Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

The Spirit of Islam

Üye
  • Content Count

    428
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by The Spirit of Islam


  1. Saol kardeşim senin niyetin kötü değil benimki de değil. Allah cümlemizden razı olsun. Dediklerini anladım fakat eğer nesebi öyle olmamış olsaydı biz de öyle demezdik yani gerçekten dediğin gibi olsa evliya söylerdi biz Nakşibendi değiliz de başka bir koldanız diye ! Menzil cemaati diye geçiyor bazı yerlerde. Ama biz Nakşibendiyiz kardeşim ! Kişi sevdiğiyle beraberdir...


  2. ŞEYH REYHAN ADENÎ

     

    Meşhûr velîlerden. On üçüncü asırda yaşamıştır. Doğum ve vefât târihleri bilinmiyor. Babası Abdullah Efendidir

     

    Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ kitabının müellifi bâzı kerâmetlerini şöyle nakletmiştir: "İmâm-ı Yâfiî'ye sözüne güvenilir bir kimse şöyle anlatmıştır: Ramazan ayında bir akşam yatsı namazı vakti sıralarında çarşıya çıktım. İhtiyâcım olan bâzı şeyleri satın alacaktım. Reyhan bin Abdullah hazretleri ile karşılaştım.Beni yanına çekti ve havaya yükseltti. Havada yükselince korkup yere indirmesini istedim.Bunun üzerine beni yere indirdi ve; "Seni mutlu etmek istedim. Ama istemedin!" dedi.

     

    Onun zamânındaki şeyhlerden bir zât, talebelerini hurma satın almaları için çarşıya göndermişti. Talebeler çarşıda hurma bulamayıp geri döndüler.Dönerken yolda Reyhan bin Abdullah hazretlerine rastladılar. Onları görünce; "Bakınız hocaları hurma istemiş bunlar eli boş dönüyorlar. Gidiniz falanca yerde falanın evinde hocanızın istediği şeyi bulursunuz." dedi. Târif ettiği yere gidip oradan hurma aldılar ve hocalarına götürdüler.Yolda Reyhan bin Abdullah hazretleri ile karşılaştıklarından bahsettiler. Bunun üzerine hocaları; "Keşke Şeyh Reyhan'ı görebilseydim." dedi. O sırada Şeyh Reyhan bulundukları mescide geldi. Bir saat kadar sohbet ettiler.Sonra gitti. O zât, Reyhan bin Abdullah hazretlerine hayran kaldı.

     

    Reyhan bin Abdullah'ın da aralarında bulunduğu bir cemâat bir gece Aden surlarının kapılarının kapatılması sebebiyle dışarda kalmışlardı. Geceyi Aden sâhilinde geçirmek mecburiyetinde kaldılar. Gece vakti onu sevenlerden biri huzûruna varıp; "Acıktım. Canım herise yemek istiyor." dedi. "Ben heriseci miyim?" dediyse de o kimse ısrar etti. Bunun üzerine bir de baktı ki, önünde tabak içinde herise duruyor.Bu işin Reyhan bin Abdullah hazretlerinin kerâmeti ile olduğunu anlayıp, bu defâ herisenin üzerine yağ istedi. Şeyh hazretleri; "Şuna bakınız. Ben yağcı mıyım, bir de benden yağ istiyor?" dedi. O kimse ısrar etti. Bunun üzerine ona bir kap verip; "Al şu kabı git denizden su doldur gel de abdest alalım." dedi. Gidip suyu getirince, o sudan herisenin üzerine biraz döktü. Kerâmetiyle döktüğü su gâyet nefis bir yağ oldu. Hayatta o yemekten daha lezzetli bir yemek yemedi.

     

    1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.14


  3. YÜNÛNÎ

     

    Meşhûr Hanbelî hadîs âlimlerinden, velî. İsmi, Muhammed bin Ahmed, künyesi Ebû Abdullah, lakabı, Takıyyüddîn’dir. Yünûnî diye bilinir. Câfer-i Sâdık’ın soyundandır. 1177 (H. 572) senesi Receb ayının altısında, Baalbek’in köylerinden olan Yünûn’de doğdu. 1260 (H.658) senesi Ramazân-ı şerîfin on dokuzunda burada vefât etti. Hadîs ilminde hâfız olanYünûnî, zâhid, ârif ve takvâ sâhibi bir âlimdi.

     

    Yünûnî, Dımeşk’da yetîm olarak yetişti. Annesi, onu önce bir sanata verdi. Sonra Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Ebû Tâhir Huşûî, Ebû Temâm Kalânisî, Hanbel el-Mükebbir, Ebû Yemen Kendî, hadîs hâfızı Abdülganî ve daha başka âlimlerden hadîs-i şerîf dinledi. Büyük âlim Muvaffakuddîn’in yanında fıkıh ilmini öğrendi. Arabî ilimleri, Ebû Yemen Kendî’den aldı. Kendisine has olan hatta (yazıda) çok yükseldi. Abdülkâdir-i Geylânî’nin (k.sirruh) talebesi Şeyh Abdullah Betâîhî’den tasavvuf hırkasını giydi. Hakkında Şam’ın arslanı denilen, yüksek hâller ve kerâmetler sâhibi, herkesin kendisinden pekçok faydalandığı Şeyh Abdullah Yünû- nî’nin hizmetinde bulundu. Şeyh Abdullah Yünûnî’yi över, onu önde tutar, fetvâlarda ona uyardı. Hadîs ilminde pek yükseldi. Sahîh-i Müslim ile Humeydî’nin yazdığı El-Cem’ Beyn-es-Sahîhayn gibi büyük kitapları çok sağlam bir şekilde ezberledi. Oğlu Kutbüddîn Mûsâ şöyle der: Babam, El-Cem’ Beyn-es-Sahîhayn’ı ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’in Müsned'inin çoğunu ezberledi. En’am sûresini bir günde, Sahîh-i Müslim’i dört ayda, meşhûr edebî bir eser olan Makâmât-ı Harîrî’den üç makâmı günün bir kısmında ezberledi.

