Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
mitajanı

Ekrem Buğra Ekinci

Recommended Posts

Padişahların Mensup Olduğu Tarikatlar

SULTANDAN EVLİYA OLUR MU?

 

19 Aralık 2012 Çarşamba

 

 

Osmanlı padişahlarından her biri bir evliyanın talebesidir. Tasavvuf, devletin kuruluşunda maya vazifesi görmüştür. Osmanlı saray terbiyesi ve kültürünün de esasını teşkil etmiştir.

 

Belh padişahı İbrahim Edhem, evliyalık uğruna tahtını bırakmasıyla meşhurdur. Necib Fâzıl, hocası Abdülhakîm Arvasî’ye “Sultandan veli olur mu?” diye sormuş. “Olmaz” cevabını almış. Ama Abdülhakîm Arvasî’den “İbrahim Edhem bana gelseydi, ben onu tahtını terk etmeden biiznillah evliya yapardım” sözü de nakledilir. Öyleyse dünya sultanlığı ile âhiret sultanlığı bir arada yürüyebiliyor demektir. Abdülhakîm Efendi, sultanın tekke açıp şeyhlik yapamayacağını kastetse gerektir.

 

Şeyh Edebâlî ile Osman Gazi kıssası, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda aşkın rolünü gösterir. Padişahlardan her biri, aynı zamanda tasavvufla meşguldür. Sultan Ahmed gibi sıkı mürid olanları da vardır. Muhiblik, yani bir veliyi sevmekle iktifa edenler de vardır. En çok padişahın mensubu olduğu tarikat Halvetî, sonra Nakşî, sonra Mevlevîliktir. Tasavvuf, devletin kuruluşunda maya vazifesi görmüştür. Osmanlı saray terbiyesi ve kültürünün de esasını teşkil etmiştir.

 

 

Padişahlar, tarikatlar ve şeyhler

 

Osman Gazi, kayınpederi ve Vefâiyye tarikatinden âhi şeyhi Edebâlî’ye bağlıdır. Oğulları Orhan Gazi ve Alâaddin Paşa da öyledir.

 

Sultan I. Murad’ın, Şeyh Postinpûş adıyla bilinen Tebrizli Seyyid Mehmed Hammârî’ye bağlı olduğu söylenir. Şeyhi için Bursa Yenişehir’de tekke yaptırmıştır.

 

Yıldırım Sultan Bayezid’in, damadı Nurbahşiyye Şeyhi Emir Sultan’a hüsnü zannı vardı.

 

Çelebi Sultan Mehmed, muhtemelen Zeyniyye şeyhi Molla Fenari’nin muhibbiydi. Bayramiyye tarikatından Şeyhî ile sohbet ederdi.

 

Sultan II. Murad, Mevlevî Emir Âdil Çelebi’nin müridiydi. Hayatında sıkı bir derviş gibi yaşamıştır. Tahttan üstelik iki defa feragat eden tek padişahtır. Rahmet-i ilahiyenin yağması için kabrinin üzerinin açık olmasını vasiyet etmiştir.

 

Fatih Sultan Mehmed, Bayramî idi. Hacı Bayram halifesi ve İstanbul’un fethinin manevî mimarı Akşemseddin’e bağlıydı.

 

Sultan II. Bayezid, tasavvufa en düşkün padişahlardandır. Velî diye meşhurdur. Hal ve kerâmetleri anlatılır. Şehzadeliğinde Halvetî şeyhi Çelebi Halife’ye mürid olmuştu. Ebussuud Efendi’nin babası ve Halvetî şeyhi Muhammed İskilibî (Şeyh Yavsî) ve Bayramî şeyhi Baba Yusuf Seferhisârî ile de sohbet ederdi.

 

Yavuz Sultan Selim, Zeyniyye şeyhi Halimî Çelebi’ye mensuptu. Babası gibi hal ve kerâmetleri çokça anlatılır. Fevkalâde mütevazı ve sâde yaşantısı ile tam bir derviş idi.

 

Kanuni Sultan Süleyman, sütkardeşi Üveysî şeyhi Yahya Efendi ile irtibatlıydı. Ama gençliğinde Emir Buhârî halifelerinden Abdüllatif Mahdumî veya Mehmed Nurullah (Yorgancı Emir) Efendi’ye bağlanmıştır. Ubeydullah Ahrâr halifesi Eyüplü Baba Haydar Semerkandî ve Halvetî şeyhi Nureddinzâde ile sohbeti vardır. İlk Nakşî padişahtır.

