Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Vakıf Ahmet

Editor
  • Content Count

    605
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    7

Vakıf Ahmet last won the day on October 29 2013

Vakıf Ahmet had the most liked content!

Community Reputation

36 İyi

About Vakıf Ahmet

  • Rank
    Müdavim
  • Birthday 06/24/1989

Profil Bilgisi

  • Cinsiyet
    Erkek
  1. Habil amca (Bir evliya ile baba oğul gibi…) 23 Aralık 2008 Salı | 16:45 Bu asırda bir evliya mı?.. Onları herkes göremez, tanıyamaz diye duyardım küçüklüğümden beri… Büyüyüp, tasavvuf kitaplarını okuduğumda bunun doğru olduğunu anladım... Evet, onları tanımak nasip işi ve herkes kavuşamıyor buna… Milenyumun yakınlarında bir yerde, zamanın bütün çirkefliğine bulaşan ben, bir evliyaya kavuştum, evet… Açık kerametlerini gördüm… Bu birkaç bölüm sürecek yazıda o hidayet güneşinden aldığım aksleri size yansıtmaya çalışacağım… Habil amcayı anlatmak Pasifik okyanusunu bardağa doldurmaktan farksız ve daha meşakkatli bir iş… Ama bir yudum huzura muhtaç, ötelerden gelebilecek güzelliklere hasret insanlara bu güzelliği iletmek lazım diye düşündüm… Nasiplileri bekliyor çünkü… *** Yıllar önceydi… Çok bunalmıştım... Elime geçen eserlerde geçmiş asırlardaki velileri okudukça gözlerim yaşarırdı. Bir onların yaşadıkları zamanı düşünüyor bir de şimdiki insanlara bakıyordum. Her yönüyle çürümüş bir sürü insan… Ve ister istemez onlarla aynı toplumu paylaşma mecburiyeti. Allah dostlarının sözlerindeki ve yaşayışlarındaki güzelliği bizzat görerek öğrenmeyi ne kadar da istiyordum.. Bu zamanda böyle kaç kul vardır ki? Varsa bile nerede ki? *** Sözleriyle beni çarpacak, ciğerimi yakacak, İslamiyet'i yudum yudum içirtecek o güneşi bulmayı nasıl da istiyordum? Abdülhakim-i Arvasi 'kuddise sirruh' hazretlerini (1943'te vefat etmiş büyük alim ve Allah dostu…) üstad Necip Fazıl Kısakürek'ten okumuştum. Ama O'nun yanında bulunmak nasıl bir duyguydu. Alim ve evliya bir zat-ı şerif olduğuna yürekten inanıyordum. Ama konuşması, tavırları, o tatlı bakışları, hitap tarzı nasıldı? Bunu öğrenmeyi çok arzuluyordum. Belki bu sayede iğrendiğim ve bana da bulaşan günümüz ölçülerinden kurtulabilecektim... *** Çok sevdiğim Peygamber torunlarının (ki onlara seyyid denir) bulunduğu bir sohbette konuşulanlara, kulaklarımı değil de sanki ruhumu kabartmıştım o gün... - 10 yaşından beri Abdülhakim efendi hazretlerinin dizi dibinde yetişmiş. - Cerrahpaşa'da oturuyor. - Geçenlerde ziyaret etmek nasip oldu. - Duasını aldık çok şükür. Seyyid Abidin beye adeta kekeleyerek sordum. - Aa..abi kimden bahsediyorsunuz. - Habil amca'dan. - Habil amca - Evet... - Hayatta mı? - Evet - Yani Abdülhakim efendi hazretlerinin bir talebesi ve hayatta öyle mi?... - Evet. Cerrahpaşa'da oturur. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi... Demek o saadet güneşini çocuk yaşta, daha 10 yaşında tanımakla şereflenmiş ve yıllarca o hazretten ilim ve edep tahsil etmiş bir zat... Ve Cerrahpaşa'da oturuyor. Nasıl etsem? Benim gibi pis bir insan. O'nun huzuruna nasıl gider? O'nun ciğerlerine girip çıkmakla şereflenen havayı nasıl kirletir? Korktum, çekindim... İçimde bir ses -Sakın kaçırma hemen koş yapış eteklerine derken, bir ses de -O Allah dostu, sen patavatsız birisin, edebe dikkat edemezsin, sevmek de sana yeter diyordu... Kararsız kaldım… Seyyid Abidin abi halimi sezdi. -Ömer abi ziyaret et. - Abi rahatsız etmekten korkuyorum!.. - Korkma... Onlar şefkatlidir. Ne geri kal. Ne çok sık git. Daha doğrusu… - Evet abi…Daha doğrusu!.. - Onlar ayarlarlar… Peki nasıl gidecektim. Bir başka seyyid abi çocuğunu ertesi sabah Cerrahpaşa hastanesine götürecekti. İstanbul'u iyi bilmiyordu. - Ömer, yarın sabah çocuğu hastaneye götüreceğim bana yardımcı olur musun? Oradan seni Habil amcaya götürürüm, teklifinde bulundu. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi… -Ta…tabi götürürüm. Geceyi nasıl geçirdiğimi bilmiyorum. O geceyi nasıl sabah ettim?.. Uyuyamadım... Karlı buz gibi bir sabah ayaklarım üşüye üşüye Cerrahpaşa'da buluştuk. Çocuğunun tedavi işlerini gördük. - Hadi Habil amcaya gidelim şimdi, dedi. Hastanenin hemen karşısında bir ara sokağa girdik. İki katlı bir ahşap Osmanlı evi. Seyyid abi alttan zili çalıp, üst katın camına baktı. Yaşlı oldukları için her zaman sokak kapısına inemiyorlarmış. Üst katın camından, önce gelenlere bakıp, tanıdık olduğunu anladıktan sonra, sokak kapısının kilidine sarkıtılmış bir ip yardımıyla yukardan açıyorlarmış. *** Gözlerim cama mıhlı. Çıkacak zâtı heyecanla bekliyorum. Ve çıkıyor... Sanki güneş doğuyor pencereye... İlk intibam... Müthiş nurlu bir yüz… Başında kar gibi beyaz bir takke ve samimiyet dolu bir gülümseme. Kapıyı açtılar. Kabul edilmiştik… İç merdivenlerden yürüyüp üst kata çıktık. Önde seyyid abi ve nur çocuğu… Ardında nefs kuyruğunu sallaya sallaya köpek gibi salınan bu biçare… Kapıyı açtılar. Selam verdi seyyid abi. Çok tatlı –Ve a'leyküm selam, dediler… Seyyid abi elini öptü. Arkada, karanlık yerde kalmıştım. Önce beni görmediler (yani zahiren…) Sonra içeri girdim. Seyyid abi de tanıştırdı. -Efendim bu Ömer Çetin abi. Size getirdim… Gülen, neşeli, hal hatır soran Habil amca, bu yüzü karaya bakıp bir anda sustu, ciddileşti!.. Heybetle baktı, baktı, daha baktı. Garip!.. Çok garip bir sessizlik oldu... *** Başım önde... - İşte içimdeki pisliği gördüler. Bu ne hal der gibi, iç harabiyetime bakıyorlar… gibi bir sürü vehimler arasında gidip geldim o anda... Kaç vesveseden kaçına gidip geldim bilmiyorum. Bakışları delip geçer gibiydi. Sonra ruhumu alt-üst eden hitapta bulundular: - OMER-ÜL FARUK!.. Anlayamadım… Şaşırdım... İrkildim... İlk hitap. Acaba hikmeti ne. Adım Ömer Çetin… Arasında Faruk ismi yok… Hemen eline sarıldım. O tatlı ellerden öptüm… İçeriye, salona geçtik. Her zaman oturduğu sedire oturdu. O odanın atmosferini anlatmak mümkün değil. O huzurlu mekanda oturmadan anlaşılmaz. Zaten artık oturmak da mümkin değil. Çünki o güzelim Osmanlı evi kendilerinin vefatından sonra üç kuruş için yıkıldı. *** Seyyid abiyle konuşmaya başladılar. Göz ucuyla onları süzüyorum. O ne tatlı bir yüz. Ses tonu ve daha neler neler... Efendi baba buyurdu ki, diye başlayan sözleri efendisine bağlılık kokuyor. Bir ara dönüp sordular –Omer nerelisin? -Rizeliyim efendim. -Neresinden -Çayeli Güldüler... –Mapavri yani.(eski ismi) -Evet efendim. İçimden hep bir daha ne zaman gelebilirim sorusu geçiyor... Acaba sorsam mı… Ama korkum büyük… İşin içinde rahatsız etmek de var. Seyyid abiyle muhabbet etmeye devam ettiler. Kalbim ise mıknatıs gibi taraflarından çekiliyor…Hissediyorum… Çok açık… Tekrar gelmeyi çok istiyorum… O günkü sohbetin öyle bir anı geldi ki, içimde bu istek dayanılmaz boyuta vardı… İşte tam o anda sözü kesip bana döndüler: İlk keramet: - Sen sık sık gel bana, olur mu?.. - Nimet olur efendim… 1 saatten fazla kaldık. Zaman nasıl geçti bilmiyorum. Seyyid abi