Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
nedamet..

Rasim Özdenören

Recommended Posts

1940’ta Maraş’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Maraş, Malatya, Tunceli gibi Güney ve Doğu şehirlerinde tamamladı. İ.Ü. Hukuk Fakültesini ve İ.Ü. Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi. Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzman olarak çalıştı. Bir ara araştırma amacıyla ABD’nin çeşitli eyaletlerinde, 1970-1971’de iki yıl kadar kaldı. 1975 yılında Kültür Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği görevine geldi. Aynı bakanlıkta bir yıl da müfettişlik yaptı. 1978’de istifa ederek ayrıldığı devlet memurluğuna bir süre sonra tekrar döndü.

"Özdenören Denize Açılan Kapı adlı eseriyle 1984 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Hikayecisi Ödülü'ne layık görülmüştür. İki Dünya adlı deneme kitabı da 1978'de Türkiye Milli Kültür Vakfı tarafından fikir dalında Jüri Özel Ödülü'nü kazanmıştır." Çok Sesli Bir Ölüm ve Çözülme adlı hikayeleri ayrıca TV filmi yapılmış, bunlardan Çok Sesli Bir Ölüm, Uluslararası 1977 Altın Prag TV Filmleri Festivali’nde Jüri Özel Ödülü aldı. Bu ödül de, TRT Televizyonu’nun ilk ödüllerindendir.

 

Kitapları

 

Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler

Kafa Karıştıran Kelimeler

Müslümanca Yaşamak

Yaşadığımız Günler

Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı

Çarpılmışlar

Çözülme

Çok Sesli Bir Ölüm

Gül Yetiştiren Adam

Hastalar ve Işıklar

Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti

Ruhun Malzemeleri

Ben ve Hayat ve Ölüm

Yeniden İnanmak

Denize Açılan Kapı

Red Yazıları

Acemi Yolcu

İpin Ucu

Çapraz İlişkiler

Kent İlişkileri

Yüzler

İki Dünya

Kuyu

Köpekçe Düşünceler

Hışırtı

Ansızın Yola Çıkmak

Eşikte Duran İnsan

Yazı, İmge ve Gerçeklik

Aşkın Diyalektiği

Toz Düşünsel Duruş

 

(rasimozdenoren.com)

Share this post


Link to post
Share on other sites

RASİM ÖZDENÖREN

 

 

Gençlik’te gazeteciliğimizde sürüyordu. Bir gün Maraş’a resmi görevli bir kadastrocu ekibi gelmişti. Doğan Bey, Ali ile beni bunlarla mülakat yapmaya göndermek istiyordu. Kabul ettik. Fakat mülakata gitmeden önce sorularımızı hazırlayalım dedik. Doğan Bey:

 

-Soruya gerek yok, dedi, siz gidince onlar zaten kendilerinden konuşmaya başlayacaktır.

 

Ya, öyle mi, kolaymış. Ali ile kadastrocuları, çalıştıkları büroda bulduk. Selamünaleyküm, aleykümselam. Kendimizi tanıttık.

 

-Biz, dedik, Gençlik gazetesinin muhabirleriyiz, sizinle mülakat yapmaya geldik.

 

Adam kalktı, kerli ferli bir adam, bizimle tokalaştı, yer gösterdi. Oturduk, beklemeye başladık. Büroda dört beş kişi vardı, önlerinde, masalarında aydınger kağıtları, cetveller, pergeller, kurşun kalemler, çini mürekkepler, kalemlerini bırakmış, ellerini masalara dayamış, arkalarına yaslanmışlar bizi seyrediyorlar. Bizse ne diyeceğimizi bilmeden onlardan birinin konuşmaya başlamasını bekliyoruz. Nihayet o kerli ferli adam konuştu:

 

-Çay içer misiniz?

 

Çaya henüz ünsiyetimiz yok o sıralar. Ortalık yaz sıcağı ile kavruluyor. Çay mı? Mütevekkil, boyun kırdık. Biraz sonra çaylar geldi. Şekerleri atıp karıştırıyor, adamların konuşmalarını bekleyerek çay kaşıklarını bardağın içinde döndürüp duruyor, vakit öldürüyoruz. Nihayet kerli ferli adam:

 

-Sorularınızı bekliyorum.

