Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
saim38

Üstad`ın Talebesi 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül

Recommended Posts

Selam ve saygı ile Üstad`ın talebesi 11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül seçilmiş bulunmakta. Zamanında Üstad'ın da Millitürk talebe birliğinde hocalık yaptığı zamanlarda Abdullah Gül beyfendinin de fikrî açıdan yetişmesine önderlik ettiği Üstadımızı da rahmetle anarken, yeni cumhurbaşkanınımızı vatanımıza ve milletimize hayırlı işler başarmasını temenni ederim, memleketimize hayırlı olsun.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstadın Gençliğe Hitabe' sinde de katılmadığım tek husus "meclisinin duvarında hakimiyetin hakka ait olduğunu" belirten ifadenin eksikliği. Bana göre İslam' ın bu zamanda tasvib edeceği tek yönetim şekli demokrasidir. Kuran-ı Kerim halkları yönetmek için gönderilmemiş, bireylere gönderilmiştir. Yani Kuran' ı bir devletin anayasası olarak kabul etmek, Kuran' a hakarettir bana göre. Ki İslam dininin en önemli ilkelerinden birisi "Dinde zorlama yoktur". Eğer dinde zorlama yaparsanız insanları dinden soğutursunuz. Şu an Türkiye' de giderek gelişen demokrasi diğer milletlere örnek teşkil edecek yapıya ulaşmıştır bana göre. Ve ben Ankara Kızılay' da gezerken yanımdan bir mini etekli bayan, ardından çarşaflı bir bayan geçince ülkemle gurur duyuyorum. Hocamız Atilla Yayla gerçekten ilginç bir liberaldir. Sınıfta herkesi afallatan sorular sorar. Birgün sınıfta Müslüman olanlar parmak kaldırsın dedi. Tabi o böyle sorular sorduğunda genellikle kimse parmak kaldırmaz ama bir çocuk parmak kaldırdı ve hocam ben iki kez müslüman oldum dedi. Bu ikinci kez Müslüman olma bana göre gözü kapalı olarak şuursuzca İslam' ı yaşadığını zannetmekten, İslam' ın özünü anlayarak Müslüman olmaya geçici ifade ediyor. Biz İslam' ın bu hoşgörüsünü en güzel şekilde ifade edebilirsek göreceksiniz Türkiye' de ve dünyada İslam' a sıcak bakan insanların sayısı gün geçtikçe artacak. Bu nedenle İslam ve Demokrasi zıt kutuplar değil, aksine yönetim alanında demokrasi İslam dünyasının olması gerekenidir...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Öncelikle ABDULLAH GÜL'ün tüm ülkemize hayırlı olmasını diliyorum.her ne kadar hatalarıda olsa üstadın sevgilim dediği 2 şahsiyetten biridir,diğeride fehmi koru'dur.

Allah yolunu ve yolumuzu açık etsin.

 

Ben hiçkimseyi üstadla karşılaştırma gibi düz bir mantık yürütemem,bu yalnış olur.nasılki her ağaç aynı meyveyi veremiyorsa ,her insandan aynı verimi beklemekte yalnıştır.

 

Üstadın Gençliğe Hitabe' sinde de katılmadığım tek husus "meclisinin duvarında hakimiyetin hakka ait olduğunu" belirten ifadenin eksikliği. Bana göre İslam' ın bu zamanda tasvib edeceği tek yönetim şekli demokrasidir. Kuran-ı Kerim halkları yönetmek için gönderilmemiş, bireylere gönderilmiştir. Yani Kuran' ı bir devletin anayasası olarak kabul etmek, Kuran' a hakarettir bana göre. Ki İslam dininin en önemli ilkelerinden birisi "Dinde zorlama yoktur". Eğer dinde zorlama yaparsanız insanları dinden soğutursunuz. Şu an Türkiye' de giderek gelişen demokrasi diğer milletlere örnek teşkil edecek yapıya ulaşmıştır bana göre. Ve ben Ankara Kızılay' da gezerken yanımdan bir mini etekli bayan, ardından çarşaflı bir bayan geçince ülkemle gurur duyuyorum

 

öte yandan bu yazının hiçbir kelimesine katılmıyorum bu tamamen kendi düşünceni yansıtan bi yazı kaldıki kimse islamı kendi kafasına göre yorumlayamaz.hakimiyet her daim hakk'ındır biz ne kadar milletindir desekte...islam bu zamanda veya başka bir zamanda yönetim şekli tasvip etmez.islamiyet başlı başına bir sistemdir.ve tüm zamanların sistemidir,ortaçağdan kalma bir sistemin günümüz ihtiyaçlarına cevap veremez derseniz eğer hemen tövbe ve istiğfar edin,çünkü bu kuralları koyan ALLAH'tır.Kuran-ı kerim bireylere yollanmış diyorsunuz ama toplumu oluşturanda bireylerdir.toplum kendi kendine oluşmuyor.

 

''Dinde zorlama yoktur''işte en çok hata ettiğimiz konu burası..bu ayetin anlamı ,hiristiyan veya yahudi veyahut diğer dinlere mensup kişileri zorla islama sokmayın manasındadır.sizin yorumladığınız şekilde değil.eğer ki bu halk müslümanım diyorsa islamın(5) ve imanın(6) şartlarınıda yerıne getirmek zorundadır.

 

türkyede demokrasinin geliştiği falan yok ,öyle olsaydı insanlar düşünce ve giyim tarzından dolayı dışlanmaz hor görülmezdi.bedeni açıp teşhir etmek ilericilik ve çağdaşlık sayılıyorsa o zaman cahiliye dönemi arabistanıda en çağdaş ve ileri toplum olarak ilan ettmemiz gerekirdi.

 

yanımdan mini etekli kadın geçince gurur değil utanç duyuyorum.bir toplumu bozmanın en kolay yolu kadını bozmaktan gelir.kadının ahlakını ve giyimini bozarsan o toplumda bozulur.

Allah hepimizin yardımcısı olsun.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

'Dinde zorlama yoktur' E.Bekir kardeşimiz malesef bu cümleyi istismar etmiştir.Şöyle ki; dinde zorlama yoktur derken, din seçiminde bir zorlama yoktur manasındadır o. Yani hiçkimse her hangi bir dine zorla itaat ettirilimez veya ondan dışlanamaz. Kişi dinini hür vicdanıyla seçer ve kalbiyle tasdik eder.Siz bunu Din mefhumu için kullanırsanız çok dehşet bir hata yaparsınız. Dinde tabiki zorlama vardır. Onun temelinde değişmez kaideler olduğu için ihlali ve ihmali durumunda yaptırıma açıktır. Aradaki nüansa dikkat etmek iktiza eder. Hiçkimse böylesine açık bir cümleyi alıpta 'Efendim dinde zorlama yoktur.O halde istediğimizi yapalım' diyerek nefsine kılıf yaratamaz!..

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites
Üstadın Gençliğe Hitabe' sinde de katılmadığım tek husus "meclisinin duvarında hakimiyetin hakka ait olduğunu" belirten ifadenin eksikliği. Bana göre İslam' ın bu zamanda tasvib edeceği tek yönetim şekli demokrasidir. Kuran-ı Kerim halkları yönetmek için gönderilmemiş, bireylere gönderilmiştir. Yani Kuran' ı bir devletin anayasası olarak kabul etmek, Kuran' a hakarettir bana göre. Ki İslam dininin en önemli ilkelerinden birisi "Dinde zorlama yoktur". Eğer dinde zorlama yaparsanız insanları dinden soğutursunuz. Şu an Türkiye' de giderek gelişen demokrasi diğer milletlere örnek teşkil edecek yapıya ulaşmıştır bana göre. Ve ben Ankara Kızılay' da gezerken yanımdan bir mini etekli bayan, ardından çarşaflı bir bayan geçince ülkemle gurur duyuyorum. Hocamız Atilla Yayla gerçekten ilginç bir liberaldir. Sınıfta herkesi afallatan sorular sorar. Birgün sınıfta Müslüman olanlar parmak kaldırsın dedi. Tabi o böyle sorular sorduğunda genellikle kimse parmak kaldırmaz ama bir çocuk parmak kaldırdı ve hocam ben iki kez müslüman oldum dedi. Bu ikinci kez Müslüman olma bana göre gözü kapalı olarak şuursuzca İslam' ı yaşadığını zannetmekten, İslam' ın özünü anlayarak Müslüman olmaya geçici ifade ediyor. Biz İslam' ın bu hoşgörüsünü en güzel şekilde ifade edebilirsek göreceksiniz Türkiye' de ve dünyada İslam' a sıcak bakan insanların sayısı gün geçtikçe artacak. Bu nedenle İslam ve Demokrasi zıt kutuplar değil, aksine yönetim alanında demokrasi İslam dünyasının olması gerekenidir...

Selamlar,

 

Öncelikle vatana millete hayırlı olsun. İnşallah Üstadın uğrunda kendisini paraladığı kadro, yetkin bir biçimde idarî mevkîleri elde eder ve imkan hududu zorlanarak, en makul biçimde İdeolocya Örgüsü çerçevesinde icraatler gerçekleştirilmeye çalışılır.

 

Mirzabeyoğlu ve İBDA ile ilgili bütün mesajlar, kurallar dahilinde silinmiştir.

 

E.Bekir nickli arkadaşımızın mesajında katılmadığım bazı noktalar var, hatta mesaja "baştan sona katılmıyorum" desem yeridir :( Bir şeyler söyleme lüzumu doğduğunu düşündüğümden, cevap vermeye acizane gayret göstereceğim.

 

"Bana göre İslam'ın bu zamanda tasvib edeceği tek yönetim şekli demokrasidir."