müsaade istedi. Elini öptü. Yine neşeli Habil amca... Uğurluyor dualar ediyor... Eline yapıştım. Öptüm... Yine sustular. Neşeli halleri bir anda yok oldu… Kapıda ilk karşıladıkları andaki garip, esrarlı atmosfer bir anda tekrar oluştu… Uzunca süren bir sessizlik ve heybetli, delici, yakıcı bakışlarla süzdüler... Uzun uzun süzdüler. Arkasından eklediler:- OMER-ÜL FARUK!.. Yine sarsıldım… *** Aradan birkaç gün geçti. Tam anlamıyla yanıyorum... Gitsem mi diyorum? - - Sık sık gel, dediler ama bu kadar erken de olur mu? Abidin abiye soruyorum. -Öyle dedilerse git... Yine de çekiniyorum. Sanki bir işaret bekliyorum. Derken o muhteşem gece... Yanıp kavrularak yattığım o gece... Onları tanımamın beşinci veya altıncı günü. Yarım asır önce vefat etmiş olan Habil amcanın efendisi, yetiştiricisi, hocası Seyyid Abdülhakim Efendi hazretleri rüyama girdiler… Aynı mümtaz talebesi Habil amca gibi derin derin baktılar, baktılar, baktılar... Ve hitap ettiler: OMER-ÜL FARUK!.. (Devamı gelecek) Ömer Çetin Engin Kaynak: http://www.saatlimaarif.com/detay.asp?ContentID=3074
  2. http://www.dinivideolar.org/Abdulhakim-Arvasi-Hz-220.html Yanılmıyorsam bu güne kadar Abdülhakim Arvasi Hazretleri'nin hayatını müstakil olarak ele alan ilk belgesel. Bu güzelim belgeseli hazırlayanlardan Allah razı olsun.
  3. Hasan Karakaya - Vakit [email protected] 2008-11-20 Lozan hezimeti... O “masa”nın dili olsaydı! Bazı “olay”lar vardır ki, insanlarda “derin iz”ler bırakır... Bunlar, öylesine derin izlerdir ki, “kelime”lerle anlatılmaz... İşte bu yüzden insanlar; “kelimelerin kifayet etmediği” bu tür olaylar için, “sembol”ler kullanırlar... Meselâ, “yatalak” bir insan, aylardır yatmak zorunda kaldığı yatağı gösterip; “Şu yatağın dili olsa da, aylardır neler çektiğimi bir anlatsa” der... Ya da; “tutuklu” veya “mahkûm” bir insan, “cezaevinin dört duvarı”nı veya yattığı “ranza”yı gösterip, “Ahh, ahh” der; “Neler çektiğimi, bir Allah bilir, bir de şu duvarlar!.. Şu ranzaların, şu duvarların dili olsa da, neler çektiğimi anlatsa!” Ne dersiniz; çektiğimiz “sıkıntı”ları veya yaşadığımız “sevinç”leri, “mutluluk”ları böyle anlatmaz mıyız? “Şu duvarların dili olsa da!.. Şu yatak dile gelse de!.. Şu, şu, şu!” ÖNCE DİRENDİ, SONRA TESLİM OLDU! Ne yalan söyleyeyim; dün AA'dan geçen bir haberi okurken, bu misal geldi aklıma... O haber şöyleydi: “İsviçre Konfederasyonu Başkanı Pascal Couchepin'in, 85 yıl önce, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna sahne olan Lozan Antlaşması'nın imzalandığı üç ayaklı masayı, ziyareti sırasında Türkiye'ye hediye etmesi, CHP'yi de harekete geçirdi. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal; masanın nerede sergileneceği konusunda, hükümetin tavrını görmek istediğini ifade etti. ‘Bu masa, nerede olacak?’ diye soran Baykal, Hükümet yetkililerini arayarak, bunu öğreneceklerini kaydetti. Masanın CHP'ye verilmesini isteyen Baykal, ‘Sahip çıkan yoksa biz sahip çıkarız’ dedi.” İşte bu haberi okuyunca, “86 yıl önce bugün başlayan Lozan görüşmeleri” canlandı gözlerimin önünde... Ve elbette; “Baykal'ın talip olduğu o masa!” Düşündüm de; “O masanın dili olsaydı” acaba neler anlatırdı bize?.. “O masa dile gelmiş olsa”ydı, herhalde “Batı Trakya'yı, 12 Adalar'ı, Kerkük ve Musul'u nasıl kaybettiğimizi” anlatırdı!.. Sadece “toprak kaybı”nı değil, “ihanet ocağı” denilen “Patrikhane” yerli yerinde dururken, “Hilâfet Sancağı”nı nasıl kaldırdığımızı da anlatırdı herhalde!.. Öyle