Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
NFK-Fan

İstanbul'a Hasret

Recommended Posts

Selamlar,,

 

2005 yılında, Üstad'ın, İstanbul'a dair kaleme aldığı ve önemli bir kısmı Çerçeve'lerde yayınlanan, bir kısmı ise el'an matbu bulunmayan yazıları tek bir kitap altında toplanmış ve bu kitaba da İstanbul'a Hasret ismi verilmişti. Son dönemde yoğunlaştığını gördüğümüz Üstad'ın yazılarını gruplandırarak basma çabalarının ilk örneği olması yönünü de vurgulayabiliriz sözkonusu kitabın. Kitap, İstanbul'un keyfiyetiyle ilgili yapılan tasvirleri barındıran ve bazı hükümlere varılan özel yazılarla başlıyor, daha sonra da Üstad'ın, İstanbul'un günlük ahvaline dair kaleme aldığı, günlük fıkra özelliği belirten yazılarıyla devam ediyor. Mücerretten müşahhasa doğru bir akış olduğunu söyleyebiliriz bu kitap içerisinde... Kitabı okuduğunuzda şehir dışındaysanız İstanbul'un hem mücerretine, hem aslında pek de çekici gibi durmayan müşahhasına hasret ve hayranlık duyar halde buluyorsunuz kendinizi. Kitap okunduğunda üzerinizde hissedeceğiniz hasret ve aşk duygusunun yanında, İstanbul'un, bundan yarım yüzyıl önce nasıl bir özelliğe sahip olduğunu ve onu, bu günlere getiren değişimleri görmeniz de mümkün. Velhasıl bu kitap; okuması zevkli olan, hislerinizi tesiri altına alan ve farkında olmadan zihninizde bağımsız bir İstanbul fotoğrafının belirmesine vesile olabilen bir eserdir.

 

Aşağıda, Mehmet Kısakürek'in, kendi derlediği bu kitaba yazdığı önsözü yayınlıyorum. Kendisinin bugüne kadar okuyabildiğim tek yazısı bu. Üslubu da, İstanbul aşığı olan babasınınkine şekil ve muhteviyat yönüyle bir miktar benziyor, okuduğunuzda siz de takdir edeceksiniz.

 

Saygı ve selamlarımla

 

 

 

Ben, İstanbulluyum.

 

Annem de babam gibi İstanbulluydu. Onun babası ve anası da, tıpkı baba tarafımda olduğu gibi yine İstanbullu...

 

Babamın ve annemin, dadıları, hizmetkârları, esnafları, konuları, komşuları ve bütün dostları...

 

Zevkleri, edaları, üslûpları, ölçüleriyle onlar, son çakıntıları, pırıltıları ve izlerine bakarak benim İstanbul sandığım ve âşık olduğum yeri, kendi artist dünyaları içinde, bana İstanbullu, tam bir İstanbullu gibi yaşatanlardı.

 

İşte ben...

 

Böyle İstanbulluyum.

 

Ne hazin bir saadet!..

 

Elbette ki hüznüm, çoğu gece, uykularımın karanlıklarındaki bir firar deliğinden tüydüğüm mazideki İstanbullu günlerimin saadetiyle içice; en az onun kadar büyük ve can yakıcı olacaktı.

 

Şimdi, İstanbul sabahları böyle...

 

Hâlâ, başı sevgilisinin kurtlanmış, böceklenmiş cesedine yaslı yaşamakta olan adamın, artık müthiş bir tiksinme ve öğürme hissine karışan acısı, sevdası, vefası anlatılır şey midir?..

 

Şimdi İstanbul sabahları...

 

Ya yazları?...

 

Fındık adlı botumun şişman topuzlu küreği sudan her çıkışında, şimdi lâğım karası suya damlacıklar dizmesin!...

 

Deniz o kadar cam gibi, babam o kadar güçlüydü ki, bir gün Moda koyunda beni sandalla gezdirirken, bana gülerek söylediğine göre, istese üç kürekte adaya varabilirdi.

 

Önümde, annesi ve babasıyle gezintiye çıkmış bir çocuk yürümesin...

 

Yaz günleri, Moda burnunda, Karabet, buzlu badem taze ceviz satarken, annemin, elinde daima yere dik tuttuğu uzun gümüş ağızlık sigarasıyle, omuzları babam gibi geride ve babamın solunda yaylana yaylana yürüyüşü başkaydı.

 

Babamla ben, bir yandan yürür, bir yandan da birer onluk dondurmayı döndüre döndüre yalarken, babamın sağ elinin baş parmağı sıskacık ensemin çukurunda gider gelirdi.