     

    Büyük hadîs âlimlerinden Ömer bin Hâcib ondan uzun olarak bahsedip, şöyle dedi: “Yünûnî, fıkıh ve hadîs ilmi ile o kadar meşgûl oldu ki, neticede büyük bir fakîh ve hâfız (hadîs âlimi) oldu. Yünûnî, güzel ahlâk sâhibi olup, insanlara çok faydalı olur, kimseye sıkıntı vermezdi. El-Cem’ Beyn-es-Sahîhayn adlı eseri ezberlemişti. Bana, Sahîh-i Müslim’i ezberlediğini söylemişti. Onu dört ayda ezberinden tekrar ederdi. O, Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inin çoğunu ezberinden tekrar ederdi. Bir oturuşunda yetmiş hadîs-i şerîf ezberlerdi.”

     

    Yünûnî, yaşının ilerlemiş ve ilimde pek yükselmiş olmasına rağmen, hadîs-i şerîf dinlemeyi, okumayı çok severdi. Baalbek halkı, Yünûnî’nin Kazvînî, Behâüddîn Makdisî, İbn-i Revâha, Hamevî ve başka büyük âlimlerin huzûrunda hadîs-i şerîf okumasını dinlerlerdi.

     

    Yünûnî yüksek hâller ve kerâmetler sâhibiydi. İbâdet ve muayyen vakitlerde okuduğu duâlara muntazam devam ederdi. Kerâmetlerini açıkça göstermezdi. Hâl sahiplerinden olan Şeyh Osman onun hakkında Yünûnî sekiz sene kutub oldu” demiştir.

     

    Yünûnî’nin, sultanlar katında yüksek bir yeri vardı. Ona çok hürmet gösterirlerdi. Hattâ bir defâsında, Dımeşk kalesinde Buhârî dinliyordu. Orada Sultan Eşref de vardı. Yünûnî abdest almak için kalktı. Bunun üzerine sultan da kalktı ve Yünûnî’ye kurulanması için veya ayağını basması için bir havlu takdîm etti. Yünûnî’nin, havlunun temizliğinden endişe etmemesi için, temizliği husûsunda yemin etti.

     

    Büyük hadîs âlimi Zehebî şöyle dedi: “Bir defâ Melik Eşref Baalbek’e gelmişti. Önce Yünûnî’nin evine geldi. Kapıyı çaldı. İçeriden kimsin? denilince, ismi ile kendisinin geldiğini söyledi.”

     

    Melik Kâmil, kardeşi Eşref’in yanına gelmişti. Eşref, kardeşi Kâmil’e, Şeyh Yünûnî’nin güzel hâllerinden bahsetti. Bunun üzerine Sultan Kâmil, Yünûnî’yi görmek istedi. Yünûnî’nin gelmesi için Baalbek’e haber gönderdi. Yünûnî, Dımeşk’a gelince, Sultan Kâmil onunla görüştü. İlmî mevzûlarda konuştular. Sultan Kâmil ile Yünûnî arasında Sahîh-i Müslim’deki bir ibâre üzerinde ihtilâf meydana gelmişti. Sultan Kâmil, Yünûnî’ye; “Ben Sahîh-i Müslim'i muhtasar hâle getirdim. Üzerinde çalışma yaptım. Fakat senin dediğin gibi bir ibâre yok” dedi. Yünûnî, Sultan Kâmil’in söylediğinden başka diyordu. Nihâyet, Sultan Kâmil, birisini gönderip kendi yaptığı beş cildlik Sahîh-i Müslim muhtasarını getirtti. Sultan Kâmil cildlerden birisini, Eşref birisini, orada bulunan birisi diğer cildi, Yünûnî de cildlerden birisini aldı. Onlar, o ibâreyi arıyorlardı. Yünûnî, eline cildi alıp, ilk açışında aradıkları hadîs-i şerîfin ibâresini buldu. O hadîs-i şerîfin ibâresi, kendi dediği gibiydi. Sultan Kâmil, Yünûnî’nin çabucak bulmasına çok hayret etti. Görüşmeleri bitince, Sultan Kâmil, Yünûnî’yi Mısır tarafına almak istedi. Eşref, Sultan Kâmil’e; “Yünûnî, Baalbek’i hiçbir yere tercih etmez” dedi. Sonra Sultan Kâmil, ona sayısız hediyeler gönderdi.

     

    Yünûnî’nin oğlu Kutbüddîn Mûsâ anlattı: “Babam emîrlerden ve vezîrlerden sâdece yenilecek hediye kabûl ederdi. Kendisine gönderilen bu hediyelerden bir kısmını tekrar onlara gönderir, onlar da teberrük ve şifâ niyetiyle alır, kabûl ederlerdi.”

     

    Yünûnî fakirdi ve malı yoktu. Bununla berâber Câfer-i Sâdık’ın soyundan olduğu için sadaka kabûl etmezdi. Çünkü Ehl-i beyt sadaka almaz.