 

Bunun gibi sınırlamalardan uzak durmak gerektiği kanaatindeyim. Belki uluslararası konjönktürde farklı bir metoda geçilmesinin pek imkanı olmayabilir bugün, fakat İslamın tasvip edeceği yönetim şekline dair bir ifade kullanıp bunu da göze batan bir "Bana göre" ile süslediğiniz takdirde, galiz bir hata yapmış olursunuz. İslam belirli bir sistemi önermez, İslam için önemli olan hükümlerin, getirilen temel prensiplere aykırı olmayan metodlarla uygulanmasıdır. Yoksa "günümüzde İslam=Demokrasi" manalı herhangi bir önerme sözkonusu değildir. "Demokrasi olmayan yerde İslam yoktur" veya "Demokrasi uygulanmayan bir ülkede bugün İslam'ın tasvip ettiği sistem uygulanmıyor demektir" gibi cümleler kuramayız. İlk cümleyi ele alırsak, bu cümlenin Asr-ı Saadet'i dahi dışladığını görürüz ("Asr-ı saadette demokrasi veya cumhuriyet vardır" demeyin, böyle birşey yok). İslam'ın demokrasiyle veya farklı bir sistemle eşitlenemeyeceği hakikatine ek olarak, İslam'ın içerisinde bulunduğumuz dönemde tasvip edeceği, yani onaylayacağı, uygun göreceği bir yönetim şeklinden söz etmek de mümkün değildir, bu sizin kendi telakkinizdir fakat İslam'ın tasvip etmesi gibi bir çıkarıma ulaşmanız kabil değil. Kendi telakkilerimizi İslam'la eşitlemekten uzak durmamız gerekir. Tekrarlamak gerekirse hükümlerin, yine İslam'ın kendi prensipleriyle çelişmeyen metodlarla uygulanması, lazım gelendir.

 

"Kuran-ı Kerim halkları yönetmek için gönderilmemiş, bireylere gönderilmiştir."

 

Bu cümle, malesef İslam'ı camilere, "ninemin başörtüsü edebiyatı"na hapsetme gayretindeki laisist zihniyetin de peşini kovaladığı bir görüşü ihtiva ediyor. Kur'an-ı Kerim'in bireylere gönderilmesinden başka bir ihtimal düşünülemez. Zira tamamıyla ideal içtimai nizamı göstermeye yönelik bir ütopya dahi kaleme alınsa, bu eserin de savunduğu düşüncenin bireylerce kabul edilip uygulama sahasına aktarılması gerekeceğinden, topluma yöneltilmiş bir hitabet dahi sözkonusu olsa, aslında alıcıları birbirinden bağımsız olan fertleri tek tek muhattap alacağı aşikardır. Kur'an'da yer alan hukuk anlayışına, iletişime ve örgütlenmeye işaret eden tüm müeyyideler (ki bunları yalnızca Kur'an-ı Kerim ile sınırlamak yanlış olur, yaşayan Kur'an olan iki cihan serverinin uygulamaları da en kötü ihtimalle bir kıyas vesilesi olarak önümüzde durmaktadır), Kur'an'ın "Beni okuyun, ruhunuzu düzeltin ve ihtiyaç duyduğunuz nizam için öbür tarafı bekleyin" dediği zehabını yalanlamaktadır. Kur'an ve sünnet; ideal bir toplum düzenine, Alem-i İslam için ilahi bir mana ifade eden temel kaidelere sahip bir hukuk sistemine, problemsiz bir idareye dair hükümler de ihtiva etmektedir. Onun tek amacı bu olmamakla beraber, İslamiyet gibi her iki cihan saadetini temin etme iddiasını nokta-i istinad edinmiş bir bütünlük içerisinde, onun cemiyeti ilgilendiren hükümleri de olması iktiza eder, nitekim bol miktarda da var. Cemiyeti oluşturanların tek tek fertler oluşu bu hakikati görmemize engel olmasın. En modernist ve rasyonalist bir bakış açısıyla dahi mevzuyu ele alırsak, en azından bu içtimai hükümlerin nurundan faydalanarak yönümüzü tevillerle, farklı tefsirlerle belirleme mecburiyetimizin olduğuna varırız ki, ben şahsen bu bakış açısına tamamıyla iştirak etmediğimi söylemekle beraber, bu durumun bile Kur'an'ın içtimaî yönünü kabullenmekte olduğuna dikkat çekmek isterim.

 

"Kuran'ı bir devletin anayasası olarak kabul etmek, Kuran' a hakarettir bana göre" demişsiniz, onu bir anayasa kitabı olarak kabul etmek ve sadece devlet düzenine ait kuralları barındırdığı düşüncesiyle ele almak kadar büyük bir hata varsa, onun getirdiği idarî hükümleri görmezden gelip onu herhangi bir ahlak kitabı seviyesine indirmek olsa gerektir. Kaldı ki sadece Kur'an'ı bir anayasa taslağı olarak kabul etmek muhaldir, anayasa denen kaideler bütünü oluşturulacaksa terkibî bir bakış açısına başvurularak, Kur'an ve sünnetin hükümleriyle, bu hükümlerin ışığında oluşturulmuş ve bazı güncel meselelere cevap veren kıyas ve icma temellerine dayalı hükümler dikkate alınmalıdır, alınabilir. Üstadın bahsettiği "hak" kavramını, Kur'an-ı Kerim ile sınırlamamak gerekir; onun beşeri hayattaki temsili olan sünnet ve diğer meşrû yorumlar da dikkate alınmalıdır. Bu yapılırsa, 'Kur'an anayasa kitabı değildir' diyerek işin içinden çıkmaya çalışmanın ne kadar problemli bir yaklaşım olduğu ve meseleyi çözüme kavuşturma noktasında ne denli aciz kaldığı ortaya çıkacaktır.

 

"İslam dininin en önemli ilkelerinden birisi "Dinde zorlama yoktur"" demişsiniz. Fakat bu hakikat, bir dine ait hükümler dikkate alınarak herhangi bir cemiyetin idare edilemeyeceği anlamına gelir mi sizce? Şöyle soralım; belirli bir dinin kurallarını yönetimde egemen kılmak, insanları o dine iman etmeye zorlamak mıdır? Elbette hayır, bunlar tamamen farklı iki hadiseyi ifade eden hakikatler. Alanları farklı. "Dinde zorlama yoktur" sözü, bir kişinin İslamiyet'in getirdiklerine "zorla" inandırılamayacağını veya herhangi bir ibadeti, dıştan gelen bariz bir zorlamayla yaptırmanın caiz olmadığını ifade ederken -emr-i bi'l-mağruf ve nehy-i ani'l-münker'in varlığı kesinlikle atlanmamalıdır, fakat bu düsturun hududu bu kadarına izin vermez-, bir dinin dünya saadetini de egemen kılmak amacıyla getirmiş olduğu idari hükümlere insanlardan itaat beklemek tamamen farklı ve mecburî bir haldir. Birisi işin vicdanî boyutuyla ilgiliyken, diğeri nizamın muhafazasıyla ilgilidir. "Dinde zorlama yoktur" ifadesini, idareye uyma çerçevesini de kapsayacak ve tebliği devredışı bırakacak şekilde alırsanız, diğer dinlerin mensuplarını kendi dininin izin verdiği hükümler dahilinde yargılayan ve kendi dininin nizamına itaat etmedikleri takdirde haklı olarak cezalandıran Hz. Peygamber (SAV)'in devri dahil, bugüne kadar kurulmuş olan tüm İslamî teokratik rejimleri Allah'ın hükmüne itaat etmemekle itham etmiş olursunuz. Abes raddesinin tespiti işini, muhayyilelerinizin hududuna emanet ediyorum. Ben tespitten acizim.

 

"Şu an Türkiye' de giderek gelişen demokrasi diğer milletlere örnek teşkil edecek yapıya ulaşmıştır" demişsiniz, affınıza sığınarak sadece "gördük" demek istiyorum. Sadece, eskisi kadar sert bir bürokrasi diktası sözkonusu olamıyor, çünkü halk bunu kırmaya çalışıyor, zamanın akışı da birşeyleri zorlaştırıyor. Fakat bu diktanın varlığını reddetmek ve Türkiye'yi demokraside emsal göstermek... Yalnızca muhal...

 

"ben Ankara Kızılay' da gezerken yanımdan bir mini etekli bayan, ardından çarşaflı bir bayan geçince ülkemle gurur duyuyorum" demişsiniz. Bu, benim için gurur duymaya yetecek bir tablo olamaz. Çünkü benim için birincil öneme sahip olan değer İslamiyet'tir; demokrasi, liberalizm veya cemiyeti güç durumda bırakacak derecedeki hürriyetçilik değil. Noktalı virgülden sonra saydıklarım ve benzerleri, benim için yalnızca zaman zaman tutunacağım dallar olabilir. Beni bu düşüncemden dolayı hiçkimse samimiyetsizlikle itham edemez, çünkü ben İslamiyet'te samimiyim, beşerî şeffaf ideolojilerde yahut başkasında samimi olmaya çalışmam benim asıl samimiyetime gölge düşürüyorsa, samimiyetle bağlandığım değerler uğruna diğerlerinde samimiyetsiz görünmek benim için şeref vesilesidir. Mini etekli bir bayanın cemiyetimizde yer alışı beni hüzünlendirmemek şöyle dursun tatmin ediyorsa, benim oturup İslamiyet'te mi, yoksa liberalizmde mi samimi olduğumu ciddiyetle düşünmem gerekir. Bu sözlerimden asla "Mini eteklileri keselim, sert disiplinli bir rejim getirip cebr kullanmak yoluyla bunları sokağa çıktıklarında darmadağın edelim" dediğim anlaşılmasın. Bu tamamen farklı bir nokta. Benim işim, İslami değerlerin hükümsürdüğü bir kültür ortamını makul metodlarla sağlamaya çalışmaktır. Misalinize dönersek, bir tahammülün gelişmesi beni belki memnun edebilir, fakat İslamî hududa riayet etmeyen birisinin varlığı beni kesinlikle rahatsız eder, bu mevzuyla ilgili de fikri mücadelemi yaparım.

 

"İslam'ın bu hoşgörüsünü en güzel şekilde ifade edebilirsek göreceksiniz Türkiye' de ve dünyada İslam'a sıcak bakan insanların sayısı gün geçtikçe artacak" demişsiniz. Ben bu söze kemmiyetin değil keyfiyetin daha ehemmiyetli olduğunu, İslam'ı olduğundan farklı bir şekilde, yahut olduğundan daha yumuşak/sert ve sınırlı bir şekilde göstermek yoluyla insanları davet ettiğiniz nizamın İslamiyetlikten çıkacağını, bunun sizin kendi uydurduğunuz farklı bir din olacağını vurgulayarak cevap vermek istiyorum. Tebliğ metodunda insanlara sevdirmek çok önemli bir noktadır ve mutlaka takip edilmelidir. Fakat verdiğiniz misal üzerinden gidelim, İslamiyet mini eteklilerin varlığından haz etmez, onları kendi hükümlerine itaate çağırır. Bariz bir şekilde zorlamaz, ama mücadeleyi ve tebliği de bir tarafa bırakmaz. Çünkü İslamiyet, insanların ahiret hayatını ve dünyevî yaşamını idealize etme iddiasındadır. Kendi hükümlerine itaat bekleyecektir. Belli bir miktarda disiplin kuracaktır.