ya; “Patrikhane'nin Atina'ya taşınması” şartıyla 20 Kasım 1922'de masaya oturan İnönü; 24 Temmuz 1923'te attığı “imza” ile “Patrikhane'nin Türkiye'de kalmasına” boyun eğmişti!.. Yani, “ikisinin birden kaldırılması” düşünülürken; “ihanet ocağı” denilen Patrikhane içimizde kalmış ve fakat “Hilafet Sancağı” kaldırılmıştı!.. Sadece “Patrikhane” mi; “O masa”nın bulunduğu odada neler yaşandığını, “Türk heyetinin nelere ve nasıl razı olduğunu” birer birer öğrenir ve “ezberlerin nasıl bozulduğunu” görürdük!.. Neler görürdük, neler!.. DOĞRU BİLDİĞİMİZ YANLIŞLAR Herhalde “bildiklerimiz”in yanlış olduğunu görür, “tarihi gerçeklerin nasıl tersyüz edildiğini” öğrenirdik... Meselâ, şu “mübadele” konusu!.. “Mübadele” ile ilgili bilimsel çalışma ve yayınları bulunan Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Kemal Arı, dün AA muhabirine yaptığı açıklamada; “Bilinenin aksine...” demiş; “Nüfus değişimiyle ilgili olarak, son günlerde kamuoyuna çok yanlış bilgiler aksettiriliyor!” “Olayın aslı”nı şöyle açıklamış Doç. Arı: “Örneğin bir söyleşide, mübadele olayında 200 bin kişinin öldüğü iddia ediliyor. Kamplara toplanan 4 kişiden birinin öldüğü söyleniyor. Şunu bilmemiz gerekiyor, mübadele konusu; Lozan'da Türkiye'nin bir tezi olarak gündeme gelmedi. O zamanlar Birleşmiş Milletler yok, Milletler Cemiyeti diye bir kurum var. Bu kuruma bağlı olarak çalışan Dr. Nansen, ağırlıklı olarak İngiltere'nin isteği doğrultusunda, kendiliğinden göç eden nüfusla ilgili sorunları incelemek için Yunanistan ve Türkiye'de araştırmalar yaptı. Zaten kendiliğinden yer değiştirmiş olan nüfusun mübadele edilmesi fikri, Dr. Nansen'den çıktı ve dolayısıyla İngiltere'nin tezi olarak gündeme geldi, Türkiye ve Yunanistan bunu kabul etti.” Düşünebiliyor musunuz; Sadece “mübadele” konusunda bildiklerimiz bile “yanlış”mış!.. Bir “Türk önerisi” olduğu söylenen “mübadele” konusu bile, meğer bir “İngiliz önerisi”ymiş!.. Demek oluyor ki; “Yanlış bildiğimiz” ya da bizlere “yanlış ezberlettirilen” nice olay var ki, “aslında bambaşka”dır!.. İşte bu yüzden diyorum ya; “O masanın dili olsaydı da, Lozan’da neler yaşandığını bizlere tek tek anlatabilseydi!” Evet, anlatsaydı... Acaba o zaman, Bay Deniz Baykal, yine de o masaya “talip” olur muydu?.. Öyle ya; Lozan konusunda, özellikle “genç nesil” tarafından “bilinen”ler ve gençlere “anlatılan”lar, yaşanan “gerçek”lerin tam tersi!.. Hani, hep “Lozan Zaferi” diyorlar, gençlere böyle ezberlettiriyorlar ya, gerçek, yine “bilinen”lerin tersi!.. Çünkü Lozan; “Zafer”in değil, “hezimet”in adıdır!.. KERKÜK VE MUSUL, LOZAN’DA GİTTİ! Yoruma geçmeden önce, 25 Temmuz 2006’da Cumhuriyet’te çıkan Ali Sirmen’in bir yazısını aktarmak istiyorum: “Bütün uluslararası anlaşmalar gibi, Lozan'a da zafer veya bozgun diye bakmamak gerek. Önemli olan verilen ödünlere karşılık, esas istediğimizi elde edip etmediğimizdir. Türkiye, Lozan ile Misakı Milli sınırları konusunda tam istediğini alamadı. Musul, Kerkük gitti; Hatay ise daha sonra sınırlarımız içine katıldı. Azınlıklar bölümünde Patrikhane konusunda istenen sonuç elde edilemedi. Boğazlar üzerindeki egemenliğimiz Lozan ile değil, Montrö ile sağlandı. Kapitülasyonlar konusunda istediklerimizi elde ettik, ama altı yıl süreyle gümrüklerimize öyle sınırlamalar getirildi ki, çok büyük güçlükler çektik ve sürenin bitiminde de zaten 1929 bunalımı ile burun buruna geldik. Ama bütün bunlara karşın Lozan antlaşması, tam bağımsız, demokratik ulus