Tüylerim diken diken oldu. Ali’yle gizlice bakıştık. Ali çaresizlikle çayından bir yudum aldı. Ulan kahrolası Doğan Bey… Fakat kafamda müthiş bir şimşek çaktı, soruyu buldum:

 

-Yaptığınız işin önemine inanıyor musunuz?

Adam bu sorudan kalkarak işlerinin önemini, buralarda neler yaptıklarını anlatabilirdi. Fakat adam çay bardağını elinden masaya bırakmış kıkır kıkır gülüyordu. Ötekilerde gülüşmeye başlamışlardı. Sorduğum soru o anda bana da anlamsız ve komik geldi. Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Ali, yerinden kıpırdadı ve yarım bırakılmış çayının bardağını bir yere iliştirdi. Kaçacaktı. Anladım. Ben de elimdeki bardağı bir yere bırakıp fırladım. Garip bir şekilde sıvışıyorduk oradan. Kerli ferli adam arkamızdan:

 

-Çaylarınızı bitirseydiniz, diye sesleniyordu.

 

Fakat biz kendimizi bir anda odanın dışında bulmuştuk bile. Hızla binayı terk ettik. Ali ile ağlayacak mıyız, gülecek miyiz kestiremedim, fakat ikimiz de Doğan Beye kahrederek hızlı hızlı gazetenin yolunu tuttuk. Doğan Bey sokağın köşesinde bizi bekliyormuş. Yılışarak:

 

-Ne yaptınız, diye sordu.

 

Elinin körü.

 

-Kepaze olduk, dedim.

 

-Konuşturmadınız mı?

 

-Soru sormadık ki, ne konuşsunlar?

 

Doğan Bey:

 

-Zarar yok, zaten mühim değildi, diye geçiştirmeye çalıştı.

 

Bu mülakat ‘skandalı’ bana iyi bir ders olmuştu. Gazetecilikte ikinci fiyaskom buydu.

 

...

 

(Hece Dergisi Cahit Zarifoğlu Özel Sayısı)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Rasim Özdenören

 

SEZAİ KARAKOÇ

(bir entelektüelin profili)

 

Biz mahcup ve onurlu çocuklarız

Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız

 

S. Karakoç

 

...

 

Ortaokulu Maraş’ta, liseyi Gaziantep’te bitirdikten sonra yüksek öğrenim için Ankara ve İstanbul yollarına düşer. Aslında felsefe okumak istiyordur. Ama pratik zorunluluklar, onu, parasız yatılı sınavını kazandığı Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumaya yönlendirir. Fakülte öğrencisiyken Büyük Doğu ile irtibatı süreklilik kazanır. Artık yalnızca yetişkin bir okuyucu değildir. Bir uçtan, kendiliğinden şiirler yazmaya da başlamıştır. Düz yazılar kaleme almaktadır. Büyük Doğu dergisinde okuduğu ‘İdeolocya Örgüsü’ başlığını taşıyan yazılar, onun için yalnızca soyut fikir maharetlerinden ibaret kalan yazılar değildir; bu yazılar, ona hayatın rehberi gibi görünür.’İdeolocya Örgüsü’nde gündelik hayatın uygulamaları zımnında dile getirilen önerileri benimser ve bu önerileri bir hayat tarzı olarak hayata geçirmek ister. Nitekim kalkıp İstanbul’a Büyük Doğu’yu ziyarete gittiğinde, derginin çalışma salonunda çalışanlara, kapıda durup sağ elini yukarıya kaldırarak: ‘Selam size!’ diye selam verir. Ve onlardan da ellerini kaldırarak: ‘Size selam!’ diye cevap vermelerini bekler. Fakat orada çalışanlar, bu genç adamın, kendine mahsus Büyük Doğu selamı verdiğinin farkında bile olmazlar. Bu tecrübe onu sükutu hayale uğratmış olsa bile, onun kafasının bir özelliğini ortaya koymaktan geri durmaz. Onun için fikir, soyut dünyada işe yarayan fikstürlemelerden ibaret bir keyfiyet değildir; fikrin hayata geçirilmesi de önem taşır.

