Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
kasvetli

Cinnet Mustatili

Recommended Posts

Gençler , hakiki gençler!.. Bu adam yolunuza fedadır.Eğer yetişmenizde ;çeyrek çeyrek asırdırzift çektikleri ,zulmet sıvadıkları ruhunuzun nesçlerini aralayıp mukaddes kıvılcımın girmesine yol hazırlama işinde de küçük bir emeğim varsa , bunu ebediyet tapusu kadar kıymetli sayarım.Bu adam yolunuza fedadır;ve siz mevcut oldukça bu topraklarda yaşanmaya değer bir hayat açılmasına ümitle bakılabilir.Gerisi hep kolay ,hep basit...Hapis ,işkence ,ölüm ,açlık sefalaet ,hakaret ...Hepsine dayanılabilir.

Başı boş bir serçe ağzından rastgele düşmüş bir tohumun bile kaybolmasına meydan vermeyen Allah'ım , bu gençlerin,böyle gençlerin büyük hasad gününe beni yetiştirsin !.....

 

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

 

Bizde hapishane, hiç bir suçun ıstırap ve intibah yatağı değil, her suçun tam teşekkül ve tekemmül akademisidir.O bir yılanlı kuyudur;ve bekçileri, içine değil yanlız kapağına hakimdir.Herkesi, her nevi insanı, kuyunun kapağını aralayıp buraya atarlar.Atılan, ister tırtıl veya solucan olsun...Ya kuyunun dibinde yılanlaşacak yahut yılanlara gıda olacaktır.

 

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

Zamanı öldürken, arada bir Gel! dediğimiz halde gelmeyen fikirle,zaman bizi öldürmeye başlayınca Git! dediğimiz halde gitmeyen fikir...İşte ruh sıhhati, bunların ikisi arasında olsa gerek...Gel! deninde gelen ve Git! denince giden fikirlerin sahibi, Allah' a sükretsin..

 

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Share this post


Link to post
Share on other sites
Gençler , hakiki gençler!.. Bu adam yolunuza fedadır.Eğer yetişmenizde ;çeyrek çeyrek asırdırzift çektikleri ,zulmet sıvadıkları ruhunuzun nesçlerini aralayıp mukaddes kıvılcımın girmesine yol hazırlama işinde de küçük bir emeğim varsa , bunu ebediyet tapusu kadar kıymetli sayarım.Bu adam yolunuza fedadır;ve siz mevcut oldukça bu topraklarda yaşanmaya değer bir hayat açılmasına ümitle bakılabilir.Gerisi hep kolay ,hep basit...Hapis ,işkence ,ölüm ,açlık sefalaet ,hakaret ...Hepsine dayanılabilir.

Başı boş bir serçe ağzından rastgele düşmüş bir tohumun bile kaybolmasına meydan vermeyen Allah'ım , bu gençlerin,böyle gençlerin büyük hasad gününe beni yetiştirsin !.....

 

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

 

Bizde hapishane, hiç bir suçun ıstırap ve intibah yatağı değil, her suçun tam teşekkül ve tekemmül akademisidir.O bir yılanlı kuyudur;ve bekçileri, içine değil yanlız kapağına hakimdir.Herkesi, her nevi insanı, kuyunun kapağını aralayıp buraya atarlar.Atılan, ister tırtıl veya solucan olsun...Ya kuyunun dibinde yılanlaşacak yahut yılanlara gıda olacaktır.

 

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

Zamanı öldürken, arada bir Gel! dediğimiz halde gelmeyen fikirle,zaman bizi öldürmeye başlayınca Git! dediğimiz halde gitmeyen fikir...İşte ruh sıhhati, bunların ikisi arasında olsa gerek...Gel! deninde gelen ve Git! denince giden fikirlerin sahibi, Allah' a sükretsin..

 

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

Necip Fazıl okumalarım bir otobiyografi olması nedeniyle "O ve Ben" eseri ile başlar.

Akabinde yine bir otobiyografi olan ancak Üstad'ın hapishane günlerini anlatan yer yer ağlatan yer yer tebessüme sevk eden "Cinnet Müstatili" eseri olmuştur. Tüm Kitaplarını bitirdiğim vakit tekrar okumaktan büyük haz alacağımı düşündüğüm bir nevi yakın tarih belgeseli.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

***

 

Ah biz;bizim halimiz! Mazlumlukta bu kadar da derinlere inilir mi? Biz indikçe karşı taraf, uzattıkça uzatıyor iten ayaklarını...

Tamamen kanuni haklarımız önünde nefes almak kadar tabii bir hareketçiği bile cinayet saydırıyorlar. Ortalığa hâkim sürüye galip, birkaç yaygaracı şirret yüzünden bir(katakomp) hayatı yaşıyoruz. İster istemez boşlukta mekân işgal etme hassasına malik olduğumuz için, biz 25 milyon Türk, bu 2,5 kişiden adeta af dilemek mevkiindeyiz. Bu halimizi görmüyorlar da, bizi irticai ayaklandırmakla suçlandırıyorlar. Hayır, efendim; asıl siz küfrü ayaklandırmak ve Müslümanları büsbütün ezdirmek için bahane arıyor ve buluyorsunuz!

 

***

 

'Bir mısraı bir millete şeref vermeye yeter!..' Bu söz benim iman tarafım belli değilken, o hengâmede, bugünkü düşman cephesinin en kodaman kalemlerinden biri tarafından hakkımda kondurulmuş teşhistir.

 

Yarabbi; nezdinde, kendimi, en aşağı müminlik mertebesinin ancak ayak tozlarını silmeye memur bir dereceye bile layık görmeyerek böyle bir iddiadan kemiklerim ürpererek kaydediyorum: Sadece senin dininden, hak olan yolundan, tek olan kapından nefret ettikleri için, nefret edilmek bana ne muazzam payedir! Bu payeyi bana sen, hayatım ve bütün insanların hayatı gibi, meccânen, yoktan, tek liyakat ve istihkâkım olmadan verdin; ve benim ağzımla değil, düşmanlarımın lisaniyle izhar ettin. Artık ben nasıl susabilirim? '

 

***

 

Küfür, varlık ve ruh hisarımızı baştanbaşa; taş taş yokladıktan sonra, bizi en zayıf bulduğu noktadan vurmak istiyor. O da, kendisini Müslüman sanan ve şuursuz bir şahadet kelimesi ve kalbin refakat etmediği beş vakit namazın sesi altında uyuyan insanları uyandırmak kabiliyetinde bir adam çıkınca, onu lekelemek, bu oyuna kolayca inandırmak; ve asırlar boyunca aldatılmış ve apıştırılmış olan bu kitleyi yine aldatıldığı vehmiyle dağıtmak, teker teker nefs deliğine kaçırmak, başsız ve rehbersiz bırakmak..