 

Son olarak söylemek istediğim şey şu: Bize, İslamiyet'e farklı ideolojilerin gözünden bakmayı öğretiyorlar. İslamiyet'i bütün olarak değil, farklı beşerî ideolojilerin veya iktisat sistemlerinin izin verdiği biçimde kabulleniyor ve reddediyoruz. Liberalistsek kendi inançlarımız doğrultusunda İslamiyet'e, tabir yerinde olmayacak ama, yamanmayı "Dinde zorlama yoktur"la, sosyalistsek "Komşusu açken tok yatan bizden değildir"le, kapitalistsek "şeriatta miras hukuku ve mülk edinme serbiyesti vardır"la, aydınlanma devrindeki filozofların etkisinde kaldıysak "İlim Çinde'de olsa onu alınız!"la hallediyoruz. Bunlar doğru bakış açıları olmakla beraber, Hz. Mevlana'nın anlattığı, körler ve fil arasında geçen alegoriyi hatırlatıyor bize. Farklı beşerî düşünceleri nokta-i istinad alıp İslamiyet'in bu sisteme uyan kısımlarını kabul etmektense, İslamiyet'i olduğu gibi anlamaya çalışarak hareket noktası olarak bizzat kendisini alsak, bütünün parçalardan farklı bir intizam belirttiğini görecek ve işte o zaman "Ben liberalistim", "Ben sosyalistim" gibi ifadeler yerine "Ben Müslümanım!" demeyi hak etmiş olacağız. Aksi halde, hafazanallah, sizin inandığınız İslamiyet değil, onun sizin iman ettiğiniz farklı bir ideolojiyle entegre edilebilen kısmıdır ve bu genellikle farkedilemeyen durum, çok ciddi bir imanî tehlikenin varlığını ihtar eder. Birincil kabul ettiğiniz fikir İslamiyet değil, liberalizm veya diğerleri olur.

 

Saygı ve selamlarımla

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Abdullah Gül'ü özellikle seviyorum. AK Parti kadrosu içerisinde en sevdiğim kişilerdendir. Hayırlı olsun. İşi en iyi şekilde götüreceğini umuyorum. Umutluyum.

 

Ülkenin dört bir yanı 'Gülüm Benim Marşı'yla inlemeseydi sanki estetik açıdan daha iyi olacaktı ama neyse, napalım. :(

 

O bu değil de, sezer adlı felaketin bu memleketin başından gitmesi beni çok daha fazla sevindirdi. Anıtkabirdeki halini görünce içimi sadistçe bir sevinç kaplamıştı. 'Defol git, Allah belanı versin' şeklinde sevinç çığlıkları atar halde buldum kendimi bi anda. Veto makinesinin ömrü bu kadarmış, Allah muadillerinden bu ülkeyi muhafaza buyursun. O kelimeyi kullanmazsam içimde kalacak, Allah sâbık sultan gibi ŞEREFSİZleri yüksek mevkilere yaklaştırmasın.

 

E.Bekir arkadaşımın sözlerine ben de kesinlikle katılmamakla beraber Abdülhamid, cihat ve klavyenin tuşlarını aşındırdığını tahmin ettiğim Fan'ın yazdıkları bana edecek kelam bırakmadığı için yalnızca bonus olarak şu başlığı vereyim: Eşşek Hürriyeti

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kültürümüzde devlet büyüklerine saygı vardır.Şüphesiz ki Abdullah Gül'ün gelmesine en çok sevinenlerden biriyim ama 10.Cumhurbaşkanımız(Bekir coşkun ve muadillerinin yaptığı gibi değil,zira o benim cumhurbaşkanımdı nihayetinde) Ahmet Necdet Sezer hakkında hakarete varan ifadeler beni üzdü.Onu sınırları Türkiyeyi zorlayan kamusal alanıyla,başörtülüler hakkındaki menfi yönleriyle hatırlayacağız ama zaten millet kimin ne olduğunu biliyor bir devlet büyüğüne hakaret etmek şık olmaz tamam ederim diyorsanız LEMAN ve diğer dergilerin yaptığı terbiyesizliklere de itiraz etme hakkınız olmaz.

 

Sonsöz:Sezer ve onun zihniyetinden uzak olsun Cumhurreislik makamı...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Taşıdığı makama karşı saygısızlık ifade eden bi şey mi söylemişim ben?

Cumhurbaşkanım oldu mu o insan benim, evet, malesef ki oldu, ahlar-vahlar ki oldu. Ama şerefsiz bi adamdı, 'Allah belasını versin'di, nitekim defoldu ve gitti. Şimdi bu adam bi ara cumhurbaşkanı oldu diye şahsının fotoğrafını çekmeyelim mi? Bu mevki dedikleri nasıl bir putmuş ki, geçmişte dahi orayı işgal edenlerin ne olduğunu söyleyemiyoruz? Aramızdaki fark şu: B.Coşkun reddediyor, bense fotoğraf çekiyorum... B.Coşkun'un derdi sistemle, benimki sistemi şahsıyla yönlendiren kişilerle. Ayrıca 'Bu ülkeden çık git' lafı bana hitaben söylense vereceğim bir cevap da vardır, merak edilmesin.

 

Burada bari pısırıklığı bırakalım. Matbuatta yazsak böyle bir üslup zaten kullanmaz, kalıbına uydururuz B)

 

Ayrıca şerefsiz sıfatının bir internet sitesinde yazılmasıyla, bir insanın hayat görüşünün tam aksini remzlendiren bir müstehçen çizimin, tirajlı bir dergide yayımını aynı kefede değerlendirecekseniz ben hiç ellemeyeyim, siz devam edin orda :( Sezere şerefsiz dedim diye de, üzüm üzüm üzülmeye devam edebilirsiniz. Hatta arzu ederseniz ağlayabilirsiniz de. O da serbest... Bu kıyağımı da unutmayın Mümtaz beyciğim :D

Share this post


Link to post
Share on other sites

yazılanları okudum fakat hiçbir şey anlamadım. Öncelikle şunu belirtmek gerekirse ülkemiz kesinlikle din devleti değildir bu yüzdende din kuralları ile yöneltilmiyor ve hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir sözünden de bir rahatsızlık duymuyorum. İslamiyette zorlama yoktur buna sonuna kadar katılıyorum bir kişiyi zorlamayla kapatamazsınız veya birine zorla oruç tutturamazsınız. Allah emir ve yasaklarını göndermiştir ve dilediğini hidayete kavuşturur dilediğini de saptırır bu konu da kula herhangi bir yetki vermemiştir.Çünkü Rabbim hepimize akıl vermiş ve doğruyu yanlışı seçmeyi de bireye bırakmıştır.Elbetteki gönül ister ki; Bütün insanlığın islami ölçüde yaşamasıdır. Bir kişinin müslüman olması için kelime-i şehadet getirmesi yeterlidir böylece müslüman olmuş sayılır ama emir ve yasakları yerine getirmede hür bırakılmıştır. sen içki içmenin günah olduğunu red edersen dinden çıkmış olursun ama yasak olduğunu kabul edip de içersen günahkar olursun ve o seninle rabbin arasındadır bunun bedelini de ilahi divanda ödersin. Dinde zorlama yoktur demekle ben bunu anlıyorum. İslamiyeti anlatırken elbette olduğu gibi anlatmalıyız haşa Kuran-Kerim'i kendi kafamıza göre yorumlama hakkına sahip değiliz ama islami bir yönetim şekli olmayan ülkemizde açık ve kapalı olanların bir arada yaşayabilmesi kadar doğal bir şey yoktur. kardeşimizin mini etekli birinin yanından geçtiğinden gurur duyuyorum demesinden maksat elbetteki mini etekli gezmeyi onayladığı anlamına gelmiyor böyle söylemek istediğini sanmıyorum. Burda hoşgörü ile yaşamayı kast ediyor. Rahatsızlık duyarsın, uyarırsında ama cephe alamazsın veya hakaret edemezsin Allahın kimi hidayete kavuşturacağı belli değildir. Ayette de denildiği gibi:"Mülkün sahibi Allahtır dilediğine verir dilediğinden alır,dilediğini aziz kılar dilediğini zelil kılar.selam ve dua ile...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Demokrasi:

Ezberi ve vakıası bakımından gayet esnek tarifini bir cümle içinde toplarsak;