 

 

Aynı yıl, onun sayesinde tanıyacağımız Üstad Necip Fazıl’la onu ister istemez kıyaslamaya gidiyorduk. O zaman kendimce üstadı zekada, Sezai Karakoç’u akılda yüceltiyordum. Sezai Karakoç, tanıdığım ilk bilge insandı. Ve ilk düşünür… Eski düşünürlerin, filozofların eserlerinin, herhangi bir arkadaşının düşüncelerini eleştirir gibi eleştirmesi benim için şaşırtıcı bir olaydı.

 

 

Düşünce dünyasının, onun gündelik pratik hayatına ayak bağı olduğunu ileri sürmek de mümkündür. Öylesine düşüncesinin (buraya şirininde dahil olduğunu söylemeye gerek var mı?) surları arasına gömülmüştür ki, nerdeyse onun için bir dış dünya yok haline gelmiştir. Memuriyetten ayrılmaya karar verdiği ve ayrıldığı günde, aslında ne yapacağını, nasıl geçineceğini nerdeyse hesaba bile katmamıştır, diyebiliriz. Nasıl geçineceğine ilişkin soru, herkes gibi elbette onun da sorusudur. Bu sorunun ona ayak bağı olmadığını anlatmak istiyorum. Sonradan çektiği sıkıntılar, onun ‘geçim dünyası’na ne kadar hazırlıksız bulunduğunu göstermeye yeter. Necip Fazıl, bir defasında, içinde bulunduğu sıkıntıyı ifade sadedinde şöyle söylemişti: ‘Necip Fazıl’ı bir gün Yeni Cami duvarının dibinde bir boyacı sandığının önünde görürseniz, bundan doğacak mahcubiyetin mecmuu ondan başka herkese racidir!’ Necip Fazıl, ayakkabı boyacılığı yapmadı. Ama Hatıralar’ında okuduğumuz kadarıyla Sezai Karakoç, evinde, açlık sınırlarına teğet geçti.

 

 

İmanın doruk noktasında, o, isyan eder, inkarı sevdiğini söyler. ‘Aşkı göğsünde kurşun gibi’ taşır. Bütün bu karmaşanın ortasında iyilik ve yardımseverlik duygusu asla küllenmez. Cömertlik duygusu asla nekesliğe dönüşmez. Münzevi hayatını şimdi dostlarından uzak bir çilecilikle geçiriyor. Ama dostlarının ondan uzak olduğunu düşünmüyorum. O, dostlarını nasıl görürse görsün, dostları onu yüreklerin de yaşatıyor, seviyor.

 

(Hece Dergisi ‘Diriliş’ Özel Sayısı)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Geçenlerde Cumhurbaşkanı'mızın Çankaya'ya davet ettiği edebiyatçılar arasında da vardı Rasim Ağabey. Üstad'ın attığı tohumdan birisi ve güzelde meyvalar vermektedir Özdenören.

Share this post


Link to post
Share on other sites

''Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler'' adlı eserini okuyorum şuan çok hoş herkese tavsiye ederim, gayet akıcı ve öğretici.

Share this post


Link to post
Share on other sites

RASİM ÖZDENÖREN

 

Rasim Özdenören sakin ve tedbirli bir tipi yansıtıyordu. Dengeli ve tutarlı bir düşünce ve sanat adamı tavrı çiziyordu. Soğuk görünüşlüydü ta ki karşısındakini tanıyıncaya kadar. Ülfet geliştikçe sıcaklığı ortaya çıkan biriydi. J. Orvel’in ‘Domuzlar Çiftliği’ adlı Marksizmi kara mizaha konu eden kitabını çevirmekle büyük bir iş yapmıştı bana göre. Ben sanatçı olmadığımdan, anlamam ama, çok iyi bir hikayeci olduğu söylenmekteydi ve her fikirdeki eleştirmenler tarafından da böyle kabul edildiği için doğru bir betimleme idi muhakkak ki. Gruplar arasında karşılaşmaktan daha öte bir dostluğumuz olmadı onunla. Kardeşi Alaaddin ise sanki ayrı bir dünyada yaşadığı için, hakkında çok fazla bir şey bilmiyorum diyebilirim.

