Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

gece güneşi

Editor
  • Content Count

    162
  • Joined

  • Last visited

Community Reputation

7 Nötr

About gece güneşi

  • Rank
    Gayretkâr Üye
  • Birthday 05/10/1988

İletişim Yolları

Profil Bilgisi

  • Cinsiyet
    Bayan
  • Nereden
    Bursa
  1. gece güneşi

    O Var!

    O VAR Her defa haberi taze bir müjde; O var! Her defasında geç, gafletten vecde; O var! Ne sen varsın, ne ben, ne yâr, ne kimse; O var! Bütün sevdiklerin elden gittiyse; O var! Kalacak kim var ki dost tomarından? O var! Sana daha yakın şahdamarından; O var! Arama, ilâç yok eczahanede! O var! Gayede, sebepte ve bahanede; O var! Sevdiğini ebed boyu tutan dinç; O var! Ölümsüzlük şevki, İlâhî sevinç; O var! Yıkılmaz dayanak, kırılmaz destek; O var! Tekten de tek, bir tek, tek başına tek; O var!
  2. TAKVİMDEKİ DENİZ Ölüm ve Üstad... Ölümün Üstad'ın şiirindeki yeri o kadar büyüktür ki, Çile başyapıtının bir bölümü ölüme ayrılmıştır. Tabi bu, ölümün sadece bu bölümdeki şiirlerle sınırlı kaldığı anlamına gelmiyor, çünkü Üstad neredeyse her şiirinde umut ve ölümü ustalıkla bir arada barındırmayı bilmiştir. Belki de Çile'yi okuyan insanlar üzerinde küçük bir anket çalışması yapılsa ve aklınızda en çok kalan şeyi tek kelimeyle ifade eder misiniz diye sorulsa, verilecek cevaplarda en fazla ölüm mefhumu yer alır. Üstad ve ölüm mefhumu öyle bütünleşmiştir ki, Üstad’ın ölüme bakışı bir çok makaleye hatta kitaba konu olmuştur. ( Necip Nazıl şiirinde ölüm senfonisi-Ekrem SAĞIROĞLU ) Üstad’ın iç dünyasının yansıması olan şiirleri okunduğu zaman, birçok şiirin ortak özelliğinin ölüme duyulan özlem ve mutlak huzur için terk-i dünyanın şart olduğu görülür. "An oluyor bir garip duyguya varıyorum, Ben bu sefil dünyada acep ne arıyorum?.." diyen Üstad bu garip duygudan kurtulmasının panzehirini de şöyle dile getirmektedir: "Ölüm ölene bayram, bayrama sevinmek var Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var" Üstad'ın ölüm konusundaki görüşleri ciltler dolduracak kadar inceleme ve araştırmalarla ele alınabilecek değerdedir. Ama Üstad Takvimdeki deniz şiirinde ölümle ilgili düşüncelerini öyle güzel özetlemiş ki, aslında hiçbir açıklamaya yer bırakmamış. Bize düşen O’nun öz olarak verdiğini naçizane birkaç kelimeyle sunmaya çalışmak oluyor: TAKVİMDEKİ DENİZ Üstad bu şiirde ölümü deniz kisvesine büründürerek karşımıza çıkartıyor. Ölüme duyulan hasretin büyüklüğü denizin derinliğiyle vücut buluyor: Hasreti denizlerin, Denizler kadar derin Ve o kadar bucaksız... Kendisini içine çekecek olan deniz, ömrün günlerinin tükenmesiyle gün ışığına çıkan ölüm gibi yaprakları tükenmiş, kullanılmış bir takvimde tüm haşmetiyle çalkalanıyorken çıkar karşısına: Ta karşımda, yapraksız, Kullanılmış bir takvim... Üzerinde bir resim: Azgın, sonsuz bir deniz; Kaygısız, düşüncesiz, Çalkanıyor boşlukta. Kendisinin ölüm karşısındaki acizliğini belirtmek istercesine, kendisini, gördüğü gemiyi denizin içinde bir nokta olarak tasavvur ediyor: Resimdeyse bir nokta: Yana