Demokrasi;halk iradesinin idareye tekamülü ve bu tekamülün de irade biriminden tekrar eşit bir mikyasta halka tecelli etmesidir. Teorikte bir an bu mefhuma hakiki bir liyakat ve maslahat yüklediğimiz vehmine düşülse de pratikte muzip ve tahayyül sınırı namütenahi bir çocuğun en uzak iki yıldız arasına incecik bir ip gerip sağa ve sola yalpalamadan cambazlık yapma gayretinden başka bir şey değildir…Mevzua derinliğine giriyorum dikkat buyurunuz;Tarih çizgisi üzerinde en kadim medeniyetler olan demokrasinin menşei Yunan medeniyetinden ve Kraliyetin tasfiyesinden sonra kısmen de olsa demokrasiye geçen Roma medeniyetine ve bu demokrasi vakıasına muhatap şimdiki ülkeler de dahil hiçbir zaman hiçbirinde demokrasi denen muzip tahayyül tatbik edilememiştir…Bir idare veya varlık müspet veya menfi,kudretini ister ruhtan ister paradan ister dikdatöryasından isterse halktan devşirsin kendi malik olduğu düşüncenin maslahatlarını tatbik etmek isteyecek ve tabii olarak da evvela kendi idaresinin tatbikini tasvip eden halk kadrosunun ruhunun ve düşüncesinin batıl tarafından da olsa hakkaniyetini verecek ve hayat zeminini hazırlayacaktır. İstisnasız bütün devletler,aşikar veya mahfuz;müspet veya menfi bir aristokrasyayla yönetilmiştir.Kraliyet aristokrasyası,demokrasi kılıflı kraliyet aristokrasyası,iktisadi sermaye aristokrasyası,teknoloji aristokrasyası ve ülkemizdeki demokrasi peçeli CHP- Kemalizm aristokrasyası.. .Biz bunlardan,güzel ve ya çirkin hepsinden kaçsak ve hepsinin dışında bir idare tahayyül etsek de bunların dışındaki o tahayyülümüzde kendi iç idaremize dayalı ve idaremizin ana muhataplarına evvela hayat hakkı verici bir aristokrasyadır.Öyle ki “A” karesinin dışı boş bir zemin değil onun dışındaki de mutlaka bir “B” karesidir...Ve bütün bu nefsi hegomanyalara mukabil bizim muradımız,tatbiki muhal ve gülünç,tatbiki cüce ve sefil “eşit”liğe nisbet Asr-ı Saadette tatbik edilmiş hakkaniyet (eşitlik değil) ölçüsünde ruh aristokrasyası… Yani çoğunluğun ruhunun yegane tekamülü,fakat çoğunluğun mekanik olarak seçtiği değil,çoğunluğun mücerret ruhunun yetiştirdiği ve seçtiği (akademik bir yetiştirme ve seçiş) ve o ruhu şahsında remzleştirici liyakat sahibi “remz şahsiyetlerin” idaresinde bir ruh-fikir aristokrasyası…(Asr-ı saadette her hakikat Allah Resulü’nün şahsında tecelli ettiği için müşahassası irdeleyici fikir kaygısı yerine sadece bedahat dayalı ruh aristokrasyası vardı…O’ndan sonra bedahat yerini,bedahatın biricik varisi üstün fikri bıraktı ve bizim muradımız ruh-fikir aristokrasyası olarak vücut buldu.) İşte mutlak ve hakiki manada halk idaresi…Kemmi ve nefsi değil ruhi ve fikri bir irade tekamülü…Sakın burada Cumhuriyet’e karşı olduğumuz vehmine düşülmesin…Aksine bizim halkın ruh iradesine istinad ettiğimiz fikrimiz Cumhuriyet’in en ileri ve yegane modelidir..Ve bu ruh en aşağı ve cahil insan soyundan en yukarı ve münevver insan soyunun nefsinden daima münezzeh ve berraktır.İşte bu ruhun biricik menbaı HAKK’tır ve Üstadın “Hakk’ın hakimiyeti “ ve Gençliğe Hitabe’sindeki ,”halka değil,Hakk’a inan…Hakimiyet Hakk’ındır ” sözlerinin muradı bu ruh hakimiyetidir..

Ve halkın mekanik olarak da kendi kendini seçmesi,liyakatli doktorun karşısında hastanın, hastalığına dair kendi kendisine reçete karalamasına benzer...

 

Yüce Beyan’ın nizamname olamayacağı mülahazasına karşı kısaca:

Cemiyet ,zarfının içini fertlerle doldurur ve fertte karşılık bulan doğru,cemiyette de bulur;cemiyette karşılık bulan doğru idarede de karşılık bulur ve topyekün muhataplık kazanır…

Uzatmayacağım,madem nizam şekli olarak üzerine kıvrılacağımız her nokta bir aristokrasi ve bugün bu mefhumu demokrasi kılıfında en azılı istibdatıyla kullanan Türk ruhunun nadanı CHP’dir; ve biz bunun tasallutunu meşru bir demokrasi çerçevesinde görüyoruz da neden

Türk halkının ruh hakimiyetini; ruhunu bir kerecik de olsun nizamname hüviyetinde göremiyoruz ve neden bizim ruhumuzda karşılık bulduğunu söylediğimiz Yüce Beyan’ın toplum planında hükmediciliğini reddediyoruz..?

Ayrıca mevcut şartlar içinde Sayın Abdullah Gül’ü Türk ruh ve fikir tarihinin küçük mikyasta da olsa bir tekamülü ve bu ruhun bir verimi olarak görüyor;kendisine muvaffakiyetler diliyoruz…

 

Tarih tekerrür etmez,içindeki fikir cevherleriyle birlikte tekamül eder ve yeni bir dönemin eşiğindeyiz…Türkiye’nin önümüzdeki 10-15 yılını muazzam bir ruh nizamının mimarileşmeye başlaması olarak görüyorum…

Bu temenni mahiyetindeki ümitle birlikte hepinizi saygıyla selamlıyorum…

 

Not: burada aristokrasya zati anlamıyla bir istibdat ve hegomanya olarak değil,doğru ve liyakatli ellerde Hakkaniyet ve ehliyetlinin idaresi olarak tarif edilmiştir.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Orasını anladık zaten ayrıntısıyla soruyorum hangi kuralı diye?

Forum kurallarını okuduysanız görmeniz lazımdı.Fethullah Gülen'le başlayan kural

Share this post


Link to post
Share on other sites

""*Fethullah Gülen/Diyalog Misyonu ve Salih Mirzabeyoğlu/İBDA-C hakkında hiçbir şekilde hiçbir yazı yayınlanamaz. Bahsi geçen şahıslar / fikirleri hakkında hiçbir yorum yapılamaz, bu kişilere/görüşlere ait yazılar forumumuza taşınamaz. Aynı şekilde bu şahıs/fikirleri eleştirici yazıların da yayınlanması bundan sonra normal şartlar altında mümkün olmayacaktır.""

 

Siz okumaya üşenmişsiniz anlaşılan, lakin biz yine de açıkça gösterelim. Yukarıdaki forum kuralına istinaden bahsi geçen mesajlar silinmiştir.

 

Saygılarımla...

Share this post


Link to post
Share on other sites
yazılanları okudum fakat hiçbir şey anlamadım. Öncelikle şunu belirtmek gerekirse ülkemiz kesinlikle din devleti değildir bu yüzdende din kuralları ile yöneltilmiyor ve hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir sözünden de bir rahatsızlık duymuyorum. İslamiyette zorlama yoktur buna sonuna kadar katılıyorum bir kişiyi zorlamayla kapatamazsınız veya birine zorla oruç tutturamazsınız. Allah emir ve yasaklarını göndermiştir ve dilediğini hidayete kavuşturur dilediğini de saptırır bu konu da kula herhangi bir yetki vermemiştir.Çünkü Rabbim hepimize akıl vermiş ve doğruyu yanlışı seçmeyi de bireye bırakmıştır.Elbetteki gönül ister ki; Bütün insanlığın islami ölçüde yaşamasıdır. Bir kişinin müslüman olması için kelime-i şehadet getirmesi yeterlidir böylece müslüman olmuş sayılır ama emir ve yasakları yerine getirmede hür bırakılmıştır. sen içki içmenin günah olduğunu red edersen dinden çıkmış olursun ama yasak olduğunu kabul edip de içersen günahkar olursun ve o seninle rabbin arasındadır bunun bedelini de ilahi divanda ödersin. Dinde zorlama yoktur demekle ben bunu anlıyorum. İslamiyeti anlatırken elbette olduğu gibi anlatmalıyız haşa Kuran-Kerim'i kendi kafamıza göre yorumlama hakkına sahip değiliz ama islami bir yönetim şekli olmayan ülkemizde açık ve kapalı olanların bir arada yaşayabilmesi kadar doğal bir şey yoktur. kardeşimizin mini etekli birinin yanından geçtiğinden gurur duyuyorum demesinden maksat elbetteki mini etekli gezmeyi onayladığı anlamına gelmiyor böyle söylemek istediğini sanmıyorum. Burda hoşgörü ile yaşamayı kast ediyor. Rahatsızlık duyarsın, uyarırsında ama cephe alamazsın veya hakaret edemezsin Allahın kimi hidayete kavuşturacağı belli değildir. Ayette de denildiği gibi:"Mülkün sahibi Allahtır dilediğine verir dilediğinden alır,dilediğini aziz kılar dilediğini zelil kılar.selam ve dua ile...

Selamlar,

 

Ülkemizin halihazırda bir din devleti olmayışı, bizim İslamî prensiplerin hakim olduğu ve bu prensiplere göre oluşturulmuş, yahut bu prensiplerle entegre edilmiş bir sistemin arzusunu çekmemize engel değildir. Siz, mensubu olduğunuz dinin hükümlerinin yürürlükte olmamasından bir rahatsızlık duymuyor olabilirsiniz, fakat biz öyle değiliz. Sistemin ismi değişmese bile, daha İslamîleştirilmiş bir idarenin özlemini çekiyoruz. Çünkü biz Müslüman'ız, çünkü dünya ve ahiret yönelimli bir din olan İslam'a inanıyoruz. İslam'ın laikliğe tatbik edilemeyeceğini ise zaten biliyoruz. Bu hedefe yürümek amacıyla takip edeceğimiz metodumuz ise kanun dairesinin dışına taşmadan, mevcut içerisinde yükselmek ve kadrolaşma esaslı sessiz bir devrimi gerçekleştirmektir. Kanun dairesi içerisinde geliştirilmiş kendiliğinden zuhur diyalektiği...

 

"Allah emir ve yasaklarını göndermiştir ve dilediğini hidayete kavuşturur dilediğini de saptırır bu konuda kula herhangi bir yetki vermemiştir. Çünkü Rabbim hepimize akıl vermiş ve doğruyu yanlışı seçmeyi de bireye bırakmıştır" demişsiniz. Kula herhangi bir selahiyet verilmemiş, fakat mesuliyet verilmiştir, burası çok önemli. Peygamberlerin gönderiliş amacını atlamamak, mevzuyu çözüme kavuşturma konusunda bize yardım edecektir. Zira peygamberler, aklın tek başına bulmaya yetmeyeceği hakikatleri tebliğ ve telkin ile ilgilenmişler, Allah'ın kendilerine bildirdikleriyle insanları aydınlatmak için çaba göstermişler ve bu görevi ümmetlerine miras bırakmışlardır. Bu insanlar, haşa, kudretin Allah elinde olduğunu bilmiyorlar mıydı? Yahut, "Ben bana geleni aktardım, isteyen inanır, isteyen inanmaz!" diyerek yan gelip yattılar mı, lâteşbih ve hâşâ, postacı gibi mi davrandılar? Niçin çalışıp çabaladılar, mücadele ettiler ve bu görevi kendilerinden sonra gelecek olanlara miras bıraktılar? Siz cevaplayınız... Allah'ın hükümleri her daim baki kalacak olmakla beraber, bu iş bizim gibi kulların eliyle gerçekleşecektir. "Tohum ek, bitmezse toprak utansın..."