 

Anlıyor musunuz??? Allah rızası için bu hikmeti, anlayanlar anlamayanlara, bir kere, bin kere, milyon kere anlatsın! Sizin anlayacağınız, "Bu memlekette din serbesttir!" dedikleri şey, her ferdin, ikinci fertle bir irtibatı olmaksızın, kendisine benimsemekte güya hür olduğu o şuursuz şahadet kelimesiyle, kalbin ve idrakin refakat etmediği o beş vakit namazdan ibarettir. Böyle insanların ikisi, yirmi ikisi, yirmi iki bini veya yirmi iki milyonu da, iç halini bir yüz karası gibi gezdiren ve gizleyen bir tek fertten, tek fertçikten ibarettir.

Hâlâ mı anlamıyorsunuz???

 

***

 

Kapıları kırmak , camları zangırdatmak , toplantıları dağıtmak , rüzgarı bekletmek , dalgaları dondurmak , mezar taşlarını tırmalamak ve haykırmak ve herkesin beni deli sanacağı, şu basit , son derece basit sözü söylemek istiyorum; "Allah var, daha ne istiyorsunuz? İşte her an yeni , her derde deva , her gayrete mesned ebedi haber! Allah var fakat bizim ondan, yalnız sorulduğu zaman haberimiz var!.. O da yok!.."

 

***

 

Ne Malatya işini yapanların İslam ahlakı ve hikmetiyle alakaları vardı; ne de şimdi bana selam vermekten bile çekinenlerin böyle bir alakası var... Düşmanlarımız; gemi azıya almış olan küfür yobazları, bu yarım Müslümanlardan mı korkuyor? Ya tam Müslümanlarla dolu olsaydı bu diyar, ne yapacaklardı ?..

 

***

 

Beni seni olduğu kadar ahmak tahriklerini üfürenlerin nihayet bize değil, devlet büyüklerine hakaret ettiklerini, onları enayi farzettiklerini, aynı devlet büyükleri herhalde anlıyor.

 

***

 

Bu nevi müslümanları düşünüyorum da ürperiyorum! Günahı ayrı, fakat en küçük duygu ve tefekkür çilesi olmadan bedava imn sahipliğinin bir şaheseriydi bizim faturacı bey...

 

***

 

Gazetelerde bahsimiz uzaktan yakından yine tütüyor. Bu gün de şu: Güya mürteciler istanbul radyosuna bir tehdit mektubu göndermişler... Radyoda kadınların şarkı söylemesi günah olduğu için onları öldüreceklermiş...

 

Bir bu eksikti! Zavallı mürteciler, namevcut mahluklar!.. Böyle şeyleri onlar düşünmüyor, onların adına din düşmanları tasarlıyor.

 

***

 

Bizde hapishane, hiç bir suçun ıstırap ve intibah yatağı değil, her suçun tam teşekkül ve tekemmül akademisidir. O bir yılanlı kuyudur; ve bekçileri, içine değil yanlız kapağına hakimdir. Herkesi, her nevi insanı, kuyunun kapağını aralayıp buraya atarlar. Atılan, ister tırtıl veya solucan olsun...Ya kuyunun dibinde yılanlaşacak yahut yılanlara gıda olacaktır.

 

***

 

"Müslümanlığı meneden mi var; Müslümanları istedikleri gibi ibadetten, camilere dolup dinlerinin bütün icaplarını yerine getirmkten alıkoyan mı var?"

 

"Ah bü fikirler beni delirtti" demesi gibi Prens Hamletin, bu şeni tekerleme idrakimi yakıyor. Evet, Müslümanları meneden yoktur; yanlızca 25 mlyonluk bir kütlede her Müslüman, uyuzunu kaşır gibi bu halini en mahrem ve ferdi plana gömmeye, 25 milyoniyle böyle de olsa, iki buçuk ferdiyle içtimai ve maşeri sahada görünmemeye mahkum... Müslümanlığa meydan kapalı, gazete kapalı, kürsü kapalı, her türlü telin ve telkin ve ifade yolu kapalı, yanlız uyuzhane halinde doldurmalarına müsade edilen camiler açık.

 

Bu hal, ortada camilerin cesedini bırakıp ruhunu sinsice idam etmekten farksız; ve belki camileri alelen yıkmaktan beter! O halde bu memlekette Müslümanlar, 25 milyon kişi değil, pek yakında geberip gitmesini bekledikleri bir tek kişidir. Zra ferd halinde hür, fakat cemiyet halinde mahkumdur o... Mahkum eden de hususi bir (klik)...

 

***

 

_Size nasıl "güle güle!" desin? Ya beş yaşındaki çocuğu Büyük Doğu'cu diye tevkif ederlerse...

 

***

 

Göğü kapatabilirler, bizi üstümüzden kilitleyebilirler, dişlerimizi ciğerlerimize geçecek şekilde ikibüklüm oturtabilirler, fakat zamanı doldurabilirler miydi? Sadece bu teselliye yapıştım; ve duvardaki "ah"lar, "of"lar, yazılar, resimler arasına cihanın en derin sözlerininden bir tanesi bildiğim bir levha astım hayalen:

 

"Bu da geçer yahu!.."

 

***

 

Nefs bir köpektir, ve kendisi için değil, hak için girişilen işlerde bile kendisine pay çıkarmaya bakar. Hak için hazırlanan bir yemeye nefsin sevdiği unsurları katmamak ve ona hiçbir şey tattırmamak çok zor!

