Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Salihbey

Manzur-u Nazar_ı Piran_ı Kiram..."gözlemler"

Recommended Posts

Talebelerinden Hafız Hüseyin Efendi anlatır:

 

Tahsilimi İstanbul'da yaptım. Arabi ve Farisi'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sahibiydim. Bir gün beni Abdülhakim Arvasi hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sahibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan haya edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da haya edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihayet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakimi görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:

 

"Seyyid Abdülhakim Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı" dedim. O büyük zata talebe olmakla şereflendim.

 

:)))

Share this post


Link to post
Share on other sites

Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:

 

Bir sabah dergahın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imam yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve dua bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semaverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat vardı. Şimdi dağılmış."

 

:) :)))Allahu Ekber !..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mülkiye me’zunu olup müfettişlikten tekâüde ayrıldıktan sonra Hocapaşa camiinde va’z veren Üsküdarlı Mustafa Barçın anlattı:

 

Ben yıllar önce evliyâ var mıdır, varsa acabâ kimdir? diye merak ederdim. Bir defasında İstanbul’a gelmiştim. Bir dişçi ahbabıma gittim. O da bana seni âlim bir zâta götüreyim mi? dedi. Gidelim dedim. Bâyezid camiine gittik. Seyyid Abdülhakîm efendinin va’zını dinledik. Çıktıktan sonra bu zât acaba nasıl birisidir diye merak edip Eyyüb’ün iki meşhur hocasına gittim. Birincisine sordum. Biraz ilmi vardır dedi. İkincisine gittiğimde bu hocanın söylediğini de söyledim. Ikinci hoca efendi “Onu söyleyen hocanın Seyyid Abdülhakîm efendinin topuğuna erişmesi için kırk ambar arpa yemesi lâzım“ dedi ve

 

“Seyyid Abdülhakîm efendinin va’zını dinlerken, hârikulâde bir şey görmediniz mi?“ diye sordu. Ben de hayır dedim.

“O va’z vermeye başladığı zaman, önünde oturduğu pencerenin dışına iki güvercin gelir. Onun va’zını dinlerler. O va’zı bitirip de dua etmek için ellerini açtığı zaman, onlar da kanatlarını açarlar. O iki güvercin melektir“ dedi.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Faruk Bey anlatır:

 

Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastahaneye yetiştirdik. Ayıldı. Fakat akli melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifası yok hükmünü bastı. Büluğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakim Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sadece; "Mahzunum, mahzunum!" diye içlenerek işi, Allah(c.c.)ü teâlâya havale ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sahip olmadığı maddi ve manevi bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakim Efendi, biraderzadeleri olan Faruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini methetmek isteseydi; "Faruk hariç hepimizden iyidir" derdi. Kabri, Abdülhakim Arvasi'nin ayak ucundadır.

 

:)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:

 

Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakim Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. "Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor" dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok" dedim. "Kadın müşterileriniz oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının işini gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

ABDÜLHAKİM ARVASİ HAZRETLERİ’NİN KAŞGARÎ DERGAHI’NDAKİ RAMAZAN AKŞAMLARI

 

A. Sırrı Arvas

 

Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri, 11 ayın sultanına Receb-i şeriften hazırlanırlardı.

 

Her ne kadar hilali gözleseler de mübarek ayın girdiğini kokusundan anlarlardı. Ramazan ayını büyük bir fırsat bilir, direkler arasında vakit geçirenlere çok şaşarlardı. Hatta ona göre insanlar bir ay boyunca kalabalık yerlerden kaçmalı, fikrini zikrini bozmamalı, evlerinde oturup hûşu içinde dua ve zikir yapmalıydı.

 

O günlerde Ziyaeddin Dağıstani Hazretleri’nin oğlu Fehmi Efendi, İstanbul müftüsü idi. Abdülhakim Efendi’ye saygısı ve muhabbeti pek ziyade idi. Vakit yaklaştı mı yardımcısı Kibar Şükrü Efendi’yi yollar, “Abdülhakim Arvasi Hazretleri Ramazan vaazı için hangi camiyi isterler, sor bakalım.” derdi. Bu genellikle Sinanpaşa, Bayezid ya da Ağa Camii olur, sohbetinin müptelaları bu camilere koşarlardı. Dergahta top atılır atılmaz lokmalara saldırılmaz, önce cemaatle namaz kılınırdı. Bazen heyecanlı bir müezzin ya da şerefeye çıkan bir haylaz milletin orucunu battal eder, gün olur Ankara radyosundan okunan ezan İstanbul’daki şaşkınları ayaklandırırdı. Elbette vakit namazın da şartıydı; ama namazı iade etmek zor değildi ki.