     

    Şeyh Abdullah’ın bir kızı vardı. Hanımına, kızını Yünûnî’ye vereceğini söyledi. Hanımı, Yünûnî’nin fakir olduğunu, kızının ise, mesûd ve bolluk içerisinde yaşamasını istediğini, bu sebeple Yünûnî’ye vermek istemediğini söyledi. Bunun üzerine Şeyh Abdullah hanımına; “Ben Yünûnî ile kızımı öyle bir evde görüyorum ki, o evde bolluk ve bereket olacak, sultanlar Yünûnî’nin ziyâretine gidip gelecektir” dedi. Şeyh Abdullah’ın dediği, Allahü teâlânın izniyle aynen çıktı ve kızını Yünûnî ile evlendirdi.

     

    Sultanlar ve oğulları, İbn-i Salâh, İbn-i Abdüsselâm, İbn-i Hâcib, Hasrî gibi meşhûr âlimler, İbn-i Cevzî ve daha başka tanınmış kâdılar kendisine pekçok hürmet gösterirlerdi. İnsanlar, Yünûnî’nin ilminden ve güzel ahlâkından çok istifâde etmişler, onun yaşayışını ve gidişâtını kendilerine nümûne edinmişlerdir. Yünûnî, heybetli, güzel sûretli ve vekar sâhibi, mübârek bir zâttı. Hocası Şeyh Abdullah’a çok bağlıydı. Onun gibi, sünnet-i seniyyeye uymakta çok titizdi.

     

    Yünûnî’den; iki oğlu, Ebû Hüseyin Hâfız ve Kutub el-Müverrik’ten başka, Ebû Abdullah bin Ebû Feth, İbrâhim bin Hâtem, Muhammed bin Muhib, Ebû Abdullah bin Zerrâd, İbrâhim bin Kureşî el-Ba’lî ve diğerleri hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Yünûnî vefât edince, hocası Şeyh Abdullah’ın yanına defnedildi. Mîrâcla ilgili bir kitabı vardır.

     

    BİR MEKTUP GELDİ

     

    Yünûnî, hocası Şeyh Abdullah ile ilgili şöyle anlatır: “Bir defâ Harran’a gitmek üzere niyetlenmiştim. Çünkü, Harran'da ferâiz ilmini (Mîrâs taksîmi) çok iyi bilen bir âlimin olduğunu duymuştum. Yolculuğa çıkacağım gecenin sabahında, Şeyh Abdullah Yünûnî'den bir mektup geldi. Bana, Kudüs-i şerîfe gitmemi emrediyordu. Bunu okuyunca, bende bir hoşnudsuzluk hâsıl oldu. Bunun üzerine Kur’ân-ı kerîmi açtım. Bir de ne göreyim. Yâsîn-i şerîfin yirmi birinci âyet-i kerîmesi çıktı: Burada meâlen şöyle buyuruluyordu: “Sizden bir ücret istemeyen kimselere uyun ki, onlar hidâyet üzeredirler.” Benim durumum ile, Kur’ân-ı kerîmi açınca karşılaştığım âyet-i kerîme arasında güzel bir muvâfakat, uyum olmuştu. Bunun üzerine Kudüs-i şerîfe doğru yola çıktım. Oraya varınca da, hayretimi gerektiren bir hâdise ile karşılaştım. Harran’a, ferâiz ilmi öğrenmek için yanına gitmek istediğim zât, Kudüs’te idi. Burada ondan ferâiz ilmini iyice öğrendiğim kanâati hâsıl oluncaya kadar, bu ilmi okudum.”

     

    1) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.8, s.282

    2) El-Bidâye ven-Nihâye; c.12, s.227, 229

    3) El-A’lâm; c.5, s.322

    4) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.294

    5) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile; c.2, s.269

    6) Tezkiret-ül-Huffâz; c.4, s.1439

    7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.149


  4. UBEYDE BİN MUHÂCİR

     

    Tâbiînin meşhûrlarından velî. İsmi, kaynaklardaAbdülcebbâr bin Ubeyde bin Müsliman ve Abdürrahmân bin Ebî Abdullah şeklinde geçer. Künyesi Ebû Abdürrab'dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 730 (H.112) senesinde vefât etti. Ebû Zür'a Dımeşkî, Ebû Misher'den şöyle nakletmiştir. "O aslen Rumdur, ismi Kostantin idi. Müslüman olduktan sonra ona Abdürrahmân ismi verildi."

     

    Ubeyde bin Muhâcir, hazret-i Muâviye'den, Fâzıle bin Ubeyd'den, Üveysi Karnî'den, Tebî' el-Humeyrî'den, Ebû'l-Ahvas'dan hadîs-i şerîf işitip, rivâyet etmiştir. Kendisinden ise; Sâbit bin Sevbân, Abdurrahmân ibniYezîd, Abdullah bin Büceyr, Muhammed bin Ömer et-Tâî ve Saîd ibni Abdülazîz gibi âlimler hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ubeyde bin Muhâcir'in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler, hadîs kitablarından Sünen-i İbni Mâce'de yer almıştır.

     

    İbn-i Câbir, bir arkadaşının şöyle anlattığını nakletmiştir: "Bir elbiseciden elbise satın almak istedim. Yedi dank (o zamanki para birimi) istedi, ben de "Altı dank olsun" dedim. Pazarlık uzayınca, elbiseci bana; "Sen nerelisin?" dedi. Ben de; "Dımaşk (Şam)tanım." dedim. "Sen hiç Dımaşklılar gibi değilsin. Dün buraya Dımaşklı bir zât geldi. İsmi Ubeyde bin Muhâcir'dir. Benden herbiri yedi danka yedi yüz elbise satın aldı. Sonra "Onları yükle" dedi. İşçilerimi gönderip yüklettim. Benden aldığı bu elbiseleri tamamen fakirlere dağıttı, hattâ evine bir elbise bile götürmedi" dedi.