yatmış bir gemi... Kaybettiği âlemi Arıyor deryalarda. Birden resmin içinde buluyor kendisini. Ve kendisini kaybetmesine yol açıyor bu yolculuk: Bu resim rüyalarda Gibi aklımı çeldi; Bana sahici geldi. Geçtim kendi kendimden, O kadar kendisini resmin içinde hisseder ki, artık denizin ıslaklığını yüzünde, yosunlarını ise ciğerinde hissetmektedir: Yüzüme, o resimden, Köpükler vurdu sandım; Duymuş gibi tıkandım, Ciğerimde bir yosun. Artık önüne hiçbir engelin çıkamayacağına ve hasretini çektiği denize varacağına bütün benliğiyle inanmaktadır.Ve eğer varamazsa bu hasretin onu yakacağını belirtirken denize kavuşmanın bir yok oluş değil, asıl kavuşamamanın onun için bir yok oluş olacağını dile getirmektedir: Artık beni kim tutsun? Denizler oldu tasam. Yakar, onu bulmazsam, Beni bu hasret, dedim, Varırım, elbet, dedim, Bir ömür geze geze, Takvimdeki denize. Birden o kadar hasretini çektiği vuslatla karşılaşınca hayretler içinde kalır. Hem bekler, hem de yüz yüze gelince şaşkınlığa düşer. Birden odasının içine denize yolculuğun habercisi olarak meltem dolmuştur. Artık yolculuğun başlayacağının hem eşyalar hem de kendisi farkındadır. Yolculuğun başlayacağının farkına varan eşyalar birden odada kıyamet koparırlar: Ne var, bana ne oldu, Odama nasıl doldu, Birdenbire bu meltem? Ve dalgalandı perdem, Havalandı kâğıtlar. Odamda kıyamet var! Vuslat habercisi olan meltem birden kanı donduracak bir etki oluşturur. Evet, bekleniyordur ama hesap edilmeyen bir şeyler vardır sanki. Her ne olursa olsun artık başlamıştır yolculuk: Ah yolculuk, yolculuk! Ne kadar baygın, soluk, O gün bizde betbeniz; Ve ne titrek kalbimiz Ve eşyamız ne küskün! İşte şimdi yolculuğun en azılı engelleyicileriyle karşı karşıyadır: Yola çıktığımız gün, Bir sıraya dizilmiş, Gözyaşlarını silmiş, Bakarlar sinsi sinsi. Denize hicretin bir ayrılık, bir kopuş, bir terk ediş olduğunu gösteren sahne yaşanmaya başlamıştır. Birden her şey değişir: Niçin o ânda hepsi, Bir kuş gibi hafifler, Arkadan geleyim der? Niçin o güne kadar, Dilsiz duran ne kadar Eşya varsa dirilir, Yolumuza serpilir? Ufak böcekler gibi, Gezer onların kalbi, Üstünde döşemenin. Şimdi kendisini bir karmaşıklığın ortasında bulur. Ama vuslat zamanı gelmiştir ve titrek kalp son oyunlara aldırmadan bu mahşerin içinden sıyrılır: Bir gizli didişmenin Saati çalar o ân; Birden bakar ki, insan, Her şey karmakarışık. Ayırmak olmaz artık Bir kalbi bir taraktan; Ve kalb, ağlayaraktan, Çekilir geri geri, Terkeder bu mahşeri. Ve şiirin en son kısmında tasavvur edilen sahnede, Üstad tarafından yaşanılanlar, bu mahşeri terk ederken Üstad'ın neleri arkasında bıraktığı ve bayram olarak gördüğü denize hicretin gönlü hafifliyor olsa bile dönüp arkaya bakmaktan kendisini alamadığı, Şair-i azam sıfatının nereden geldiği bir kez daha gözler önüne serilircesine dile getiriliyor: Bu mahşerin içinden O gün ben de geçtim, ben; Nem varsa, evim, anam, Çocukluğum hatıram Ve ne sevdalar serde, Bıraktım gerilerde, Kaçar gibi yangından. Rüzgârların ardından, Baktım da süzgün süzgün, Kurşun yükünü gönlün, Tüy gibi hafiflettim, Denize hicret ettim... Ve en son olarak ölüm teması ve Üstad deyince naçizane aklıma gelen mısrayı yazmazsam olmaz galiba. Ölümün bir yok oluş değil, tam aksine mutlu bir yeniden var oluş olduğunu daha güzel anlatan başka bir mısra olduğunu zannetmiyor ve bana müsaade diyorum… Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?... Sevgi ve saygılarımla… Üstad Sınıfı/gece güneşi