 

***

 

_Amma bu işin şaşmaz bir doğrusu var: gerçekten iman aşkı, cesaret, ümid, sabır, tevekkül... İnsanı yalnız bunlar kurtarabilir. Bunlarla dol ve ez kafasını ruhundaki ejderhanın!..

 

***

 

Bize bu acıları tattıranlara karşı Allah'ın en büyük intikamı, bu acılardan sonra ve bu acılar sayesinde ereceğimiz (erdiğimiz) ruh kuvvetidir. Ben bu satırları yazarken (ereceğimiz), siz bu satırları okurken (erdiğimiz) İnşallah... Dikkat edin; şimdiden "hamdolsun" diyorum.

 

***

 

...Bir de koğuşumun camekanlı giriş holünün arkasındaki Ebe Okuluyla, ta karşıdaki Haydarpaşa Lisesi arasında aşna-fişnalar...

Bu nebati mahluklar, yumurtasından çıkarçıkmaz suya koşan ördeklerin iç güdülerini ne de parlak temsil etmekte!...

 

***

 

Sabah, Merkez Komutanlığı... Tabutluklar dairesi...

 

1 metre genişlik ve 2-3 metre uzunluğunda, basık, içinde teneşirimsi tahta bir kerevet, boğucu, daha doğrusu çıldırtıcı hücre... Duvarlarda türlü türlü lekeler, tırmıklar, yazılar... Bir kan pıhtısı üzerinde insan saçları... Bu tabutluklardan bilmem kaç tanesinin yan yana sıralı olduğu bir dam altındayız.

 

Beni ikiye bölünüp kendi kendimi yemeğe mahkûm eden bu türlü yalnızlıkların üzerimdeki tesirini "Paşa Kapısı" bahsinde gördünüz. Hele böylesi?.. Ya burada günlerce bırakılacak olursam?.. Ölümden beter!..

 

Hücrenin kapısındaki delikten bana bakan ere bir pusula uzatıp kumandana götürmesini istiyorum. Kumandandan ricam beni bir an kabul etmesidir. Kabul ediliyorum. Beni alıp kocaman avludan geçiriyorlar, Kumandanlık dairesinde bir kat yukarıya çıkarıyorlar ve kapısında "Merkez Komutan Yardımcılığı" yazılı bir odaya sokuyorlar. Orta yerdeki masada kır saçlı, penbe yüzlü, mavi veya açık elâ gözlü, bir kurmay yarbay veya binbaşı oturuyor. Etrafında da, her halde beni görmek için toplanmış, muhtelif rütbelerde, 10-12 subay...

 

İsminin sonradan "Dâniş" olduğunu öğrendim kır saçlı kurmay sordu:

 

- Ne istiyorsunuz?..

 

Kendisine, hücrenin üzerimdeki hususî tesirini anlatıyor, bunun bir mizaç ve hassasiyet meselesi, benim için dayanılmaz bir işkence olduğunu söylüyorum. Sırf bir kıyas unsuru diye de, yanıma bir kedi verilse teselli bulacak derecede yalnızlık vahşetinden ürkmüş bir insan olduğumu anlatıyorum.Kır saçlı kurmay, gayet sinsi bir gülümseyişle lütufkârlığını gösteriyor:

 

- Peki, şimdi yanınıza bir kedi gönderirim!

 

Kedi yerine yanıma, iri yarı bir yüzbaşı gönderildi. Bu yüzbaşının bana söylediği tek söz şu oldu:

 

- O yazıları sen mi yazdın, namussuz?..

Ve yüzbaşı, eli, kolu, dili ve yolu bağlı adamı, posta erlerinin gözleri önünde, hallacın şilteyi dövmesi gibi, tokat, yumruk ve tekme altında hırpaladı. Gık demeden dayağı yedim. Ağzımdan süzülen bir kan şeridi, kendi acımı hissetmekten, ziyade kahramanımın edasını seyretmekten geri kalmadım.

***

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ağlayabilmek için ille yılanlı kuyuya düşmek mi lazım?... Asıl dünyanın en korkunç bir yılanlı kuyu olduğunu anlamak yetmez mi?"

 

Zor, çok zor bir gün.. Ama Allah, verdiği her zorluğu misillerce fazla kolaylıkla takip edecektir. Öyleyse kumbara gibi biriktiriyorum. Dayanmalıyım.. Sarfedenler! İflâs edeceksiniz. Biriktirenler! Kazanacaksınız!"

 

Karpuz...Hayatımın en büyük hediyesi...Ramazandı.Oruçluydum.Tanıdığım bir tüccar iftar yemeğimi hergün evinden,hususi otomobiliyle gönderirdi.Bende hapishane kapısının yanındaki ilk telörgüde yemeğimi beklerdim.Herkesin deliğine çekildiği o saatlerde bana izin verirlerdi.Yine böyle beklerken, bir gün ihtiyar bir adam telörgüye sokuldı.Üstü başı dökülen,amele kılıklı bir ihtiyar...Beni asla tanımadan "oğlum içeride bir Necip Fazıl varmış!...Şu karpuzu ona hediye getirdim;Allah rızası içingötürüp verir misin?" dedi.Gözlerim, hücum eden yaşlardan yangın içinde "ver, baba,hemen götüreyim!" dedim ve aldım.İşte,hasbi,her türlü nefis oyunundan uzak,Allah için verilen hediye...Bu meçhul Müslümandan tüten edayı ömrümce unutamam!...Keşke o karpuzu kesmeseydim;hep ona bakıp düşünseydim,İslam ahlakını fikretseydim,ağlasaydım,ağlasaydım.

 

Bunlar ve diğer anılar olsun beni benden alan düşündüren,gözlerimi dolduran;zannımca üstadın en çarpıcı kitabı.Ruhu şad olsun...

Share this post


Link to post
Share on other sites

^^Gençler , hakiki gençler!.. Bu adam yolunuza fedadır.^^ bu cümleyi harbiden kaçtane insan söyleyebilir hiç düşündükmü?

 

 

Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli,

Kırmızı tuğlalar altı köşeli.

Bu yol da tutuktur hapse düşeli...

 

Git ve gel... Yüz adım...Bin yıllık konak

Ne ayak dayanır buna ,ne tırnak!