     

    Ubeyde bin Muhâcir hazretleri çok zengindi. Bütün malını mülkünü satıp sadaka olarak dağıttı. Kendine sâdece oturacak bir ev kalmıştı. Şöyle derdi: "Ey Dımaşklılar, şu nehir altın ve gümüş dolu olarak aksa, herkes ondan kapışsa, ben dönüp bakmam." Vefât ettiğinde sadece tekfin ve techizine yetecek kadar parası kalmıştı.

     

    MEĞER ANNESİ İMİŞ

     

    Abdullah bin Yûsuf'dan şöyle nakledilmiştir: "Ebû Abdürrab Ubeyde bin Muhâcir, köleleri satın alır, sonra serbest bırakırdı. Bir gün Rum asıllı ihtiyar bir köle kadını satın aldı, serbest bıraktı. İhtiyar kadın, nereye gideceğim, nerede barınayım bilmiyorum dedi. Bunun üzerine o ihtiyar kadını kendi evinde kalması için evine gönderdi. Akşam evine gidince, o ihtiyar kadınla birlikte akşam yemeğini yediler. Sonra da kim olduğunu, nereden getirildiğini sormaya başladı. Kadın Rumca konuşuyordu. Sonunda o kadın annesi çıktı. Buna çok sevinip oralara çeşitli vesilelerle getirilen ve kendisine kavuşan annesine müslüman olmasını söyledi. Fakat kadın ilk anda kabûl etmedi. Ona çok iyilik ve ihsânlarda bulundu. Nihâyet bir Cumâ günü ikindi namazından sonra, annesinin müslüman olduğunu müjdelediler. Buna o kadar sevindi ki, şükür secdesine kapanıp, güneş batıncaya kadar secdede kaldı.

     

    1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.5, s.160

    2) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.12, s.152


  5. nasıl ki peygamberimiz son peygamberse süleyman hilmi tunahan hz.(k.s) 'de son müceddiddir dahada bişey demeyin bu doğrudur !

     

    Nereden biliyorsun kardeş gaybtan bilgi mi aldın :D Son müceddid Hz.Mehdi(a.s) ' dır ve ne zaman geleceğini ancak Allah bilir !..

     

    Selam ve dua ile ; Saygılarımla.

     

    Vesselam.


  6. Hele danimarkalı pislik bir adam diyor bir film yapacam herkes Muhammed'in tevbe haşa tevbe (S.A.V) gerçek yüzünü görecek. Adam Hazreti bile demiyor !.. Bunlara bir cihad toplantısı lazım ki sussunlar ! Ama nerdeeeeee İslam dünyası bölünmüş almış başını gidiyor ! Belkide senin kastettiğin yapımcı adam ile benim kastettiğim aynı kişidir öyle mi ?


  7.  

     

    Arkadaşım samimiyetine ve hassasiyetine gerçekten güveniyorum. Allah-u Teala bu yolun büyüklerine olan muhabbetini arttırsın inşaalah. (Hepimizinkini )

    ben sana durumu şöyle özetliyeyim.:

    Adamın biri çıksa ortalıkta senin amcaoğlu olduğunu idda etse (öyla olmadığı halde) ve babanın ve dedenin tüm mirasının kendisine kaldığını idda ederek tüm aileni sevenleri ve inananları bambaşka yollara sürüklese; bunun yalan olduğunu insanlara haykırmak istemez misin??? Bu işin ispatını elinde bulunan Hanedan -ı Osmanlı tasdikli aile soy ağacıyla yapmak istemez misin?

    Şunu çok iyi biliyoruz: Bu yol taa Efendimiz AS. dan beri zerre-i Peygamberiye taşıyan Allahu Tealanın seçtiği özel kullar ile bugüne kadar tertemiz gelmiştir. Onun için bu büyük YOL un devamı olduğunu idda edenler aynı zamanda o büyük soya mensup olduklarını idda etmişlerdir. Ben sadece Kuru kuruya bu yola ve büyüklere muhabbet duyanları uyarmayı kendime göev bildim.

    Tarik-i Aliyye nin mensuplarını Taa Hz. Ebubekir-i Sıddık r.a dan Abdülhakim Arvasi k.s a kadar tümünün aile secereleri, ilim secereleri, tarikat secereleri ve efendilerinden aldıkları İCAZET-İ MUTLAKALARI (buraya dikkatinizi çekerim ) yazılı olarak kayıt altındadır. Ben de bu yola ve bu soya mensubum diyen herkesi ispata davet ediyorum.

    Lütfen bana kızmayın dostlar. Emin olum derdim sizin gibi bu yolu ve bu yolun büyüklerine intisab etmiş Talipleri nakıs şeyhlerden uzak durmasını sağlamak. Tabii ki gücümün yettiği ölçüde.

    Allah-u Teala hepinizden razı olsun ....

     

    Allah-u Teala hepimizden razı olsun ama bil ki yanlış düşünüyor ve öyle inanıyorsun bu konuda !


  8.  

    Arkadaşım samimiyetine ve hassasiyetine gerçekten güveniyorum. Allah-u Teala bu yolun büyüklerine olan muhabbetini arttırsın inşaalah. (Hepimizinkini )

    ben sana durumu şöyle özetliyeyim.:

    Adamın biri çıksa ortalıkta senin amcaoğlu olduğunu idda etse (öyla olmadığı halde) ve babanın ve dedenin tüm mirasının kendisine kaldığını idda ederek tüm aileni sevenleri ve inananları bambaşka yollara sürüklese; bunun yalan olduğunu insanlara haykırmak istemez misin??? Bu işin ispatını elinde bulunan Hanedan -ı Osmanlı tasdikli aile soy ağacıyla yapmak istemez misin?

