Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Çilekeş

'SAHTE KAHRAMANLAR'

Recommended Posts

"Asırlardır, belki dört - beş asırdır, içine hapsedildiğimiz mânevî bir zindan var... Son dört - beş asrın hesabını, her ân bu mânevî zindan rejimi bir kat daha ağırlaşmış olarak, böyle bir hapis haline irca edebiliriz. Asırlardır zindandayız!.. Neyin, hangi halin zindanıdır bu?.. Bir türlü hakikate ulaşamamanın, olamamanın, dünyanın en şaşaalı oluşundan sonra, o oluşun aşkını kaybetmenin, birtakım hayâllere kapılmanın, yapamamanın, edememenin, erişememenin, üstelik erişmekten alıkonulmanın muazzam zindanı... Bu hali bir köylü bile anlar. Evet, üç - dört asırdır, en kuvvetli karakteriyle 150 senedir, en bâriz ifadesiyle de 50 yıldır, kısaca ve topluca, Tanzimattan bugüne kadar, bir mânevî zindan içindeyiz. Sanki gözlerimizi çıkarmışlar, yerine, uydurma bir dünyanın çizgileri nakışlı, takma gözler takmışlar... Biz yalnız onları görmeye memuruz; dışarıyı göremeyiz, bu zindanın zarını yırtamayız. Her gün bu zarın üstüne bir zar daha çekilir ve biz böyle gideriz!

Bu zindanı açmanın, bu zindanın kapısını aralamanın tek çaresi; bize onu hediye eden, bir külâh gibi giydiren, sahte kahramanları anlamaktır. Sahte kahramanı anlamak için de gerçek kahramanlar üzerinde bir fikir sahibi olmamız lâzım..."

…………………

"Gerçek kahramanlığı anlamak için insan ve cemiyete köklü bir anlayış, bir görüşle bakabilmek lâzım... Bu âlem, içinde yaşadığımız bu âlem, bizim tasavvuf görüşümüze eş olarak, birtakım zıtların ahengi içinde tek yolu tefrik edebilmenin imtihan çerçevesi... Bir çok zıtlar birbiriyle muharebe halinde; ışık karanlıkla, ulviyet süfliyetle, belâ saadetle, hastalık sıhhatle ve nihayet topyekûn yokluk, adem, varlıkla, vücutla... Göğü tarayan sayısız, yüzbinlerce projektör gibi insanoğlu yolunu arıyor fezada, yani mânevî âlemde... Hudutsuz arayış... Yolun tek olduğu hissi herkeste mevcut; o insanî bir bedahet; fakat hangisi?.. Bu ebedî arayıcılık içinde kahraman, bizi talib olduğumuz yola yaklaştırandır. Ondan verdiği haber nisbetinde kahraman..."

………………

Şimdi; bu ölçülere göre kahraman, her sahada ve bütün hareket tecellilerinde üstün varlığa, üstün oluşa yol açan, kendisini ve cemiyetini aşan, insanı ve cemiyeti yoğuran ve nefslerini aşmaya davet eden, zamanı delen ve mekânı yırtan, hamle örneği üstün insan...

Bir şiirimde, üçer heceli iki mısra var:

"Gaye tek

Ölmemek"

Share this post


Link to post
Share on other sites

Efendim evvelden farklı bir kitabı yayınlamıştık fakat download sayısı an itibarı ile 5'te kalmış. Fakat biz aşk-u şevk ile kitap yayınlamaya devam edelim.

 

Şol kitabın tam metnini yayınlayalım da fıstık gibi olsun.

 

Not: Bu kitap B. D. 'de farklı birkaç kitap ile beraber basılmıştı, ben sadece "Sahte Kahramanlar" konferansına ait kısmı paylaşıyorum, terbiyesizlik etmiyorum.

 

 

Edit//

Share this post


Link to post
Share on other sites

aynı eserden alıntı

 

Gençler!

 

Bizim beynimiz düşünmekten, dilimiz dönmekten, kalemimiz cızırdamaktan kan-ter içindedir. Bu neslin maymunluktan döndürülüp insanlaştırılması yolunda mayanın tam tuttuğunu gördüğümüz gün, ölümü bir şerbet gibi, rahat rahat içebiliriz. "Benî İsrail"in "arz-ı mev'ud"u beklemesi gibi bir nesil bekliyoruz. Bir nesil ki, kendine yakın Müslüman nesilleri bile sevmesin, beğenmesin...

 

Tıpkı bir velîye dedikleri gibi:

 

-Siz zamanımızda Sahabiye eşsiniz!

 

O da şu cevabı vermiş:

 

- Siz nasıl bana bunu söylüyorsunuz? Eğer Sahabileri görseydiniz, onlara deli derdiniz; onlar da sizi görseydi, bunlar müslüman değil derlerdi!

 

İşte bu tefriki yapacak bir nesil...

 

Sözlerimi bir misalle bitireceğim: Arada bir radyoda duyuyoruz, biri yaralanıyor, kan isteniyor; "Sıfır grubu, R-H negatif kana ihtiyaç var, aman koşturun!" Ben size depolarla muhtaç olduğumuz kanı söyliyeyim: Sıfır grubu yerine namutenahî grubu, R-H yerine A-R, (Allah ve Resulü) remzini taşıyan kan...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Gerçek kahramanlığı anlamak için insan ve cemiyete köklü bir anlayış, bir görüşle bakabilmek lazım... Bu âlem, içinde yaşadığımız bu âlem, bizim tasavvuf görüşümüze eş olarak, birtakım zıtların ahengi içinde tek yolu tefrik edebilmenin imtihan çerçevesi... Bir çok zıtlar birbiriyle muharebe halinde; ışık karanlıkla, ulviyet süfliyetle, bela saadetle, hastalık sıhhatle ve nihayet topyekun yokluk (adem), varlıkla (vücut)la... Göğü tarayan sayısız, yüz binlerce projektör gibi insanoğlu yolunu arıyor fezada, yani mânevî âlemde... Hudutsuz arayış... Yolun tek olduğu hissi herkeste mevcut; o insanî bir bedahet; fakat hangisi? Bu ebedî arayıcılık içinde kahraman, bizi talip olduğumuz yola yaklaştırandır. Ondan verdiği haber nisbetinde kahraman...

 

Sâdi’ye sormuşlar:

-“İnsan nedir?”

Cevabı:

-“Yek katre-i hûnest ve hezar endişe”...

Yani, tek damla kan ve sayısız kaygı, endişe...

 

Eski Yunan hâkimlerinden Solon (Solon)a da soruyorlar. “İnsan nedir?” diye... O da, “İnsan bir ârızadan ibarettir” diyor. Yani bir ipliğin üzerindeki ilmik gibi bir şey... Çekince iplik dümdüz... Bu iki görüş de insanı tam ifade kuvvetinde değil... Sâdi’de daha derin, fakat o da ıstırap cephesiyle insanı ele alıyor. Öbürü sadece yokluk tarafından görüyor. Her şeyde olduğu gibi biz kendi öz kaynağımızdan alıyoruz insanın tarifini ve memuriyetini... Kur’an’da Allah diyor ki:

“Ben insanı eşya ve hâdiseleri teshir etmesi için kendime halife olarak yarattım!..”

Ne muazzam emanet!.. Yine Allah bu büyük emanet için:

“Emaneti dağlara taşlara teklif ettik, istemediler, çekindiler, almadılar; insan ki, zalûm ve cehûldur, kabul etti!”

Buyurur.

İşte bu kadar büyük bir emanetin sahibi olan insan, ona sadakatten uzaklaşınca Kur’an’ın tâbiriyle “belhüm adal-hayvandan aşağı” olur.