 

Sultan II. Selim, 1574’de vefat eden Halvetî şeyhi Diyarbekirli Süleymân Âmidî’nin müridiydi.

 

Sultan III. Murad, önceleri Halvetî şeyhi Hüsameddin Uşşâkî’nin muhibbiydi. Sonra Mâverâünnehr’den İstanbul’a gelen Nakşibendî şeyhi ve Hâcegî Emkenegî’nin halifesi Hâce Ahmed Sâdık Kâbilî’ye intisap etti.

 

Sultan III. Mehmed, Halvetiyye’den Abdülmecid Sivâsî’ye mensuptu. Sonra Halvetiyye-i Celvetiyye’den Aziz Mahmud Hüdâî’nin de sohbetlerinde bulundu. Öyle ki Hüdâî, hanedanın şeyhi oldu.Sultan I. Ahmed, muhtemelen Sultan I. Mustafa, Sultan II. Osman, Sultan IV. Murad ve muhtemelen Sultan İbrahim kendisine mensuptu. Sultan Mustafa’nın müridlikte ileri giderek cezbeye kapıldığı ve bu halde kaldığı rivayet olunur.

 

Sultan IV. Mehmed, Halvetî idi. Bir rüya üzerine Kilitbahir’e giderek Ahmed Câhidî’ye intisap etti. Onun için bir tekke yaptırdı. Abdülehad Nurî ve Karabaş Velî’den de istifade etmiş; Mevlevî Receb Enis Dede’nin sohbetinden zevk almıştır.

 

Sultan II. Süleyman, Halvetiyye’den Atpazarlı Osman Fazlî Efendi’nin müridiydi.

 

Sultan II. Ahmed, Sultan II. Mustafa ve Sultan III. Ahmed, Mevlevî Şeyhi Receb Enis Dede’ye mensup idiler.

 

Sultan I. Mahmud ve kardeşi Sultan III. Osman, 1755’de vefat eden Nakşibendî şeyhi Seyyid Muhammed Murâdî’ye intisaplıydı.

 

Sultan III. Mustafa da, Nakşî şeyhi Beyzâde Mustafa Efendi’den feyz almıştır.

 

Sultan I. Abdülhamid, Sa’diyye tarikatından Mehmed Ziyâd Efendi’nin müridiydi.

 

Sultan III. Selim, Mevlevî şeyhi Mehmed Emin Çelebi’ye intisap etmişti. Şeyh Gâlib ile de sohbetleri çoktur.

 

Sultan IV. Mustafa’nın Nakşibendî şeyhi Molla Murad Efendi’den feyz aldığı rivayet olunur.

 

Sultan II. Mahmud, Nakşibendî’dir. Yahya Efendi tekkesi şeyhi Mehmed Nuri Efendi’ye bağlıydı.

 

Sultan Abdülmecid de babası gibi Nakşibendî idi. Babasının şeyhine hüsnü zannı vardı. Hatta başı Nuri Efendi’nin dizinde, kelime-i tevhid söyleyerek can vermişti. Sultan Selim Câmii avlusundaki türbesinde, Yanyalı İsmet Efendi tekkesi müridlerinin her Cuma gecesi hatm-i hâcegân yapmalarını vasiyet etmişti.

 

Sultan Abdülaziz, Mevlevî idi ve Sadreddin Çelebi’ye mensuptu.

 

Sultan II. Abdülhamid, önceleri Nakşibendiyye’den Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin sohbetlerinde bulundu. Sonra Şâzelî şeyhi Zâfir Efendi’ye mürid oldu. Bunun vefatından sonra Kâdiriyye’den Yahya Efendi postnişini Abdullah Efendi ve Ebulhüdâ Rifâî’den de feyz aldı.

 

Sultan Reşad, Mevlevî idi. Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Salâhaddin Dede’ye bağlıydı. Sultan V. Murad için de böyle bir rivâyet vardır. Hatta oğluna şeyhinin ismini vermişti.

 

Sultan Vahîdeddin, baba ve dedesi gibi Nakşibendî idi. Gümüşhanevî tekkesi şeyhi Ziyaeddin Dağıstanî’nin muhibbiydi. Şeyhin vefatında asasını hatıra olarak almıştır.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Konu Ekrem Buğra Ekinci olduğu için, bu sayfada onunla ilgili yazılar olabileceğine düşündüm.