 

çilene şahidiz üstadım.....ECRİNİ VERİR İNŞALLAH RABBİM

Share this post


Link to post
Share on other sites
^^Gençler , hakiki gençler!.. Bu adam yolunuza fedadır.^^ bu cümleyi harbiden kaçtane insan söyleyebilir hiç düşündükmü?

 

 

Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli,

Kırmızı tuğlalar altı köşeli.

Bu yol da tutuktur hapse düşeli...

 

Git ve gel... Yüz adım...Bin yıllık konak

Ne ayak dayanır buna ,ne tırnak!

 

çilene şahidiz üstadım.....ECRİNİ VERİR İNŞALLAH RABBİM

 

Amin

 

Rahmetlinin eserde Hüseyin Üzmez'i tanımlaması çok güldürdü.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstad bu eserde öyle bir çileyi tarif ediyor ki... Hem içim hem gözlerim doluyor... Sanki hiç akmayacakmış gibi... Bundan sonra rota çile rotası bu eser... Anlatılacak çile cinnet mustatilinden geçer...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yine böyle beklerden , bir gün ihtiyar bir adam tel örgüye sokuldu. Üstü başı dökülen , amele kılıklı bir ihtiyar... Beni asla tanımadan ''oğlum , içerde bir Necip Fazıl varmış !... Şu karpuzu ona hediye getirdim; Allah rızası için götürüp verir misin ?'' dedi. Gözlerim , hücum eden yaşardan yangın içinde''ver, baba, hemen götüreyim!''dedim ve aldım. İşte hasbi, her türlü nefs olyunundan uzak , Allah için verilen hediye...Bu meçhul müslümandan tüten edayı ömrümce unutamam!... Keşke o karpuzu kesmeseydim; hep ona bakıp düşünseydim, İslam ahlakını fikretseydim , ağlasaydım , ağlasaydım...

 

 

salı 13 ocak (CİNNET MUSTATİLİ syf:76)

 

Bir gün , bir çaylağın kaptığın güvercine bakıp , semaya diktiği gözlerinden sıcak yaşlar boşanan bir kanlı katil gördüm. Dondum kaldım.

 

Perşembe 15 ocak (CİNNET MUSTATİLİ syf:79)

 

Allah... Başka tek kelime söyleyemeyecek haldeyim.

 

Cumartesi 17 ocak (CİNNET MUSTATİLİ syf:81)

 

Boyuna namaz kılıyorum. Hayatta tek gayenin secde ede ede alnını yaralamaktan başka bir şey olmadığını anlıyorum.

 

Pazar 18 ocak (CİNNET MUSTATİLİ syf:82)

 

Adnan Menderes'in Antep nutku... Tamam ... Seni kaybettik Adnan Menderes; ve kazananlar kazandı... Ne de sevmiştim seni ; ne de ümit bağlamıştım sana ! Yine de ümitliyim!

 

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

''Müslümanlığı meneden mi var ; Müslümanlar istedikleri gibi ibadetten , camilere dolup dinlerinin bütüp icaplarını yerine getirmekten alıkoyan mı var ?''

''Ah , bu fikirler beni deli etti!'' demesi gibi prens hamletin , bu şeni tekerleme idrakimi yakıyor. Evet müslümanları meneden yoktur; yalnız 25 milyonluk bir kütlede , her Müslüman , uyuzunu kaşın gibi bu halini en mahrem ve ferdi plana gömmeye , 25 milyoniyle böyle de olsa , iki buçuk ferdiyle içtimai ve maşeri sahada görünmeye mahkum... Müslümanlığa meydan kapalı, gazete kapalı , kürsü kapalı , her türlü telkin ve ifade yolu kapalı , yalnız uyuzhane halinde doldurmalarına müsaade edilen camiler açık... Bu hal , ortada camilerin cesedini bırakıp ruhunu sinsice idam etmekten farksız; ve belki camileri alenen yıkmaktan beter ! O halde bu memlekette müslümanlar 25 milyon kişi değil , pek yakında geberip gitmesini bekledikleri bir tek kişidir. Zira ferd haline hür , fakat cemiyet halinde mahkumdur o... Mahkum eden de , huhusi bir (klik)...

 

Salı 20 ocak (CİNNET MUSTATİLİ syf : 85)

 

Kırk günüm doldu. Ben de, bağrım, kalb nahiyemin üstü köpek memeleriyle dolu, tabanımdan tepeme kadar ateşle doldum.

Yalnızlık yırttı benim ruhumu Allahım; kendimi sana teslim ediyorum!

Share this post


Link to post
Share on other sites

öyle bir eser ki necip fazıl'ın o büyük bunalımını iliklerimize kadar hissediyoruz.. üstadın yılanlı kuyu diye adlandırdığı hapishanede onun acılarına ortak oluyor ve onu biraz daha iyi anlıyoruz.

Share this post


Link to post
Share on other sites

_Allah'ım yetiş!

 

Ondan başka hiçbir şey, hiçbir şey, ne akıl, ne fikir, ne gök, ne ışık, ne sahil, ne ufuk, ne devlet, ne insan, ne dost, ne evlat, ne ilaç, ne doktor, hiç bir şey görmüyordum, bilmiyordum; O, şey değil, her şeyi şey yapan mutlak kudret! ... Fakat her şeyin şeyliğini onun tecellisiyle kaybeder gibi oluyordum. Eşyaya dönemiyor ve O'na kaçamıyordum.

 

Beni, taştan ve demirden aciz hapishaneye insanlar attı; köpükten ve zardan kudretli hapishaneye ise O koydu. O'ndan başka kim çıkarabilir!..