 

Uykuyu ararken gözümüzü, göz kapaklarımızı kapattığımız zaman, nasıl birtakım renkler, pırıltılar görürsek; bir iç âlemin haberini alırsak, hepimiz sezeriz ki, biz tepeden inme gelmiş değiliz. Yani varlığa bu dünyada başlamış değiliz... Bir hatıra ışığı, içimizde bir oluş hatırası... Bu ruhumuzdur. Onun için, “vatan muhabbeti imandandır”, ölçüsü var dinimizde... Aslî vatan bu toprak ve bu dünya değil!.. Sanki biz, muazzam yükseklikten, mesela Himalayanın yüksekliğinde bir dağdan, dağın tepesindeki billur köşkten dağın eteklerine indirildik; ve işte bütün meselemiz şimdi bulunduğumuz etekten o dağın zirvesine tekrar tırmanabilmek... Bu, tasavvufun büyük davası... Mevzuumuz bu değil... Geniş, (pratik) zeminli bir konferans üzerindeyiz. Bazı hikmetleri sizin kültürünüze bırakarak geçmek mecburiyetindeyim. Evet, bu dağın eteğinden, göklerin bile kaybolduğu, kuruş kadar küçük göründüğü bu eteklerden bu kuyu gibi eteklerden, ruhumuzun vaktiyle saadet âlemi olan o büyük vatana, dağın tepesindeki billur köşke çıkmak memuriyetindeyiz. Bunun için yaratıldık ve bunun için Kur’an bu dünyaya “esfel-i safilin” diyor. (Bakınız: Esfel-i Safilin)

 

(Eserden iktibas edilmiştir)

Share this post


Link to post
Share on other sites

İlan edilmesinde sahte kahramanların kuklalık yaptıkları Tanzimatı (ve peşinden gelen Islahat'ı) ve Tanzimat zihniyetini tam olarak anlayabilmek için, devrin paşalarının yakından tetkik edilmesi ve ruh cephelerinin net şekilde teşhiri elzemdir. Tanzimatı ilan eden Mason Mustafa Reşit Paşadan başlayarak, sırasıyla Ali, Fuat ve Mithat Paşaların anlatıldığı bölümleri kitaptan iktibas edelim ve Tanzimatı Batıdan gelen bir hediye gibi kabul eden ve verdikleri zarar ile Enver, Talat, Cemal Paşaların atası olma mahiyetinde olan bu sahte kahramanların iç yüzünü, aynı zamanda devletin içinde bulunduğu bataklığı görelim. Osmanlı devletini kuran Osman Bey ne kadar muazzam bir iman zeminine sahipse, çürümenin en bariz meyvesi olan Tanzimatı ilan eden ve destekleyen paşalar da o kadar iman yoksunuydu. Minarenin kuyuya tahavvül edişi...

 

 

 

İşte sahte kahramanların kapısına geldik! Bu fabrikanın ilk ve muhteşem mamulü, Büyük Reşit Paşa diye anılan Mustafa Reşit'tir. Fransız İnkılâbından 10 yaş küçük... Demek ki, 1779'da doğmuş... İstanbul'lu... Dedeleri Kastamonulu... Tahsili yarım kalıyor, Mora Seraskeri eniştesi Ali Paşanın yanına gidiyor. O zamanlar Yunan isyanları başlıyor. İlk gençliği orada geçiyor. Ali Paşa azlediliyor, İstanbul'a geliyor ve Davutpaşa'da tek katlı, iki odalı, basit bir kulübeciğin içinde aylarca, mevsimlerce müthiş bir sefalet hayatı yaşıyor. Mustafa Reşit Paşanın dâva ahlâkını birazdan göreceksiniz. Şimdi şahıs ahlâkına ait bir vesika görelim: Davutpaşa'daki o sefalet yerinde oturan Mustafa Reşit bir adamla tanışıyor. Adam buna acıyor. Orta halli bir adam, basit, kendi halinde, sâf ve temiz. Bir kızı var, kızını ona veriyor ve iç güveysi olarak yanına alıyor, sefaletten kurtarıyor onu... Babıâli'de de kaleme kâtip giriyor. Biraz sonra Mora Seraskeri Ali Paşa ölüyor, yani eniştesi... Eniştesinin odalığı olan bir Âdile Hanım var ki, Fındıklı'da, İstanbul'da büyük köşkleri, konakları var... Âdile ona bir mektup yazıyor; "karını bırak, beni al!" diyor. İşte ilk işi, menfaat için, zavallı, kendisini sefaletten kurtaran ailenin kızını boşamak oluyor ve gidip Âdile Hanımı alıyor. Buradan başlıyor şahsî ahlâkı... Sadaret mektubî odasında kâtiptir. İkinci Mahmud devrindeyiz. 1224'de, Rus muharebesinde, Padişahın bir emriyle, saraya muntazam raporlar gelmesi için Babıâli kâtiplerinden bir heyet kuruyorlar. O da heyet arasında cepheye gidiyor, birtakım raporlar yazıyor. Tanzimat Paşası tipi, Tanzimatçı tipi bu... Hiçbir girifte inmeksizin, işin kolayına giderek, gayet canlı, açık, konuşma diliyle raporlar yazıyor. Raporlar da Padişaha gidiyor. O da padişahların çok kolaycılarından biri... Fevkalâde hoşuna gidiyor raporlar... "Kim yazdı bunu?" diye soruyor. "Mustafa Reşit kulunuz!"... "Gelsin İstanbul'a"... İşte meccanî kahramanlık böyle başlıyor. Biraz sonra sahtede bitecek iş... Padişahla görüşüyor. Padişah ona hemen Fransızca öğrenmesini tavsiye ediyor. Oradan hariciyeye geçiyor ve ikbal kapıları açılıyor. 1246'da, Mısır'da Mehmed Ali Paşaya gönderiliyor; bir heyet içinde gidiyor. Bir ân duralım, devletin ne halde olduğunu görmek için... Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa devlete isyan halindedir. Oğlu İbrahim Paşa bütün Suriye'yi çiğnemiş, Kilis taraflarında, Nizip'te... Muharebeyi kaybetmişizdir. Muharebeye ait bir şey söyliyeyim de hoşa gitsin... Muharebede Almanların meşhur Büyük Molteke'si yüzbaşı rütbesinde, bizim orduda mütehassıs... Tavsiye ediyor: "Şurada, şurada mevzi alalım, şu hücumları yapalım, şu plânı tatbik edelim!"... "Hayır!" diyorlar; "müneccim başının raporuna muhaliftir sözünüz!"... Alın kaba softayı! Hadîs:

 

"Külli müneccim-ün kezzâb - Bütün müneccimler yalancıdır!"...

 

Bir gün Mekke'de büyük bir yağmur yağacağına dair bir müneccim falı çıkmış ortaya; ve Allahın Resulü bu muazzam Hadîsi buyurmuşlar. Tesadüf veya hikmet, ertesi günü yağmur yağmış... Yani müneccimin dediği çıkmış... O kadar yağmış ki, Allahın Resulü elleriyle ve maşrapalarla suları dökerken yine "Küllü Müneccim-ün kezzâb" derlermiş. Yani müneccimlerin dediği olduğu halde Resûlullah ısrar ediyor: Müneccim yalancıdır! Şimdi bu ısrarın büyüklüğünü şuradan anlayın ki, Alman iktisat kitaplarında bunu misal diye gösterirler. Bir teşhiste o teşhisin ilmî yanılması -bir defalık-, teşhisin kökünden yanlış olması demek değildir. Misâl olarak da bu Hadîsi ele alır onlar... Onlar ilimde, ilmî metodda istifade ediyor bizim hikmetlerimizden de, biz cehlimizin büyüklüğünden, cehlimizi biraz silecek kadar olsun istifade edemiyoruz.

 

Neyse; İbrahim Paşa Kütahya'ya kadar geldi; Kütahya'ya kadar... Bir vali!.. Ve bizim devletimiz Rusya'ya el açtı; baş düşmanına... "Beni valimden kurtar!" diye... Böyle bir zillet hangi tarihte var? Mustafa Reşit'i Mehmed Ali Paşaya gönderdiler. Mehmed Ali Paşa mağrur, ordular kurmuş, Fransa'nın himayesine geçmiş... Ağzına gelen küfrü ediyor Padişaha... "Bir dakika!" diyor Mustafa Reşit Paşa... "Ne oldu?" diyorlar. "Bir dakika!" diyor ve başlıyor hüngür hüngür ağlamaya. Demin size Tanzimatçı Paşadan bahsettim. Tanzimatçı Paşa, ya ağlar, yahut nezaketinden Sadaret hademelerine "bendeniz" diye hitap eder. İşte Ruslara el-avuç açtıran vezirlerden biri...