 

"...Emir ve yasakları yerine getirmede hür bırakılmıştır. sen içki içmenin günah olduğunu red edersen dinden çıkmış olursun ama yasak olduğunu kabul edip de içersen günahkar olursun ve o seninle rabbin arasındadır bunun bedelini de ilahi divanda ödersin" demişsiniz. Hür bırakma meselesi de yukarıdaki paragrafla aynı bağlamda ele alınmalıdır. Baskı yapmaksızın günaha giden yolları kapatmaya çalışmak ve insanların günah işlemesini zorlaştırmak, aleni işlenen günahlardan dolayı insanlara gereken müeyyideyi uygulamak sorumluluğu bize verilmiştir. Aleni işlenmeyen bireysel günahlarda ise cemiyet tehlikede olmayacağından, kişi, "Kendi kaşınmış" denerek bırakılır. Fakat yine de gerekli telkini yapmak gerekir. İçinde bulunduğumuz şartlar içerisinde ise, mümkün olanın en iyisini yapmak mecburiyetindeyiz.

 

"islami bir yönetim şekli olmayan ülkemizde açık ve kapalı olanların bir arada yaşayabilmesi kadar doğal bir şey yoktur"

 

"Toplumumuz İslamî değil, o zaman yan gelip yatalım" gibi bir yaklaşımı eminim sizler de tasvip etmezsiniz. Gayretten kaçmamak ve meşru daire içerisinde iyiliği emredip kötülükten sakındırmak mesuliyetimizi yerine getirmekle mükellefiz hala. Cemiyet olarak yerine getiremiyorsak bir şeyleri, cemiyeti oluşturan bireyler olarak yapabileceğimiz şeyleri burada da uygulamalıyız. Cümlenize geri dönelim. Öncelikle, Açık ve kapalı olanlar elbette bir arada yaşıyorlar ve yaşayacaklar, fakat bu durumla gurur duymak samimi bir müslüman için muhaldir. Fikir temelini İslamiyet'ten alan Bir Müslüman için bu durum övünç vesilesi olamaz. Başlığa yazılanları anlamadığınızı yazmışsınız mesajınızın başında. O yüzden ilk mesajımdaki ilgili kısmı yeniden okumanızı tavsiye ediyorum acizane.

 

"Rahatsızlık duyarsın, uyarırsında ama cephe alamazsın veya hakaret edemezsin Allahın kimi hidayete kavuşturacağı belli değildir"

 

Rahatsızlık duyarım, uyarırım, meşru dairede mücadele de ederim; fakat hakaret edemem. Allah'ın kimi hidayete kavuşturacağını bilmediğim için gayret ile mükellefim.

 

Bu arada açıklamalarından dolayı Kılıçkıran ağabeye teşekkürlerimi sunuyorum.

 

Kurallarla ilgili gerekli malumat da arkadaşlar tarafından sağlanmış...

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

Allah yüzümüzü GÜL'dürdü :D

 

Abdullatif Şener'i görmeyi çok istiyordum o makamda. Nasip kısmet meselesi demek :(

 

Şahsi görüşüm; Sayın Şener, Sayın Gül'den daha iyi biri.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ülkemizin halihazırda bir din devleti olmayışı, bizim İslamî prensiplerin hakim olduğu ve bu prensiplere göre oluşturulmuş, yahut bu prensiplerle entegre edilmiş bir sistemin arzusunu çekmemize engel değildir. Siz, mensubu olduğunuz dinin hükümlerinin yürürlükte olmamasından bir rahatsızlık duymuyor olabilirsiniz, fakat biz öyle değiliz. Sistemin ismi değişmese bile, daha İslamîleştirilmiş bir idarenin özlemini çekiyoruz. Çünkü biz Müslüman'ız, çünkü dünya ve ahiret yönelimli bir din olan İslam'a inanıyoruz. İslam'ın laikliğe tatbik edilemeyeceğini ise zaten biliyoruz. Bu hedefe yürümek amacıyla takip edeceğimiz metodumuz ise kanun dairesinin dışına taşmadan, mevcut içerisinde yükselmek ve kadrolaşma esaslı sessiz bir devrimi gerçekleştirmektir. Kanun dairesi içerisinde geliştirilmiş kendiliğinden zuhur diyalektiği...

 

 

Evet anladığım kadarıyla siz şeriata dayanan bir yönetim şeklinin özlemini duyuyorsunuz. Elbetteki bizde dinimizin emrettiği şekilde yaşamayı isteriz. Ama sizin özlemini çektiğiniz islami prensipleri hakim kılacak bir yönetim şeklini hayata geçirebilecek bir alt yapının mevcut olduğuna inanıyor musunuz? mesela buna iranı örnek verelim şeriata göre yöneltiliyor, Sudi arabistan gibi ülkelerde şeriatın tam anlamıyla uygulanmadığını her ne kadar islami prensipleri uyguladıklarını söyleselerde islamiyete en büyük zararı verenlerde kendileri değil mi? Evet içki yasaklansın, ahlaksızlık yuvası olan evler kapatılsın, insanlar dini inaçlarına göre ibadetlerinide yapsın buna kimsenin bir sözü yok. zaten islami hayat tarzını benimseyen bir halk topluğunda her ne kadar hakimeyet halkında olsa sonuçda islami prensipleri benimsedikleri için hakkın emirlerini uygulayacaklardır. Sonuçda demokrasi tam manasıyla uygulansa günümüzde uygulanması en kolay bir yönetim şeklidir. ülkemiz demokrasiyi bu kadar benimsemiş olmasaydı hepimizinde şahit olduğu bu tablo yaşanmazdı. halada islamiyete en büyük hizmeti yapan ülkemiz olmuştur.Ben islami prensiplerden rahatsız değilim sadece bunu uygulayacak beşeri zihniyetin mevcut olmadığına inanıyorum.

 

İkinci mevzua gelince elbetteki ayette de denildiği gibi "birbirinize iyiliği tavsiye edin kötülükten men edin." İslamiyeti anlatmak insanlara Rabbimizin emir ve yasaklarını bildirmek her müslümanın görevidir. Bu konuda sizinle hemfikirim.sen üstüne düşeni yaparsın gerisi ona kalmıştır. Peygamber efendimizin hidayete ermeyenler için üzüntüsünü gören Rabbimiz sen üstüne düşeni yaptın şüphesiz biz dilediğimizi hidayete erdiririz diyerek teselli ettiğini de biliyoruz.Ben bunu vurgulamak istedim yoksa insanlar istediğini yapsın bana ne her koyun kendi bacağından asılır demek istemedim.

 

Birde şunu belirtmekte fayda vardır açık ve kapalıların bir arada yaşamasıdan gurur duymam demişsiniz.Buna gurur demeyelim de tahammül desek daha uygun olur, Mevlana bile hoşgörüden bahsederken biz neden bundan rahatsız oluyoruz anlamadım. Okuyunca yazdıkalrınızı nfk kardeşim sizi günahsız sandım. Allah aşkına günah işlemekte biz kullara has bir şey değilmi hiç günah işlemeseydik melek olurduk. Kapalı ile açık bir bayanı yan yana gezerken gördüğünüzde hangisinin Allah katında daha üstün olduğuna karar verebiliyor musun ya da hangisinin cennetlik veya cehennemlik olduğunu anlıyor musun?

Share this post


Link to post
Share on other sites

'Açık ve kapalı olanlar elbette bir arada yaşıyorlar ve yaşayacaklar, fakat bu durumla gurur duymak samimi bir müslüman için muhaldir. Fikir temelini İslamiyet'ten alan Bir Müslüman için bu durum övünç vesilesi olamaz. '

 

acıkcası buna katılmıyorum

sehit lafı ağzımdan aldı :rolleyes:

bence de allah katında kimin daha üstün olduğuna karar veremeyiz

Share this post


Link to post
Share on other sites
Sezere şerefsiz dedim diye de, üzüm üzüm üzülmeye devam edebilirsiniz. Hatta arzu ederseniz ağlayabilirsiniz de. O da serbest... Bu kıyağımı da unutmayın Mümtaz beyciğim :rolleyes:

 

Sezer şerefsizmiydi şereflimiydi o beni alakadar etmez o 10.Cumhurbaşkanımdı mahkeme kadıya mülk olmadığı gibi riyaset makamı da ona mülk olmadı kendisini zerre kadar sevmem kim ne derse desin üzülmem ağlamam ama Sezer gitti diye çok istiyorsanız kına yakabilirsiniz keyfinize kalmış bu kıyağı da herkese yapmam...

Share this post


Link to post
Share on other sites
Sezer şerefsizmiydi şereflimiydi o beni alakadar etmez o 10.Cumhurbaşkanımdı mahkeme kadıya mülk olmadığı gibi riyaset makamı da ona mülk olmadı kendisini zerre kadar sevmem kim ne derse desin üzülmem ağlamam ama Sezer gitti diye çok istiyorsanız kına yakabilirsiniz keyfinize kalmış bu kıyağı da herkese yapmam...

Bir makamı işgal ettiği zaman, insanın ne olduğu sizi ilgilendirmeyecek hale geliyor. O insanın yaptıkları sizi ilgilendirse bile... O da ilginç bi putlaştırmaymış. Du bakalım yeni şeyler öğrenecek gibiyiz sizden :rolleyes:

 

1. "Ahmet Necdet Sezer hakkında hakarete varan ifadeler beni üzdü."