Onu benim oldukça ilgimi çeken yazısını buraya aktarıyorum.

Umarım siz de beğirsiniz!!!

 

RENKLİ KITA HİNDİSTAN’DAN GARİP ÂDETLER

Yüzlerce ırkın yaşadığı, binlerce dilin konuşulduğu renkli kıta Hindistan’da, hiçbir yere benzemeyen nice âdetler vardır. Bunlar göreni ve duyanı hayrette bırakır.

Yedi kocalı Hürmüz

 

Eskiden Hindistan’da bir kadının birden fazla kocası olabilirdi. Erkek kardeşler, umumiyetle aynı kadınla evlenirdi. Bu âdetSeylan’da 1858’den sonraki İngiliz işgaline kadar sürdü. Hindistan’ın kuzeyindeki Tibet’te hâlâ rastlanmaktadır.

 

İlle oğlan çocuk

 

Evlilikten maksat soyunu devam ettirecek ve atalara ibadeti idare edecek bir oğul yetiştirmektir. Bu sebeple çocuğu olmayan erkeğe evlat edinmek veya karısını kendi kan akrabasından birine çocuk kazanması için göndermek düşer. Oğlu olmayan erkek, kızını evlendirirken doğacak olan çocuğunun kendi oğlu olacağını şart koşabilir. Bu takdirde o torun, dedesinin oğlu yerine geçer. Aileye yük ve utanç olarak görüldüğü için kız çocukları öldürülür. Bu bilhassa üst sınıf Hindliler arasında yaygındır. Bugün bile gebeliğin sonlandırılmasıyla devam eden ve nüfusta kadın/erkek dengesizliği meydana getiren âdet sebebiyle, Hindistan’da ultrasonla çocuğun cinsiyetini öğrenmek yasaklanmıştır.

 

Diri diri yakılan kadınlar

 

Evli kadının, öldükten sonra da kocasını mutlu etmesi ve onun günahlarından arınmasına yardımcı olması gerekir. Bu sebeple dul kadınlar intiharı seçer veya seçmesi beklenir. Umumiyetle de ölü kocalarıyla beraber yakılır. Yakma âdetinin bulunmadığı bazı Hindu cemiyetlerinde ölüyle gömülür. Bu âdete sati veya devanagari denir. Yakılanın sadece dul olması gerekmez; kadın, erkek, hizmetkâr, arkadaş herkes, sadakatlerini böyle gösterebilir. Japonya’daki seppuku âdetine benzer.

 

Babürlü hükümdarları sati ile mücadele etti. Hümayun, vergi getirdi; Ekber Şah, kadına düşünme müddeti tanıdı; Şah Cihan çocuklu dullar için sati’yi yasakladı. Evrengzib Şah ise 1663’te memurlarına sati engelleme emri verdi. Fakat tatbikat gizliden gizliye sürdü. İngiliz sömürge hükümeti 1829’da kanun dışı ilan etti. Jaypur’da 1846’da yasaklandı. Nepal’de XX. asra kadar sürdü. Bali’de 1905’e kadar asiller tarafından tatbik edildi. 1987 tarihli kanuna rağmen, Racastan’da hâlâ rastlanır. Geçenlerde kocasıyla beraber yakılmayı isteyen bir kadının haberi medyaya aksetti.

 

1859 senesinde Çovdhari-Chowdhary-Novbet Rama namındaki racanın vefatında, Brahmanlar (din adamları) cennette kocasıyla olsun diye karısı Kirami’nin yakılmasına karar verdi. Kadına esrar ve afyon gibi his iptal edici şeyler verip bayılttıktan sonra, sedye ile ateşe götürürken, İngiliz memurları haber alıp kurtardılar. Brahmanlar, kadın gayet günahkâr olduğu için, bu dünyada biraz daha günah kazansın diye beyaz şapkalı şeytanlar vasıtasıyla alıkonduğuna hükmettiler.

 

Masumsan ateşe atla!

 

Vaktiyle Hind mahkemelerinde delil yoksa adlî tecrübelere müracaat edilirdi. En meşhurları şunlardı: Zanlı tartılır; ikisinde de aynı gelirse masumdur. Zanlının eline kızgın demir verilir; tutabilirse masumdur. Zanlıya zehirli ot yedirilir, ölmezse masumdur. Mâbedlerdekiputların yıkandığı sular zanlıya içirilir; üç hafta zarfında hastalanmazsa masumdur.