    Şunu çok iyi biliyoruz: Bu yol taa Efendimiz AS. dan beri zerre-i Peygamberiye taşıyan Allahu Tealanın seçtiği özel kullar ile bugüne kadar tertemiz gelmiştir. Onun için bu büyük YOL un devamı olduğunu idda edenler aynı zamanda o büyük soya mensup olduklarını idda etmişlerdir. Ben sadece Kuru kuruya bu yola ve büyüklere muhabbet duyanları uyarmayı kendime göev bildim.

    Tarik-i Aliyye nin mensuplarını Taa Hz. Ebubekir-i Sıddık r.a dan Abdülhakim Arvasi k.s a kadar tümünün aile secereleri, ilim secereleri, tarikat secereleri ve efendilerinden aldıkları İCAZET-İ MUTLAKALARI (buraya dikkatinizi çekerim ) yazılı olarak kayıt altındadır. Ben de bu yola ve bu soya mensubum diyen herkesi ispata davet ediyorum.

    Lütfen bana kızmayın dostlar. Emin olum derdim sizin gibi bu yolu ve bu yolun büyüklerine intisab etmiş Talipleri nakıs şeyhlerden uzak durmasını sağlamak. Tabii ki gücümün yettiği ölçüde.

    Allah-u Teala hepinizden razı olsun ....

     

     

    Kardeş emin olabilirsin ki Gavs Hz. evliyadır ve yalan söyleyecek bir kişi değildir. Tanımasam inandıracaktın :) Saolasın yine de Allah senden de razı olsun. Sen Gavs Hazretlerinin evliya olduğunu mu kabul etmiyorsun şimdi ? Hem o ben Seyyid Abdulhakim Arvasi'nin(k.s) soyundanım dememiş ki ! Ben onun soyundan olduğunu derken Peygamber Efendimiz(s.a.v) soyundan olduğunu kastettim kardeşim şimdi anladın değil mi ? Yani diyorum ki Gavs seyyiddir bunda şüphe yoktur ! Hem bir silsile illa ki onun evladı onun evladı geçecek diye bir şey yok(kim icazet aldıysa onda senin bu konudaki bilgin eksik emin olabilirsin yani kimin kimden icazet aldığını kavrayamamış olsan gerek ). Buyur sana Abdulhakim el Hüseyni(k.s) Hazretlerinin Hayatı buna da uydurma deme !

     

    Şeyh Seyyid Gavs-ı Azam Abdulhakim el Hüseyni ( İslam alemince kabul görmüştür sen inanma ! )

     

     

    Şey Seyyid Muhammed Raşid el Hüseyni ( İslam alemince kabul görmüştür sen daha inanma ! )

     

     

    Bu da şimdiki şeyhle ilgili ! Şeyh Seyyid Abdulbaki el Hüseyni ( Gavs-ı Sani) ( İslam alemince kabul görmüştür sen daha inanma ! )

     

    http://www.youtube.com/watch?v=o0zgD5G0G6w&feature=related PART 1

     

    http://www.youtube.com/watch?v=TyeOMqcwkWQ&feature=relmfu PART 2

    • Like 1

  9.  

     

    Arkadaşlar herkesi iddalarını ispata davet ediyorum. Daha önce de belirttim. benim kanıtlarım mevcut. Ya sizin ???

     

    Kardeşim sen neyin ispatinden bahsediyorsun :) Ben seni anlayamadım. Buraya yazacağın şeylerle mi inandıracaksın ? Bu şuna benzedi ben bir yazı yazacağım Allah'ın varlığını ispatlayacak gibi oldu ( Örnek verdim ) ... Kardeş kendinde misin :D

     

    Ya inanırsın ya inanmazsın ; ama kalkıp da öyle diyemezsin(saygısızlık yapamazsın) ! İnancın kendinedir kardeşim . Neyi kanıtlıyorsun tevbe tevbe ... Anca yazsan yazsan silsile yazacaksın ben de yazacağım sen benimkine yanlış diyeceksin ben seninkine demeyeceğim ! Allah bilir diyeceğim :) Yada içimden sana bu konuda cahil diyeceğim başka ne diyeyim !? Benim kanıdım Allah katındadır... Yani kalkıp senle kanıt yarışmasına girecek değilim zira bu inançtır !.. Benim hakkımda da git istediğini de. Korktu de , elinde kanıtı yok de... Bana istediğini de ama Allah dostuna deme kardeşim yoksa senin için üzülmem gerekecek çünkü Allah sorar. Ben hakkımı helal ederim bana de !.. Sen de hakkını helal et kardeşim. Tüm Müslümanlar kardeştir görüşüne her zaman sadık kalalım İnşallah. Evet sana Allah'ın dostuna öyle diyorsun diye sinirlendim ama sen de Müslüman'sın diye bu siniri dindirmek kolay geldi; ayrıca bence Gavs hazretleri yazdıklarını görecek olsaydı güler geçerdi ve bana da boşver sofi tartışma derdi !.. Ve yahut cevap bile vermezdi... Zira susmak en büyük cevaptır !


  10.  

     

     

    Bu arada adı geçen zaatları görmemiş değilim. Yakinen tanırım onlar da beni tanırlar !!!