 

O günlerde yapılacak olan şey, bir ana-baba günü heyecaniyle ayaklandırıp milleti ve Anadolu Türkünü, kendisine ihanet eden valiyi kökünden kazımak ve devletin şevketini tesis etmekti. Bunun için icabında vezirler ve paşalar da başta, Padişah Anadolu'nun içine dalacaktı. Hayır! "Düvel-i muazzama"ya avuç açmak! Politika budur Tanzimatta! Paris ve Londra sefaretleri... Evvelâ sefaretlerde dereceler alıyor. Büsbütün garp hayranlığı kaplıyor onu... Nihayet Hariciye Nazırlığı ve Nazırlık uhdesinde olarak Londra sefiri... Sene 1255... Eski harfleri bilenler, 5'in bir yuvarlakla yapıldığını bilirler.

 

Zamanın şairi hemen oturtuyor:

 

"Bir, iki, iki delik

Abdülmecid oldu melik!"

 

1255... Abdülmecid tahta çıkıyor. Ve o, Hariciye Nazırı, Londra sefiri iken tam aradığı zayıf padişahı bulduğu için çat diye İstanbul'a geliyor. Sene Milâdî 1839... Gülhane Hatt-ı Hümayunu... Gülhane Parkında bütün vezirler toplanıyor. Ekalliyet temsilcileri de... Patrik, hahambaşı, şu, bu... Herkes setresini, yeni elbisesini giymiş; artık eski kavuklar yok... Birtakım tuğlar parlıyor feslerin üstünde!.. Ne aldığını biliyor, ne verdiğini, memleket... Bir hayret âlemi!...

 

Gülhane Hatt-ı Hümayunu okunuyor. Şeriatın medhi ile başlar hat... Şeriat-ı Garra-yı Ahmediyye tabiriyle... Ne istiyoruz biz bu adamdan öyleyse?.. Fakat o ne müthiş sinsi ya-hudi ve münafık tabiyesi... Şeriatın medhiyesi ile başlayan Gülhane Hatt-ı Hümayunu, bizi basit Avrupa demokrasilerinin İslâmiyette 1300 sene evvel hakikati konmuş olan usûllerine davet eder. Şöyle: Can masundur, ırz masundur, mal masundur, adalet gelecek, müsavat gelecek... Basit, yalama olmuş nakarat... Bunları öne süreceğine, Şeriat ihya edilecektir, desene. Hayır! Şeriat medhediliyor, fakat bunlar sanki Şeriatta yokmuş gibi gizli bir Şeriat düşmanlığı içinde bir Avrupalıcılık güdülüyor. Tabiye bu, tertip bu, usûl bu... Ve bunu Hariciye Nâzırı sıfatiyle yapıyor. Ne selâhiyet!.. Sadrâzam da değil henüz... Padişah da orada; titreyen bir tuğ fesinde, bütün bunları hayretle, piyano dinler gibi dinliyor, Çünkü pek bayılırdı piyano dinlemeye...

 

Biraz sonra Abdülhamîd'i göreceğimiz zaman aslîlik ve şahsîlikte büyüklüğünü bir kere daha anlıyacağız.

 

Ferman kabul olunuyor.

 

Avrupalılara teminat... Avrupalılar da başımızda, ellerinde birer değnek, "ıslahat, ıslahat, ekalliyetlerin işi, teminat, ıslahat" diye bağırıp duruyor. Kimse onlara "dahilî işlerimize müdahale edemezsiniz!" diyemiyor. 1262'de (1845), Sadrâzam oluyor. Bir türlü olamayan bir eser vermeye çalışıyor: Darülfünun (üniversite)... Avrupa'da gördü ya!.. Bir de Fransızların akademisine mukabil, (Akademi Fransez), "Encümen-i Dâniş" isimli bir şûra kuruyor. Âzası da kim?... Kendisi, Âli Paşa, Fuad Paşa ve ekalliyetten bazı tipler... Yahu, Fransız Akademisi, Fransız kültürünün dayandığı adamlardan kurulur. En büyük adamlardan... Böyle kopyacılardan değil... Âli ve Fuad Paşaların ismi geçti. Evet bunlar da Mustafa Reşid'in iki çırağı, çömezi... O Sadrâzam, öbürü Hariciye Nâzırı, beriki Sadaret müsteşarı... Biraz sonra düşecektir Mustafa Reşit; yerine öbürü Sadrâzam, daha öbürü Hariciye Nâzırı!... Bir üçgen bu... Ne kadar büzülse, çarpılsa, hep aynı üçgen; bozulmuyor, çizgi değiştirmiyor. Bunlar birbirlerine benziyorlar, tıpatıp... Mizaçları, tavırları, halleri, daima birbirinin aynı...

 

Hemen, sırası gelmişken söyliyelim: Mustafa Reşit Paşa bir numaralı masondur. Âli Paşa iki, Fuad Paşa üç...

(...)

 

 

Mustafa Reşit altı defa sadrazam oldu. Üç kişi bir usta ve iki çırak arasında bir köşe kapmacadır gitti. Şimdi de bu adamın dâva ahlâkına geldi sıra... Bu adam makamından uzaklaştırılmışken, Âli Paşa çıktı ve 1855 fermanını getirdi. Bu 1839 fermanının daha genişlemişidir. Yani Mustafa Reşit Paşanın eseri zenginleşmiş oluyor. Kendi iktidarı değil diye ne diyor bunun için biliyor musunuz? "Hainler tarafından Avrupa'ya verilen vatan tahribi vesikası"... Kendi öz eseri için diyor bunu... Hainler tarafından Avrupa'ya verilen vatan tahribi vasıta veya müsaadesi...

 

Eğer kahramanlıklarını tatbik edecek mevkide değillerse, kendi eserlerini inkâr eder sahte kahramanlar, ve umumiyetle -şimdi misallerini göreceksiniz-, birbirlerini sevmezler. Her biri öbürüne düşmandır. Bu adamların Avrupaca nasıl telâkki edildiğini anlamak için bizzat Avrupalıyı dinleyelim: Engelhardt (Angelhard) isimli "Türkiye ve Tanzimat" adını taşıyan bir kitabın müellifi aynen şöyle söylüyor, Mustafa Reşit Paşa için: "Mustafa Reşit Paşa Avrupa'yı tatmin etmek, itimadını kazanmak ve onun ayağı dibinde çömelmekten başka hiçbir politika ve gaye takip etmiş değildir." Avrupalı uşağını iyi tanıyor.

 

Mes'ud hatalar devam etti. "Mekteb-i sultanî" şimdiki Galatasaray... Dünyanın neresinde öz münevverini yetiştiren bir mektebin yabancı lisanla tedrisat yaptığı görülmüştür? Peşinden "Düyun-u Umumiye", Osmanlı Bankası... Ayrı bir üçgen... Mustafa Reşit Paşa, Âli ve Fuad Paşalar gibi... Banka burada Garp sermayesinin gardiyanı, "Düyun-u Umumiye" haciz işinde icra memuru; "Mekteb-i sultanî" de Avrupa kültürünü besleyen manevî müstemleke ocağı... Bunlar şahsiyetsizlik nesillerinin ilk tohumlarını attılar. Ruhiyat ve fikriyatta da Topkapı Sarayı ile Mecidiye Kasrı arasındaki münasebetten ileriye gidemediler.

 

Şunu her zaman söylerim: Topkapı Sarayı, eski mimarînin içine kapalı muhteşem, manalı ifadesidir. Ve onun yanında, kümes gibi, küçücük Mecidiye Kasrı... (Barok) ve (Rokoko) dediği piç mimarî, Avrupalının... Piç, köksüz mimarî... Şu Beylerbeyi sarayları, Dolmabahçeler, filân... Hepsi aynı mânada... Tanzimatçı kafası bu... Avrupalıyı dışından taklit, Avrupa'nın hiçbir çilesini bilmeden, tanımadan... Bütün bu ıslahat ve gayretler, bir vebalının yüzüne sıhhatli görünsün diye pudra serpmesinden farksızdır. Manevî müstemleke manzarası; sefirler, bankerler saltanatı ve "düvel-i muazzama" korkusu... Sanki bir beslemedir Türk hükümeti; "düvel-i muazzama" da onu her ân çimdikliyen tepesindeki zulüm cadısı...

 

Dâva ahlâkını da gördük onun... 1857de Sahil sarayında öldü, yani yalısında... İpekler, halılar, altunlar, âvâmiler içinde... Nerede Davutpaşa'nın idealist, parasız genci?.. Onu kahramanlaştıran İttihad ve Terakkidir, diğerleriyle beraber... İttihat ve Terakki -zaten üzerinde çok kısa duracağız-, sahte kahramanlar sirkidir. En küçük fin köpeğinden devine kadar.