 

Ölümlerden ölüm beğen!

 

Hindistan’da intihar suç ve günah değil, beğenilen bir iştir. İntihar etmek isteyen, üç gün oruç tutar. Sonra ölünceye kadar aç kalmak, karlara gömülmek, ateşe veya su kuyusuna atılmak, timsahlara atlamak, kendini hançerlemek suretiyle intihar gerçekleşir. İhtiyarların kayıkla Ganj nehrine açılarak kendisini suya atması yaygındır. İhtiyar veya hasta, güzel elbiseleri giydirilip med-cezir sebebiyle suyun çekildiği yere götürülüp bırakılır. Sular yükselince, onu alıp götürür. Aklı başına gelip kaçarsa, şerefini kaybetmiş sayılacağından kimse kendisini kabul etmez. Bir köşede açlık ve pislik içinde hayatını tamamlar. İngilizler bu âdeti de şiddetle yasaklamıştır.

 

Cennete akan nehir

 

Ganj nehrinin cennete aktığına inanılır. Kıyısındaki Benares, bir hac şehridir. Her yerden gelen Hindular, güneş doğarken burada Ganj’a girip yıkanarak günahlarından temizlendiğine inanır. Hindular ölülerini yakarak küllerini Ganj nehrine atar. Fakirler, kâfi mikdarda odun bulamadığı için ölülerin ancak bir kısmını yakabilir. Sonra bu hâliyle nehre atar. Bu da akbaba ve timsahlar için bir ziyafet demektir. Şimdi belediye bunlara odun temin etmektedir. Herkes ölüsünü Ganj’a götüremez. Şimdi ölüler şehirlerdeki krematoryumlarda yakılmaktadır. Hindistan’da mezarcı veya mermerci yerine, adım başı kül için vazo yapıp satan dükkânlara rastlanır.

 

Öküz değil inek

 

Krişna adını verdikleri tanrının avatarı (yeniden bedene gelmiş hâli) olduğu için Hindular ineği mukaddes bilir. Yemin ederken bu hayvanın kuyruğunu tutar. Sokaklarda rahatça gezer. Etini yemezler. Bazıları inek idrarı ile temizlenir; dışkısını alnına sürer. İnek, bir pazarcının sebzelerini yese kızmak şöyle dursun memnun olur. Bir kimse, kazara bir ineği öldürse, altı aydan bir seneye kadar yıkanmaz, sakalını ve tırnağını kesmez, bina içinde yatamaz, işine gidemez, giyinmez. Ceza bitince, kavak ağacına benzer mukaddes pipal ağacı altında Brahmanlarla hısım akrabasına ziyafet vererek, çok mikdarda tereyağını o ağacın yapraklarıyla yakarak kırklandıktan sonra temizlenip eski hâline dönmesine müsaade olunur.

 

http://www.ekrembugraekinci.com/makale.asp?id=410

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu da benim çok ilgimi çeken bir yazısı. Hakkaten tuhaf ama yani.

 

TARİHİMİZDE SATILAN, SAKLANAN, KAÇIRILAN ÇOCUKLAR

 

 

Eski Türkler arasında evlat edinme çok yaygındır. Antik cemiyetlerde, erkek çocuk, ataların ruhuna hizmet edecek yegâne kişi olduğu için, çocuğu olmayan hiç değilse evlat edinmelidir. Kırgızlarda kız çocuklar da evlat edinilir. Evlat edinme, bazen para karşılığı, bazen de karşılıksızdır. Evlatlık verene, süt sevinci ödenir. Çocuk, evlat edinen ailenin –varsa- diğer çocukları ile aynı statüdedir. Miras alır. Evlatlık veren, çocuğu geri almak isterse, ona yapılan masrafları ödemekmecburiyetindedir.

 

Lohusayı al bastı!

 

Evvelemirde çocuğu olmayan aileler evlat edinir. Altaylarda, çocuğu ergenlik çağına gelmeden ölenlerin, çocuk kaçırması meşrudur. Fakirlik sebebiyle çocuğun başka bir aileye evlatlık verildiği de olur. Uygurlarda, borcunu ödeyemeyen kimsenin çocuğunun da bir teminat (rehin) olarak, evlatlık alındığı görülmektedir. Bu çocuk, ailenin diğer çocuklarından daha aşağıdır. Hizmetkâr kabul edilir.