     

    Hmm...Anlıyorum kardeşim... Senin üzerinde hakkım var mı ki kardeşim Estağfurullah ! Eğer varsa kendi üzerimdekilerini helal etsem(sen de helal et kardeşim) dahi Allah'ın dostlarına dediklerini onlar da affetse Allah affeder mi bilmiyorum. Zira bir Allah dostu traş oluyor bir çocuk gelip onun keline vuruyor Allah dostu birşey demiyor ; sonra çocuğun başına birşey geliyor ya araba çarpıyordu yada çarpacak gibi oluyordu orasını tam hatırlayamadım ; Sonra berber soruyor : Neden hakkını helal etmedin ? Evliya diyor ben ettim ama Bostan Sahibi etmedi(sanırsam böyleydi hatırladığım kadarıyla yazdım).. Allah'a vereceğin hesabı düşünerekten bence Allah'a tevbe et kardeşim. Biz kimiz ki ? Affetmek Allah'a mahsustur...

     

    Selam ve dua ile kalınız...


  11. HAYÂT BİN KAYS EL-HARRÂNÎ

     

    Harrân'da yetişen evliyânın büyüklerinden, âriflerin ileri gelenlerinden. Nesebi; Hayât bin Kays bin Kahhâl bin Sultan el-Ensârî el-Harrânî'dir. Urfa'ya bağlı Harrân kazasında doğup yetiştiği için "Harrânî" nisbeti ve "Şeyh-ül-Kıdve" lakabı ile meşhûr oldu. Doğum târihi hakkında, kaynaklarda bir bilgiye rastlanamamıştır. Ömrünün 50 senesine yakınını Harrân'da geçirmiş büyük bir velîdir. İnsanlar ve bâzı sultanlar, onu ziyâret edip duâsını alırlar, onunla berâber olmakla bereketlenirlerdi.Yüksek hâllerin ve kerâmetlerin sâhibi olup, ehliyeti, ihlâsı, iffeti yanında, dînine çok bağlı bir zât idi. Cömertliğiyle meşhûrdur. 1185 (H.581) yılında orada vefât etti. Harrân'ın dışına defnedildi. Kabri, ziyâretçilere açıktır.

     

    Hayât bin Kays hazretleri büyük himmet sâhibi olup, yüksek makamlara kavuşmuştu. Keşf ve kerâmetleri, açık ve meydanda bir zât idi.Allahü teâlâya yakınlık derecesi bakımından yüksek bir mevkide bulunuyordu. Hakîkat ilimlerinde derin bilgisi vardı. Sayısız kerâmetleri yanında, hikmetlerle dolu, yüksek hakîkatleri açıklayan sözleri çoktur. İlimde ve tarîkatta o kadar yükselmişti ki, himmet ve tasarrufları "Yed-i Beyzâ"ya benzetilirdi.Yed-i Beyzâ, Mûsâ aleyhisselâmın mûcize olarak gösterdiği beyaz ve parlak olan sağ eli olup, istediği vakit yakasına sokup çıkardıkça, güneş gibi bir ilâhî nur parlamaya başlardı. Düşmanları bu nûr-i ilâhîyi görünce, kaçıp dağılırlardı. Bu tâbir, mecâz olarak, kerâmet ve hârikulâde hâller ve meziyetler hakkında da kullanılırdı. O, her yönden ilim ve hâl sâhiplerine ışık tutmuş ve kendisine ilim, hâl ve zühd yönünden reislik verilmiştir. Bu hususlarda, pek çok velî kendi talebelerinin terbiyesini ona havâle etmişler ve onun sâyesinde nice kimse makam ve hâl sâhibi olmuştu. Ondan sayısız kimse ders ve feyz almıştı. Yetiştirip mezûn ettiği talebelerinin sayısı da hayli kalabalıktır. Yetiştirmiş olduğu ta-

     

    lebeler, karanlık bir gecede parlayan yıldızlar misâlî, seçilmiş ve kerâmet ehli zâtlardır.

     

    Evliyânın büyüklerinden birçoğu, onun hâllerini beğenip, söylediklerini tekrar etmişler ve birçok âlim de, onun büyüklüğünü her vesîle ile dile getirmiştir. Âlim ve câhil, herkes ondan istifâde etmiş, Harrân halkının başı sıkıştığında ona başvurulmuştur. Meselâ Harrân Ovasında, bâzan günlerce suyun damlası bulunmaz olurdu. Halk, bunun çâresini bulmuştu. Hemen Hayât bin Kays hazretlerine koşar, onun duâsını alır, duâsının himmet ve bereketiyle yağmur yağar, halk susuzluktan kurtulurdu. Bu hususta onun yardımları saymakla bitirilemez. Sultan Nûreddîn Zengî onu ziyâret edip, hıristiyanlara karşı yaptığı cihâdda azim ve gayretini kuvvetlendirince, onun muvaffak olması için duâ ederdi. Sultan Selâhaddîn-i Eyyûbî de ziyâret eder, ondan duâ isterdi. Duâsını alarak yaptığı harbi kazanırdı.