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

TERLİKLERİN ÇİVİSİ

 

Ne haller geçirdiğimi şurdan anlayın ki, Hafız Abdulkadir'in giymem için bana verdiği terliklerin çivisi, evvela çoraplarımı sonra da tabanlarımı delik deşik ettiği halde, hapishanenin kundura atölyesine kadar çıkıp onları vurduracak kuvveti aylarca kendimde bulamadım. Kan içinde tabanlarla aylarca cinnet mustatilinin üzerinde, gittim,geldim..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yağmur altında ipte kalmış, her noktasından şıpır şıpır damlayan siyah bir başörtüsü gibi bu akşam da, gözyaşı hissesini benden bol bol tahsil etti. saat 8'e 20 var.. sobamda da, hapishane kantininde gaz kalmadığı için, yakacak bir şey yok.... Üşüyorum...... Ve... Ve ağlıyorum..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Annem, sevgili annem, topuğundan başörtüsüne kadar Müslüman annem geldi, küçük deliğin daracık çerçevisinden mübarek yüzünü gösterdi ve şu haberi verdi:

 

-Sana bir müjde getirdim! Bir kızın dünyaya geldi! Öyle sıhhatli, öyle güzel ki... Çok kolay ve rahat doğdu. Bunda büyük bir hayır ve işaret var!

 

Deliğin öbür tarafında, heyecanımdan çarpıldım, kaldım.Mahpus babanın kızı... Dokuz aylık inkişaf hapsini bitiren ve dünya ışığına çıkan evlâdım... Babası tam zulmet kuyusuna atılınca dünya ışığına çıkan evlâdım...

 

İnşallah babası da onun gibi tam dokuz ay on günlük inkişaf hapsini bitirir ve ışığa kavuşur. Malum ya, tam dokuz ay güne mahkumum...

 

Syf: 58

Share this post


Link to post
Share on other sites

Allahın en büyük nimetlerinden biri zaman...Olmak, bir şey olmak, en büyük şey olmak, geçmeyen âna ulaşmak için o merdivenlere muhtacız. Böyle iken, bu en muhtaç olduğumuz şeyden en çok nefret ederiz. Bir çoğumuz, ağzıyle veya fiiliyle hayatı şöyle belirtir:

 

- Zaman geçirme dâvası, vakit öldürme işi!

 

Ve zaten, bizim öldürdüğümüz değil de, bizi öldüren zaman, istesek de istemesek de, minicik filim kareleri gibi, ezelle ebed arası iki çark içinde akar, gider. <<Dur!>> de, bakalım duruyor mu?

 

Fakat kendisini öldürene, ebediyyen kaybettiği sonsuz nimeti gizlice ihtar eden, yahut, saklayan, buna rağmen o kadar tatlı gelen zaman, bir de en karşı durulmaz, dehşetlerin yakıcı, kül edici planı oluyor. Ve ne getirirse onun rengini alıyor, onun şekline bürünüyor. Kendisinin ne rengi var ne şekli... Ve nihayet, kâh geçtiği için hayıflanıyor, kâh geçmediği için kızılıyor, kâh, geçmesi için her şey yapılıyor, kâh geçmemesi için hiçbir şey yapılmıyor. Ve o yalnız geçiyor.

 

Bakın siz Allah'ın <<iyi>> ve <<kötü>> de müşterek lutf ve rahmetine ki, haliniz acı olunca da tatlıyı vâdediyor.Zira geçiyor.İlahi sıfatın, mebsut ve makus kutupları bir daire içinde oynatan ne müthiş, ne müthiş tecellisi!...

 

İmdi, ben şu makamdayım; Çok şükür Allah'ım zaman geçiyor!

 

Bunu söyleyebilmek, bununla avunabilmek?...

 

Hikmet savurduğumu sanmayın! Başımı ve ayaklarımı kaptırdığım mücerretler falakasından, teninize okşamaya benzer bir temasla küçük bir kızılcık değneği dokunduruyorum. Ucu çivili kamçılarla gelen ve her defasında kalbimden bir zar söken büyük darbeler bana kalıyor.

Göğü kapatabilirler,bizi üstümüzden kilitleyebilirler, dişlerimiz ciğerlerimize geçebilecek şekilde iki büklüm oturtabilirler, fakat zamanı durdurabilirler miydi? Sadece bu teselliye yapıştım; ve duvardaki <<ah>> lar, <<of>> lar, yazılar, resimler arasına, cihanın en derin sözlerinden bir tanesi bildiğim bir levha astım hayalen:

<<Bu da geçer yahu!..>>

//Cinnet mustatili adlı eserden iktibas edilmiştir. b.d yayınları, Syf.110//

Share this post


Link to post
Share on other sites

SECİYE

Gazetecilerin garda bana suali:

̶ Cevat Rıfat'ın hakkınızdaki iddilarına ne dersiniz?

 

Malatya'ya gönderilmek üzere benden birkaç gün evvek tevkif edilen bu zat, benim için gazetecilere şöyle demişti:

 

̶ Kumarbaz,madrabaz, istismarcı, korkunç adam!...

 

Sözlerini, bir iki gün evvel Paşakapısındaki işkence hücremde, o dile gelmez acılar içinde okumuş ve Allaha yönelmiştim:

 

̶ Yarabbi, bu adamı sana havale ederim!

 

Nefretimden, hüznümde, Allah ve ahlak için duyulan tiksinme hissimden erimiştim. Ben kumarbaz mıyım, madrabaz mıyım, istismarcımıyım, bu hususta bir müdafaam yok Üstüme atılan pisliklerin belirttiği kasd önünde, ben bu işin müafaasını bile zillet sayarım ; ve kendimi hamdolsun böyle müdafaadan berî görürüm. Ama kumarbaz da olsam, madrabaz da olsam, istismarcıda olsam, düşman cephenin Allah ve peygamber dostluğu yüzünden deliğe tıktırdığı bir adamı güya aynı isnatla aynı deliğe tıkılan başka bir adam,nasıl bu sıfatlarla suçlandırır; ve nasıl karşı cepheye, hem şahsı, hem de benim için böyle bir silah teslim eder?.. Benim kumarbazlığım, madrabazlığım,istismarcılığım, hiç olmazsa bir isbat işi, bir «acaba?» mevzuudur değil mi?..Fakat böyle olsam da hakkımda böyle bir adam tarafından sarfedilmemesi gereken bu sözlerin belirttiği küçüklüğün karşısında «acaba?» ya yer var mıdır?