 

Çocukları yaşamayan bazı aileler, bunu kötü ruhlardan (fena cin ve şeytanlardan) bilir. Yeni doğan çocuklarını, kötü ruhların zararından korumak maksadıyla bir aileye evlatlık verir. Böylece kötü ruhlar yanıltılmış olur. Yakın zamana kadar Anadolu’da, çocuğu yaşamayan aileler, böyle yapardı. İslâmiyet, nesebi belli bir çocuğu evlat edinmeyi yasaklamıştır. Ancak kendi çocuğu olarak ilan etmeksizin bir çocuğu alıp beslemek caiz; hatta makbul bir iştir.

 

Eskiler, alkarısı adında bir cinin varlığına inanır. Al, hile demektir. Alkarısı, iki çeşittir. Sarıkız diye de bilinen ilki, şarlatan ve hoppadır. Atların saçlarını örmeyi; ata binip koşturmayı sever. Bazen ahıra girenler, atın yelelerini örülmüş veya terden sırılsıklam bulurlar. Bu alkarısı, görebilene, sarı, uzun ve çözük saçlı, beyaz elbiseli, uzun boylu bir gelin gibi gözükür.Keçi veya kedi sesi çıkarır. Yolcuların yolunu şaşırttırır. Taşkent’te Alkarısı Köprüsü vardır. Alkarısını, ancak ocaktan kişiler görebilir. Bakan baktığı müddetçe kaçamaz; ama gözünü bir kaçırırsa, yok olur. Başkaca zararı yoktur. Ocak, eskiden metafizik dünyayla bağlantısı olan ailelere denir. Nesilden nesile el vermek suretiyle bu kabiliyet aktarılır. Okuyup üflemek, muska yazmak, kırık-çıkık tedavi etmek bile ocak işidir.

 

 

Ama diğeri çok tehlikelidir. Erlik Han (şeytan) avanesindendir. Tevrat’ta adı geçen Lilith’e benzer. Rivayete göre Lilith, Âdem aleyhisselâma eş olarak onunla aynı anda yaratılmış; ama bu sebeple ona tâbi olmayı reddetmiş ve Havva’ya düşman olmuş bir cindir. Bu alkarısı, pejmürde, saçları dağınık bir kocakarı şeklinde görünür. Süpürge veya oklava üzerinde uçar. Karabasan olur, kötü rüya gösterir. Çocuğu olmadığı için, hıncından hâmile veya loğusa kadına ve yeni doğmuş çocuklara musallat olur. Loğusa humması ve ümmü sübyan hastalığı yapar. Bu cine, ümmü sübyan da denir. [Nitekim hadis-i şerifte, “Çocuğun kulağına ezan ve ikamet okuyun ki, ümmü sübyan zarar vermesin” buyuruldu.] hâmile, çocuğunu düşürür; loğusa veya çocuk uyuyamaz; uykuda korkar; ateşlenir; havale geçirir ve ölür. Yani “al basar”. Sonra da kurbanlarının ciğerini yer.

 

Alkarısını kandırmak

 

Alkarısı, tüfek sesinden, kırmızıdan ve demirden, hatta demirci mendilinden korkar. Gelinlik veya gelin kuşağı, loğusa yorganı, loğusa şerbeti, takılan altının kurdelesi bunun için kırmızıdır. Loğusa odasında makas veya çengelli iğnebulundurulur. Bunlar kırk gün yalnız bırakılmaz; dışarı çıkarılmaz.

 

Bazen gözü dönmüş alkarısı hiçbir şey dinlemez. Bunun için sanki bu ailenin çocuğu değilmişcesine, daha doğmadan elbiseleri bir başka aileye teslim edilir. Doğum bu başka evde gerçekleştirilir. Böylece alkarısı, o çocuğu doğduğu evin çocuğu zanneder ve ona zarar veremez. Veya çocuk ebeye satılır; ebe de üç-dört kapı dolaştırıp tekrar bu eve getirerek anasına satar. Bir başka yol da çocuğu kazan altına saklayıp, hamurdan bir bebek yapılır. Üç gün sonra bu hamur bebeğin başı kesilir, yani çocuk ölür. Böylece alkarısı kandırılmış olur.