devletin, Türkiye Cumhuriyeti'nin can bulmasını sağladığı için olumluydu ve bu amaca yönelik olarak imzalandı. Bilânço yaparken Lozan'a böyle bakmakta yarar vardır, bu açıdan Lozan bizim için bir başarıdır.” BATUM VE KIBRIS DA GİTTİ!! Görüyorsunuz ya; “Misak-ı millî sınırları” dahilinde tam istediğimizi alamamışız.. “Kerkük” ve “Musul” gitmiş!.. “Patrikhane” konusunda, istenen sonuç elde edilememiş!.. Eee!.. Bütün bunlara rağmen, Lozan, yine de “başarı”ymış!.. Söyleyin Allah aşkına; Bu, nasıl “başarı”dır ki, “taviz üstüne taviz” verdiğimiz halde, “elimize geçen bir şey” yok!.. Hani, var mı?.. Düşünün hele; Çömelip, “def-i hacet” yapacak kadar bile bir “toprak parçası” kazanamadığımız halde, Kerkük gitmiş elimizden, Musul gitmiş!.. Sadece onlar da değil; “Diğer gidenleri” de, ekleyeyim listeye: * Misak-ı millî sınırları içinde olan Batum Lozan'da bırakıldı. * Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti tarafından İngiltere'ye sipariş edilen savaş gemilerinin, milyonlarca Osmanlı altını tutan ve peşin ödenen parası İngilizlere bırakıldı. * Lozan Antlaşması ile Kıbrıs adası İngiltere'ye terkedildi; ayrıca burada yaşayan Türklerin İngiliz vatandaşlığına geçmesi, İngiliz vatandaşı olmak istemeyenlerin Türkiye'yi göç etmesi kararlaştırıldı. Bu madde uyarınca, 8 bin Türk, -o döneme göre çok büyük bir rakam- Türkiye'ye göç etti. * Burnumuzun dibindeki 12 Ada İtalyanlara bırakıldı. “YA İNGİLİZ VATANDAŞI OLUN, YA DA!..” Bu “tarihî gerçekler” ortadayken, bugün “Lozan masası”na talip olan Bay Baykal, 2006’nın Temmuz ayında diyordu ki; “AKP iktidarının da paylaştığı teslimiyetçi anlayış, Türkiye'yi Lozan anlayışından uzaklaştırmıştır!” El insaf!.. “Kıbrıs'ı İngiltere'ye bırakan” anlaşma, Lozan'da imzalanmadı mı?.. Altında, daha sonra CHP Genel Başkanı olan İsmet İnönü'nün imzası yok mu?.. Neymiş; “Lozan milletin, Sevr ise Hanedan'ın eseri”ymiş!.. İyi de; “Kıbrıs'ı İngiltere'ye bırakan imza” kimin?.. “Milletin” mi, yoksa “İnönü Hanedanı”nın mı?.. Hayır, “AK Parti'yi savunmak” gibi bir niyetim yok... Ama, “AK Parti'nin teslimiyetçiliği”nden dem vurup da, “İnönü'nün peşkeşçiliği”ni gizlemeye çalışmak, pek dürüstçe gelmedi bana!.. Şu hâle bakın; Kıbrıs, “İngiltere'ye terkedilmekle” kalmamış, oradaki “Türk vatandaşları”na denilmiş ki; “İsterseniz İngiliz vatandaşı olabilirsiniz!.. Eğer İngiliz vatandaşı olmak istemiyorsanız, Türkiye'ye göç edebilirsiniz!” Etmişler!.. “İngiliz vatandaşı” olmak istemeyen; o günün şartlarında “çok büyük bir rakam” olan 8 bin Türk, Türkiye'ye göç etmiş!.. Peki, bu kararın altında kimin imzası var?.. Nerede imzalandı bu “teslimiyet” anlaşması?.. Elbette Lozan'da!.. Altında da, “Baykal'ın genel başkanı İnönü”nün imzası var!.. Hayır, o imza “Türk milletinin imzası” değil Bay Baykal, “İsmet İnönü Hanedanı'nın imzası”dır!.. İşin doğrusunu söylemek gerekirse; Türkiye, hem de İsmet İnönü'nün imzasıyla, 24 Temmuz 1923'te gözden çıkardı Kıbrıs'ı!.. Evet, “bugün” değil, “o gün” teslim etti Kıbrıs'ı!.. Varsa aksini iddia eden; “8 bin Türk'ün göçü”nü izah etsin!.. KORDON’DAN DUYULAN HOROZ SESİ! Ya, “göz göre göre” verdiğimiz “12 Adalar”a ne demeli?.. Yanılmıyorsam; tarihçi ve siyasal bilimci Prof. Dr. Fahir Armaoğlu yazmıştı bir zamanlar!.. Lozan'da “imza”ları atıp, “12 Adaları” önce İtalyanlara, sonra da Yunan'a bırakan İsmet İnönü; bir gün İzmir'e gidip; “Kordon Boyu”nda yürürken, uzaklardan bir “horoz sesi” gelmiş!.. Sormuş, “Nereden geliyor bu