 

(İsmail Kazdal'ın 'Serencâm-Anılar' adlı eserinden iktibas...)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Tasavvuf

 

Bir tür anlayış İslam’ı nasıl hayatın dışında sanıyorsa, tasavvufu da İslam’ın dışında sananlar bulunmaktadır. Tasavvufun Hıristiyan rahiplerinin yaşayışından ilham alındığını iddia edenler olduğu gibi, onu Grek felsefesine veya Hint düşüncesine bağlayan farklı görüş ve iddia sahipleri de var.

 

Bir Müslüman’ın cehlinden dolayı düştüğü yanlışa bakarak ‘İslam budur’ diye hükme varmak ne kadar doğru ise, bazı kimselerin aslında bidat olan ‘âyinler’ine bakarak ‘tasavvuf budur’ demek de ancak o kadar doğru olur. Sadece yanlış uygulamalara bakarak tasavvufu reddetmek, velilik iddiasında bulunan bir sapığa bakarak velayeti reddetmek gibi bir şeydir.

 

İslam’a müsteşrik kafasıyla yaklaşanların tasavvufu ‘mevzu’ (sonradan konulmuş) bir olay diye göstermesine denecek bir şey yok. Ancak şeriat adına tasavvufa karşı çıkanlar var, işte asıl onların üzerinde durulmalı. Tasavvuf adına geliştirilmiş bidatler yok mu? İslam’a muhalif olanların uydurduğu birtakım sapık ‘tarikatlar’ elbette var. Ancak bunlara bakarak tasavvufun hakikatini reddetmek, papaza kızıp oruç bozmaya benzer. Şeriat adına tasavvufu inkar edenlerin aslında şeriatı bilip bilmediği sorgulamaya açıktır. Üstat Necip Fazıl, Abdülhakim Efendi Hazretlerine (ks) atıfla bir taifeyi ‘kaba softa, ham yobaz’ olarak tavsif eder. Bu söz dine bağlı, ihlas sahibi Müslümanları küçük düşürmek anlamında kullanılmıyor. Fakat dini, kendi idraklerine sığdıramayan, buna rağmen din adına ‘fetva kesme’ye çıkan cahillerin durumuna atıfta bulunuyor. Nitekim Abdülhâlık Gücdüvânî Hazretleri de (ks) müritlerinden birine verdiği öğütte: ‘Cahil sofulardan uzak ol ki, onlar din yolunun hırsızları ve Müslümanlığın yol kesicileridir’ demiştir.

 

Bütün karışıklık ve yanılgı ‘tasavvuf’ kelimesinden çıkıyor. Kelimenin sonradan üretilmiş olduğuna bakanlar, delalet ettiği anlamın da mevzu olduğunu sanıyor. Oysa tasavvuf, en saf anlamıyla zikrullah, salâvat ve tesbihâtla meşgul olmaktadır. Şeriata bunlar mı sonradan dahil edilmiştir? Bir öğretici, bir eğitici, bir mürşit, bir bilen, talebesine zikretmenin usulünü talim ettirir. Nasıl ki Resulü Ekrem de (sav) ashabına zikri talim ettirmiştir. Yani adına sonradan tasavvuf denilen hal, aslında sünnetin devam ettirilmesinden başka bir şey değildir. Bu hal insanın, zikretmek suretiyle kul olduğunu kavramasından ibarettir. Tasavvuf, insana şeriatta ne öngörülmüşse, o hükmün hakikatini kavrayabilmesi yolunda sarf ettiği cehtin, ifa ettiği talimin adıdır.

 

Cüneyd-i Bağdadî (ks) tasavvufu şöyle anlatıyor: ‘Tasavvuf, kalbin Hak Teâlâdan gayrısıyla alakasını kesmesidir ve gönül topluluğuyla zikrullah ve kendinden geçip Hakkı dinlemek ve emr-i ilahiye ve sünnet-i seniyyeye ittiba ile ameldir.’

 

Şeriat dünyaya bağlanmayı emretmiyorsa, tasavvuf dünyayı dışlamanın, onu hakir ve zelil görebilmenin talimini yaptırıyor. Başka bir şey değil.

 

‘Ben’

 

Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Ben’ başlıklı şiirinin son beyti:

 

Hep ben, aynı ve hayal; hep ben pervane ve mum

Ölü ve Münker-Nekir; baş dönmesi, uçurum

diye biter.