 

Çocuğu olmayan veya yaşamayan kadın, kutlu su veya ağaçların yanında bir gece geçirir. İslâmiyetten sonra bunun yerini yatırda geceleme almıştır. Çocuğun elbisesi, daha doğmadan buraya bırakılır. Yani çocuk o yatıra satılır. Bu sebeple Satılmış, Satı, Satuk gibi isimler verilir. Veya o evliyanın adı takılır. Anadolu’da bazı yerlerde aynı ismi taşıyan çok sayıda kişi olması bundandır. Böylece o evliyanın, çocuğu alkarısından koruduğuna inanılır. Allah dostu olduğuna inanılan birini vesile yaparak dua etmek, dine aykırı görülmemiştir. İstanbul’da, çocuğu yaşamayanlar, bebek zıbınını çocukları doğana kadarZindan Baba veya Sümbül Efendi türbesine bırakırdı.

 

Seni ebeye sattık!

 

Avukat Muhtar Nasuhoğlu anlatıyor: 18 yaşına gelinceye kadar ismimi hep Âsım bildim. Bunun sebebini anneme sordum. Annemin benden evvelki altı çocuğu çeşitli sebeplerle vefat etmiş. Ablam dünyaya geldiğinde, Kasımpaşalı Satı Ana’ya iki kuruşa satmışlar. Beni Gümüşçakılı Ebe doğurtmuş. Annem de beni ebeme bir kuruşa satmış. Satılan çocukları büyüyene kadar adıyla çağırmazlar. Ablamın adı Adeviye iken Râbia, bana da Âsım demişler.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Miralay kardeşim, bu başlıkta ekrem buğra hoca'nın yazılarını paylaşabiliriz. bilvesile söylemek lazım, iktibas ettiğin yazıyı ben de ilk okuduğumda epey bir şaşırmıştım. ganj nehri bir vakit aktı gözlerimin önünden...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mitajanı kardeşim, senin yazı da ilginçmiş.

Bizim köyde satılmış, satuk isimli kişiler vardı, vallahi ne yalan söyleyeyim, kendi kendime düşünürdüm.

Yav dünyada başka isim mi kalmadı da bu isimleri verdiler derdim.

Onun da kaynağını öğrenmiş olduk.

Share this post


Link to post
Share on other sites

''Alkarısını, ancak ocaktan kişiler görebilir. Bakan baktığı müddetçe kaçamaz; ama gözünü bir kaçırırsa, yok olur. Başkaca zararı yoktur. Ocak, eskiden metafizik dünyayla bağlantısı olan ailelere denir. Nesilden nesile el vermek suretiyle bu kabiliyet aktarılır. Okuyup üflemek, muska yazmak, kırık-çıkık tedavi etmek bile ocak işidir.''

 

'insanın öğrendiği bir bilgi ama öyle ama böyle karşısına çıkıyor' mealinde bir şeyler söylemişti m.sait çakar beğ. hakikaten dediği gibi bir gerçek var. ssimerenya'nın paylaştığı ekrem buğra ekinci'nin hoca'nın yazısını okuduğumda epeyce şaşırmıştım. ama yazıda beni en çok etkileyen şey ocaklı aileler meselesi... bazı ailelerin ''ocak''lı olması ve bu hikmetli hâlin ailelerin gelecek nesillerine tevarüs ettirilmesi çok ama çok orijinal bir bilgi. bu ailelerin okuyup üflemeleri, muska yazmaları, kırık-çıkık tedavisiyle uğraşmaları gibi kabiliyetleri olması üzerine epey düşündüm. yazıyı okuduktan bir, yalan olmasın iki gün sonra bir televizyonda kanalında izlediğim programda, yanılmıyorsam programcı anadolu'yu karış karış gezip gittiği şehirleri tanıtıyordu, gümüşhane ili tanıtılmaktaydı. bu ile bağlı bir köyde yaşayan ve hastaları iyileştirmeye vesile olan bir ihtiyardan bahsediyordu programcı abi. bu ihtiyar, kızgın korları eliyle tutabiliyordu. elleri o sıcağa nasıl dayanıyor tam bir muamma. ihtiyar, kızgın korları içi suyla dolu bir kaba atıp, daha sonra bu sudan çıkan buharı hastalara koklatmak suretiyle onları iyileştirdiğini iddia ediyordu. işin hayret verici kısmı şuydu ki, bu kabiliyetin kendi sülalesinde eskiden beri var olan bir durum olduğunu söyledi. donup kaldım. aklıma ekrem hoca'nın yazısında bahsettiği ocaklı aileler geldi. demek ki var böyle bir gerçek...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hocanın kalemi ne şiş yansın ne de kebap yansın cinsinden ama, bana göre anlayana hoca tam bamteline dokunuyor, yeter ki, bunu anlayacak feraset olsun bizde.!!!