 

Hüküm: Büyük Reşit Paşa sahte kahramanlık vasfıyle Batılılık veya Batıcılık maymunlarının atasıdır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Peşinden Âli Paşa geliyor. İsmi Mehmed Emin... Bütün bunlar mahlaslariyle tanınıyor, asıl isimleri başka... Mehmed Emin Ali... O kadar kısaymış ki, boyu, tersinden ifade için Âli demişler ona... Mustafa Reşit Paşaya kapılanıyor, beraberce Londra'ya gidiyorlar. Orada maslahatgüzar oluyor, Hariciye müsteşarı oluyor, derken sefir oluyor. 7 kere Hariciye nâzırı, 5 kere sadrâzam oluyor. Balı kavanozun camından yalama kahramanı ve Hristiyanlık âşıkı... En büyük İslâm düşmanı... Şimdi anlıyacaksınız: Türk tarihinde, Osmanlı tarihinde ekalliyetlerden ilk vezir Âli Paşanın tayin ettirdiği Davit Paşa isimli bir katolik Ermenidir. Onu Cebel mutasarrıfı yapıyor ve vezaret rütbesi veriyor. Bir gün sözüm ona, Âli Paşa, iftara davet ediyor Ermeniyi... Sadrâzam ya, İslâmî devleti temsil kılıklı, iftar ediyor. O ne inanılmaz iftar! Ermeni geliyor oraya, kuruluyor Paşanın oturduğu masaya ve diyor ki; "ah, şu Müslümanlığa benim ne büyük meylim var, isteğim var! Oruç ne güzel şey! Ermenilerin beni taşlamıyacaklarını bilsem Müslüman olurum!"...

 

Bu söz, bir Ermeniden niçin ve ne maksatla geliyor? Ya Paşaya dalkavukluk yapmak, yahut içinde tereddütle karışık bir İslâm temayülü bulunduğu için... Ya ne cevap verilir buna?.. En kötü cevap; "bırakın, bu bahsin yeri değil şimdi!"... Ne diyor, biliyor musunuz? İnanılmaz bir şey!...

 

Bu türlü iddialara karşı hayretler içinde kalıyor herkes... Çünkü, bunlar nasıl oluyor da bilinmiyor diyorlar? Şimdi yerini, yurdunu söyleyeceğim vesikanın... Paşa diyor ki, Ermeniye; "Biz seni Müslümanlığı sevdiğin için vezir yapmadık; Hristiyan olduğun için yaptık!.." Kaynak: Lutfî Tarihi, Ahmed Rasim Tarihi...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Fuad Paşa büsbütün faciadır. Abdülaziz'le Avrupa'ya gitti. Abdülaziz'in Avrupa'ya gidişi de hâdiselerin en komiği... İlk Avrupa'ya çıkan maymunlaşmış Tanzimatın padişahı... Bana Abdülhak Hamid anlattı: Kendisi o zaman 17 yaşında bir sefaret memuruymuş... Padişah elçilikte, kravatını beğenmiş onun... "Çıkar ver kravatını!" demiş... O da çıkarmış, Padişaha kravatını vermiş...

 

Avrupalı her yerde alay halinde bizimle... Garlara kadar geliyorlar, Sultanı istikbâl ediyorlar. Siz Avrupalının askeriyle, merasimiyle ayağımıza kadar gelmesine, türlü şaklabanlıklarına kıymet vermeyin! O, bilâkis, emperyalizmasını kolaylaştıran adamların etrafında pervanedir. Yolda, Tuna Valisi Mithat Paşaya uğruyorlar. Onu da beğeniyor, Padişah...

 

Fuad Paşa o zaman Padişaha refakat etti, fakat yolda ayrıldı ve (Nis)te öldü. Öleceği zaman Papaya bir mektup yazıyor ve Mustafa Reşid Paşadan beri gelen cereyanın ilk mahsûlünü veriyor. Papadan Hristiyan olmayı ve ölürken, Hristiyan usulüyle gömülmesini vasiyet ediyor. Ve ölüsü öyle kaldırılıyor. İstanbul'a da Müslüman ölüsü diye getiriliyor, İslâmî merasimle gömülüyor, Kaynak: İbn-ül Emin Mahmud Kemal - Son Sadrazamlar...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Evet, Tanzimatla başlayan kök tahripkarlığı ve batılılaşma güruhunun temelini kazmış olan Reşit Paşa, ve onun, pelerininine gizlenmiş, kendisi için (medeniyetin resulü) diyecek kadar dalvakulkuğu kendinde toplamış olan, makam ihtirasındaki cüce meddahı Şinasi... Sizleri şu linkteki ibret vesikası üzerinde tefekküre davet ediyorum.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Şimdi Mithat Paşaya geliyoruz. Üstüne bir de mazlumluk ve şehitlik kondurulan sahte kahramanların dördüncüsü ve belki en büyüğü, Mithat Paşa... Çünkü hâlâ hükmü sürüyor. Ankara'da Mithat Paşa Caddesi var. Vaktiyle başka bir ismi vardı. İsim söylemek istemiyorum. Halk Partisinin tepe tipine ait bir isim.. Orası onun caddesiydi. Şimdi Mithat Paşa caddesi oldu. Bakın siz hale!.. Sahte Kahramanlar sokakları bile paylaşamıyorlar!

 

Rusçukta bir aileden... Suyun öte yanından... Suyun öte yanı korkuludur. Suyun öte yanından adam gelmez değil... En iyi insan da Rumeli tarafından gelebilir. Ama umumiyetle şüpheli bulmaya mecburuz o sahayı... İsmi Ahmet Şefik... Üstelik hafız... Hafız Ahmet Şefik... Bilmiyorum, öleceği zaman hıfzettiği Kur'ân-ı Kerimden tek âyet var mıydı kafasında... Büyük Reşid Paşa'dan 24 yaş küçük, Tanzimatta 17 yaşında... Divan-ı Hümayuna giriyor. Mithat mahlasını alıyor, 27 yaşında İstanbul'a geliyor. Sadaret Mektubî kalemi... Hepsinin uğrağı... 30 yaşlarında bir iltizam işine girişiyor. İltizam vergi alım- satımıdır. O zaman vergiler mültezimlere satılırdı. Kötü usûl... Memurken bunu yaptığı için, ilk suistimali... Çünkü suistimal kumkumasıdır bu adam... Mahkemeye düşüyor, beraat ediyor. Adil mahkemeler diye hatıratında yazar. Meclis-i Vâlâ kâtibi oluyor ve o sırada Kuleli vak'ası patlıyor. Kuleli vak'ası zamanın padişahına karşı bir takım askerlerin giriştikleri bir hükümet darbesi teşebbüsüdür. Önleniyor, yakalanıyorlar. Mithat Efendiyi de -o vakit efendi- mustantık (sorgu hâkimi) yapıyorlar... Sözde hürriyetçi, o kadar sıkıyor ki, öbür sözde hürriyetçileri, -dâva ahlâkına bakın-Hüseyin Daim Paşa isimli bir çerkes, artık dayanamıyor, "sarı sakallı efendi, sarı sakallı efendi -sarı sakallıymış demek-, anladık, diyor; bizi fazla sıkma, bu işi biz yaptık, neyse hükmünüzü verin!"... Âli Paşanın Sadrazamlığında tedavi için Avrupa'ya gidiyor. Niş Valisi oluyor. Niş, Silistre, Vidin birleştiriliyor, Tuna Valiliği oluyor, orada ıslahat... Bugün Ziraat Bankasının ve Emniyet Sandığının esası telâkki edilen Menafi Sandıklarını kuruyor.