 

Bu beyit son dönem şiirimizde tevhit akidesini dile getiren en güzel örneklerden biridir.

 

Bu şiirde kullanılan ‘ben’ kelimesinin ‘ene’ ve ‘nefsaniyet’ ile ilgisi yoktur. Bu anlamda, bilakis, ben’in iptali söz konusudur. Ayna ve aynadaki hayal, mum ve onun etrafında dönen pervane, ölü ve ölüyü sorguya çeken melekler, uçurumun kenarında başı dönen insanla uçurumun kendisi hep aynı ‘zat’tır. Pervane mi benim, yoksa mum mu? Yoksa hiçbiri ben değilim de hepsi O mu?

 

Hallac-ı Mansur’a ‘ene’l-Hak’ (Hak benim) dedirten hikmetle, Mecnun’un Leyla’ya söylediği:

 

Ger men men isem nesin sen ey yar

Ger sen sen isen neyim meni zâr?

 

Beyti hep aynı tevhit akidesinin başka başka biçimlerde dile getirilmesinden ibarettir.

 

Öyle sanıyoruz ki gerek Doğu, gerek Batı mistisizminde, şimdi değindiğimiz anlamda (yani fena fillah anlamında) ben’in iptali söz konusu değildir. Belki tersine, kullanılan bazı riyazet usulleriyle kişinin birtakım marifetler edinmesi sağlanabilse bile –ki sağlanıyormuş-, bu marifetler kişinin ben’ini iptal etmek şöyle dursun, ona varlık kazandırmaktan başka işe yaramıyor. İnsan, kendi koyduğu kaidelere, kendi icadı olan usullere riayet ederek bir yere varabilse bile, vardığı yerde ben’i ortadan kalkmıyor, tersine ben’i sarsılmaz bir varlık kazanıyor. Bu noktada söylenebilecek şey: ‘Sen sen isen, ben de benim’ olabilir ki, böyle bir söyleyişin şirk olduğunda kuşku yoktur.

 

Oysa İslam’da tevhit kavrayışına ancak şeriata riayet edilerek varılabileceği, şeriatsız olarak kazanılan ‘marifetler’in, ben’e varlık kazandırması itibariyle değersiz olduğu söylenir. Keza şeriatın nefse (ben’e) muhalif olduğunun ifade edilmesi bu fikri tamamlamaktadır.

 

İslami edepte, ‘ben’ demek yakışıksız telakki edilir. Ben yaptım, ben ettim, benim eseri gibi sözler, o kişinin cahilliğine bağışlanamıyorsa, en hafifinden gafletine, sonra da derece derece küstahlığına ve müşrikliğine atfedilir. Çünkü yapıp eden sen değilsin fakat o fiiller senin elinle yaptırılmaktadır, diye düşünülür. (Bu meselenin irade-i cüziye ve irade-i külliye ilişkisine değinen yanı, şu anda üzerinde durduğumuz konunun dışındadır).

 

İslam’ın, insanda iptal etmeye, aradan çıkartmaya yönelttiği ‘ben’, Batı telakkisinde tam tersine her şeyin mihveri sayılmaktadır. Özdekçi telakkide ise ‘ben’ büsbütün çığırından çıkartılmıştır. Her biri, küçük dağları ben yarattım diyecek biçimde yetiştirilen insan, en başta kendini put olarak görmeye başlıyor ve her şeyin ‘kendi’ mihveri etrafında döndüğünü sanıyor. Kendini putlaştıran insan elbette başka putlar yaratma hususunda kendini yetkili ve haklı görecektir. Nitekim nefsin temayüllerini tatmin edecek irili ufaklı, görünür görünmez putlar birbiri arkasından piyasaya sürülmektedir. Totemleri, tabuları ortadan kaldırmaya yeltenen bu insan, farkına varmadan kendine yeni totemler, yeni tabular icat edip durmaktadır. Ne var ki, çağdaş dünyada eski tabular, yeni totemler haline getirilmektedir, yahut da tersi olmakta. Mesela cinselliği tabu sayıyor diye eski insanları kınayan yeni insan, şimdi onu katıksız bir totem haline getirmiştir.