     

    Hayât bin Kays el-Harrânî hazretlerinin oğlu Ebû Hafs Ömer şöyle anlatır: Şeyh Zagîb er-Rahâbî, babamın ziyâretine gelmişti. Babam ise, sabah namazından sonra evinin kapısında oturmuş, kendi işi ile meşgûl oluyordu. Zagîb er-Rahâbî gelip kapının diğer tarafına oturdu. Babam, onunla hiç konuşmadı. Şeyh Zagîb, buna alındı ve içinden: "Tâ Rahâbe'den geldim de, bana hiç iltifât edip konuşmadı. Hiç böyle olur mu?" diye düşündü. Babam ona hemen şöyle seslendi: "Benim hakkımda kalbinden geçirdiğin şu îtirâzından dolayı, sana bir zarar geleceğinden korkuyorum. Bunun dış âzâlarında mı, yoksa iç âzâlarında mı meydana gelmesini istersin?" O da: "Dış âzâlarımda olsun!" deyince, babam elini uzattı, o ânda gözlerinden bir tânesinin şekli ve yeri değişip rahatsızlandı. Adam kalkıp hürmet gösterdi ve oradan ayrıldı ve memleketi olan Rahâbe'ye döndü. Birkaç sene sonra, kendisine bir yerde tesâdüf ettiğimde, gözünün iyileşmiş olduğunu gördüm. Sebebini sorunca: "Bir zikir halkasına iştirâk ettim. Orada babanızın talebelerinden biri ile görüştüm. Ellerini hasta gözüme koyunca, hemen iyileşip eski hâline döndü." diye cevap verdi. O gün, baban benim gözüme parmağı ile işâret ettiği zaman kalb gözüm açılmış, onun feyzi ile birçok garîb şeyler görmüştüm."

     

    Harrân'da bir câmi yapılıp, sıra mihrâba gelince, kıble husûsunda Hayât bin Kays hazretleri ile câmiyi yapan zât arasında ihtilâf çıktı. Sonunda Hayât bin Kays ustaya: "Önüne bak, kıbleyi göreceksin!" buyurdu. O zât da, önüne baktığında Kâbe'yi karşısında gördü ve düşüp bayıldı.

     

    Bir gün, Hayât bin Kays hazretleri ile berâberindekiler, yolculuğa çıkmışlardı. Yorulunca, bir yerde dinlenmek istediler. Ümm-i Gâylân denilen bir ağacın altında istirahate çekildiler. Bir aralık hizmetçisi, Hayât bin Kays'a; "Ben, hurma yemek istiyorum!" deyince; ona: "Şu ağacı salla, hurma düşer ve yersin!" buyurdu. Hizmetçi; "Bu ağaç Ümm-i Gâylân denilen bir ağaçtır, hurma ağacı değildir." dedi. Hayât bin Kays hazretleri, "Ben sana o ağacı salla diyorum." deyince, hizmetçi ağacı sallamak zorunda kaldı. Ağacı sallayınca, misk gibi yaş hurma dökülüverdi. Dökülen hurmaları yediler, doydular ve sonra kalkıp gittiler.

     

    Sâlih bin Gânim bin Ya'lâ isimli bir zât: "Güzel bir günde, Yemen'den Hind Denizine bir sefere çıkmıştı. Gemi denizin ortasına gelince, şiddetli esen fırtına ve dalgaları tutuldu. Gemi hasara uğrayıp delindi ve battı. Salih bin Gânim, bir tahta parçasına tutunarak, kimsenin yaşamadığı bomboş bir adaya ulaştı. Çok gezdiği hâlde hiç kimseyi göremedi. Orada bir mescid görüp, içeriye girdi. Mescidde bulunan dört kişi, kıbleye yönelmiş, tâat ve zikir ile meşgûl idi. Selâmlaştıktan sonra hâlini hatırını sordular. O da, soranların hâllerini müşâhedeye devâm etti. Yatsı namazı vaktinde, Hayât bin Kays hazretleri içeriye girdi. Onların yanına yaklaşıp selâm verdi. Namaz kılmak için öne doğru geçti. Onu imâm yapıp, yatsıyı cemâatle kıldılar. Sabaha kadar ibâdet, tâat ve zikir ile meşgûl oldular. Sabah namazı da kılındı. Namazdan sonra, Hayât bin Kays hazretlerinin; "Ey tövbe edenlerin sevgilisi! Ey âriflerin neşe, sevinç kaynağı! Ey âbidlerin gözbebeği! Ey yalnızların dostu! Ey sığınanların sığınağı ve ey ümidini kesenlerin dayanağı! Ey sıddîkların kalblerinin kendisine meylettiği ve sevgililerinin kalblerinin kendisiyle dost olduğu ve korkanların himmetinin kendisine bağlandığı yüce Rabbim!" diye münâcâtta bulunup, yalvardığını işitti. Sonra ağladı. O sırada etrâfı aydınlatan nurlar gördü. Onlar sebebiyle, ayın on dördündeki parlaklık gibi her taraf aydınlanmıştı. Sonra Hayât bin Kays mescidden: "Sevenin, sevgiliye gitmesi, büyük bir iştir. Çünkü, kalbte korkulardan meydana gelen dehşetli üzüntü vardır. Ey sevgili! Ben ıssız çölleri yürüyerek katediyorum. Karşılaştığım bütün ovalar ve dağlar, beni hep sana gönderiyor" mânâsındaki beyitleri söyleyerek çıkıp gitti. Orada bulunanlar, Sâlih bin Gânim'e: "Bu zâta tâbi ol!" dediklerinde, peşine takıldı. Yer ve gök, denizler ve dağlar, sahrâlar, onun ayağı altında dürülüyordu. O, her adımını atışında, "Yâ Rabbî! Hayât'a hayat ver!" diyordu. Az zaman sonra, bir anda yeryüzü katlanıp, hemen Harrân'a geldiler. Oradakiler henüz sabah namazını kılıyorlardı."

     

    Ebû Abdullah el-Kureşî diyor ki: "Vefâtlarından sonra kabirde, hayatlarındaki gibi kerâmetleri ve tasarrufları devam eden dört evliyâ gördüm. Bunlar: Ma'rûf-i Kerhî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Ukayl-i Münbecî ve Hayât bin Kays el-Harrânî hazretleridir."