Hocanın başka bir konusuna gelcek olursak,

Yakın tarihin hep yazılan ve çizilen yönlerini hoca katırcıları da ürkütmeden dile getirmiş.

 

Kemalist inkılâba halkın reaksiyonu ne oldu?İNKILÂB DÜŞMANLARININ VAY HÂLİNE!

 

 

İnsan hayatında inkılâp (devrim) değil; tekâmül (evrim) esastır. Bu sebeple inkılâplar her zaman gürültülü olmuştur.

 

Bir ideolojinin eseri veya bir liderin empozesi olduğu için de taraftarları kadar, aleyhtarları vardır. Hatta aleyhtarları daha çoktur. Ama inkılâbın coşkusu içinde muhalifler bir varlık gösteremezler.

 

Kız gibi meclis

 

Kemalist inkılâplar, müsait bir zamanda, siyasî ve sosyal bir buhranın hemen arkasından; 1923 seçimleriyle teşekkül eden ve Atatürk’ün tabiriyle “Kız gibi bir meclis” tarafından yapıldı. Ama gerçek mimar, “bir askerî kahraman”dır. Atatürk, tarihin yetiştirdiği en büyük inkılâpçılardandır. İnkılâpları sadece bir ideolojinin değil, ihtiyaçların eseri olarak göstermeyi başarmıştır. Böylece memleket birkaç sene evvel hayal edilemeyecek değişikliklere sahne olmuştur. İnkılâpların nüvesini ortaya atan Jön Türkler bile muhtemelen bu kadarını ummamıştır.

 

İnkılâba reaksiyon, daha Ankara hareketinin başladığı yıllara gider. Padişah otoritesine karşı İttihatçıların yeni bir atraksiyonu olarak görülen bu teşebbüs, Urfa, Yozgat, Konya, Bolu, Adapazarı, Gönen başta olmak üzere Anadolu’nun pek çok yerinde isyanlarla karşılanmıştır. İsyanların gerekçesi, Ankara’nın, bitmiş bir memleketin savaştan bezgin ve yorgun halkından yeni vergiler ve asker toplaması olmuştur. Ancak ciddi bir organize ve maddî güçten mahrum olan bu hareketler, kanlı ve zahmetli bir şekilde bastırılmıştır.

 

Zaferin ardından inkılâplara ilk reaksiyon Atatürk’ün yakın çevresinden gelmiştir. Bunlar gerici şahsiyetler değildir. Ancak inkılâpları millî bünyeye aykırı görmekte; rejimin diktatörlüğe kaydığını düşünmektedir. Bu muhalifler siyasî olarak tasfiye edilmiştir. Tâ Yunan Harbi sırasında Ankara’ya dudak büken; şimdi de inkılâplar tenkit eden muhafazakâr İstanbul matbuatı ve entelektüelleri de, İzmir suikasti ve ardından Şeyh Said hâdisesi vesilesiyle hizaya getirilmiş; hatta o zamana kadar İstanbul’a gelmekten çekinen M. Kemal Paşa, bu sükûnet üzerine ilk defa 1927’de İstanbul’a gelebilmiştir.

 

Halkın, inkılâplara karşı reaksiyonu ise cılız kalmıştır. Bunu sosyo-psikolojik bakımdan analiz eden pek yoktur. An’anevî itaat kültürü; yorgun, bitkin bir halkın zaruri suskunluğu; eski düzen aleyhinde ciddi bir propagandanın tesiri ve Avrupa’nın inkılâplara desteği ile izah etmek mümkündür. İttihatçılar, memleket çapında geniş ve güçlü bir teşkilat kurmuştu. Ankara hareketinin içinde yer alınca, bu gücü kullandılar. Muhalifler hiçbir zaman bu kadar güçlü olamadı. Başkaldırıyı teşkilatlandıracak tek güç olan ilmiye sınıfı, daha Meşrutiyet devrinde sindirilmişti. Kemalist inkılâp, bu bakımdanİttihatçılara borçlu sayılır.