 

Rasim Özdenören (Kafa Karıştıran Kelimeler)

Share this post


Link to post
Share on other sites

IRKÇILIK BATI SÖMÜRGECİLİĞİNİN ÜRÜNÜDÜR

Rasim ÖZDENÖREN • 45. Sayı / KAPAKTAKİLER

 

 

Bir insan ve bir yazar olarak katı ve kesin hükümlerle bir meseleye yaklaşmaktan elimden geldiğince kaçınmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Buna rağmen bu yazının başlığı için kullandığım cümlede ortaya çıkan anlamın kesinliğini yumuşatabilecek bir başka ifade şekli bulmayı ve bu kesin cümleyi onunla değiştirmeyi düşünmüyorum. Çünkü Batı Medeniyeti’nin ırkçı olduğuna dair bir genellemenin doğru, kesin ve değiştirtmesi elimizde olmayan bir vakıâ olduğunu kabul ediyorum. Aslında bu yazıya İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee’nin şu cümleleriyle başlamak belki de daha çarpıcı olabilirdi. Adı geçen tarihçi 1948 yılında yayınlanan bir kitabında şunları söylüyordu:

 

“... Diğer bazı konularda İngilizce konuşan insanların başarıları üzerinde düşünmek gerekirse de, ırkçılık konusunda tam anlamıyla felâket habercileri oldukları zor inkâr edilir. Yeni Dünya’da yerleşen İngilizce konuşan uluslar, oradakilerle kaynaşamadılar. Orada bulunan ilkel kabileleri hemen hemen temizlediler. /... İngilizce konuşan insanların başarısı, insanlığı bir ırk sorunuyla karşı karşıya bıraktı. /... Irkçılık taraftarları ufukta görünmeye başladığında ve eğer bunların ‘ırk sorunu’na karşı tavırları etkili de olursa, bu, genel bir felâketin habercisi olabilir. /... Kabul edildiği takdirde İslamî ruh, bu hastalıkları (ırkçılık ve alkol), yüce bir ahlâk ve toplumsal değerle yok edecek kadar kuvvetlidir. /... İslam ruhunun barışı seven, toleranslı ve ırkçılığa karşı olan kişilerin yararına bir takviye olabileceği akla uygun geliyor”. (Medeniyet Yargılanıyor, Yeryüzü Yayınları sayfa 195-196, İst. 1980)

 

Amerikalı kara derili Müslüman Malcolm X’in (Malik el-Şahbaz) Toynbee’nin bu yazısını okuduğunu sanmam. O, kendi hayat tecrübesini konuşturuyor. 1964 yılında Mekke’ye yaptığı hac ziyaretinde gördüğü manzara onu “dehşete düşürmüştü”. Sarışınların en sarışınıyla, beyazların en beyazıyla aynı sofraya oturmaları, dirseklerinin birbirine teması ve aynı sofrada, aynı kaptan beraberce yemek yemeleri bu Amerikalı kara derili insana inanılmaz bir olay olarak görünmüştü. O coşkuyla New York’taki arkadaşına yazdığı mektupta Amerika’da beyaz ırkçılığa karşı kendilerinin de İslam’ı paravan olarak kullanıp siyah ırkçılık yaptıklarını, fakat Mekke’de gördüğü İslamî yaşantının ona İslam’ın ırkçılığa karşı olduğunu gösterdiğini, kendilerinin de İslam’ın hakîkatine dönmelerinin gerektiğini, üstelik bu dini sadece zencilere mahsusmuş gibi görmekten vazgeçmelerini, bilakis onu aynı zamanda beyaz insanlar arasında da yaymaya çalışmalarını, çünkü ancak bu suretle Amerika’da ve tüm yeryüzünde ırkçılık kanseriyle başa çıkabileceklerini yazıyordu. Nitekim ülkesine döndüğünde hareketin lideri olan Elijah Muhammed’e de aynı düşüncelerinden bahsetmiş, fakat ondan aldığı menfî cevap üzerine o hareketten ayrılmış, kendisi yeni bir hareketi başlatmanın arifesindeyken, faili hâlâ meçhul kalan bir suikastla şehit edilmiştir.