 

Gazetecilere dedim ki:

 

̶ Benim için bunları iddia eden adam hakkında ben hiçbir şey söylemiyeceğim; yalnız bir noktayı işaret edeceğim: Farzedin ki, dedikleri doğru!.. Fakat aynı dâvaya bağlı sanılan ve aynı çileye çarptırılan bir adamın, bunları söylemesi, hangi mezhep ve itikadın ahlâk ölçüsüne sığar?.. Bu iddialara karşı ben öyle bir mevkideyim ki, onları çürütmeğe aslâ tenezzül etmeksizin, onları söyleten seciyenin çürüklük derecesine, isbatı bizzat kendinde olarak, herkesin dikkatini çekerim!

 

 

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

Osman, Allah' tan kaçma, Allah' a kaç!.. O'ndan kaçacak yer olmayışını, O'na kaçmaktan başka çare bırakmayan bir hikmet diye anla!.. Bu hikmet, seni Allah'a isyan ettirmesin teslim ettirsin!.. O'na teslim ol Osman ve kurtul!.. Büyükler O'na: Senden sana sığınırım! demişler... Sen de böyle düşün!

 

Osman hep taş parçalarıyle oynuyor, acı acı gülümsüyor ve cevap vermiyor.Arkadaşları kendisinin arada bir saçmaladığını ve adeta bir iman hatasına düştüğünü sanıyorlar.Onlara diyorum ki:

 

-Bakın; aranızda, hepinizden az okumuş, şalvarlı Osman Dursun kadar derinini ve mesele sahibini göremiyorum dersem ne cevap verirsiniz? O, tevhid denizinde boğulmuş halde... Yalnız Allah'ı görmekte ve başka hiçbir şey görmemekte... Düştüğü hata da, ızdırabından geliyor; o ızdırap noktasında muhafazası çok zor olan tenzih ölçüsü elinden kaçıyor. Hepsi bu kadar! Onun imanından şüphe etmeyelim ve tenzih ölçüsünü muhafaza şartıyle onun kadar derinleşmeğe çalışalım!... Nitekim söyleyin, hiç namazını, ibadetini bıraktığı var mı?

 

- Hayır, hiç bırakmıyor, intizamla kılıyor.

 

Osman'a hitap ediyorum:

 

-Namazını bırakmadığın gibi tenzihide bırakmasan olmaz mı, Osman?

 

-Sen ne diyorsun, üstad, yapan hep O değil mi? İşte Osman'ın hep takıldığı, tekmeleyemediği, aşamadığı pürüz noktası!.. Bu nokta gelince devriliyor.

 

-Osman, hiç düşünme, doğrul, ayağa kalk, için şevkle dolsun; Derdimi veren Allah onu alacaktır! de ve at yükü sırtından...

 

Osman aynı sabit ve içine mıhlı gözlerle yüzüme bakıyor ve susuyor.

 

Öbür Osman, Osman Yüksel, büyük ruh faciasını yaşamaktan gelen marazi bir tebessümle dolu...Öbür çocuklar, kendilerini yakmayan bir ateşi uzaktan seyrediyorlar. Yasin'cik hep beninmle meşgul...

 

Biraz sonra revire dönerken, daracık azap yolunda düşünüyorum:

 

- Osman'a söylediğin sözü kendine söylesene!.. Hiç düşünme, doğrul, ayağa kalk, için şevkle dolsun; "Derdimi veren Allah onu alacaktır!" de ve at yükü sırtından!.. Başkasına söylerken o kadar doğru bulduğun bir ölçüyü, kendine söylerken mi yanlış buluyorsun?.. Hayır, aslâ, katiyen, değil mi?.. Ölçü mutlaka doğru!.. Öyleyse niçin geçiremiyorsun lâfını kendine?...

 

Ne bileyim ben?... Hikmet ve esrar..

 

Cinnet Mustatili/ Bizimkiler/syf: 168-169

Share this post


Link to post
Share on other sites

Toptaşı Cezaevinde, bir buçuk sene içinde, ayrıca bir kaç yıllık kaza namazı kıldım ve bulutlar dolusu ağladım.

 

Bugün tek hasretim, işkence şartlarından uzak olmak şartıyle o gözyaşı... O kadar ezildiki orada nefsim, zindandan çıkınca benden intikam almaya kalktı ve ilk iş olarak gözlerimi kuruttu. 1962 başından beri gözlerim kurumuş çeşme; ve ben, göz yaşından uzak kaldıkça, fikir ve harekette ne olursam olayım, duyguda bir kütükten farksızım...

 

Göz yaşını kaybeden , gözlerine biber doldursa yeri...İsrail oğullarından biri Allaha hitap ediyor:

 

-Yarabbi, ben ne günahlar işledim ve sen bana onların cezasını vermedin!

 

Allah onun peygamberine vahyediyor:

 

-Git ona deki, ben kendisine cezaların en büyüğünü verdim ama, farkında değil...Ondan gözyaşı ve duayı kaldırdım!

 

Herkesin kahkahadan hoplayacağı,zıplayacağı sözde saadet şartları içinde, beni bulutlar dolusu göz yaşı nasibine kavuştur, Allahım!

 

Ağlayabilmek için ille yılanlı kuyuya düşmek mi lâzım?... Asıl bu dünyanın en korkunç bir yılanlı kuyu olduğunu anlamak yetmez mi?

 

...

Share this post


Link to post
Share on other sites

DÖRT KÖŞE MEYDAN……….

Yarabbi; (11 Mayıs 1953 Pazartesi akşamı, Ankara Hapishanesi revirinde dişçi odası, saat 7.30) bu satırları karaladığım, şu anda, senden, bu dünya cehennemine bir kartpostala bakar gibi, yanmadan ve kavrulmadan, sadece ibret ve haşyet gözüyle baktıracak ruh kuvvetini istiyorum. Yarabbi, bu kuvveti bana ver; ve içinde yandığım alevleri, onlardan alınacak ders ve ahlâk mahfuz, içimde kartpostallaştır! Onu kendime ve bütün dünyaya, senin için, hikmetlerin adına, emniyet ve hâkimiyetle gösterebileyim...