 

Mütevazı sofra

 

Efendi hazretleri Server-i Kainat’a uymaya çok özen gösterir, “Ben kulum kullar gibi yerde yerim.” hadis-i şerifini nakleder ve misafirlerini yer sofrasına buyur ederdi. İcabında masada da yerlerdi. Yemek ayrı ayrı kaplarda getirilir, misafirlere ikram edilirdi. Çatal, kaşık kullanırlar, başlarını örterlerdi. O zamanlar hurma zor ele geçerdi; ama bulunursa iftarı mutlaka hurma ile açarlar, olmazsa zeytin veya suyu seçerlerdi.

 

Sofrada ağır yemekler olmaz, çorba, et yemeği, pilav, börek tatlı gibi sıralamaya bakmaz misafire ne ikram edeceklerse hepsini tepsiye dizerlerdi. Yemek tek çeşit olur, ziyafeti otlu peynir ve balla zenginleştirirlerdi. Misafire kendine hazırladıklarından çıkarır, külfete girmezlerdi. Sofraları mütevazıydı, bazen yoğurdun üzerine iki kaşık şeker serper, tatlıya buyurun derlerdi. Tabakların mutlaka sünnetlenmesini ister, yoğurdu bitmiş kaseyi suyla çalkalayıp temizler, “Oh ayranımız da oldu.” derlerdi. Yemek duası yapıldı mı toparlanır, ağzına bir iki tane tuz parçası atar sofradan kalkardı. Abdülhakim Efendi sigara içmez; ama tiryakileri de ezdirmezdi. Yemek sonrası bir süre dışarı çıkardı. O arada tiryakiler sigaralarını rahatça içerlerdi. O günlerde sofu geçinenler, tütün saran bir garibi yakaladılar mı azarlamaya başlar, adamı canından bezdirirlerdi. Öyle ya adamcağızı sigaraya müptela diye sohbetten mahrum bırakmaya değer miydi? Zaten dergahın devamlıları sayıyı azaltır, azaltır ve gün gelir hepten vazgeçerlerdi.

 

İlle namaz ille namaz

 

Elbette Kaşgari Mescidi’nde de teravih kılınır; ama tâdil-i erkâna çok dikkat ederlerdi. Rüku ve secdede rahat rahat üçer defa tesbih okuyacak kadar durur kaymede ve celsede (iki secde arasında ve rükudan sonra) vücudun sükuna ermesine özen gösterir, hatta bir salavat okuyacak kadar beklerlerdi.

 

Şafiiler çoğunlukta olduğu için teravihleri ikişer ikişer kılar, aralarda salavatlar okuyarak nefeslenirlerdi. Efendi Hazretleri namazı çok ciddiye alır “İlle namaz ille namaz” derlerdi.

 

Namazdan sonra Kaşgari Mescidi bahçesindeki yaşlı ağaca sırtlarını dayarlardı. O sırada semaverden fokurdayan çay akşama kadar çay içmeyen tiryakileri heyecanlandırırdı. Misafirlere “bardaklarını kapatıncaya kadar” çay ikram edilirdi. Çayı, ince ve küçük cam bardakta gayet açık içerler ve acele etmezlerdi. Efendi Hazretleri, çayın dudak renginde, dudak yakacak kadar sıcak ve dudağına kadar dolu olmasına dikkat eder, bunu “lebrenk, lebriz, lebsuz” diye veciz bir şekilde ifade ederlerdi. Yaz akşamları dergâh bahçesindeki manolyanın altına oturur, bir lahza ışıl ışıl yanan Haliç’i seyreder, sonra püfür püfür esen rüzgârı dinlerlerdi. Bazen hiç konuşmadıkları olur, “Bizim sustuğumuzdan anlamayan konuştuğumuzdan ne anlasın.” derlerdi. Talebeleri o sükut anından fevkalade feyzlenirlerdi. Zaman zaman muhibleri, “ah birileri gelse de birkaç soru sorsa” diye içlerinden geçirirlerdi.

 

Ve bir gün Necip Fazıl, cevabı saatlerce sürecek bir soru seçti. “İyi insan nasıl olur?” Aklından “Efendi Hazretleri şöyle şöyle olur, böyle böyle olmaz diye anlatırlar, bize saatler süren bir sohbet çıkar” diye geçirdi. Ama cevap sadece iki kelimeydi: “Nasip meselesi!”

 

Hocam, hocamın hocası...

 

İşte o, şadırvan şakırtıları, takunya takırtıları, böcek cırıltıları ve semaver ıslığı eşliğinde dem tutan sohbet ele geçecek cinsten değildi. Sevenlerinin adeta içlerini okur, sohbetin seyri esnasında kafalarındaki problemleri çözerlerdi. Birini ikaz yerine ortaya konuşur, hatta mevzuu basitçe anlatarak bir menkıbe ile süslerlerdi. Üç kıssa, beş hadise derken konuya öyle bir düğüm atarlardı ki ciltlerce kitap okuyanların elde edemeyeceği incelikleri önlerine sererlerdi.