  3. NÂM-I DİĞER PARMAKASIZ SALİH KUMAR MANEVİ BİR İLLET, ÇARESİ DE ANCAK MANEVİ OLABİLİR diyor Üstad. 1949 yılında Türk Neşriyat yurdunca yayınlanan Nam-ı Diğer Parmaksız Salih, 1948-1949 kış sezonunda İstanbul Şehir tiyatrosunda temsil edilmiş ve “Üstad’ın sahnelenirken durdurulan ve oyundan kaldırılan eserlerinden birisi” sıfatıyla tarihteki yerini almıştır. Bu sıfatla ilgili Mehmet Kısakürek Kaşgar Dergisinin 31. sayısında(Ocak-Şubat.2003,Sh. 144) kendisiyle yapılan bir söyleşide şunları paylaşır : ” Şehir tiyatroları tarihinde bir kere daha bir eser, sahibi tarafından sahneden indirilmiş. Eseri kim indirmiş biliyor musunuz? Babam Necip Fazıl KISAKÜREK. Eser: Parmaksız Salih. Yanılmıyorsam, başrolü oynayan aktör de Galip Arcan. Necip Fazıl ilk gün gidip bakmış ki kendi eseriyle oynanan oyunun hiçbir ilgisi yok. Ki, Galip Arcan, kendisinin dostu. İtirazları netice vermeyince, indirilmiş. Affetmemiş. Hem de ne diyerek: ‘Bir cins atı, eşek seviyesine indirmiş!’ diyerek, Galip Arcan için. Sanatı söz konusu olunca hassasiyeti bu.” Bir kumarbazın hayatını anlatan Nam-ı Diğer Parmaksız Salih, sonradan And Film sahibi Yönetmen Turgut N. Demirağ tarafından iki defa filme alınmış ve geniş ilgi görmüştür. PARMAKSIZ SALİH Yönetmen : Faruk Kenç Senaryo : Necip Fazıl Kısakürek Görüntü Yönetmeni : Kemal Baysal Oyuncular : Muzaffer Tema, Talat Artemel, Nevin Seval, Melahat İçli, Vahi Öz, Cahit Irgat, Leyla Nil, Nurhan Nur Yapımevi (şirket) : And Film (Turgut Demirağ) Konu : Kumarhane sahibi bir babayla, kumara düşkün genç oğlunun öyküsü İlacı olmayan hastalık diyerek adlandırdığı kumarın, insan hayatını nasıl sardığını ve hastayı kendisine mahkum ettikten sonra bırakıp gittiğini, giderken de insana ait her şeyi beraberinde götürdüğünü Nam-ı Diğer Parmaksız Salih eserinde tüm açıklığıyla ortaya koymuştur Üstad. İnsana sığınacak bir liman gibi görünen, son çare diye başvurulan çaresiz hastalık, eserde hem Parmaksız Salih’in hayatında, hem de SALiH — O benim kanımı taşıyor! MACiDE — Sizin kanınız pis mi? SALiH — Pis! dediği oğlunun hayatında tüm açıklığıyla anlatılmıştır. 17 yıldır oğlunu arayan, kumar yüzünden parmağından olan, kumarhane işletmesinin sahibi olmasına rağmen her fırsatta kumarın, onu oynayanlar tarafından görmezden gelinmeye çalışılan yüzünü dile getiren Parmaksız Salih, 22 yıl sonra oğluyla karşılaşır. Hem de hayatını mahveden, oğlunun yüzünü 22 yıldır görememesinin tek nedeni olan kumar illetine bulaşmış bir haldeyken. Belki bundan sonrasını kurtarabilirim diye Yusuf (oğlu) un peşinden koşar ama geç kalmıştır. Kısa bir zaman önce başkası için