2. "kim ne derse desin üzülmem ağlamam"

 

Dostum bana cevap verebilmek için yalan söylemekten başka çareniz yoksa susabilirsiniz bakın. Biz sizi burda zorla yazdırmıyoruz ki? Lütfen yani. Size yazık. :)

 

Kınaya gelirsek, harbi iyi fikirmiş, Allah razı olsun. Yapmak lazım bunu. İlk geceki eğlencelerim esnasında unutmuşum bunu yapmayı. Gecikmiş sayılmayız, daha 38 gün, 37 gece vaktimiz var. Desturunuza müteşekkirim sultanım. :(

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu konu hakkındaki görüşlere ayetin kendi tefsiriyle karşılık vermeyi ve yorum yapmamayı daha uygun buldumAllah hepinizden razı olsun.(Elmalılı tefsiri-bakara suresi-256)

 

256-Fakat dinde zorlama yoktur. Allah onu zorla kimseye vermez. Dini, kişinin kendi tercihi ile dilemesi gerekir. Dinde zorlama kanunu yoktur. Bunu böyle anlamalıdır. Çünkü "fi'd-dîn" (dinde) ifadesi, "ikrah"a müteallik değil (zorlama ile ilgili değil) haberdir. Mânânın aslı "zorlama, dinde yoktur" demek olur. Yani sadece dinde değil, her neye olursa olsun, zorlama cinsind e n hiçbir şey, hak din olan İslâm dininde yoktur. Din çerçevesinde zorlama kaldırılmıştır. Dinin konusu, zorunlu fiiller, davranışlar değil; isteğe bağlı fiiller ve davranışlardır. Bunun için isteğe bağlı hareketlerden birisi olan zorlama dinde yasaklanmış t ır. Kısaca kaldırılan veya yasaklanan zorlama, yalnız dinde zorlama değil; herhangi bir şeye olursa olsun, zorlama türünün hepsidir. Yoksa dinde dine zorlama yoktur, ama dünyaya zorlama olabilir demek değildir. Belki dünyada zorlama bulunabilir; ama dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz veya olmamalıdır. Dinin özelliği, zorlamak değil, bilakis zorlamadan korumaktır. Bundan dolayı İslâm dininin gerçekten hakim olduğu yerde zorlama bulunmaz veya bulunmamalıdır.

 

Zorbalık ve zorlama olursa onun dışında olur. Şu halde din, "zorlayınız" demez, zorlama meşru ve muteber olmaz. Zorlama ile yapılan amelde dinin vaad ettiği sevab bulunmaz, rıza ve iyi niyet bulunmayınca hiçbir amel ibadet olmaz. "Ameller, ancak niyetlere göredir." Dinin isteklerinin hepsi, z o rlamasız, iyi niyet ve rıza ile yapılmalıdır. Zorlama ile itikat (iman) mümkün değildir. Zorlama ile gösterilen iman, gerçek iman değil, zorlama ile kılınan namaz, namaz değildir. Oruç da öyle, hac da öyle, cihad da öyledir...

 

Bundan başka bir kimsenin, diğerine saldırıp da her hangi bir işi zorlama ile yaptırması da caiz değildir. Kısaca İslâm'ın hükmü altında herkes görevini isteyerek yapmalı, zorlama olmadan yapmalıdır. Cihad da bu hikmetle meşrudur. de zarflık değil, sebeblik mânâsı düşünülürse, m ânâ şu olur: Zorlama, din için yoktur, yahut zorlama, din için, dine sokmak için yapılmaz. Çünkü zorlama, bir kimseye hoşlanmadığı bir işi fiili bir tehditle zorunlu olarak yaptırmaktır. Halbuki din, hoşlanılmayacak bir şey değildir. Dinin aslı olan imanı n kökü tasdik ve kalbden inanmaktır. Bu ise sırf bir rıza ve seçenek işidir. Bunu "Dilediğini yapar." (Bakara, 2/253; Hac, 22/14) olan Allah'tan başka kimse zorunlu hale getiremez. Allah'ın iradesiyle iman ve hatta iman ile salih amel, zorlamaya değil, g ü zel bir seçime ve gönül rızasına bağlı bulunduğundan din için zorlama mümkün olmaz. Ancak tebliğ ve teklif edilir. "Eğer Rabbin dileseydi, yer yüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. Öyle ise sen, iman etmeleri için insanları zorluyor musun?" (Yunus, 1 0 /99) Şu halde dine girmesi için kimseye zorlama yapılmamalıdır. Çünkü zorlanan kimsenin açığa vuracağı iman, Allah yanında gerçek iman olmaz. Zorlama ile gerçek bir dindar kazanılmaz. Bununla beraber kalbe Allah'tan başkasının bakışı, geçerli olmayacağınd a n ve bu zorlama hâlinde olsun iman edene de, "Sen zorlama ile iman açıklıyorsun, yine kâfirsin." denilemez, kâfir muamelesi edilemez. Durumu ortaya çıkıp, şüphe ortadan kalkıncaya kadar bakılır. Çünkü o imanı açığa vurması da az çok bir irade eseridir. Hi ç istemeseydi onu da yapmazdı. Demek ki imanın zevkinden bir zerre olsun tatmıştır. Bu bakımdan: Zeccac'ın dediği gibi savaşla müslüman olduğunu açıklayan, "kerahete" nisbet edilmez demek olabilir ki bu, ikrahın (zorlamanın) bir sözlük mânâsıdır.

 

Zorl amaya ne hacet? Zorlama beklemekte mânâ nedir? Akılların hepsinin,

 

dine sarılması gerekmez mi? Çünkü doğru yolda bulunmak, azgınlıktan; doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Bu kadar peygamberlerden ilim ve amel ile ilgili bu kadar delilller ve nihayet ilâhî saltanatın, bu kadar büyük tecellisinden (ortaya çıkışından) sonra, iman ve dinin insanlara kurtuluş ve mutluluk sebebi, inkâr ve dinsizliğin ise azab ve felaket sebebi olduğu kesin olarak ortaya çıkmış; hak batıldan, hayır şerden ayrılmıştır. Be l li ki din ehli, muhakkak mutlu olacak, küfür (inkâr) ehli de muhakkak ceza ve azab görecektir. Bunlar her nereden gelse kendi istekleriyle, kendi kazançlarıyla olacak ve o zaman bu mecburiyet, bir zorlama mânâsını içermeyecektir. Bu özellikle şunu gösteri y or ki, "dinde zorlama yoktur" deyince, hiç kimseye sorumluluk, ceza ve azab yoktur, demek şeklinde anlaşılmasın; elbette doğruluğun sapıklıktan kesin olarak ayrılmış bulunması, dine aykırı hareketlerde muhakkak bir azabın ortaya çıkmış olmasındandır.

 

Bilinmektedir ki zorlama, fiilden önce gelir de o fiil için iradeyi kaldırır veya bozar ve o fiil, böyle rızasız yapıldığı için fiilî sonucu, hayır veya şer, yapanın kazanılmış bir hakkı olmaz. Sorumluluğu, zorlayana ait olur, zorlayanın elinde zorlanan, b ir alet olur. Artık kazanç, maksat zorlananın değil, zorlayanındır. Fakat zorlama olmadan yapılmış olan inkâr ve zulmün, fasıklık ve isyanın, isteyerek kazanılmış müktesep bir fiil olduğunda da şüphe yoktur. Artık bu yapıldıktan sonra onun gerekli bir son u cu olan ceza ve azab da yapanın kendi kazancı, kendi hakkıdır ki, bunda zorlama mânâsı düşünülemez, o kendi kendine zulmetmiş olur. Allah Teâlâ ise rahmetinin genişliğinden dolayı kullarının ne kendilerine, ne de başkalarına zulüm ve tecavüz etmelerine ra z ı olmadığından, onları korumak için sınırlar tayin etmiş, din ve hükümlerini bildirmiş, "Dinde zorlama yoktur." buyurmuştur. Bu delil gereğince zorlama, ehliyetin engellerindendir. İslâm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hatta hiçbir kimseye İslâm dinine girmek için bile zor kullanılamaz, herkes dininde serbest ve seçme hakkına sahiptir. İslâm hükümleri altında müşrik, kitap ehli, (yahudi, hıristiyan), hepsi, din hürriyetleriyle yaşayabilirler. Mesela bir müşrik, dilerse yahudi veya hıristiyan olabilir; h i çbirine müslüman ol, diye zor kullanılmaz, ahdinde durmak ve vergisini vermek şartıyla dininde bırakılır. Fakat her kim olursa olsun, ahdinde (sözünde) durmayanlar da suçuna göre cezasını görür. Kendi rızasıyla İslâm'ı kabul ettikten, Allah'a ve Peygamber i ne söz verdikten sonra döner, irtidad eder (dinden çıkar) da tevbe etmezse cezalandırılır ki, bu bir zorlama değil, verdiği sözden caymanın zorunlu bir sonucudur. Bu noktada İmam Şâfiî gibi bazı âlimler, müslüman olmaya söz vermiş bulunan mecusi veya

 

hıristiyanlardan birisi, eski dininde kalmayıp da mesela yahudi olacak olsa, ben onu: "Ya eski dinine dön veya müslüman ol, diye zorlarım." demiştir. Fakat Hanefiler ve diğerleri demişlerdir ki, "Küfür, bir tek millettir." ifadesi gereğince o şekilde din değiştirmede, verilmiş bir sözü bozma mânâsı yoktur. Buna göre, "Ya dön veya müslüman ol!" diye zor kullanılmaz. Ancak İslâm dinine girdikten sonra dönen, ahdini bozmuş olur ve yalnız bu, tevbe etmezse cezası verilir. Bundan başka ibadet ve diğer muameleler g ibi rıza şart olan amel dallarında da zorlama geçerli değildir. Fiilin geçerliliğine engeldir. Ancak fiil, şer'î bir fiil olmayıp, hisse bağlı bir fiil olursa o başka. Ve herhalde zorlama bir saldırıdır, derecesine göre cezayı hak ettirir. İşte hak dinde v icdan hürriyeti, ahd (söz verme), andlaşma ve hukuk bu kadar yüksektir. Hatta bundan dolayıdır ki, cihad ilanında bile düşmana ya hak dini kabul etmesi veya mağlubiyeti kabul ederek dininde kalıp, hakları saklı olmak üzere İslâm uyruğunda vergi vermesi ar a sında kendi arzusuna bırakılan bir teklif yapılır. Bunlardan birini kabul ederse, andlaşma ile ahdine riayet edilir; kabul etmediği ve savaş yoluyla mağlub olduğu takdirde de yine din değiştirmeye zorlanmayıp, adalet ölçüleri içersinde bir vergiye, bir in t izama mecbur tutulur. Demek cihad, din değiştirmek için zorlayıcı bir vasıta değil, hak dinin yüceliğini fiilen ispat eden hak bir delildir. Çünkü zorlama ile din olmaz. Fakat aklî ve ilmî delilleri dinlemeyen kâfirlerin ve zalimlerin saldırıları da böyle fiilî bir delil olmadan durdurulmaz, herkes her türlü haksızlık ve zorlama ile karşı karşıya gelir. Bununla beraber cihad ve savaş, bir zorlama değil, bir yarıştır. Hangi tarafın tehdidini yerine getireceği bilinmeyen bir imtihandır. Bir de cihad, dinin h ü kmü geçerli olan İslâm yurdunun dışında cereyan edeceğinden zorlamanın kaldırılmış olduğu din çevresinden dışardadır. Dâr-ı harb (kâfir yurdu) zaten zorlama yurdudur. Böyle iken yukarıdan beri Allah'ın beyanı dikkatle incelenirse anlaşılır ki, "Dinde zo r lama yoktur." açık ifadesi, cihad emrinin gayesini tesbit etmektedir. Yani cihadın hikmeti, insanları zorlamadan korumak, zorlama kabul etmeyen dini hakim kılarak Allah'ın kelâmını yükseltmek, yani herkesi mensub olduğu inançtan zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın isteyerek kabul edilip yayılmasına set çekmek isteyen ve gücünün yettiğince zor kullanan hak düşmanlarının savulması ve engellerin kaldırılması ile sağlam bir kalb ve güçlü bir akıl için açıkça ortaya çıkmış bulunan doğruluk yolunu, hakkın egemenl i ğini herkese arz ve ilân etmek ve böylece Muhammed ümmetini, peygamberler cemaati arasındaki Hz. Muhammed'in makâmı ile uyumlu olarak çeşitli milletlerden teşekkül eden sosyal bir toplum üzerinde genel barışı üstlenen, kamunun kalbi gibi