 

Malcolm X, aynı mektubunda Amerika’da ırkçılık felaketinin vukuunun yakın olduğunu da belirtiyordu. ABD’de zaman zaman patlak veren ırkçılık olayları beyazların tahrik ettiği kışkırtmaların tezahürü olarak değerlendirilmeli ve bu olayların arkasında yatan zihniyetin aslında bütün Batı Uygarlığı’nı temsil edebilecek bir karakter taşıdığı kabul edilmelidir. Irkçılık, Batılı insanın sömürgeciliğini sömürge ahâlisine meşrû gösterebilmesinin aracı olarak kullanılmıştır. Batılı insan, sömürmek üzere girdiği ülkeleri gönül huzuruyla ve vicdan rahatlığıyla sömürebilmek için kendisinin üstün olduğuna evleviyetle kendini, sonra da sömürdüğü insanı inandırmıştır. Irkçılığın ilmini yapmıştır. Kendisini uygar (medenî) görürken, ortaya koyduğu uygarlığı hâsıl edebilecek üstün vasıfların kendi fıtratında içkin olduğunu kabul etmiş, aynı kabulün neticesinde sömürdüğü insanlara da “ilkel” veya “vahşi”, hatta kara derili olanlara pervasızca “yamyam” diyebilmiştir.

 

İslam ülkesinde de ırkçılığın tohumlarını başta İngilizler olmak üzere, Batılı ülkeler atmıştır. Irkçılık güdüsünün gayr-i müslim tebaa üzerinde etkili olabilmesini her şeye rağmen izah edilebilir bir olay olarak görüyorum da, aynı güdünün Müslümanlar arasında nasıl olup da revaç bulabildiğini izahta güçlük çekiyorum.

 

Burada, bana, tarihî olayların seyrinden bahsetmeyiniz. Bu seyir, Müslümanlar arasında ırkçılık belasının nasıl yayılabildiğini anlamada, daha doğrusu onu mantıkî bir çerçeveye yerleştirmede yardımcı olabilir, ama olayın künhüne nüfuz etmekte yetersiz kalır. Ben bu olayın izahını, bazıları küçümseseler hatta bir totoloji (tautology) saysalar da, Müslümanların dinî duygularının zayıflamasıyla yorumlamaya yatkın duruyorum.

 

Şayet bu sebep üzerinde anlaşmaya varabilirsek, Türkiye’de ve bütün bir yeryüzünde yayılmakta olan ırkçılık kanserinin çaresini bulmakta güçlük çekmeyiz. İnsanların kalplerini hakîkate açmasının veya kalplerini hakîkate açık tutmasının kolay olmadığını, bunu yapabilmenin bazen insandan gayret istediğini biliyorum; fakat gelecek olan felaketin omuzlarımıza yükleyeceği külfet yanında şimdi göstermemiz gereken çabanın küçük kalacağını düşünerek, fakat her şeyden daha önemlisi hakîkatten yana tavır koymanın bizim insanlık haysiyetimizin bir gereği olduğu hususundaki bilincimizi muhafaza ederek, şimdi ve her zaman, kalbimizi hakikate açık tutalım, diyorum.

 

-MOSTAR DERGİSİ-

Share this post


Link to post
Share on other sites

...

İşte o sırada, cemaatin daha Fatihayı bitirip bitrimediklerine emin olmadan, bir çoğunun ayağa kalkıp

gitmekte olduğunu gördü. Kendisi acele etmeden okudu. Nihayet o da duasını bitirdi, torununun omzundan

tutarak kalktı.İmam da yerinde değildi. Camiden çıkan insanlar arasından tek başına yürüyen sarığın o

olduğunu anladı.İmamı yakalayıp bir şeyler söylemek istiyordu ama ne diyeceğini bilemiyordu. Nihayet

dışarı çıkabildiler.Şimdi son cemaat yerindeydiler. Kalabalık dağılmamıştı henüz. İmamın dışarı çıkmasını

bekledi bir kenarda. İmam kapıda göründü. Birden dehşete kapıldı. İlkin o olup olmadığına tereddüt etti.

Fakat hayır oydu. Ama üzerinde cübbesi ve sarığı yoktu. Ama kendisini asıl dehşete salan, sakalı da yoktu.

Az önce bunu farketmemişti. Tam bir sarsıntıydı bu.