 

Bir gün de, Bağdat caddesinden geçerken, taksinin camından, beton bloklar arasında, kapısı caddeye açılan, âşinâsı olduğum bir köşke ait bir işaret arıyorum. Bir ağaç, bir yaprak, bir çizgi, bir iz... Fakat bulamıyorum.

 

Az sonra kulaklarım, bizim, bahçedeki cıvıltılarımızı başaran Münür Beyin gazeliyle çınlayacak:

 

"Ses çıkmıyor artık, ne kürekten, ne yürekten..."

 

İşte, Peyami Bey, Münür Beyle birlikte, köşkün, dokuz mermer basamakla varılan mor salkımlarla çevrili ana kapısını çalıyor. Eşref Şefik Bey de, her zamanki laubali ve nükteli üslûbu içinde sohbete renk katmak, vakit kalırsa da bana lüfer avı hikâyelerini anlatmak üzere yan bahçedeki servis kapısından köşke sızmaya çalışıyor.

 

Silindi gitti hepsi...

 

O köşkü dolduran büyüklerin ve misafirlerin tamamı, çocuklarınsa bir kısmiyle birlikte o toprak, o deniz, o gökyüzü de...

 

Ben de, bari babamın, bir kısmı bazı kitaplarının sayfa aralarında duran, çoğu da hiç kitaplaşmamış olan şu İstanbula dair şiir gibi yazılarını derleyip toplayıp bir araya getireyim dedim.

 

Zevkle değil... Kör bir şevkle...

 

Belki bir işe yarar.

 

Güzellikleri ve çirkinlikleri yakalamakta ışıktan çabuk bir gözün süzdüğü bir şehir işte...

 

Mehmed KISAKÜREK

 

19 Nisan 2005

Share this post


Link to post
Share on other sites

PİJAMA

 

Boğaziçine uğrayın; yalısının rıhtımda kendisini elaleme teşhir eden pijamalı insanlar göreceksiniz. Bir sandala binip sahil boyunca ilerleyin, sağınızdan solunuzdan geçenlerin çoğu pijamalıdır.

 

Suadiye taraflarına buyrun; küstah kübik mimarilerin küstah balkonlarında pijamalılar... Ayağında bir çift Mahmutpaşa terliği, sırtında alacalı bulacalı bir pijama, asfaltın üzerinden gazete okuyarak geçenleri bile gördüm.

 

Bir zamanlar, patiska entari devrinde, sırtına paltosunu çekip ve kurt başlı bastonunu kavrayıp gecelik entarisiyle mahalle kahvesine çıkan kellifelli insanlar hatırlarız. Acaba pijamayı, bala üniforması ayarında resmi ve muhteşem bir giyim vasıtası sanan bu kenar dilberleri, sabık entari zariflerinin çocukları mı?

 

Pijama ancak yatak odamızdaki aynanın görebileceği mahrem bir istirahat kılığıdır ve afedersiniz ama pijamayla elaleme görünmek, anadan doğma çırılçıplak görünmekten daha çirkin ve ayıp... Orta halli bir İngiliz, kendisini pijamayla oda hizmetçisine bile göstermekten haya eder.

 

Hey gidi Avrupalılaşma gayreti hey! Ruha nüfuz edemeden üstünkörü madde kopyalığıyle bir medeniyetin aydınlanamayacağına, bir çoğumuzda şu zaman ve mekanın şaşrımış olan pijama ne güzel misal!

 

15 Temmuz 1939

Share this post


Link to post
Share on other sites

KÖR VE MUSİKİ

 

Boğaziçindeki köyümün iskelesine bitişik gazinoda oturuyordum. Modern - moderen gazino bu... Tabii radyolu, pikaplı ve ayrıca hoparlörlü... Hem de ne hoparlör! İki iskele yukardan iki iskele aşağıya kadar koca sahayı, araba beygiri gibi kamçılamakta...

 

O akşam lodosun tesiriyle midir nedir, gazino sahibinin zevki biraz incelmişti. Niyetli karamela edebiyatı Türkçe tangolar yerine Mesud Cemilin koroları çalıyordu. Eyubi Bekir Ağa, Tanburi Mustafa ÇAvuş ve Itrinin harikulade ses örgülerinden bir tente altında yazımı hazırlarken gözlerime birden müthiş bir manzara çarptı: Bir kör! Evet 15 16 yaşlarında, kafasında mektep kasketi, fotoğrafını çektirecek gibi iskembesinde dimdik; gözleri alçıyla dondurulmuş birer delik halinde, kör bir çocuk...

 

Bu çocuğun musiki dinleyişini, bu gözsüz çehredeki tahassüs edasını asla unutamam. Denebilirdi ki çocuk, maddesinde kapanan gözlere mukabil ruhunda açılan gözlerle, dinlediğini lif lif görüyor. İdrak nazarı bu körde; Acem şalı dokuyan bir sanatkardaki kadar kuvvetliydi.