 

Burada bir ân duracağız. İşte büyük (Feliks Kulpa)cı Mithat Paşa!.. Bütün ıslahatı (Feliks Kulpa)... İlk defa Türkiye'de bankaya benzer bir şey kuruluyor. Banka bizim anlayış ve inanış müessesemize göre nedir?.. Bunun tesbiti lâzım gelir. Bugün bankanın bir milletin iktisadî hayatındaki nâzım rolü, şeker hastasına karşı (ensülin) kadar kıymetlidir. Kim inkâr eder bankayı!.. Ama bankanın bir tarafı vardır ki, bize zıttır, orada durulur. Bu taraf, tatbiki kabil bir şey midir bizde?.. Hal tarzı var mıdır? Aranır, mutlaka bulunur. Ve işte böyle olur inkılâp!.. Yoksa oyuncak kabilinden yapılan işlere ne büyük ıslahat, ne büyük icraat hükmü verilebilir. Mithat Paşanın iktisadî görüşü (fızyokrat)lardan -en iptidaî, iktisadî mektep- ileriye geçemez. Açıkgöz bir adam sadece... Ve küstah!.. Açıkgözlük zekâ demek değildir. Küstahlık da şecaat demek değil, bu adamın -demin küstah dedim, küstah onun için çok hafif kelime- cesareti, küfür cesareti ve İslâm nefreti o kadar büyük ki, bugüne kadar bu aziz vatan, bu çilekeş memleket nice hainler gördüğü halde hiçbir hain Mithat Paşanın yaptığını yapamadı. Asırlarca müddet, evvelâ Allah Resulünün elinde beyaz bayrak, siyah bayrak, sonra aylı bayrak, sonra ay-yıldızh bayrak halindeki o mukaddes sembolün altına istavrozu koydu, Tuna Valisi iken... Kimse bu kadarına gidemedi ve bu inanılmaz hâdise Ali Haydar Mithat'ın, yani oğlunun Mithat Paşa kaleminden çıkan hatıratında yazılı... Vesika ve me'haz veriyorum. Ve şöyle bir tefsir: "Ekalliyetlerin hukukunu müdafaa etmeye mecburdum, onları ısındırmak için bayrağa istavrozu koyduk!"... Hangi istavrozlu bayrak, tebaası içinde Müslümanlar varsa bir de Hilâli koydurur?..

 

Var mı buna imkân?

 

Abdülaziz'in görmeyen gözüne giriyor ve seyahatinden sonra "Şura-yı Devlet" reisi oluyor. Sahte kahramanlar birbirlerini çekemez, dedik... Âli Paşa ile dalaşıyorlar. Bağdat valisi oluyor, peşinden Mahmud Nedim Paşa geliyor, Mithat Paşayi azlediyor. Azledilmiş olarak İstanbul'a dönüyor. Huzura çıkıyor. Bir gece içinde padişahı ikna ediyor, kandırıyor. Mühr-ü Hümayun alınıyor Sadrâzamdan, kendisine veriliyor. Evet, bir gece içinde valilikten azledilmiş adam Sadrâzam oluveriyor. Fakat ilk Sadrazamlığı 75 günden fazla sürmüyor. Çünkü açıkgöz ve küstah olmak zeki olmak değildir, demiştim. Böyleleri, bir yerde muhakkak açık verirler. Bir kır ata biniyor -ah o kır at, herkes de onun sırtına biner-, Gülhane Meydanında dört nala koşturuyor atı... Gülhane Meydanında at oynatmak yalnız padişaha mahsus... Hemen "mühr-i şerif" alınıyor elinden... Meccanen aldığını meccanen veriyor. O sırada "talebe-i ulûm", softalar nümayişi diye yâdedilen büyük nümayiş oluyor. Abdülaziz'i halledenlerin başı olan Hüseyin Avni Paşa Bursa'ya sürülmüş... Onun serasker yapılmasını istiyorlar. Büyük kıyamet... Mithat Paşa için de hudutsuz talepleri var; lâyık olduğu makam verilsin diyorlar, ama yer tayin etmiyorlar. Yani Sadrazamlığını istiyorlar. Bütün talepleri kabul ediliyor. Yalnız Sadrazamlık hariç... Paşa "Şura-yı Devlet" reisi oluyor. O sırada Abdülaziz, bîçare Abdülaziz, bildiğiniz şekilde tepetaklak ediliyor.

 

 

Pencereden pencereye koşarmış; "nerede donanmam, beni kurtarsın!.." diye... "İşte donanmanız!.." demişler. Donanma gelmiş ve toplarını saraya çevirmiş... O da isyancılarla beraber...

 

Abdülaziz temiz insandı, saftı. Hiçbir dirayet sahibi değildi ama buna rağmen saffeti olan insandı. Bakın, ona ait bir misal ne kadar hoşunuza gidecek... Bizde mabeyn zekâsı hep kötüye, hileye çalıştığı için padişahı kelepçelemek bakımından hiç bir dâhinin bulamıyacağı tedbiri buluyorlar. Padişahın elini suyla bağlıyorlar! Suyla el bağlamak nasıl olur? Abdülaziz ilk defa hayatında vezir döven Padişah... Bir tokat atıyor vezire ve onu yatağa seriyor. Pehlivan çünkü kendisi... Vezirin başı kesilir ama, vezir dayak yer mi? Büyük ayıp! Nasıl mâni olsunlar?.. Bir taraftan da mâni olmak istemiyorlar. Çünkü bir yalı veriyor döğdüğüne Sultan... 10 dakika sonra hiddeti geçiyor ve gönül alıcı hediyesi geliyor. Mahmud Nedim Paşanın Vaniköyü'ndeki yalısı, okkalı bir tokattan sonra hediye edilmiştir.

 

Çareyi buluyorlar. Padişah bir oturuşta bir koyun yiyor; kuzu filan değil... Elleri omuzuna kadar yağ içinde... Fena haberleri o zaman arzediyorlar. Öfkeli Padişah, yağlı ellerle tokatı indiremiyor, "su!" diye haykırıyor. Kocaman bir tas içinde su geliyor; sabun, havlu, kurulama deyinceye kadar hiddeti geçiyor Sultanın... İşte suyla böyle bağlıyorlar elini... Bu, elini suyla bağladıkları Padişahı da sudan bir hareketle tepe-taklak ediyorlar.

 

Hükümetler yoğurttan olursa mukavvadan hançerler, 1960 misali, onu deler. Bu işin başında Mithat Paşa ve Hüseyin Avni Paşa var. Mithat Paşanın Abdülaziz'i deviriş şekli, bir vatan hiyaneti levhasıdır. Abdülaziz'i devirdi diye değil... Şu sebepten: Avusturya sefaretine gidip niyetini söylüyor ve yardım istiyor. Sefir, "ben bunu duymamazlıktan geliyorum diyor; bu nasıl şey, ben yardım edemem!"... İngiliz sefiri kabul ediyor yardımı... Bir İngiliz harp gemisini İstanbul'a çağırmayı dahi vâdediyor. Yani muvaffak olamazlarsa bu gemi onları kaçıracak... İnsan bir iç inkılâp yapmak ister de memleket düşmanının himayesi altına mı girer? Bunlar mı kahraman?.. Bir müddet sonra Abdülaziz intihar etmiş veya öldürülmüş... Bunu tarih halledemedi hâlâ... Ve halifeler içinde de bir numaralı mason olan Murad tahtta... Hilâfet ve saltanat makamında... O sırada Çerkeş Hasan vakası oluyor. Çerkeş Hasan isimli, saraya mensup Abdülaziz'in yakınlarından birisi çizmesinin her tarafına ikişer üçer tabanca koyarak Mithat Paşanın konağında toplanmış vezirlerin arasına giriyor; önüne geleni öldürüyor. Hattâ Tanzimat Paşası Hariciye Nâzırı bayılmış korkusundan... Bayılmış adama da kurşun çekiyor. Şu neferi, bu subayı, hepsini öldürdükten sonra, ancak, Kayserili Ahmet Paşanın arkasına geçip kollarından yakalaması sayesinde tutulabiliyor. Yalancı tarihler Çerkeş'in Mithat Paşaya dönüp de "sen milletin babasısın, sana dokunmam!" dediğini kaydeder. Hayır! Hakikî tarih diyor ki, Mithat Paşa büyük bir perdenin arkasına saklandı ve Çerkeş'ten korunmayı becerdi.