Parmaksız Salih’in katkılarıyla hazırlanan tuzağa düşmüş ve “Ölürsem şerefim temizlenmiş olmayacak. Aynı şerefsizliği sana ve çocuğuma devretmiş, sonra da bunun dünyadaki azap ve mesuliyetinden kaçmış olacağım! “diyecek kadar herşeyini kaybetmiş halde bulur. Torunu ve gelini için yapabileceği tek şey kalmıştır. Bunun gerçekleşmesinin tek yolu Salih’in terk-i dünya etmesidir.. Eserin son sahnesinde Yusuf'un, Parmaksız Salih’in oğlu olduğunu ve kurtuluşun yolunu öğrenmesi aynı anda olur. Eserde, “en canhıraş sebepleri ve neticeleriyle doktor ve ilacı olmayan hastalığı, ‘kumarı’ göstermek” istediğini söyleyen Necip Fazıl, Parmaksız Salih ile ilgili olarak kendisine yöneltilen bir suale şu cevabı veriyor: “Eserde ifadelendirmek istediğim tek dava, bin bir tezad ve bin bir zıt kader cereyanı içinde hakiki fışkırışını bulamamış ve hatta kötülük baskısı altında uyuşmuş bir ruhun, en büyük saike kavuşur kavuşmaz birden şahlanışı; ve tam 55 yıl bilmeden hasret çektiği ve daima istekli yaşadığı ulvî aksiyona şiddetle atılışıdır.” (Yazıldığı tarih: 1948) http://www.necipfazil.com/eser17-20.htm Üstad'ın ,”hasta kumarbazın not defteri” eserinden alıntı ”Bir veliden birkaç satır: -Ben varlığın her zerresiyle, sağa ve sola kıpırdayamayacak şekilde bir gayeye perçinli olmanın hakikatini bir kumarbazdan öğrendim. Malını, mülkünü, ruhunu ve haysiyetini kumarda tükettikten sonra, ayağındaki eski pantolona ve kalbindeki son şeref zerresine kadar kendini kumara adamakta devam eden bir kimseye sordum: (niçin bu açık felaket yolundan dönmüyorsun?) Ne cevap verse beğenirsiniz: Ben bu yoldan dönemem! Kayıplarımı bana her defa misilleriyle geri verseler, yine ona iade etmeye mecburum. Felaket dediğin şeyin cazibesinden daha çekici bir saadet tanımıyorum! Hiçbir işte bağlılığın bu şekli kumardan çözülüp Allah’a iliştirilecek olsa, gayelerin gayesi gerçekleşmiş olur.. Ben, hasta kumarbaz, veli’nin bu sözüne bayıldım ama onun yakıcı gerçeğine doğru hiçbir adım atamadım.” Gaziantep devlet tiyatrosunun Parmaksız Salih piyesi için hazırlattığı afiş : Herkes haziran ayında kabuğuna çekilmişken biz yine sahnedeyiz. Seyirci kaygısı çekmeden, sahne dolacak mı sorunu gütmeden, herşey sanat için sloganıyla yine sahnedeyiz. Bir duygudur Tiyatro, bir şiir, bir resim, bir müziktir tiyatro, bence tiyatro herşeydir. Bütün sanatı içine alan koskoca bir dünyadır. Tiyatro yaşanılması ve yaşatılması gereken en büyük olgudur. Tiyatro Bir Yaşam Biçimidir Necip Fazıl Kısakürek anısına… PARMAKSIZ SALİH Bir kumarbazın kumarı nasıl bırakmak zorunda kaldığını, taşıdığı kan yüzünden oğlunun da bu hastalığa nasıl bulaştığını ve onu bu hastalığından kurtarmak için nelere katlanmak zorunda kalacağını anlatan bir oyundur bu. Necip Fazıl Kısakürek’in yazmış olduğu “PARMAKSIZ SALİH” adlı oyun; Bir kumarcının, oğlunu, işlettiği bir kumarhanede bulması ve oğlunun kumar yüzünden müvekkillerinin dahi parasıyla oyun oynayacak hale gelmesini anlatmaktadır. Oğlunun artık kurtulması mucizedir, çünkü Avukat Yusuf ertesi sabaha kadar 3000 