 

Korolar üstüste devam etti, kör kıpırdamadı, tavrını bozmadı, yüzünde en korkunç çığluklardan daha tesirli bir ağlayış ifadesiyle dinledi, dinledi, dinledi. Nihayet sıra, hoparlörde bayağılık şamatalarına gelince evvela yüzünü buruşturdu, sonra etrafındakileri görmek ister gibi sağa sola bakındı, daha sonra ayağa kalktı, bastonunu kavradı, ucunu iki tarafa sallayarak yolunu buldu ve çekip gitti.

 

Gözleri açık körler arasından geçip giden bu çocuk bana öğretti ki , bir çoğumuzda göz, görmenin değil, görmemenin aleti... Hakkı verilmeyen alet, görmeye memur olduğu işin aksini yapar.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Göz ve Edep

 

Gözler, vapurların alt kamaralarındaki yuvarlak camlara vuran deniz suyu gibi çakır... Süzülmüş bal gibi elâ... Çivit gibi mavi... Siyah kehribar gibi kara... Bu gözlerden biriyle bakar.... Onu, gümüş mecidiye büyüklüğünde açar ve karşısındakine diker, zavallı karşısındaki.... Öfkelenir, sinirlenir, ezilir, büzülür, fakat ağzını açıp da bir şey söyleyemez. Ne desin yâni? Ne dese cevabı hazırdır:

 

- Göze yasak mı var?

 

Yanından bir kadın geçerken, teftiş gören asker gibi, başiyle 180 derecelik bir daire çizer ve kadının topuklarından saçlarına kadar, gözlerini sokmadığı nokta bırakmaz. Zavallı kadın... Eğer bu hâlden ürperecek kadar nadirleşen soydansa, ne yapsın yâni?.. Dönüp de bu küstaha iki tokat mı atsın?

 

Göze yasak olur mu hiç?

 

Evinize misafir gelir; kâğıt duvarlardaki tahtakurusu yuvalarının müphem lekelerine kadar gözüyle her deliğe girer.

Hülâsa bakar; her şeye hiçbir manevî yasak tanımadan bakar, bakar oğlu bakar. Bilmem hangi makama geçerseniz yüzünüze, bir türlü, hapishaneye tıkılmak üzere takip edilirseniz, başka bir türlü bakar. Hele mümkün olsa da birini ameliyat masasında, teneşirde, idam sehpasında seyredebilse...

 

Hep aynı mazeret: Göze yasak olmaz!

 

Halbuki zahirde müeyyidesiz görünmesine rağmen, en büyük, en ince, en güzel yasak budur: Göz yasağı!..

Geçmişten kalma bir sözdür ki, «Eğer haya etmezsen dilediğini yapmakta serbestsin!»

Göz yasağını ve ona bağlı edep ve haya duygusunu anlayabilmek, derin bir terbiye ve irfan işidir...

Share this post


Link to post
Share on other sites

AYAK PARMAĞI

 

Ben yaz mevsimini sevmem. Zevk meselesi.. Yaz denince gözümün önüne, Arnavut kaldırımlarına serilmiş, kaba tüylü bir köpek gelir. Bu köpek, siyah burnunun altındaki pembe dilini uzatmış, sarsıla sarsıla nefes almakta, karnını körük gibi, bir içine çekmekte, bir dışarıya çıkartmaktadır.

 

Terli bir alın mahfazası altında, diri bir fikir yaşayabilir mi hiç? Bana öyle geliyor ki, yaz ele avuca sığmaz oynak bir cıva damlasının tükürüklü bir parmak altında, çamur haline gelişi gibi, fikir cıvasını bütün bir parmak altında, çamur haline gelişi gibi, fikir cıvasını bütün çevikliğinden mahrum edenbir asit kavanozu... Zaten böyle olmasaydı yazın mektepler kapanır, kitapçılar sinek avlar ve gazeteler, en fazla iade hamallarının şartına biner miydi? Halbuki bana sorarsanız hayat, beş hassamızdan hiçbirinin değil, bunların hep birden bağlı olduğu fikir merkezinin...

 

Fakat ben yaz mevsiminin kendisinden şikayetçi olduğum kadar, çamaşır ipteki don, gömlek halinde görünmeye teşvik ettiği çirkinlik tecellilerinden de müteessirim. Yaz levhası bence, Floryadan Suadiyeye kadar yer kaplayan azim bir çirkinlik panayırı... Nedir o, mayoların elastikikabiliyetini çatlatan muhteşem göbekler, kat kat enseler, soba borusu bacaklar ( :) ) nefesler şişirilmiş karaman koyunu gibi gövdeler ( :P ) , yahut cılız, sıska, kambur, bücür, havası kaçmış lastik topa benzeyen vücutlar?

