya çarpma seslerini dinleyerek ve her seferinde şiirin bir bölümünü yazarak kitabı tamamladım. Zaten,bu yüzdendir ki,şiire,Hızırla Kırk saat ismini verdim:Sanki orada Hızır'a randevu vermiştim de,her gidişimde,bu randevunun verimi ve armağanı olarak bir bölümle döndüm.

 

 

O zamanlar ,deniz,İstanbul'da ,şehir içinde de tertemizdi. Yenikapı,sahil olarak uğranılan bir yerdi. Sahil yolunun altında,kayalar arasında bir kahve vardı.Deniz kıyısına minderler konmuştu. İsteyen mindere oturuyor,isteyen hasır iskemleye,yer iskemlesine.Sadece çay veriliyordu gelenlere. Şehir arkada,deniz önde,tüm ilhamlara açık,berrak suları ayna ve hafif şıpırtılarını çağrışım müziği gibi hissederek şiirimin gelişini bekliyordum her gittiğimde.

 

 

Yine bir gün ,bir bölüm şiir yazıp,akşam karanlığı çökmeden Beyazıt'a doğru dimdik olan Kadırga yokuşundan çıkıyordum. O günün şiir yazma saatini kapamıştım ama ilham devam ediyordu. İşin garip tarafı fransızca mısralar halinde geldi şiir. Bu da normaldi. Parçanın adı BATI KOROSU'ydu. Batının seslenişini sembolize eden parçanın ,bir batı diliyle gelişi yadırganmamalı. Kitaba da o şekilde girdi.

 

 

O zamanlar fransızca bilenler çoktu. Ben de soranlara şiiri hep açıkladım. Ama giderek fransızca bilenler azaldı. Bu gün o parça ,kitapta sanki bir hiyeroğlif metni gibi kaldı.

 

 

Şiirin türkçesini kitaba koymamıştım.Zaten,sırf,ses benzeşimleri ve çağrışımla ,yolda yürürken gelen ve aklımda tutup Beyazıt'ta bir kahvede yazıya geçirdiğim parçayı türkçeye yine şiir olarak çevirmek kolay değildi.

 

 

Bu gün de bu şiiri,yine şiir olarak anlamını vermeğe çalışacağız.Böylece kitabı okuyanlar ,o parçanın anlamına bir dereceye kadar nüfuz etmiş olurlar. Şiirin metni:

 

 

BATI KOROSU

 

o les éveils et réveils des rêves des abeilles du matin

les cas de séparation de nous des nuits de satan

les crépuscules des hommes incarnés des sultans

ressuscitées des jardins argentins du temps de l'ottoman

 

la lune est la seule souveraine des déeserts frémissants

descent et monte sur les chameux fluorescents fleurissants

une vérité pour l'humanité connaissante

pour la cité propheétique un licite document

 

 

Türkçeye çevirisi:

 

 

 

BATI KOROSU

 

 

 

Ey sabah arılarının rüyalarının uyanışı ve dağılışı

Bizim,şeytan gecelerinden sıyrılma hallerimiz

Sultanlardan oluşmuş insanların alacakaranlığı

Osmanlı çağının gümüşten bahçelerinde dirilen

 

 

Ay,titrek çöllerin tek ecesi,

İner ve çıkar,çiçeklenmiş,fluoresansdan develerin üstünde,

Bilen insanlık için bir hakikat,

Peygamber şehri için apaçık bir belge.

 

 

Dediğim gibi, tam çevrilmesi güç. Ya da yeniden bir şiir yazmak gibi. frémissant (titrek), fluorescent(fleurosan) fleurissant(çiçeklenmiş) kelimelerinin ses benzerliği göz önünde tutulursa ne demek istediğim az çok anlaşılır.Aynı şekilde ,éveil,réveil,réve ve abeille kelimelerinin benzerliği ya da jardin (bahçe),argentin(gümüşsü),ottoman (osmanlı) kelimelerinin benzerliği örnek olarak söylenebilir.

 

 

Sezai Karakoç

Edebiyat Yazıları 3

Eğik Ehramlar

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstad neden bu kadar sessiz; kendi kendine, gözden ırak, ötelerde. Biliyoruz ki sükut erdemdir, kemaldir. Lakin her nidası bir heybet, her sözü bir umut, her ''Biz'' deyişi bir diriliş muştusu olan/olacak Üstad'ın kendiyle kalması biraz hüzünlendiriyor bizleri.. Gençler, genç olacak çocuklara seslense, dile gelse arada: Buyduk, bu olduk, bu hale geldik. Yaşadık, gördük, kanatıldık, aldatıldık, düştük...

 

Kim bilir, kim bile bilir, belki de günün birinde.

Share this post


Link to post
Share on other sites

MECNUN VE TOZ BULUTU

 

 

 

Bir gün Mecnun

 

Yalnız ve yorgun

 

Karşıda bir toz bulutu gördü

 

Sanki geliyordu O'nu yutmak için

 

Dedi dur ey toz bulutu

 

Karanlığın bereketi ölüm otu

 

Acele etme vakit var

 

Sayılıdır saatler dakikalar

 

Azrail bile senden sabırlıdır

 

Burda sencileyin benim de işim var

 

Arzum şu ki ödev bitip gün dolsun

 

Benim de kaderim mutluca

 

Bir toz zerresi olmak olsun

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...