Ah, bu dört köşe meydanın, çepçevre dört çizgi halindeki yollarında duyduklarım!.. Eğer Allah ile aramdaki sırların hududunu örselemek korkusu olmasaydı, birkaç kelimeyle sizi fena edebilirdim. Tek kelime dinleyemez hâle gelir ve etinizden kılçık çeker gibi, bu bahsi kafanızdan atmaya, çıkarmaya, itrah etmeye, kayyetmeye mecbur kalırdınız.

Var ne, yok ne, ayniyet ne, zıddiyet ne, tek ne, çift ne, adet ne?...

"- Hiçbir nefse takatından fazla yüklemem!"

Buyuran Hakka ne diyebilirdim?.. Çekiyordum, çekecektim. Halimden sadece (fizyolojik) bir iki tezahür kaydedeyim: Sinirlerim o hâle gelmişti ki, dört köşe meydanın pencerelerinden gözüme çarpan Malatya ışıklarını sarımtırak beyaz değil de, kırmızı, kan rengi kırmızı görüyordum. Süt beyaz kara baksam yine o renk... Ve dehşetler içinde görüyordum ki, yatağımda veya dışarıda ve daima herkesten gizliyordum ki, gözyaşları, artık gözümden, (firijider)den çıkmış gibi, buz gibi gelmektedir. Katiyen insanı kandırmıyan ve cümudî bir bünyeden sızdığı hissini veren bu soğuk, buzdan soğuk göz yaşlarını, 40 küsur yıllık hayatımda ilk defa olarak, Malatya'da görüyordum. Bir müddet sonra, Kâinatın Efendisine, Peygamberlerin Başbuğuna ait bir düstur olarak öğrendim ki, en makbul gözyaşı, ruhanî gözyaşı buymuş; gözden buz gibi gelen yaş... Fakat ben kendimi böyle bir hâle lâyık görmediğim için teselli hissemi çıkaramıyordum.

Bu hâlin, farkındasınız, ruhî arazlarını tam anlatamıyorum; onlar bende kalacak, belki tohumlaşıp, nice esere gövde verecek, fakat aslâ oldukları gibi gösterilmeyecek ve dudaklarımın ucunda kalmış olarak benimle mezara girecektir. Fakat sakın bunları, telâfisi derhal mümkün ve çoğu maddeye bağlı dünya sıkıntılarına ait şeylerden doğma sanmayın!

Elektrikleri kesilmiş evim, açlığa bırakılmış çocuklarım, matbuat isimli esatirî yalan ve tezvir makinesine duyduğum hınç, dâvamızı içeriden ve dışarıdan sürükledikleri çıkmaz, çamaşırlıktaki namaz takkelerine kadar didiklenen Müslümanların hâli, artık bana "Mektubunu aldım, fakat ürküyorum, cevap veremem" demekten bile korkan dostların vaziyeti... Bütün bunlar belki sıkıntılarımın başıydı, ilk kritikleriydi. Fakat yangın çıktıktan sonra bunlara yer kalmadı. Bunların hepsi birden ikinci plâna geçti. Sadece ilâhî hikmet, mücerred çile, yanmak için yanmak, Allah için yanmak... Bunlar kaldı. Bunlar ve ben... Bulunmazı bulmaya, düşünülemezi düşünmeye, muhali kurcalamaya mahkûm ben:

-Nokta ne, çizgi ne, satıh ne, cisim ne, renk ne, ışık ne, ruh ne?.."

Share this post


Link to post
Share on other sites

Karpuz...Hayatımın en büyük hediyesi...Ramazandı.Oruçluydum.Tanıdığım bir tüccar iftar yemeğimi hergün evinden,hususi otomobiliyle gönderirdi.Bende hapishane kapısının yanındaki ilk telörgüde yemeğimi beklerdim.Herkesin deliğine çekildiği o saatlerde bana izin verirlerdi.Yine böyle beklerken, bir gün ihtiyar bir adam telörgüye sokuldı.Üstü başı dökülen,amele kılıklı bir ihtiyar...Beni asla tanımadan "oğlum içeride bir Necip Fazıl varmış!...Şu karpuzu ona hediye getirdim;Allah rızası içingötürüp verir misin?" dedi.Gözlerim, hücum eden yaşlardan yangın içinde "ver, baba,hemen götüreyim!" dedim ve aldım.İşte,hasbi,her türlü nefis oyunundan uzak,Allah için verilen hediye...Bu meçhul Müslümandan tüten edayı ömrümce unutamam!...Keşke o karpuzu kesmeseydim;hep ona bakıp düşünseydim,İslam ahlakını fikretseydim,ağlasaydım,ağlasaydım.

Bu pejmürde kılıklı meçhul ihtiyar, İslam ahlakına bürünmenin ne güzel bir örneği… Getirdiği hediyeyi alanın, vereceği kişi, yani Necip Fazıl olduğunu bilse belki de veremeyip dönüp gidecek… Verdi diyelim, utangaç bir halde, yüzü kızararak… Allah için verenlere, Allah’ın neler vereceğini düşünmek lazım. Yalnız Allah için olmalı, bundan gayrisine itibar yok. Allah dostlarından biri köy köy, kasaba kasaba dolaşır insanlara nasihat edermiş. Birgün bir köyün yakınlarına geldiğinde içinden taze ekmek, sıcak yumurta yemeyi arzu etmiş. Köyde belki yeme fırsatım olur demiş. Köye girer girmez yaka paça tutup bir ağaca bağlamışlar onu. Hırsızlık olmuş köyde ve yabancı olduğu için onun yaptığını düşünmüşler. Ben değilim dese de nafile… 70 sopa vurmuşlar mübarek sırtına. Yoldan geçen biri tanımış Allah dostunu. Durun demiş, ne yapıyorsunuz, bu vurduğunuz Ebu Turab Nahşebi Hazretleridir. Utançla çözmüşler ipi, ellerine kapanıp af dilemişler. Evlerine davet edip, taze ekmek, sıcak yumurta ikram etmek istemişler. Ebu Turab Nahşebi Hazretleri, sizin bir suçunuz yok demiş. Buraya gelirken aklımda yalnız Allah rızası için size nasihat etmek vardı. Fakat nefsim beni taze ekmek ve sıcak yumurtayla aldatıp, amacımdan saptırmaya kalktı. Gördün mü ey nefsim! Taze ekmek ve sıcak yumurtanın karşılığı 70 sopaymış!..