horozun sesi?” diye. Etrafındakiler cevap vermiş: “Yunan’a bıraktığımız Sakız Adası'ndan!” Şaşırmış İnönü... Demiş ki; “Bu adalar, İzmir'e bu kadar yakın mıydı?!?” Düşünebiliyor musunuz; “Misak-ı Millî sınırları”ndan bile haberi olmayan, 12 Adalar'ın; “horozların sesinin duyulacağı kadar yakın” olduğunu bilmeyen bir adam; Lozan'daki konferansta, “Türk heyetine başkanlık” ediyor!.. Yaşattığı “hezimet” de, hâlâ “zafer” diye kakalanıyor!.. Ne zaferi?.. Hangi zafer?.. Hani, nerede?!? Geldiğimiz noktayı özetleyeyim mi; “Topraklar gitti, masa kaldı yadigâr!” “O masa”ya da “Baykal talip” iyi mi?.. Kimbilir, belki de; “Masanın dile gelip de gerçekleri anlatması”ndan endişe ediyordur!.. Ne dersiniz, olamaz mı?!?.. ADD’cilerin kuyruk acısı Haberi, dünkü Vakit’te okumuş olmalısınız... Atatürkçü Düşünce Derneği Marmaris Şubesi, “3 yazar” hakkında “suç duyurusu”nda bulunmuş!.. Star’dan Mustafa Akyol, Taraf’tan Yıldıray Oğur ve Vakit’ten ben Hasan Karakaya!.. Haberde pek ayrıntı yoktu ama, iddiaya göre “yargıya intikal etmiş ve yayın yasağı konulan konular”da yazılar yazmışız!.. “ADD’ciler” açıkça söyleyemese de, herhalde “Ergenekon Terör Örgütü” ile ilgili yazıları kastediyorlar!.. “ADD’nin Ergenekon’la ne ilgisi olabilir ki?!?” diye düşünenler olabilir... Hemen söyleyeyim: “Ergenekon Terör Örgütü’nün en önemli sanıkları” arasında, Emekli Org. Şener Eruygur da vardır ve o, halen “ADD Genel Başkanı”dır!.. ADD Marmaris Şubesi’nin “kuyruk acısı” da buradan kaynaklanmaktadır!.. Yaptıkları “suç duyurusu”nun altında “sansür” çabası vardır!.. “Gerçek”leri yazıp da, “ezberlerini bozmamızı” istemiyorlar!.. İstiyorlar ki; “ADD ne diyorsa, o!” olsun... Yok öyle yağma!.. “Gerçekleri örtbas” gibi bir huyum olsaydı, herhalde “Vakit yazarı” değil, “ADD üyesi” olurdum!.. Evet; “ADD üyesi” olur ve Eruygur’u “tabu”laştırırdım!..
  4. “…Bütün şiiri, varlık, yokluk, hiçlik! Hepsi soyut! Gaipler, mavera deyip durdu! Ardında çökmüş, yıkılmış, bedenleri, beyinleri pelteleşmiş milyonlarca genç bıraktı! Tarihin en coşkun ırmaklarının aktığı bu topraklarda sabah, akşam ve seksen yıl aralıksız “hiçlik” şiirleri yazdı! Türk ve İslam edebiyatında onun kadar ölüm yazan, onun kadar karanlıkların, kabristanların içinde gezinen bir başka şair yoktur… 17 yaşında bir gencin bütün hayallerini, umutlarını, düşüncelerini eğip bükecek, şekilleyecek kadar derin ve yüksek değerde mısralar kurdu! Ancak Necip Fazıl, çok soyut bir ölüm anlattı! Kupkuru bir ölüm, yani, diyelim Yunus Emre de birçok kez ölümü anlattı, “bir garip öldü diyeler” gibi, ama, ölümü atfettiği “bir garipti” bir yoksul… Necip Fazıl’ın ölümünde yoksul, zengin, yani bu dünyaya dair kimliği yoktur, yalnız ölümdür, sapık bir ölüm! Aşk sahnesi anlatır gibi ölüm anlattı, milyonlarca genci genç yaşta bu yoğun karamsarlığın, hayatın nafile, dünyanın boş olduğunu derin bunaltının içine sokmayı başardı!... Necip Fazıl”ın tüm şiirleri ölümü anlatır, genç insanın ruhunu karartır, göğsünü daraltır, gözlerine uçurumlar koyar, her nesneye suikast gibi ölüm tuzağı düzenler. Kelimelerin arkasına, ötesine ulaşıp, “öte” dilinde resmeder. Her şiirinde ölüm: “İçimde bir mahşer uğultusu var / ruhumdur çağıran tenimi cenge / Gözlerim bir kuyu, dilim kördüğüm / mermer bir kabuğa girip, gördüğüm / Bir görünmez alem olsa gördüğüm…” Necip Fazıl, bu mısralarla Türkiye’de Müslümanların gözünü, beynini, duruşunu, düşünüşünü topyekün değiştirmiş, bambaşka bir kuyuya