 

Methiye yağdıranlardan hazzetmez, her bahane ile hocalarından bahsederlerdi. Silsile-i aliyye büyüklerini andılar mı gözlerini yumarlar, ortalıkta ılıcık bir rüzgar eserdi. Sanki hocası Seyyid Fehim Hazretleri ve hocasının hocası Taha-i Hakkari Hazretleri de sohbette gibiydi.

 

Bu altın silsile Mevlana Halid-i Bağdadi, İmam-ı Rabbani ve Şah-ı Nakşibend gibi kolbaşlarından geçerek en son Sevr mağarasında Hazreti Ebubekir’e zikr öğreten Server-i Kainat’a (sas) giderdi.

 

‘Günahlarımı getirdim’

 

“İnsan ömrünün tek sermayesi, aciz olmasıdır. İnsan ahirete giderken ne malını, ne mülkünü, ne çoluk çocuğunu, hiçbir şeyini götüremiyor. Sadece Allah için olan amellerini. Seyyid Taha-i Hakkari Hazretleri, mübarek hocam Seyyid Fehim Efendi’ye, “Bize ne getirdin?” deyince; “Size, sizde olmayan bir şey getirdim.” diye fısıldamış, “günahlarımı”.

 

İşte burada içli içli içini çeker “Sahi, biz Cenab-ı Hakk’a ne götüreceğiz?” derdi. Gençlere İslam büyüklerini çok sevmelerini öğütler, onların sevgisi ile dolan gönüllerin arınıp paklanacağını söylerlerdi. Abdülhakim Efendi Hazretleri’nin talebelerinin hepsi de onun en çok kendisini sevdiğini zannederlerdi ki, bu onun kerametlerinden biriydi... Fakat bütün talebeleri, bir kişiyi çok sevdiklerinde hemfikirdirler; o da rahmetli Ziya Beyefendi’ydi. O kadar ki, iftarı gün aşırı dergâhta yapmalarını isterlerdi. İnsanlara sabrı tavsiye eder, “Allah-ü Teala iki amelin karşılığını bildirmemiştir. Bunlardan biri oruç, diğeri iftiraya uğradığı halde sabretmektir. Bu ikisine kat kat sevap verilecek.” derlerdi.

 

Talebelerinden birisi edeb hakkında sorduğunda; "Edeb hudûda, sınırlara riâyet etmek onu taşmamaktır. En büyük edeb ise ilâhî hudûdu muhâfazadır, gözetmektir." buyurdu.

 

.

Share this post


Link to post
Share on other sites

" Yarın ahirette affım için güvenebileceğim ne amel, ne iyilik hiçbir şeyim mevcut değildir.Yalnız küfür timsaline duyduğum gayz ve buğz belki yeter."

Share this post


Link to post
Share on other sites
Guest TaneR

ALLAH c.c Şefaatlerine nail eylesin İnşaALLAH.Çok Saol Kardeşim Paylaşmın için.

Share this post


Link to post
Share on other sites

horanta kardeş günümüzde tarikat ve tasavvuf işleri babadan oğla saltanat haline geldi malumun. Abdülhakim arvasi hazretlerinden sonra bu yol ihlas vakfı ve enver örene varmıştır. şimdi açıkçası başlarında kim var bilmiyorum. müridler kendi mürşidlerini kendileri seçer oldu ki bu tasavvuf ahlakına aykırıdır. bu öyle bir görevdir ki manevi yolla bildirilir. Allah bize hidayet etsin...

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

İhlas ve dolayısıyla Enver ören'de post diyorsunuz....Önyargım yok, olabilir.

 

tesbihat adetiniz,sayılarınız nasıl ? Vird (ders) düzeniniz...

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

horanta kardeş ben "allah bize hidayet etsin" deyince sen beni o grup bünyesinde olarak değerlendirdin herhalde lakin ben senin soruna bildiğim kadarıyla cevap verdim. ben o ibareyi genel manada kullandım. sorularının cevabını bilmiyorum.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Işıkçılar diye bilinen Hüseyin Hilmi Işık'ın bağlıları şu an itibariyle Enver Ören'in mürşit olduğu hususunda hem fikirler. Yani çoğusu öyle düşünüyor. Tabi bunun kendilerince delilleri ya da haklı sebepleri de var. Mesela Hüseyin efendiden ehliyet aldığını iddia ediyorlar. Bu gruba karşı olan diğerleri ise Hüseyin Hilmi Efendinin dahi mürşit olmadığını iddia ederler. Gaybı ancak Allah bilir. Ve eminim ki bu hakikati bildirdiği kulları da elbet vardır. Bu iş nasip işi, gönül işi, istemek işi. Mürşit eteğine yapışmak, o büyük kaynaktan istifade edebilmek kolay olmasa gerek. Rabbim bizleri hak yol üzre kılsın. Amin.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...