 

egemen ve orta yol u tutmuş bir ümmet yapmak ve peygamberlerin hiç birini ayırmayıp hepsine derecelerine göre iman etmekle Allah'ın birliğine dayanan İslâm dinini, bütün dinlerin genel bağlantısı ve ilerleme hedefi olan genel bir din olarak savunup açıklamaktır. Bunun için İslâm'da savaşın gayesi, intikam, öldürmek, din değiştirmeye zorlama değil; hasmı mağlub etmek ve zorlayıcı gücünü alıp, dininde serbest olarak hakkın hükmüne tabi tutmaktır ki, Allah'ın kelâmını yükseltmek bundadır. Bu sebeple her ne zaman müslümanlara bi r zayıflık gelir, hak din savunulmazsa fitneler kopacak, zorlama çoğalacak, bütün insanlık allak bullak olacaktır.

 

Fakat bu açıklamadan sonra bir soru kaldı. Yukarda, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) âyetinde görüldüğü üzere Mekke ve hatta Arap yarımadası müşriklerine kitap ehli gibi din hürriyeti verilmemiş, bunlar hakkında, "Bana, Lâilâhe illallah (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur) deyinceye kadar insanlarla savaşmam emredil d i. Bu sözü söyledikleri zaman canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar." hadisiyle ya İslâm, ya ölüm ilan edilmiştir. Bu ise, "Dinde zorlama yoktur." hükmüne ters değil midir? Bunun cevabı şudur: Eğer bunlar birbirine zıt ise, iki âyet, birbirini n esh veya tahsis eder, onların buraya dahil olmadığı anlaşılır. Bununla beraber şu da bilinmelidir ki, onlara din hürriyeti verilmemesi özellikle, "Dinde zorlama yoktur." hükmünün tatbiki içindir.

 

Bu münasebetle tefsircilerden birkaç görüş vardır:

 

1- Bu "Lâ ikrâhe" âyetinin önceden genel bir şekilde indiği, daha sonra cihad ve savaş âyetleriyle neshedilmiş bulunduğu Zeyd b. Eslem'den rivayet edilmiştir. Fakat bu görüş genel olarak doğru görülmemiştir. Aslında "Doğruluk, sapıklıktan ayırd edilm i ştir." âyeti, bunun inişinin, dinin tam olarak ayırd edilmesinden sonra olduğunu göstermekte ve böyle bir düşünceye engel görünmektedir. Bir de, görüldüğü üzere cihad meselesi aslında buraya dahil değildir ki, onunla nesih bahis konusu olsun. Fakat şunu b ilmek gerekir ki, her nesih, neshedicinin alış derecesine göredir. Şu halde bu, cihad ile neshedilmiştir demek, diğer durumlarda muhkem (neshedilmemiş, hükmü açık) demektir. Ve bu sebeple zorlamanın, cihadı da içine aldığı görüşüne sahip olabilecekler içi n

 

bu rivayet önemlidir. Demek oluyor ki bu âyette böyle bir ihtimal olursa, bu ihtimal neshedilmiştir. Ve nesih rivayeti ancak bu yöne mahsustur. Yoksa cihad âyetleriyle geri kalan kısmın neshedilmiş olmasına imkân yoktur. Âmm (genel hüküm), nesihten sonra geri kalan kısımda yine kesindir. Kısaca nesih âyetin tamamiyle ilgili değil, kısmîdir.

 

2- Bu âyet kitap ehli hakkında inmiştir. Dolayısıyla müşrikler, bunun genel hükmünden hariçtir. Gerçi "şu peygamberler..." âyetinden başlayan sözlerin gelişi, bunu teyid ettiği gibi, iniş sebebi hakkındaki rivayetler de bunu desteklemektedir. Rivayet ediliyor ki Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce Ensar'dan bazıları, çocuklarını Yahudiliğe veya Hıristiyanlığa sokmuşlardı. İslâm dini gelince bunlara zor kullanma k istediler. İslâm'dan önce Ensar'dan bir kadının çocuğu yaşamadığı durumlarda, şayet çocuğu yaşarsa onu kitap ehli ile beraber ve onların dini üzere bulundurmayı adardı. Bu sebeple Ensar çocuklarının bir kısmı kitap ehlinin dininde bulunuyorlardı. Dolayısıyla İslâm'a geldikleri zaman dediler ki: "Biz vaktiyle bunların dinlerini, bizim dinimizden daha üstün görürdük ve çocuklarımızı onun için o yola sevkederdik, mademki İslâm dini geldi, her halde biz bunları zorlarız." dediler. Bu cümleden olarak Salim b. A vf oğullarında Husayn adında Ensar'dan birinin iki oğlu vardı. Önceleri Şam tüccarlarının telkinleriyle hıristiyan olmuş gitmişlerdi. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra Medine'ye geldiklerinde babaları bunlara: "Vallahi sizi bırakmam, mutlaka müslüma n olmalısınız." diye sataştı. Onlar da çekindiler, üçü birlikte Resulullah'a müracaat ettiler. Bunun üzerine bu âyet indi, babaları da onları bıraktı. Bu olaylar, gerek cihada izinden önce olsun ve gerekse sonra, her iki takdirde nüzul sebebi, müşrikleri i ç ine almamaktadır. O halde hükmünün genelliği de kitap ehline aittir ve neshedilmiş değil, muhkemdir (hükmü açık ve geçerlidir). Bu güzel! Fakat sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna mani değildir. "Dinde zorlama yoktur." hükmü ise daha geneldir. Son r a bu hüküm yalnız kitap ehline mahsus olsaydı, dâr-ı İslâm'da (İslâm yurdunda) kitap ehlinden başkasına taahhüd ve güvence (emân) verilmemesi gerekirdi. Halbuki Arap yarımadası müşriklerinden başkasına bu muamele yapılmamıştır. Şu halde bu âyet, mutlak ol a rak neshedilmiş olmadığı gibi, genel hükmü kitap ehline de mahsus olmamalıdır. Nitekim Hz. Enes: "Nüzul (iniş) sebebi, Resulullah, birisine 'Müslüman ol' buyurmuştu. O da 'kendimi hoşlanmaz buluyorum' demişti. Bu âyet bunun hakkında inmiştir." diye ri v ayet etmiştir ki, bu sebep daha mutlak olmakla hükmün genel oluşunda daha açıktır.

 

3- Bilinmektedir ki Arap müşrikleri hakkındaki muamele,

 

"Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) emrine dayanmaktadır. "Dinde zorlama yoktur." hükmünün ise "Arapların Müslüman oluşundan sonra dinde zorlama yoktur, vergi yeterlidir." meâlinde olduğu Tefsir-i Kebîr'-de açıklanır.

 

Demek ki doğruluğun sapıklıktan ayırd edilmesi o zamandır. Ve bu hüküm, daha öncesini kapsamaz, bu mânâca bu âyet, "Fitne ortadan kalkıncaya kadar onlarla savaşın..." âyetinden sonra inmiş demek olur. Önce inen, sonra ineni ne nesih, ne de tahsis edemeyeceğinden "Lâ ikrâha = zorlama yoktur" hükmü genelliği üzere kalır. Bu d u rumda aralarında bir yönden çelişki varsa, sonradan inen, önce ineni neshetmiş olacaktır. Halbuki bunun, öncekini neshettiğine dair hiçbir görüş yoktur ve olamaz. Çünkü bunun tarih itibariyle sonradan indiği açıkça belli değildir. Yukarda görüldü ki, aksi n e rivayet bile vardır. Bu bakımdan usûl itibariyle birbirlerine yakın olarak yorumlanması gerekir. Böyle olunca da birbirlerini karşılıklı olarak tefsir (izah) ve tahsis edebilirler. Şu halde İslâm'ın doğruluğunun ortaya çıkıp ayırdedilmesini Araba ve zor l amanın olmayışını ondan sonraya tahsis de doğru olamaz. Önce İslâm'ın başlangıcında zorlama değil, misliyle karşılık bile verilmediği bilinmektedir. Şimdi Arapların müslüman oluşundan sonra da zorlama olmadığı kabul edilmiş, bu arada müslümanlar arasında b ulunan Arap müşriklerine de bu olaya kadar hiç bir zorlama yapılmadığı bilinmektedir. O halde, âyetinin bütün kapsamıyla mânâsı, "İslâm dininin, hüküm dairesinde zorlama yoktur." demek olur. Savaş ve savaş hâlinde bulunan düşman meselesi, bu hükümden esa s itibariyle hariç olduğu gibi, zorlamaya karşılık vermek ve suça ceza da bunun dışındadır. Ancak bu, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din de yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) âyetiyle beraber düşünmek lazımdır. Buna göre â y etin sonunun da delâlet edeceği üzere İslâm dininin hüküm dairesinde zorlama bulunmaması, tahsis yoluyla iki kayıt ile bağlanmıştır ki; biri fitne bulunmaması, biri de İslâm yurdunda diğer dinlere mensup olanların tebalığı (uyruğu) bozmamalıdır. Âmm (gene l lik ifade eden hüküm) ise tahsisten sonra zan ifade eder. Burada fitneden maksat da şirkti. Fakat genel mânâsıyla alınması da caizdir. Bu şekilde ikinci kaydı da içine alacağından, bu bir kayıt, diğerinden müstağni kalır (ona ihtiyaç duyurmaz). Demek ki kısaca mânâ şu olur: "Fitne yoksa dinde zorlama yoktur,

 

çünkü doğruluk, sapıklıktan iyice ayrıldı. Bunları karıştıranlar, belalarını bulurlar".