 

 

İtaat kültürü

 

Saltanatın, ardından halifeliğin kaldırılması ile hanedanın sürgünü, pek bir reaksiyon almamıştır. Halktan bu kadarını beklemeyen Osman Gazi torunları çok şaşırmıştır. Mamafih Silifke, Reşadiye, Bursa, Adapazarı ve Konya’da kıpırdanmalar olmuşsa da, sert tedbirlerle bastırılmıştır. Şeriatın tamamen kaldırıldığı 1926 medenî kanun inkılâbına pek aldıran olmamıştır. Türklerin bin yıllık yazısının kaldırıldığı, an’anevî kültüre ağır bir darbe indirmiş olması lâzım gelen harf inkılâbına da ciddî bir muhalefete rastlanmaz. Sadece eski mebuslardan Seyyid Taha Efendi’nin “Keşke milletin boynuna haç assalardı da, bunu yapmasalardı. Millet dinini kaybedecek” diyerek felç geçirip vefat ettiği anlatılır.

 

Ancak dinî hayata bunlar kadar tesiri olmadığı halde, şapka inkılâbı, şaşırtıcı bir reaksiyona sebebiyet vermiştir. Konya, Rize, Erzurum, Sivas, Kayseri, Maraş, Erbaa, Giresun gibi şehirlerde çıkan isyanlar kanlı bastırılmış; Hamidiye zırhlısı Rize’yi denizden bombardıman etmiştir. İbret-i âlem için 57 sarıklı asılmış; hatta inkılâptan çok önce yazdığı Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı kitabından dolayı kanunlar geriye yürütülerek eski müderrislerden İskilipli Atıf Efendi de idam edilmiştir. Rizeliler, “Atma Hamidiye atma din kardeşiyuk/Şapka da giyeceğuk, vergi de vereceğuk” diyerek boyun eğmiştir.

 

 

Osmanlı tarihinde inkılâp deyince ilk akla Sultan II. Mahmud gelir. Memurların fes, setre ve pantolon giymelerini emretmiş; ilmiye ve halkın kıyafetine karışmamıştı. Avrupa’nın alelâde bir taklidi değil, millî bünyeye uygun bir ıslahat olduğu halde, bazı kesimlerden “Gâvur Padişah” damgası yemekten kurtulamadı. İnsanlar, şekle düşkündür. Serpuşun, o zamanki İslâm kültüründe mühim bir yeri vardı. Şapka giymek, dinden çıkmakla bir tutulurdu. Avrupalılara “gâvurluklarının” şiddetini ifade etmek üzere “Şapkalı Gâvur” demek âdetti. Bunun dışında 1932 tarihli Arapça ezan yasağına karşı, Bursa’da patlak veren ciddi bir isyan, askerlerin müdahalesiyle durdurulabilmiştir.

 

Her inkılâp, muhaliflerini sindirmek üzere çeşitli tedbirler almıştır. Fransa’da, Rusya’da, Çin’de, Almanya’da da böyle olmuştur. Ankara da, 1793 tarihli Fransız İhtilâl Mahkemelerinden ilhamla 1920’de çeşitli şehirlerde İstiklâl Mahkemesikurdu. Bunlara asker kaçaklarını takip etmek ve Anadolu halkından, Ankara hareketine karşı çıkanların cezalandırılması vazifesi verildi. Hâkimleri hukukçu değil de, mebuslardan seçilen, doğrudan meclis başkanına bağlı bu mahkemeler 7 sene boyunca 83 bin zanlıyı muhakeme etmiş; 4500 idam olmak üzere 50 bin kişiyi cezalandırmıştır. İnkılâplara reaksiyondan başka bir şey olmayan Kürt isyanlarını bastırma harekâtlarında imhâ edilen on binlerce köylü, bu sayıya dâhil değildir. Bursa, Yozgat gibi isyancı şehirler bile ceza almış; yatırımdan mahrum edilmiştir. İnkılâpları halkoyuna sunmaktan kaçınmanın ve demokratik bir meclis kurmamanın ne kadar isabetli olduğu da böylece ortaya çıkmıştır.

 

http://www.ekrembugraekinci.com/makale.asp?id=435

Share this post


Link to post
Share on other sites

Osmanlı padişahlarının evliyaullahla olan ilişkisini ayrı bir başlık olarak açsaydınız daha güzel olurdu kanaatindeyim sayın mitajanı.

 

çok güzel bir derleme. Osmanlı sultanlarının Allah dostları ile sürekli temas halinde olduklarının delili. onlara ve fikirlerine verdikleri değer her ne kadar tarihimizde anlatılmasa da aşikardır. Osmanlı sultanları da Allahu Tealaya ve Peygamber Efendimize (sav) aşıktılar. Anlatmayanlar utansın!!!

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...