 

Bu arada en müthis teferruat, ajurlu çorapların sütkardeşi delikdeşik potinler içindeki ayak parmakları... Aman bu ayak parmakları ! Herbiri, kefenin ucu kaldırılıp suratı açılan ölü kadar korkunç ! Nasırlı, yamrı yumru parmakların ucundaki şekil şekil, o tasviresığmaz tırnaklar ! Hele bunların arasında kırmızıya boyanmış, cilalanmış, törpülenmiş olanları ! Hele onlar, hele onlar !

 

Müebbet kürek mahkumları gibi bütün ömrünü çorap ve potin zindanında geçirmesi icap eden ayak parmaklarına kadar, güneşe ve havaya ulaşma hakkını veren yaz mevsiminin ifrat hürriyetçiliğini sevmiyorum ben...

 

1 Ağurtos 1939

 

Ben de Üstadım , ben de...

Share this post


Link to post
Share on other sites

KOMŞUMUN OĞLU

 

Herkes gibi benim de, içinde oturduğum bir ev ve herkes gibi benim de evime bitişik başka bir ev var... Şimdi müsaadenizle size, evime bitişik evin erkek çocuğunu, komşumun oğlunu takdim edeyim: Bilmem hangi orta mektepte talebe, 16-17 yaşlarında bir çocuk... Şahsında henüz çocuğun bitip genç adamın başlamadığı bir insan örneği...

 

Yüzü kar topundan insanların yüzüne benziyor. Gözleri, kar topundan bir surata kondurulmuş iki ruhsuz kömür parçası... Yüzünde ne bir duygu, ne bir düşünce istidadı... Sadece sar'a geçirircesine alabildiğine kahkaha atmaktan gelen buruşuklar, işte o kadar... Komşumun oğlu, evinin damına bir değnek asmış... Bu değnekle arada bir, mendil büyüklüğünde garip bir bayrak çekiyor... Bayrakta, içice geçmiş Olimpiyat yuvarlakları... Her defa rengini-değişik bulduğum bu bayrak, sanırsam, komşumun oğluna bitişik, öbür evdeki genç kıza verilen işaretlerdir.

 

Dehası işte bu kadar komşumun oğlunun...

 

Komşumun oğlu, yalısından denize giriyor, dalıyor, midye çıkarıyor, dalıyor, bir İzmaritin peşinden fink atıyor, dalıyor, ağzındaki çakıl taşlariyle çıkıyor ve kendisini rıhtımından seyreden genç kıza:

 

-Ha la la lû lû!..

 

Diye Tarzan vâri bir dille bağırıyor. Ha evet, komşumurn oğlu dilini bile terketmiş, fazla külfet isteyen bu işi bir hamlede tasfiye edivermiştir. Komşumun çocuğunda merhamet, terbiye, hürmet diye hiçbir insanî insiyak veya itiyat kalmamış. Onu bir gün, ihtiyar bir dilenci kadını tekmelerken, yol soran bir adama dilini çıkarırken, anasına da;

 

-Hortlak cadı!.

 

Diye haykırırken gördüm. Tek sinema artisti yok ki, komşumun oğlu tanımasın, tek film yok ki bilmesin, tek maç yok ki gitmesin... Duyduğuma göre komşumun oğlu üç dersten ikmâle kalmıştır. Ve bu davayı halletmek adına biricik gayreti, kendisine hocaları nezdinde iltimas edecek nüfuzlu bir adam bulmak...

 

Komşumun oğlu, vatanından, cemiyetinden, mektebinden, ailesinden ve kendi öz cevherinden, tıpkı bir daldan kopmak üzere bulunan bir yemiş gibi, sıyrılma vaziyetindedir. Ve komşumun oğlu, bütün Türk çocuklarını korumamız gereken tehlikenin en canlı topografyası...

 

28 Eylül 1941

Share this post


Link to post
Share on other sites

İSTANBUL

 

Ben İstanbul'un kara sevdalısıyım. Sevmek; ne kolay lâf bu böyle!..

 

- Filân şeyi seviyorum, falan şeyi sevmiyorum!

 

Diye, en ucuz, keyfî ve insiyaki hükümlerimizi, çok defa bu lâfla ortaya atarız. Halbuki bana sorarsanız, sevgi kadar basit ve girift, alelade ve harikulade, hiç ve her şey, hesabını vermediğimiz ve vermeye mecbur olduğumuz nesne yok bu dünyada...

 

Ben İstanbul'un kara sevdalısıyım...

 

Ve sevmek fiilinin, alelâdelik içinde harikuladeliğe eş olarak, onu ancak en girift tecellisi içinde canlandırabileceğine inanıyorum.

 

   

 

Giderken mırıldanabileceğimiz en güzel cümleler...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...