 

Ve Abdülhamid'in tahta çıkışı... Mithat Paşanın daha evvel Abdülhamid'le pazarlık yaptığı yalandır. Bunlardan bir tanesi yok tarihte, vesikasiyle... Mithat Paşa da dört numaralı mason... Söylemeye bile değmez! Abdülhamid'in huzurunda yaptığı küstahlığa bakın: Yeni Padişah, halkın bir nevi kahraman ilân ettiği Mithat Paşayı ilk Sadrâzam olarak tayine mecbur oluyor. O sırada Sadrâzam Mütercim Rüştü Paşa... O ve Mithat Paşa, huzurdalar... Abdülhamid sigara veriyor onlara... Mütercim Rüştü Paşa nezaketinden, edebinden alamıyor, Mithat Paşaya uzatıyor, o alıyor. Aldıktan başka yaksın diye de ağzını Abdülhamid'e uzatıyor; ayak ayak üstüne atmış, koltuğuna kurulmuş... Böyle bir adam! Peşinden Rus muharebesinin körüklenmesi... Haliç Konferansı... Avrupa'nın Salisburey (Lord Salizbori)ye kadar bütün büyük Hariciye Nâzırları, siyasîleri, diplomatları geliyor. Birinci "Meclis-i Mebusan" açılıyor. Nihayet meşhur "hatt-ı hümayun", "Kanun-u Esasî" hokkabazlığı... Ve toplar atılıyor İstanbul'da, Haliç'teki Avrupalılara "işte Türkiye Avrupa çapında devlet olmaya başladı!" denilmek isteniyor. O zaman (Lord Salizbori)nin bir sözü var:

 

"- Bize bu çocuk oyuncaklarını göstermek için mi buraya kadar zahmet ettirdiniz?"

 

Avrupalıların taleplerini kabul edemiyor devlet; konferans dağılıyor, harp başlıyor. Abdülhamîd ilk büyük dehâsını da orada gösteriyor; "Vay hain-i vatan vay, saraydan idare etti harbi" derler ya!.. Harp saraydan mı idare edilir? Onu da Almanlar yazdı: "Eğer saraydan idare etmeseydi, Gazi Osman Paşa gibi muazzam bir askerî dehâ çıkmazdı ve devlet sırrı diye ortada bir şey kalmazdı." Bunlar ayrı meseleler... Mithat Paşayı kendi öfkesi içinde yakalıyor Padişah. "Kanun-u Esasi'de bir madde var: Padişah dilediği adamı, kim olursa olsun, hiçbir mucip sebep göstermeden memleket harici edebilir. Koca Sadrâzamı çağırıyorlar saraya, Dolmabahçe'ye... Rıhtımda da İzzettin isimli bir gemi bekliyor. Onun hayatında pek mühim bu isim ve bu gemi... Hemen "mühr-ü hümayun"u elinden alıyorlar, yallah gemiye; sürüyorlar dışarıya! O sırada mağlûbiyet, felâket... Ruslar Ayastefanosa kadar gelmiştir. Mithat Paşa Londra'ya gidiyor. Londra'da güya Türkiye için çalışıyor ve af diliyor Padişahtan... Her gittiği yerden yalvarma mektupları Padişaha... Para; her gittiği yere para gönderiliyor. Nihayet Girit'te ikametine müsaade ediliyor; 200 altun maaşla... Bugünün parasiyle 200 bin lira, ayda... Bir de Suriye Valisi oluyor üstelik... Her vali olduğu yerde, hâlâ şimdiki hükümetlerle veresesinin dâvaları var... Hudutsuz mal sahibi... Oradan Aydın Valisi oluyor; yani şimdiki İzmir... O zaman ismi Aydın vilâyeti... Derken Abdülaziz meselesi ortaya çıkıyor. Abdülaziz'in öldürüldüğü iddia ediliyor ve (komplo)nun içinde Mithat Paşanın büyük rolü görülüyor, tevkif ediliyor, orada da Fransız Konsolosluğuna kaçmaya kalkışıyor, İstanbul'a getiriliyor ve muhakeme ediliyor. İstanbul'da en üstün insanların bulunduğu muhakemeden, hakkında idam kararı çıkıyor. Padişah bunu infaz etmiyor. Memleketin büyüklerinden mürekkep, hususî mânada bir temyiz kuruyor. O büyükler içinde Gazi Osman Paşa da var. "Bu habîsin mutlaka idamı şarttır vatan için", diyor. Yine affediyor ve Taife gönderiyor, onu Sultan... "Kise-i hümayun"dan yüzlerce altın geliyor, ayda; ve orada şirpençeden, -zatürrüye ile karışık şirpençe- ölüyor. Padişah öldürdü oluyor. Padişah öldürecek olsa onu karar çıktığı zaman astırmaktan daha kolay ne olabilirdi kendisi için?..

 

Allah'ın "intak-ı hak" dedikleri hakkı konuşturmasına bakın ki, oğlu Ali Haydar Mithat, kitabının bir sahifesinde söylediğini öbür sahifesinde nasıl yalanlıyor ve hakikati söylemeye ne denli mecbur kalıyor! Güya bir fildişi kutu içinde başı kesilip Mithat Paşanın, Abdülhamîd'e gönderilmiş, inansın diye... "Babamın, diyor; Taifte mezarını açtım, kafasını yerinde gördüm ve çürük dişlerinin (kuronlarından babama ait olduğunu anladım." Hani gönderilmişti fildişi kutu içinde, İstanbul'a?.. 1301'de, (1885) öldü. Boğulduğu, boğdurulduğu yalanı ve kesik baş uydurması, kitabın 321 ve 322'nci sahifelerinde yazılı... Alâkalananlar baksın! O kadar Hristiyan dostu ve İslâm düşmanı ki, askerî mekteplere "gayr-i müslim"lerden talebe almayı reddetti diye padişaha, sen "Kanun-i Esasi"ye zıt hareket ediyorsun diye çıkışmıştır. Bugün, hergün, hiçbir milletin harbiyesine ekalliyetten adam alınmaz!

 

 

Türkün din ve milliyet bütünlüğü böyle gerektirir.

 

İçinden İslâmiyet nefreti taşan, satıhçı, küçük açıkgöz, küstah, riyakâr ve yalınız çıkarına bakmış, harîs tip... Bu bahsi kapatırken, kendisi hakkında birkaç (tipik) manzum hicviye ve methiyeye göz atalım: Bir Kâzım Paşa vardı ki, düşmanıydı onun... Şunu yazdı:

 

"Kemâl-i ucb ile dermi, teres, ivânı yânında!

Biraz da Âl-i Mithat eylesin halka, hükümrânı...."

 

"Şeriat düşmanı, millet mudilli, devletin hasımı,

Şekavet menbaı, sirkat esası, mefredet kani."

 

Bunlar âdî küfürler... Biz kimseye küfretmiyoruz, hakikati söylüyoruz. Fakat asıl dâvamız ona hücum edenler değil, onu methedenler. Artık çok kısa durup geçeceğimiz öbür sahte kahramanlardan Namık Kemal, Mithat Paşanın ölümünde şunu söylüyor:

 

"Mübarek bâd, ey İs lamın medar ü şevket ü şanı.

Şehadeti sana Allah'ın en kıymetli ihsanı!"

 

Tevfık Fikret o dişi üslûbiyle şöyle yazıyor: "Çok zaman bekledi ey zat-ı mübeccel, vatanın Yâd için nam ü serencamını hürriyetle. Bize hürriyeti sen verdin, evet sen verdin. Sana ferman-ı şehadet, bize tevki-i beka. Elde Kanun-u mübinin geziyor hürmetle."

 

"Kanun-u Mübin" diyor; Kur'an-ı mübin, Din-i Mübin der gibi... Görün, bizde insanları putlaştırma edebiyatı nasıl başlar; ve Allah'ı inkâr edenler, kimleri ve neleri ve ne tabirlerle tarılaştırırlar!..

 

Gayet rahatlıkla Mürted Paşa diye anılması mümkün Mithat Paşa bahsini kapatırken, ona, onun ruh röntgenine ait muazzam bir tespit daha:

 

Sahte kahramanların çoğunda olduğu gibi, Rusçuklu Hafız Şefik, yani Mithat paşa Hazretleri, geceli gündüzlü içen bir sarhoştur. Bir akşam, etrafında davetli vezirler, öylesine çekiyor ki, kafayı, nihayet gaseyan etmek zorunda kalıyor. Yemek odasında paravanayla örtülü musluğun başında, marifetini gösterdikten sonra, yanı başında, kendisine peşkir tutan vezirin kulağına eğilip diyor ki:

 

"- Paşa paşa, ben sana bu işin sırrını vereyim mi?.. Bu milleti, Hristiyan etmeden kurtarabilmenin çaresi yoktur!"