sokmuştur. Şairin ölümle hesaplaşması asla kötü değil, ama, aralıksız bütün mısralarını ölümle işlemesi, hayata karşı “dürüstlük” değildir! Ölümü, beyin ve yürek öldürücü zehir haline sokmuş, tabiatın ve inancın coşkusundan hiç ama hiç bahsetmemiş. Necip Fazıl’ın kabir, mezar, iskeletten oluşturduğu bu şiir kitabı hiç ama hiç incelenmemiş, sadece hayranlıkla övülmüştür. Milyonları ölüm tuzağına düşürmüş, ölümü, şantaj, tehdit diye kullanmış. Gece yarıları odasına kapanmış her gencin ateşli coşkusunu, bedenini bu kelimelerle öldürüp, çürütmüştür… Top mermileri, şarapnel parçaları dahi insan beynini bu şiirler gibi dağıtamaz. Bu kadar karanlığı başka hiç kimse başaramaz. Kelimeleri “ağu”ya döndürmüştür. Genç heyecanlar, sanat, edebiyat, budur, sorumluluk, maneviyat, fikir budur diye kutsal addettikleri bu kitaplara koştular. Paylaşmakta, uğrunda ölümlere koşmakta, ölümün yatağına girmekte, örgütlerin manyak liderlerinin kirli hesaplarına kurban olmakta hiç gecikmediler! Sonunda kime, neye yaradı bu şiirler? Enver Ören’in seren Serengil’e helikopterle çikolata taşımasına, Osman Durmuş gibilerin Sağlık Bakanı olmasına… 17 yaşında gençliği bu kadar ölçüsüz, bu kadar dengesiz, bu kadar dipsiz, bu kadar manyakça mısralarla baş başa bırakmanın acısını yakın tarihte gördük, yaşadık! Tarihin en büyük cellat örgütleri hem Susurluk, hem Hizbullah buralardan beslendi….” Edebiyat Derslerine Giriş - Bozuk Ölümler - Nihat Genç
  5. Şimdi de Van eski Müftüsü Kasım Arvas Beğ'den dinlediğim bir hatıradan bahsetmek istiyorum. Bu, büyük mutasavvıf Abdülhakim Arvasi (K.S.)' ye aittir. Ruslar, 1915 yılında Doğu Anadolu'yu işgal ettiklerinde müslüman ahaliye çok zülm ettiler. Zulümlerini Ermeniler'le birlikte, onların rehberliğinde gerçekleştiriyorlardı. Yani Ermeniler gösteriyor, Ruslar katlediyordu. Öyle bir imha ki; kadın, erkek, çoluk çocuk demeden.. Müslüman mı müslüman deyip imha ediyorlardı. Anadolu'nun kaderi müşterek, her yerde aynı hadise yaşanıyordu. O tarihlerde, bizim aile Van'ın Müküs (Bahçesaray) kasabasının Arvas köyünde, Doğu Beyazıt'ta, Erciş'te.. Çeşitli yurt köşelerine dağılmışlar. Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri Başkale'de o zaman; Van'ın Başkale kazasında... Rus-Ermeni zulmünden çevresindekileri kurtarmak için çoluk çocuğunu toplayıp Van'ı terk ediyor. Rus işgali ve Ermeni zulmünden kurtulmak için kaçmaktan başka çare yok. Irak, Suriye yolu ile İstanbul'a geçecek. O zaman geçtiği yol, yani Irak ve Suriye, bizim; Osmanlı toprağı. Yabancı ülke, yabancı topraklar değil... İmparatorluğun sınırları içerisinde. Suriye'de bulunduğu sırada Suriyeliler diyor ki; ''Siz İstanbul'a, Türkiye'ye, gitmek istiyorsunuz. Halbuki, Türkiye çok müşkil durumda, imparatorluk çöktü çökecek, yıkıldı yıkılacak. Türkiye artık iflah olmaz perişan olursunuz. En iyisi burada kalın. Size medrese veririz mektep veririz, hocalık veririz, her türlü imkanı veririz... Evladlarınızla mes'ud yaşarsınız.'' Abdülhakim Arvasi Hazretleri'nin onlara verdiği cevap şudur: ''Türkiye'ye gideceğim. Yeryüzünde iki Türk var ise biri mutlaka benim. Ben Türk'üm ama Jön Türk değilim.'' Kaynak: Seyid Ahmed Arvasi - Doğu Anadolu Gerçeği. Sayfa: 70, 71. 1992 Boğaziçi Yayınları. ..... Seyid Ahmed Arvasi'nin babası emekli gümrük memuru Seyyid Abdülhakim Arvasi'dir. Üstad'ın hocası Esseyyid Abdülhakim Arvasi Hz'den farklı bir zattır. Yukarıda bahsi geçen Üstad'ın mürşidi Seyyid Abdülhakim Arvasi Hz'dir.