YTL bulmak zorundadır. Borcu 12 bin lirayı aşmıştır. Oğlunun kurtulması avukatlık barosundan kovulmaması, hapislere düşmemesi, şerefi ve en önemlisi torununa iyi bir gelecek için Parmaksız Salih’in ölmesi gerekmektedir. Çünkü Parmaksız Salih’in hayat sigortası diye biriktirdiği 100,000YTL lik bir parası vardır ve varisi oğludur. Necip Fazıl gibi büyük bir üstadın kaleme almış olduğu bu enfes dram oyunu 25 haziran 2005 günü Gaziantep devlet tiyatrosunda sergilenecektir. Seyir tiyatrosu oyuncularının kendilerine prensip haline getirdiği” ücretsiz” felsefesi bu oyun için de geçerlidir. Herkesin oyun izlemesi ve sanatsız kalmaması düşüncesiyle büyük üstadın ölüm yılı etkinlikleri kapsamında oynanacak olan bu oyuna herkes davetlidir Oyun adı: Parmaksız Salih Yazan: Necip Fazıl KISAKÜREK Yönetmen: İhsan ATA Işık tasarımı: Gökhan YAKIN Millî Nizam Davası’nda Necip Fazıl’ın avukatlığını yapan Süleyman Arif Emre bir söyleşide Üstad’ı anlatırken şunları paylaşır: “Üstad Nam-ı diğer Parmaksız Salih”i yazmak için kumarhaneye gider. İhbar sonucu baskın olur. Ertesi gün bütün Bab-ı Ali’de gazeteler Üstad’ın kumarhanede yakalandığını yazarlar. Tabi Üstad, Seyyid Abdülhakim Arvasi’yi tanımadan kumar oynamıştır. Ancak ondan sonra terk etmiştir. Aleyhinde yazan gazetelere Büyük Doğu’da “Moskova Lağımının İğrenç Fareleri” başlıklı korkunç bir yazıyla cevap verdi. O yıllarda Büyük Doğu dedin mi, akan sular dururdu.” Dârül Muallimin-i Aliye’de okurken (Yüksek Öğretmen Okulu), Maarif Vekâleti, Avrupa üniversitelerinde tahsile göndereceği ilk Cumhuriyet talebeleri için bir imtihan açar. Necip Fazıl da imtihana girer, iyi derece ile kazanır ve Marsilya’ya Sorbonna Üniversitesine Felsefe tahsili için gönderilir. Marsilya’da Üstad için sadece felsefe hayatı değil bohem hayatı da başlar. Parmaksız Salih eserinin Üstad’ın hayatıyla kesiştiği yer burasıdır. O da Yusuf gibi dünyanın en korkunç sihrini ve cazibesini kumarda bulduğu için kendisini ilacı olmayan bu hastalığın kollarına atmıştır (Üstadın kumara bağlanma nedeninin ruhî çalkantılarından, bitmez tükenmez vehimlerinden bir kaçış, bir anlık da olsa onlardan kopuş, bir nefes alış ve ruhunu doyuracak olan şeyin hasretinin cereyanı içerisindeki büyük sarsılış olduğu da göz ardı edilmemelidir. Bu hususta daha fazla malumata sahip olmak için Üstad’ın O ve Ben ile Babıâli isimli eserleri okunmalıdır) Ama hikâyelerinin sonları farklıdır. Yusuf babasını bulduktan ve her şeyini kaybettikten sonra hastalığın panzehirini bulmuş olur, Üstad ise Efendisi Seyyid Abdülhakim Arvasi'yi tanıdıktan sonra panzehiri bulmuştur. Üstad’ın "Bence sahne, toprak üstüne tebeşirle çizilen esrarlı bir dört köşe..." şeklinde tarif ettiği tiyatronun bu tanıma uygunluğunun anlaşıldığı eserini okurken, Üstad’ın bu dört köşeyi nasıl ustalıkla kullandığına bir kez daha şahit oluyor insan. Üstad’ın imzasının olması tavsiye edilmesi için yeterince geçerli bir sebep ama yine de Parmaksız Salih’in okunmasını tavsiye etmeyi bir borç biliyorum :D Saygılarımla…
×
×
  • Create New...