 

Bundan dolayı, her kim tağuta, azgınlara veya azgınlıklara küfredip (inkâr edip), Allah'a iman ederse, yani samimi bir kalb ile, "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur." diyerek önce o tağutları kökünden siler, sonra da bütün varlığıyla Allah'a iman eder ve dolayısıyla Allah'ın gönderdiği peygamberleri, Hakk'ın indirdiklerini tasdik ederse, o mutlaka en sağl a m kulpa yapışmıştır ki, kopmak onun için değil. Bu sağlam ipin kulpu, o tutamak ne kopar, ne kırılır. Ancak bırakılırsa fena düşülür. Bu ilmî ve amelî delillerden, hak ve batılın bu ortaya çıkışından sonra akıl ve doğruluğun gereği artık bugün var, yarın yok, gelip geçici olan fani, batıl, koyu gölge kırılıp dökülecek, nihayet kendine tutunanı düşürüp bırakıp gidecek olan tağutların, Firavunlar, Nemrudlar, sihirbazlar, kâhinler, şeytanlar gibi azgın, sahte mabudların çürük kulplarına yapışmak değil, " E zelden sonsuza kadar dirisi, her şeyin yöneticisi" şaşmaz, yanılmaz, uyumaz, ımızganmaz, göklerin ve yerin hükümranlığının sahibi, izni olmadan huzuruna yanaşılmaz, şefaate cesaret gösterilmez, büyüklük sahibi, gizli açık, cüz'î (kısmî), genel her şeyi b i len, her şeyden haberdar, ilminin gerçek mahiyetine erilmez, o bildirmedikçe bir şey bilinmez, büyüklük kürsisi yerleri, gökleri tutmuş, yerler, gökler kudret avucunda bir hiç kalmış o yüksek, pek yüksek kudretinin yüceliği, şanı, büyüklüğü sonsuz, kendi s inden başka hiç bir ilâh bulunmayan Allah Teâlâ'nın kopmaz, kırılmaz, sağlam kulpuna iki eliyle seve seve canı gibi koruyup yapışmak, yani misal olarak o ilâhî kürsiden uzatılmış, kopmaz, kırılmaz sağlam bir ipin kulpuna, tutamağına benzeyen ve dinin başı olan Hakk'ın tevhidine (birliğine) güzelce inanmak, inanıp gereğince amel etmek ve onu hiç bırakmamaktır. İşte, bu imanı yapan, böyle bir kulpa yapışmış olur. Fakat bu iman ve itikat, yalnız sözde ve yalnız kalbde kalmamalı, ağız, gönül bir, iç ve dış bir olmalıdır. Çünkü Allah her şeyi işiten ve bilendir. Hem sözleri işitir, hem de niyetleri bilir. Ağzından, deyip, içinde inkâr saklayan münafıkların ve aksine içinden hakkı bilip, ağzından küfür ve inkâr savuran kâfirlerin yaptıklarından Allah gafil ve habersiz değildir.

 

TAĞUT: "Tuğyan" (azgınlık) kökünden mübalâğa kipiyle bir cins ismidir ki, aslı "ceberût = zorbalık" gibi "tağavut" olup, yer değiştirmekle "tavagut" yapılarak "vâv", "elif"e çevrilmiştir; tekile, çoğula, erkeğe, dişiye söylenir. Tuğyanın (azgınlığın) kendisi kesilmiş, isyankâr, azgın, azman, azıtgan demek gibidir.

 

İbnü Cerîr et-Taberî'nin tarif ettiği gibi, Allah'a karşı isyankâr olup zorla, zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine tapınılıp mabud tutulan, gerek insan, gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şey demektir. Bunun tefsirinde "şeytan veya sihirbaz, yahut kâhin ya da insanların ve cinlerin, inad edip büyüklük taslayanları veya Allah'a karşı mabut tanınıp buna razı olan Firavun ve Nemrud g i biler veya putlar diye çeşitli rivayetlere rastlanır. Ebu Hayyan der ki: "Bunların birer örnekle açıklanması gerektir. Çünkü tağut bunların her birine hasredilmiş (mahsur)tir.." Yukardaki tarif, bunların hepsini içine almaktadır. Bununla birlikte Kâdî Bey d avî bu hususa: "Allah yolundan menedenler" fıkrasını da ilave etmiştir ki, daha genel bir tarifi içerir. Çünkü bunu yapanlar, mabud tanınmış olmayabilir. Şu kadar ki, bu da "Heva ve hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?" (Câsiye, 45/23) âyeti gereği n ce kendi hevasına uyup kendi kendine mabut rütbesi vermiş sayılabileceği düşünülürse önceki tarife dahil olacaktır. Bu açıklamadan birkaç fayda elde edeceğiz: Önce, tağutun çeşitli tefsirleri (açıklamaları) örnek veya çeşitlerini gösterebileceği gibi "şey t an, sihirbaz, kahin, batıl mabud, insanların ve cinlerin büyüklük taslayıp inad edenleri" kelimelerinin her biri tağut kelimesiyle tarife benzer ve uygun düşecek bir tarzda ifade edildiğine göre bunların, mânâ itibarıyla tam eş anlamlı değilseler bile pe k yakın veya birbirini gerektiren şeyler olarak kullanıldıklarına da işaret edebilir. İkinci olarak demek oluyor ki, tağutun açığı da, gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır. Üçüncü olarak, tuğyan (isyan, azgınlık) kavramından anlaşılıyor ki, putlar i kinci derecede tağutlardır. Bakılırsa akıl sahibi olmayan putların ve dikili taşların tağutlardan bile sayılmaması gerekirdi. Çünkü bunların kendileri Allah'a karşı bir azgınlığa sahip olamazlar ve azgınlığa rıza gösteremezler. Fakat red de edemezler. Bu s ebeple nihayet bir azgınlık sebebi olabilirler. Bu sebebi de azgınlar bulurlar. Putlar, aslında erkek veya dişi tağutların hayalleri ve azgınların azmanlarıdır. Gizli veya açık azgınlar, bunlarla kendi azgınlıklarını ileri sürerler. Bu yönüyle putlar, ası l tağut değil, tağutların temsilcileridirler. Böyle "Kim tağutu inkar ederse..." ifadesi şunu bildirmiş oluyor ki, tevhid emrinde ilk iş, putlardan önce ona sevk eden azgın isyankârlara küfretmek (onları inkar etmek)tir. Dördüncü olarak, Allah'a karşı is y ankâr olmayan ve şirke razı olma ihtimali bulunmayan ve bununla beraber birtakım isyankârlar tarafından ilâh diye kabul edilen Hz. İsa ve Üzeyr gibi büyük insanların kendileri tağutun tarifinden ve kendilerine tağut denilenlerden hariçtirler. Tevhid emrin d e, "başka hiçbir ilâh yok" derken bunların ilâhlığını da olumsuz kılıp inkar etmek, ibadet etmemek farz

 

olduğu halde, diğer taraftan bunları inkâr caiz olmayacak, bilakis Allah'a imanın gereklerinden olarak peygamberlere iman ve saygı da imanın şartlarına dahil bulunacaktır. Bu çok önemli nükteye işaret edilerek "kim tağutu inkâr ederse..." buyurulmuş da diğerlerini inkâr şart koşulmamıştır. Demek ki tevhidin şartı Allah'tan başkalarını inkâr etmek değil, Allah'tan başkalarından ilâhlık vasfını kaldırma k ve bu arada tağutları inkar etmek, yani onları hiç tanımamak, diğerlerinin de ilâhlık altındaki derecelerine göre haklarını tanımaktır. Çünkü hak Allah'ındır. Nihayet şunu da kesinlikle ifade ediyor ki, Allah'ın birliğine inanan bir mümin olmak için, A l lah'a imandan önce küfre tevbe etmek şarttır. Ve bu tevbenin şartı da tağutları asla tanımamaya kesin karar vermektir. Bu durumda, "kim tağutu inkar eder de Allah'a iman ederse..." ifadesi, "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur." kelime-i tevhidinin bir tefsiri demektir. İşte böyle içi ve dışı ile iman eden mutlaka sağlam kulpa yapışmış olur ki, buna tutunanların Allah'ın Kürsisine, cennetin en yüksek tabakalarına doğru çekilip, götürülecekleri ve giderken bırakıverenlerin de dehşetli bir şekilde düşecek l eri kelâmın mânâsından anlaşılıyor. Şimdi hem bunu daha çok aydınlatmak, hem de acaba hiç tutunmasak, hiçbir kulpa yapışmasak ne lazım gelir, diyebilecekleri irşad için buyuruluyor ki:

Share this post


Link to post
Share on other sites

Beni üzen Riyasetteki kişiye hakarettir ve de şu an riyaset makamında değildir devlet büyüğümüzdür yalan falan söylemem olayları manipüle etmekten vazgeçin efendim adres verin de size bolca kına göndereyim nerenize yakarsınız zat-ı alinize kalmış sana da zorla cevap yaz diyen yok efendi.Kına işleriyle meşgul ol şimdi Sezer gitti diye riyaset makamındaki kişiye hakaret üzer beni yoksa Sezerin en büyük destekçisi değilim odamda Sezerin boy boy resimleri de yok Türk kültürünü bir araştırın efendim 4.Muratın muhaliflerine söylediği ''Başınızdaki Habeşli bir köle olsa dahi itaat ediniz'' Hadis-i Şerifini bir düşünün kına yakmaktan kalan zamanınızda....

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...