Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
hsyn70

Otuz Yıl

Recommended Posts

Tam Otuz Yıl

 

 

Tam otuz yıldır saatim işlemiş ben durmuşum;

Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...

 

 

Necip Fazıl, 1934

Çile

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ben üstadın bütün şiirlerine bayılıyorum şu daha güzel diyemem hepsi birbirinden süper allah razı olsun üstaddan selam ve dua ile.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Zaman büyük mesele. Kafaları zonklatan, anlayış üstü anlayışın ancak kavrayabileceği, eşya üzerinde hakim ve eşyayı ağına alan kavram.Zamanı teşbihe bağlamak icap ederse bir yol düşünelim.Yol uzun,başı ve sonu belirsiz,uçsuz bucaksız. Ve o yolda hareket eden zamanın ağına takılı varlık..İnsan,nebat,canlı ve cansız herşey. İşte o yolda hareket eden varlığın hareket ettiği yol zamanın o anda geçtiğini gösteren bir müşahhastır. Geride bırakılan,katedilen "geçmiş"tir,ileride kat edilecek olan ise "gelecek"tir. Bunun hepsi ise zamanı kavramaya yarayan temsil kadromuzu oluşturmaktadır. Böylece zamanı, çilesini çekeceğimizi umduğumuz en önemli meselelerden birisi olarak kabul ettikten sonra kısaca beş duyumuzun anlayacağı buuda yerleştirdik.İzah ettik. Bu anlayışın en geniş halini, "cins kafa"ların anladığı şekliyle anlayıp çilesini çekmiş olan üstad yukarıdaki şiirinde zamanın kavranmasından da ötesindeki adımları atıp saatinin işlemiş olduğunu kendisinin durduğunu ve bunu da benzetme eşliğinde gösterip uçurtma uçurma misaline bağlayarak işi bedahet derecesinde göstermiştir. Ne müthiş... Benim bahsettiğim şiiri sadece ufak bir noktasından tutmaya yararken şiirin farklı yönlerden tutulmasını sağlayacak farklı yorum ve tevillere meydan tanıyacak noktalarının olduğu aşikar...

Üstadımızın çilesini ve muhasebesini gösteren iki mısralık ansiklopedya çapındaki "müthiş"i...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Boşuna üstad demiyoruz Necip Fazıl Kısakürek'e :D

Sanırım "O ve Ben" kitabında da geçiyordu bu şiir, ilk okuyunca bir höh dedim biraz, şiirlerini araştırınca, "muhasebe" şiirini de dinleyince, tamam budur demiştim, sizi belki ilgilendirmiyor yazdıklarım ama depreşti eskim birden :D yazmasam olmaz...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstadın ömrünün ilk otuz yıllık diliminin muhasebesini, murakabesini, tahlilini ve tenkidini yaptığı şiirinin ilk mısrasında; zaman mefhumunun insanın gidişatına bakmazsızın işlediğini, insanın da zamanın gidişatına ve hiç durmaksızın ilerlemesine rağmen yerinde saymasına, zaman ve mekânın birbirinden farklı mefhumlar olmaları ve bu farklılığın en bariz şekilde ortaya çıkışı da insanın mekânda sabit kalabilirken, mekânı sabit tutabilirken ( dünyanın dönüyor oluşunu ve buna bağlı olarak mekan namına ne var ise hepsinin bir devridaim içinde oluşunu göz ardı edersek; oturduğumuz yerden hiç kalkmayarak, eşyaların yerini değiştirmeyerek mekanı sabitlemiş sayılabiliriz ) zaman mefhumunun giriftliğine uygun ve hususiyetlerine göre durdurulamıyor, hapsedilemiyor, kapana kıstırılamıyor, saklanamıyor, evveline dönülemiyor, sonrasına varılamıyor, hızı artırılıp azaltılamıyor oluşu ve Üstadın “Zaman” isimli şiirinde mütalaasını yaptığı, iniş mi yokuş mu olduğunu irdelediği zamanın içinde akan insanın tamamen ruhi, manevi, deruni iklimlerine bağlı olarak bir seyir göstermesine istinaden; sadece fiziki olarak yaşamını sürdüren insanın, fikri, hissi, akli melekelerini kullanmadan geçirdiği ömrü için yokuş çıkma tabirini kullanması yerinde olmayacaktır, ilerlediğini söylemesi gerçeğe uygun düşmeyecektir. Neden peki? Müşahhas zemini bile mücerret sahanın ellerinde şekillenen hayat, saydığımız hususiyetlerin etrafında dönmekte, bu hususiyetler maddenin yapıtaşı olan atomun çekirdeği vazifesini üstlenmekte ve kullanıldıkları, şekillendirildikleri, kıvamına erdirildikleri demden sonra da başkalarını biçimlendirmek görevini üstlendikleri vakit ve vuku bulan tüm bu hadiselerin üzerinden geçen zaman baz alınarak çizimleri yapıldığında sadece müşahhas değil aynı zamanda da mücerret terlerin döküldüğü dünya yokuşunda bir yere çıkıldığı, bir menzile varıldığı görülür ve en hakiki manada ‘hayattayım, yaşıyorum’ diyebilmek, zirveye çıkan yolda çekilen cehdin iç âlem dehlizlerinden fışkıran ab-ı hayatın keyfiyetine malik olan ve hakikatin hakikatine köle olmuş fikir muzdariplerinin hakkıdır.