 

Cebinde, zaten az bulunanı paylaşanlar yok mu… Nasıl yapabilirler bunu? Yalnız O’nun için vermek nasıl bir şey?

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Karpuz...Hayatımın en büyük hediyesi...Ramazandı.Oruçluydum.Tanıdığım bir tüccar iftar yemeğimi hergün evinden,hususi otomobiliyle gönderirdi.Bende hapishane kapısının yanındaki ilk telörgüde yemeğimi beklerdim.Herkesin deliğine çekildiği o saatlerde bana izin verirlerdi.Yine böyle beklerken, bir gün ihtiyar bir adam telörgüye sokuldı.Üstü başı dökülen,amele kılıklı bir ihtiyar...Beni asla tanımadan "oğlum içeride bir Necip Fazıl varmış!...Şu karpuzu ona hediye getirdim;Allah rızası içingötürüp verir misin?" dedi.Gözlerim, hücum eden yaşlardan yangın içinde "ver, baba,hemen götüreyim!" dedim ve aldım.İşte,hasbi,her türlü nefis oyunundan uzak,Allah için verilen hediye...Bu meçhul Müslümandan tüten edayı ömrümce unutamam!...Keşke o karpuzu kesmeseydim;hep ona bakıp düşünseydim,İslam ahlakını fikretseydim,ağlasaydım,ağlasaydım.

Üstadın bu hatırası bana Shakespeare'in Huysuz Kız adlı eserinde geçen enfes bir vecizeyi hatırlattı. Tam da bu yaşlı amcaya uygun :

 

"En kara bulutlar arasından bile güneş nasıl ışırsa,

En sade giysilerden bile dışarı vurur insanın onuru."

Share this post


Link to post
Share on other sites

Cinnet Mustatili; Üstâd'ın en önemli eserlerinden biri; herkes okumalıdır, okumadan Üstâd'ı tam olarak anlayamazsınız öncelikle bunu belirtmek isterim ...

 

Cinnet Mustatili'nden bir bölüm önemlidir, ve yazıyorum ...

 

* Bir kere, derin bir vecd içinde, mürşidim efendim, Abdülhâkim Efendi hazretleri; yüzüme bakmadan, ağlamaklı bir sesle buyurdu;

 

- Sen hasta olma!...

Daha sonra şöyle:

- Keşke bu kadar zeki olmasaydın!...

Ve şöyle:

- Allah seni iki cihanda aziz etsin!...

 

Hayalimde bunlar, gözyaşılarıyla kıbleye dönüyor, ellerimi açıyor ve yalvarıyorum;

 

- Allah'ım, sana açtığım bu eller, benim değil onun elleridir. Sana onun elleriyle yalvarıyorum. Beni hasta etme!.. Beni kâfir saflarına rezil etme!.. Sen hasta olma! diyen Efendimin duasını kabul et!.. Beni zeki yarattığın kadar, ıstırabımı ver, fakat çaremi ve şifamı da lutfet!.. Ben iki cihanda aziz et!...

 

 

- Ruhu şâd olsun -

Share this post


Link to post
Share on other sites

Akşama kadar olduğum yerde mıhlı kaldım. Gece... Hususî bir abdest aldım, kıbleye döndüm, diz üstü oturdum. Elimde Kur'ân... Bir Fâtiha ve on bir ihlâs okudum. Kâinatın Efendisine bağlı olan Altun Halkanın ruhaniyetlerine bürünmeye çalıştım. Böyle bir kisveyle Allah'a yalvardım:

 

-Rabbim. İşte elimde Kitabın!.. Üç şeyi bilmek ve üç notka hakkında Kitabından emir almak istiyorum.Müslümanlıkta fal şirktir.Bense senin Kitabını nefsanî tecessüs iştahlarına âlet edecek insan değilim. Fakat sana bağlı işlerde senden yol arayan ve işaret bekleyen bazı büyüklerin yaptığı gibi, ancak senin yolundaki davranışlarıma ve halime ait, yine senden işaret bekliyorum. Her üç niyetim için birer defa Kur'ân'ı açacak ve sağ sayfanın üstündeki ilk âyeti, zahirî mânasiyle cevap kabûl edeceğim.Gaibi senden başkasının bilmediğine inanıyorum ve senden ancak niyaz ettiğim mânada işaretler bekliyorum. Lûtfet !

 

 

Ve Allah'ın kitabını, üç kere, üç niyetime göre açtım.

Birincisine çıkan cevabın zahirî mânası:

 

''Şimdi sana dedikleri gibi,senden evvelki ümmetlere de hiçbir resul gelmedi ki,onun için sihirbaz ve mecnun dememiş olsunlar!''

 

(Zariyat Sûresi - 52'inci âyet meâli)

 

İkincisine çıkan cevabın zahirî mânası:

 

''Senden onun saatini sorarlar;de ki,onu ancak Allah bilir;belki de yakındır!''

(Azhap Sûresi - 63'üncü âyet meâli)

 

 

Üçüncüsüne çıkan cevabın zahirî mânası:

 

''Öbür peygamberlere vahyettiğimiz gibi ,sana da emrimizden bir ruh vahyeyledik.Sen,Kitap ve iman nedir,bilmezdin.Fakat biz o kitabı ve imanı bir nur eyledik ki,kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola çekelim...''

(Şûra Sûresi - 52'inci âyet meâli)

 

 

Niyetlerimi bilmiyorsunuz; ben de bildirmek niyetinde değilim.Fakat muratlarıma bunlardan daha uygun birer cevap, daha isabetli birer tecelli olamazdı.

Başım, duvardaki lekenin üstünde, hep bunları düşündüm ve öylece sızdım.Uykumda yağmur sesleri...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstad her ne kadar niyetlerimi bilmiyorsunuz,bildirmek niyetin de değilim desede çıkan ayetlerden tahmin yürütmek zor olmasa gerek diye düşünüyorum.Üstadın cinnet mustatili kitabı ,fikir ve çile adamının hayatının en güzel örneği işte budur dedirtecek cinsten..Şu cuma günü mekanın cennet olsun üstad...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...