 

İnsanlar, diye seslendi.

Kimse işitmedi onu...

...

İnsanlar, dedi yeniden.

Bir iki kişi dönüp baktı ona, aldırmadan.

...

Ey cemaat-ı müslimîn, dedi, bekledi.

Bu kez sesini herkes duymuştu.

Durup baktılar adama.

...

Ey cemaat-ı müslimîn ve gafilîn..

Az önce içeride gördüğü fötr, şimdi önünde duran başların birinin üstündeydi.

 

...

Sizler nasranî misiniz? diye sordu.

 

...

Yoksa mecusî misiniz? dedi adam.

 

...

Hangi millettensiniz? diye sordu adam gözünü kalabalıkta dolaştırarak.

 

...

Şimdi namazdan çıktığınıza göre siz İslâm milletindensiniz, dedi adam bakışlarını o belirsiz, bilinmeyen

noktadan ayırmayarak.

Ama bunu ispat edebilir misiniz? Siz buraya, camiye namaz kılmaya geldiğinize göre İslâma uyan insanlarsınız?

Fakat hani İslâmınız?

...

Allah celle celâluhû, dedi gözlerini diktiği o belirsizlikten ayırmadan.

 

...

... sizden öncekileri niçin helak etti biliyor musunuz? dedi, çünkü onlar kâfirlere benzemeye başlamışlardı.

Kardeşlerim!

Kalabalık ırgalandı gene.

... içinizdeki İslâmı gösterin. Çünkü İslâm sizin üzerinizde görünmek ister. İman gizlidir, İslâm açık.

İman kalbdedir, İslâm zahirde. İslâm şeriatsa, şeriat sizin amellerinizde görünmek ister.

Yaşlı adam sustu gene. Sözlerinin anlaşılıp anlaşılmadığını irdelemek istiyordu sanki. Ama susması

çok kısa sürdü. Yeniden konuştu:

 

Söz çok, ama sözlerle oyalanacak vakit yok. Hani amelleriniz? Benim gibi zamanın uzaklarından gelmiş

bir garip sizi şu halinizle görse, vallahi size müslümanlar demezdi. Sizler namaz kılan nasranîlere

benziyorsunuz. Namaz kılıyorsunuz ama görünüşünüz nasranîler gibi. Kardeşler! Dışı kâfire benzemeye

başlayan insanın içi de ona benzemeye başlar. Söz çok, ama uzatmaya gerek yok. Dönüş yakındır...

O'na döndürüleceğimiz gün yakındır, pişmanlığın fayda vermeyeceği dem gelmeden hemen tevbeye sarılın.

Allah'tan korkun. Dediklerimi anlamaya çalışın. O gün, hakir ve zelil insanlar olarak Allah'ın huzuruna çıkmak

ister misiniz? Kâfirleri dost edinenler ve onlara benzemek isteyenler onlardan olur. Onlar, zalimlerdir.

Zalimler olarak huzura varmak ister misiniz? Sözlerimi düşünün. Boşa konuşmadığımı anlayın. Haydi herkes

şimdi işinin başına, siz Allah'tan sizi korumasını isterseniz Allah sizi korur.

 

...

 

 

Gül Yetiştiren Adam'dan

Share this post


Link to post
Share on other sites

‎"Onlardan ayrı kalmışlığım şuramda duruyor ya. Bir zamanlar Eyüp Sultan Camii'nin avlusundaki çınarın dibini mekân tutmuş olan kanadı kırık leylekler vardı. Onlar kanatları kırık olduğu için öteki leyleklerle birlikte uçup göçemezlerdi. Kendimi, şimdi, bu dünyada onlardan mahrum kalmış o kanadı kırık mahzun leyleklere benzetiyorum. Hele de Erdem, Eyüp Sultan'da, uçmaya o avludan başladığından bu yana..."

(Rasim ÖZDENÖREN)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Müslümanın en etken tebliğ aracı bizzat yaşayışıdır.!

Share this post


Link to post
Share on other sites

üstad hayattayken büyükdoğudan ayrılıp mavera dergisini çıkarmalarını anlamış değilim..... üstadın ölüm yıldönümlerinde özellikle çok fazla gündemde değil sanki...fazla sessiz

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...