  6. Bu karikatür, merhum Serdengeçti'nin milletvekilliği döneminde kravtsız meclise almayacaklarını söylemelerinin akabinde, saçma kanunu ve batılılaşmayı protesto maksadıyla kravatını beline sarıp Meclise gelmesini anımsattı. Karikatürde verilmek istenen mesaj farklı ama tepki verilen zihniyet aynı.
  7. Elimde, Peygamberimizden 101 Hatıra, diye kitap var, Yozgat Ahmet Şevki Ergin Vakfı tarafından ücretsiz dağıtılmış, Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir'in kitabı... (Ahmet Şevki Ergin, Yozgatta yaşamış herkes tarafından sevilen bu mübarek zat 2002 yılın Rabbine kavuştu. Eserin sayfa kemiyeti az da olsa Allah Resulunun keyfiyette emsalsiz hatıralarını, hadiselerini, kelamlarını fırsat buldukça sayfa sayfa yazacağım. Arayla yazacağım için çok az vaktinizi alacaktır, istirhamım emeğimin karşılığını okuyarak vermeniz. Yozgatlı Ahmet Efendi'nin hayatını anlatan güzel ve kısa bir video: http://www.stv.com.tr/Archive.aspx ......... Ey insanlar! Size kendi içinizden bir Peygamber geldi. Sıkıntıya uğrmanız onu çok üzer; o size pek düşkündür; müminlere daha da şefkatli ve merhametlidir. (et-Tevbe 9/128) 1 / En Değerli Müslüman Abdullah İbni Şeddad radıyallahu anh anlatıyor: Beni Uzre kabilesinden üç kişi(1) Resul-i Ekrem sallallahu alyehi ve sellem'in huzuruna gelip Müslüman oldu. Peygamber Efendimiz, ''Benim adıma, bunların geçimini kim üzerine almak ister?'' diye sordu. Talha bin Ubeydullah, ''Ben alırım'' dedi. Onlar da Talha'nın yanında kalmaya başladılar. Bunlardan biri, Hz. Peygamberin gönderdiği askeri birliğe katıldı ve şehid oldu. İkinci Sahabi, Hz. Peygamberin gönderdiği bir başka askeri birliğe katıldı, o da şehid oldu. Üçüncü Sahabi ise savaşta değil, daha sonraları rahat döşeğinde öldü. Talha bin Ubeydullah sözüne şöyle devam etti: ''Rüyamda, bu üç kişinin cennete gittiğini gördüm. Arkadaşlarından sonra rahat döşeğinde ölen adam en öndeydi. Onun arkasında şehid olan ikinci adam duruyordu. İlk şehid olan ise en arkadaydı. Gördüğüm bu hal zihnimi meşgul etti; ben de Resul-i Ekrem'e giderek rüyamı anlattım. Allah'ın Elçisi bana şunları söyledi: ''Bunun nesini anlamadın, Talha? Allah katında en faziletli kimse, Müslüman olarak uzun bir hayat süren, ve sübhanallah, Allahüekber, lailahe illallah diye Allah'ı çok zikredendir.'' ...... Ahmed b. Hanbel, Müsned, Kahire 1313, I, 163; Elbani, Silsiletü'l-ehadisi's-sahiha, Riyad 1415/1995, II, 254, nr. 654. (1) Bazı rivayetlerde bunların iki kişi olduğu, birinin ötekinden bir yıl sonra öldüğü, Peygamber Efendimizin de sonradan vefat edenin, bir yıl içinde kıldığı namazlar ve tuttuğu Ramazan orucu sebebiyle üstün bir dereceyi kazandığını, hatta ikisi arasında yer ile gök arasındaki uzaklık kadar büyük bir derece farkı bulunduğunu belirttiği zikredilmektedir (İbni Mace, Ta'bir 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 161-162,163).
×
×
  • Create New...