Share this post


Link to post
Share on other sites

Şimdi şahıs olarak üç tipimiz var: Namık Kemal, Fikret, Gökalp...

 

Namık Kemal arnavuttur. Ama bu onun kusuru değil... Kusurlu tarafı da değil... Burada da bir ölçü koymaya mecburuz: İslâmı biz, dünyada mevcut her ırkı eriten muazzam bir hararet derecesinde bir pota kabul ediyoruz. Onun içinde hepimiz eriyoruz ve bir tek insan mâdeni çıkıyor; Müslüman... Irklar da Allah'ın, fertler gibi yarattığı vakıalardan biri... İnkâr edilemez. Irkları, müslümanlığa olan alâka ve hizmetleri bakımından mümtazlaştırabiliriz. Ancak o rengi en güzel aksettiren ırktan olmanın bir iftihar payı vardır. Kabul ediyoruz! Ve bizim anladığımız milliyetçilikte ruhî muhteva esastır; ondan sonra ona bağlı millî tecelliler ve tehassüler, bizim milliyetçiliğimizin tablosunu çizer. Namık Kemâl arnavuttur. Ama, ırk meselesi şuradan doğabilir ki, arnavutu, çerkezi, kürdü, hepsi müslüman olarak nazarımızda müsaviyken, bunlar kendilerini İslâmi ölçü dışı bir nisbetle bizden koparıp da infirada, ayrılmaya doğru giderlerse o zaman herbirinin, arnavutluğu, Çerkezliği, kurtluğu ayrıca kabahat olur. İşte o zaman Türklük girer araya... Ve dine hizmet noktasında nefsine imtiyaz arayabilir. Biz buna kabahat demeyiz o takdirde... Nitekim Akif de arnavuttur, ama ciddi bir müslüman ve Türktür nazarımızda... Süleyman Nazif - ki devrinin münekkidi geçindi ve Abdülhak Hamid'in arkasına meşhur "şâir-i âzam" yaftasını yapıştırdı- Onun arnavutluğunu gizlemek için dördüncü babadan sonraki babasının Konyalı olduğunu iddia eder. Bu Anadolulu baba tedariki pek zoraki bir iş ve | malûm...

 

Tekirdağında doğdu, tahsili noksan... Gayet kötü tasavvuf şiirleri yazdı, gayet zevksiz... Şinasi'ye rastgeldi. O da [sahte kahramanlardan; fakat o kadar küçük ki, değmez sahte [kahraman olarak ele almaya... Ama pek âlâ Namık Kemâl'i güttü. Fransızcaya daldı Namık Kemal ve şiiriyle, mevcut olmayan sanatını bir nev'î mücadele âleti haline getirdi ve ortaya bir "vatan" mefhumu attı.

 

Vatan...

 

Nedir vatan? Şu kelimecilikten ne gün kurtulacağız? Vatan şairi, "vatan"dan başka kelime bilmez. Vatan büyük bir dâva... Hattâ Ziya Gökalp nazarımızda gerçeklerden olmadığı halde vatanın izahını yapar ve onu idealleştirmeye bakar:

 

"Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan:

Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir, Turan..."

 

O, sadece toprak vatan... Fransızca söylenişiyle (lâpatri)... Tercümesi "vatan"...

 

Türkiye'de kurulan ilk parti, "Yeni Osmanlılar Cemiyeti"... Ona âza olur. Sırası gelmişken bir de partileri anlatalım : tek cümle içinde... Niçin parti olamaz bu memlekette ve niçin parti bu memleketin ruh kökünden fışkırmaz? Tıpkı gazeteler gibi... Parti bir Garplı müessisesi olarak buraya girer. Garplı sevk-ü idaresi altında yürür ve üstünkörü garp taklitçiliğinin dâvasını güder. Bu memleketin (doktrin) sahibi olarak köküne bağlı tek bir parti gelmemiştir şimdiye kadar... "Yeni Osmanlılar"dan yeni bilmem neye kadar budur zincir halinde... Namık Kemâl bunlardan ilkinin mensubu... Partinin de malî ihtiyacını temin eden adam, Prens Fazıl... Hidiv olamamış... İsmail Paşanın kardeşi... Devlete karşı kırgın... Namık Kemâl'i, Ziya Paşa'yı, gençleri topluyor. Halbuki adamın hırsı Sadrâzam olmak... Bunları Avrupaya götürüyor, Namık Kemal'e orada "Hürriyet" gazetisini çıkarıyor. Biraz sonra Babıâli ile anlaşıyor Prens, bunları bırakıyor. Kalıyor mu kahramanlar sokakta... Haydi onlar da affediliyorlar; dönüyorlar memlekete... "İbret" gazetesini çıkarıyorlar İstanbul'da... Öyle şiddetli yazılar yazıyorlar ki, o devirde, biz bu devirde yazamıyoruz onları... Ve nasıl yazdıklarına da, nasıl yazdırdıklarına da zaten şaşıyoruz. "Vatan yahut Silistre" diye bir piyes yazıyor Namık Kemal... Orada İslâm Bey diye biri var. Tek nakarat: Vatan... Vatanın ne bir izahı var, ne bir anlamı... Oyun içinde bir tekerleme var: Murat... "Muradın ne senin?" "Benim Muradım nerede?", Bilmece: Murat, murat... Şehzade Murad geliyor hatıra... Yakalıyorlar bunu, haydi Magosaya... Abdülaziz devrinde Namık Kemâl'i Kıbrıs'a sürüyorlar! İşte görüp gördüğü bütün zülüm bu... Bir zülumdur bu, evet bir fikir adamına zulümdür; ve Abdülaziz devrindedir. Abdülhamid devrinde affediliyor, İstanbul'a geliyor, yine birtakım haltlar yiyor. Abdülhamîd'in bir tek siyaseti vardır. Aç adamlara kesesinden para verip filân filân yerde oturturdu. Onu Midilli'de oturmaya sevkediyor yüz altun maaşla.., İhsanlara bakın!.. Biraz sonra da mutasarrıf yapıyor Midilli'ye...

 

Oğlu Ali Ekrem hadiseyi izah eder:

 

"— Niçin mutasarrıf yaptı, biliyor musunuz, kaçmasın diye..."

 

Böyle de lâf mı olur? Mutasarrıf kaçmaya niyetliyse en kolay kaçar. Devletin gambotiyle kaçar.

 

Oradan Sakız'a geçiyor, mutasarrıf... Sakız'da zatürrüye oluyor. 48 yaşında ölüyor. Ölürken vasiyet ediyor: Beni Şehzade Süleyman'ın Bolayırdaki mezarı yanına gömün! Ona âşık... Ölünceyedek hem mutasarrıflık maaşı alıyor, hem yüz altun "Kise-i Hümayun"dan atıfet kabul ediyor. Hem de vasiyetini Padişah kabul ediyor, devlet müessisi en büyük şehzadenin yanına gömdürüyor. Bu kadar izzet ü ikram içinde geçiyor hayatı... Kimdir Namık Kemâl? "Şehid-i hürriyet"... Ne ucuz şeymiş "şehid-i hürriyet"lik... Neresi şehid, neresi mazlum?...

 

Namık Kemâl'in şiir tarafı... Benim bir tasnifimdir bu; telkin, değil, tebliğ... Hakikî şair telkincidir, tebliğci değil... Tebliğcilere davulcu diyebiliriz. Biri kemancı ise öbürü davulcu... Hiçbir dâvada köke inemez. Ahlâkı da tamamen Tanzimatçılardaki ahlâktır ve bunlar birbirlerine karşıdırlar. Bakın, Âlî Paşa için ne diyor:

 

"Âli, bu devleti sana muhtaç gösterip,

İkbal mesnedinde bakaadan ümidi kes.

Bilmem nedir lüzumu vücud-u habisinin

Dünyayı boynuzun mu tutar hey öküz teres"

 

Fuad paşa için de diyor ki:

 

"Duzaha gitmiş idi sûz-i fuâdından Fuad..."

 

Duzah cehennem, sûz da ağrı; fuâd ise kalp demek. Fuad da Fuad Paşa... Bunlar hep kelime oyunlarıdır; başka bir şey bilmezler. Bir gün bana Abdülhak Hamid, Namık Kemal'in Ziya Paşaya gönderdiği, rengi uçmuş bir resim gösterdi. Namık Kemal, Ziya Paşaya veriyor, diyor ki:

 

"- Ziya-yı Kemâl'i Kemal-i Ziya'ya takdim ediyorum!.."