 

Değindiğimiz şu son nokta, Üstadın saatinin tam otuz sene işledikten sonra, iki elinin parmaklarının sayısının tam üç katı adedinde sene geçtikten sonra aslolarak, hakiki manada ruh sahasını işgal etmeye başlamış ve Üstad haklı olarak otuzuncu yıldan önceki hayat basamaklarını “durmak” olarak nitelemiştir.

 

Yaşamak... Yüce yaratıcının verdiği beden ve ruh ile, onun verdiği rızık ile, bedenimize ruhumuza verdiği kabiliyetler, kuvvetler ile yaşamak... Ama öyle bir yaşamak ki, uçurtma uçurup da uçurtmanın uçtuğu, dalgalandığı, rüzgârın havalandırmasıyla süzüldüğü gökyüzünden habersiz olmak... Yaşamak, lakin Allah’ın halifesi olarak dünyaya gönderdiği biz insanların bu hakikatten gafil, insanın en büyük gayesi, yaşama amacı olan O’nun rızasını kazanmak memuriyetinden habersiz yaşamak... Balığın suda hayat sürüp de, suyun farkında olamaması gibi... İnsanın isteyip de ulaşabildiği şeylerin O’ndan bir lütuf olarak geldiğini bilmemesi gibi... İsteyebilme gücünün, istemeyi isteme kudretinin bile O’nun tarafından verildiğini görmemesi gibi... İnsan neye sahiptir, ya da sahip olduğunu zannettikleri kendisinin midir, kendisine verilen can bile emanet değil midir. Elindeki maddi - manevi her şey, Onun yoluna sarf edilsin diye verilen emanetler değil midir? Hazreti Yunus’un: Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi, mal da yalan, mülk de yalan, gel biraz da sen oyalan... diyerek bizlere verilen emanetlerin asıl sahibini unuttuğumuzu ve ulvi gayeler için değil, ancak oyalanmak fiiline müstahak olan ameller sergilediğimiz gerçeğini, güneşe ayna tutarak, hüzmeleri aynadan yüze yansıtıp, gözleri kamaştırmak gibi, hakikati ruhumuza gösterip, körleşmeye başlayan tahassüs cephesini kamaştırmak istemiyor mu...

 

Üstadın şiirinden yola çıkarak buraya varana kadar birtakım tâli yollara girsek de, tekellüm edilenler tamamen şiirden ayrı, kopuk, bağımsız değiller. Bütün bu saydıklarımızın hepsi, Üstadın keskin bir kılıç darbesiyle ortadan ikiye ayırdığı yaşamının ilk otuz yıllık bölümünde vuku bulmuştur diyemeyiz. Üstad için Allah’tan habersiz, insan olmaktan bihaber diyemeyiz. Üstad, Abdulhakim Arvasi Hazretlerini tanımakla öyle bir maveraî âlemin kapısından girmiş ve dünyanın magmasına eş sıcaklıkta kaynayan kafası için öyle bir serinlik bulmuş oluyor ve aslında bütün insanların çekme istidadına malik oldukları ulvî çileyi yani asıl vatanının hasretine dair visal yolunu, vasıl olma hakikatini her noktası ve çizgisiyle öğreniyor ki, eriştiği bu noktadan sonra geriye dönüp baktığında geçen yılları kavuştuklarının yanında, kavuştuklarına kıyasla durmak, yaşamamak olarak karşısına çıkıyor.

 

Allah için yaşanmayan, Onun rızası gözetilmeden geçen her saniye, salise insanın kendi iradesiyle seçmiş olduğu bir yok oluş değil midir? Onun için yapılmayan her şey boşa gitmeyecek midir? İnsanın kendi ihtiyarı dışında olan bir takım fiziki faaliyetleri ( kalbin atması, midenin çalışması vs. ) bile her daim sürüyorken, beynindeki sinir hücreler arasında durmaksızın akımlar gerçekleşiyorken, insan, Onu bulduracak olanı bulsun, Ona bağlansın, Onun yolundan gitsin, Ona teslim olsun ve Ondan sonra her hakikati anlatan ilahi kanunlara göre yaşasın diye kendine verilen akıl ve ruh ile, kendi tercihi sonucu nasıl olur da kendine bir darağacı kurar, kendi ipini kendi eliyle çeker, ulvi alemden gelen ve acı içinde inleyen bir ney’e müsavi kederle boğulup duran ruhunu da o mahdut aklın peşinden sürükler?...

 

Yerlerin, göklerin ve dağların bile taşımaktan kaçındığı o mukaddes emaneti insan yüklendi... Üstad ki, otuz yaşından önce bu emanetin “ tam olarak”, “hakkını vererek” şuurunda olamadığı için olsa gerek, akıp giden otuz yıl boyunca durduğunu söylemektedir. Şu âlemdeki her şey bu emaneti insana hatırlatıp duruyorken ve insan da tam bu hayatın içindeyken bunları göremiyor, fark edemiyorken, uçurtmasını saldığı, uçurtmasını ihata eden gökyüzünün idrakine varamıyorsa, şiirin ikinci mısrasının aslında insanlık üzerindeki tecessümünü her an görmek pek de zor bulunur türden olmasa gerek...

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

gerçekten onun kadar iki satırda bunları anlatacak başka biri yoktur heralde diyecek laf bulamıyorum tek kelimeyle harika Allah razı olsun kardeşim

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Dostlar çok güzel tahliller yapmışsınız ama benim teraziye ağır geldi ve iyiki de şiir var dedim :D Belki de ara vermek için ders çalışmalıyım :)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...