 

"Sadr da sadr illeti mahv ü adîm etti hele, Hâke defnettiklerinde söyledim tarihini: Yere geçti sadr-ı Ali, vardı derk-i esfele..."

 

Hiç birbirlerine tahammüleri yok... Bakın şiir tarafı ne

 

"Kedimi kaflet ile fare-yi idbar yedi

Buna yandı yüreğim, ah kedi, vah kedi!.."

 

Ah şiir, vah şiir!.. Şimdi biri bana şunu söyleyebilir:

 

- Bunlar kötü şeyler olabilir, herkeste bulunabilir, Sende de bulabiliriz... İyileri yok mu? Meselâ Vaveyla şiiri. En iyi şiiri kabul edilir. Okuyalım:

 

"Feminin rengi aksedip tenine,

Yeni açmış güle misal olmuş.

İn'itafiyle bak ne âl olmuş.

Serv-i sîmîn safâlı gerdenine.

Git vatan Kâbede siyaha bürün,

Bir kolun Ravza-i Nebîye uzat!

Birini Kerbelâda Meşhede at,

Kâinata o heyetinle görün!"

 

Hani, bir zamanların Ermeni tiyatro sahneleri vardır ya... Onların dekoruna benziyor bu vatan tablosu... Çünkü teşbih unsuru diye kullandığı Beytullah, Ravza ve Meşhed gibi yerlerin bu türlü kartpostal dekoru diye kullanılmasına müsaade edemez sâf şiir... Şairliği, tiyatro muharrirliği, tarihçiliği, makaleciliği son derece zayıf... Fransızlardan bir büyük akademisyen (Göte) gibi dünya çapında bir edip için "(Göte), şu muhteşem eşek!" der. Muhteşem eşek... Biz de Namık Kemal için şöyle söyleyebiliriz: Bir cüce... Pehlivanlık taklidi yapan bir cüce... Bedestenden alınmış sırma kaftan içinde bir cüce... Ahlâkta ise ne kadar zaif olduğunu "Abdülhamîd" isimli eserimiz göstermeye yeter.

 

Tevfik Fikret... Asıl ismi Mehmed Tevfik... Mısraları kırıyor, nesir haline getiriyor... Beceriksiz, âdi bir tebliğ... Avukat ağzı...

 

"Fecrin bütün semasını birden kucaklayan..." Bunu Mekteb-i Sultani'ye yazıyor, Galatasaraya... Bakın o sahtelik ocağı müesseseye ne kadar bağlı... Şiir devam ediyor:

 

"Bir pencerende, sahne-i hâverle rûberû,

Yıllarca bundan evvele râcî, bugün yavan.

Bir sergüzeşt, o günler için macera dolu

Bir ömre nasb-ıfikr ile daldım...

Bugünkü ben

Kim der o yirmibeş sene evvelki gölgeyim?

Bir çeyrek asra öyle uzaktan bakıp gülen

Sîmaya şimdi ben bile bigâneyim...

O kim?"

 

Bu kadar mısraının hepsi tek cümle...

 

Saf şiirde:

 

"Çoban kaval çalar, anın,

Hayatı şâiranedir.

Güler perisi tarlanın,

Bu bir güzel teranedir."

 

Bu kadar basit ve yavan...

 

Lâyık olduğu yere getiriliyor; Galatasaray Müdürlüğü... Peşinden Kollej...

 

Ben bir aralık Kollejde Edebiyat muallimiydim. Fikret'in bir büstü duruyordu sahanlıkta... Bir gün bana Doktor (Rayt) isimli oranın müdürü, "sizin de büstünüz bir gün buraya konulabilir" dedi. Ben, "Allah saklasın!" diye cevap verdim. Akif de ne şiirde, ne fikirde büyük değilken böyle adamların karşısına çıkmak bakımından büyük kahramandır.

 

Onun için; "Bir kaç pulu tercihinden Protestanlara zangoçluk eden şair," mısralarını yazar.

 

Fikreti nümûne ahlâka malik gösterirler. Bu kadar büyük yalanları ne gün anlıyacağız. İttihatçıydı. İttihatçılardan umduğunu bulamadı. Abdülhamîd hakkındaki hücumlarını "rücu" şiirinde geri aldı.

 

"Hayır, hayır sana râcî değil bu tel'inat,"

 

Bunlar vicdan kiracısı adamlar... Fikret kendi devrinde modalaşan Allahsızlığın -Abdullah Cevdet, Hüseyin Cahit vs.- orta malı işportacısı ve leke sabunu hatibi seviyesinde bir insandır. Prud'homme, S. (Sülli Prüdom) mukallidi olan Fikret, Avrupa'daki şairlerden taklide kim değer bilmiyordu.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Es-Selam...

Arkadaşlar ben bd yayın evi sitesinde sahte kahramanlara baktım 4 bçlümden oluşuyordu. Bende ki kitap ta ise sadece sahte kahramanlar ve islam ve öbürleri konferansları var. İşin aslı ne yoksa sonradan mı çıkarıldı?

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

Eski baskılarda Sahte Kahramanlar isimli kitap 4 bölümden oluşuyordu. Yani 4 farklı konferansın bileşiminden teşekkül ediyordu kitap. Yeni baskılarda 4 değil, 2 konferansı biraraya getirerek basıyorlar. Aynı yöntemin bazı tiyatro eserleri için de tatbik edildiğini görüyoruz. Mesela eski basımlarda Sabır Taşı ve Ahşap Konak piyesleri tek bir kitapta toplanmışken, yeni basımlarda birarada değil münferit olarak basılıyor piyesler.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Peki nasıl bulacağım diğer konferansları ben?

Ne kadar garip bir şey bu, heralde on sene sonra 15er sayfalık kitaplar halinde birçok eser görürüz üstaddan.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Diğer konferansların da basımı yapıldığı için konferansın adını söylediğiniz zaman kitapçılar yardımcı olacaklardır size. Mesela İman ve Aksiyon konferansı ile Özlediğimiz Nesil Konferansı tek bir kitapta toplanmış durumda. Kitapçıya gidip Necip Fazıl'ın Özlediğimiz Nesil isimli kitabı istiyorum dediğiniz vakit bu iki konferansın birarada olduğu kitabı vereceklerdir size.

Share this post


Link to post
Share on other sites

"Bize kalan aziz borç asırlık zamanlardan,

Tarihi temizlemek SAHTE KAHRAMANLARDAN"

 

Anlayışı çerçevesinde, tarihi temizlemek güç olsa da, üstad zihinleri sahte kahramanlardan temizliyor adeta.

Kim masondur kim değildir öğreniyoruz...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Lütfü Şehsuvaroğlu Namık Kemal in dedesinin -anne tarafı- arnavut oldugunu dolayısı ile kanında sadece %25 lik bir oranda arnavut kanı bulundugunu bildiriyor.Ve sağlam bir şekilde de baba tarafından hakiki bir Türk oldugu nu belirtiyor.

Namık Kemal'e arnavut demenin çok ama çok komik olacağından bahsediyor.

Bir yandan Namık Kemal hakkında yazılan en iyi 3 kitap olarak Üstadımızında kitabına yer veriyor.

 

Hilmi Yavuz da Namık Kemal konusunda Üstadımız hakkında pek de iç açıcı şeyler söylememiş..

 

Kafam çok karıştı?(üzerime gelen son sınavlardan dolayı olsa gerek)

Necip Fazıl Üstadımızın Namık Kemal hakkındaki görüşlerini kısa ve net bir şekilde belirtecek olan var mı acep?

Share this post


Link to post
Share on other sites

****

 

_Saati sorabilir miyim?

 

_Beşe yirmi var.

 

_İki saattir konuşuyoruz!

 

Bir dinleyici:

 

_Üstadım bin km. yoldan geldik, sabaha kadar buradayız.

 

_Bu arkadaşa bir cevap vereceğim: Sen bin km. yoldan geldinse, ben Ankara'ya yetişmek için çok yakınından, üç bin km. yoldan geliyorum bu bir... İkincisi, senin bin km. yoldan gelmen bir kemiyet hesabına esas teşkil etmemelidir. Bin km. yoldan değil, onbin km. yoldan tek kelime duymak için gelin, Allah ve Resûlü için...

 

***

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...