     

    Hikmetlerle dolu, kalblere tesir eden sözlerinden bâzıları şunlardır:

     

    "Kalbinde, Allah korkusu bulundurmak ve sıddîklerin hâlleri ile hâllenmek isteyen kimse, her işinde sünnet-i seniyyeye yapışmalı, onu mutlaka yerine getirmeli ve helâl lokma yemelidir. İnsanın meleklik sıfatından mahrûm olması; haram yemesi ve Allahü teâlânın yarattıklarına eziyet etmesi sebebiyledir."

     

    "Kalb yumuşaklığını, Allah adamı olan evliyânın sohbetlerine devâm etmekte aramalıdır. Kalb nûrunu da, sohbete olan gayreti devâm ettirmede aramalıdır."

     

    "Sâdık talebenin alâmeti şudur: Bir ân bile, Rabbini zikretmekten, O'nu hatırlamaktan ayrılmamalı ve O'nun hakkını gözeterek, farz ve sünnetlere devâm etmeli, dünyânın geçici zevklerinin sevgisini kalbe sokmayıp atmalı ve kalbinde dâimâ cenâb-ı Hakk'ın sevgisini bulundurmalıdır"

     

    "Haramlardan sakın ve dünyâya düşkün olma. Zühde, ibâdet etmek niyetiyle sarılmalı, yoksa kendisinin zühd sâhibi olduğunu gösterip, dünyâlıklara kavuşmak için onu vesîle etmemelidir."

     

    "Muhabbet, yâni Allahü teâlâyı sevmek, mârifetin (yâni O'nu tanımanın) ve Hakk'a giden yolun en büyük nişânıdır. Bâkî, sonsuz var olan sevgiliye, muhabbet ile kavuşulur."

     

    1) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.153

    2) Kalâid-ül-Cevâhir; s.115

    3) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.410

    4) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.269

    5) Tabakât-ül-Evliyâ; s.430

    6) Nefehât-ül-Üns; s.612

    7) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.6, s.225


  12. MEVLANA CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ

     

    Tanınmış büyük evliyâdan. Asıl adı Muhammed, lakabı Celâleddîn, ünvânı Mevlânâ'dır. Hüdâvendigâr, Sultân-ül-Âşıkîn, Sultân-ül-Mahbûbîn, Molla-yı Rûm ve Molla Hünkâr gibi lakapları da vardır. Babası, Sultân-ül-Ulemâ (Âlimlerin Sultânı) ismiyle meşhûr Muhammed Behâeddîn Veled hazretleridir. Soyu hazret-i Ebû Bekr'e ulaşır. Annesi sâlihâ ve evliyâ bir hanım olan Mü'mine Hâtun, İbrâhim Edhem hazretlerinin neslindendir. 1207 (H.604) senesi Rebîulevvel ayının altıncı günü Horasan'ın Belh şehrinde doğdu. 1273 (H.672) senesi Cemâziyelâhir ayının beşinci günü Konya'da vefât etti. Kabr-i şerîfi Konya'nın en meşhur ziyâret yerlerindendir.

     

    Mevlânâ Celâleddîn, küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Âlim ve evliyâ bir zât olan babasının terbiye ve himâyesinde yetişti. Mânevî olgunluklara kavuştu. Henüz beş yaşında iken kendisinden bir takım hârikulâde ve olağanüstü hâller görüldü. Kirâmen kâtibîn meleklerini görür, evliyânın ruhlarıyla konuşurdu. Melekler ve Allahü teâlânın ricâl-i gayb ismi verilen velî kullarının rûhları kendisini ziyâret ederlerdi. Zâhiren tanımadığı bu kimselerin böyle sık sık görünmelerinden dolayı, mübârek benizleri sararıp solardı. Babası Sultân-ül-Ulemâ, ondaki bu hâlin, meleklerin ve velîlerin oğlunu ziyâreti sebebiyle olduğunu bildiği için memnûn kalırdı. Ancak, aklına bir noksanlık gelmesin diye, talebelerinden birkaçını oğluyla meşgûl olmaları için vazîfelendirip; "Oğlum Muhammed'e görünenler, Allahü teâlânın çok sevdiği velî kullarıdır. Şefkat ve merhâmetleri sebebiyle oğluma görünüp, onunla sohbet ediyorlar. Kendi hâllerini ona öğretiyorlar, melekler âlemini gezdirip gösteriyorlar. Her ne kadar bunlar iyi şeyler ise de, o daha küçüktür. Kendisini zaptedemeyip, aklına bir ârıza gelmesinden korkarım. Bunun için sizler, onun heyecanlanmasına engel olun." derdi.

     

    Sultân-ul-Ulemâ hazretlerinin talebelerinden Bedreddîn anlatır: "Hocam Muhammed Behâeddîn Veled'in mübârek el yazısı ile yazılmış bir sayfada şu notları gördüm: "Belh'te, oğlum Celâleddîn Muhammed beş yaşında iken, Cumâ günleri bizim evlerin damları üzerinde dolaşır, dâimâ Kur'ân-ı kerîm okurdu. Belh'in büyüklerinin oğulları da, her Cumâ hazır bulunur, onunla sohbet ve ülfet ederlerdi. Namaz vaktine kadar onun yanında kalırlardı. Bir gün onların arasında bir çocuk, ötekine; "Gel bu damdan öteki dama atlayalım." deyip, bunun için de bahse tutuşuyorlar. Oğlum onlara gülümseyerek; "Ey kardeşler! Bu türlü hareketi, kedi, köpek ve diğer canlılar da yapar. Allahü teâlânın şerefli kulu olan insana, hiç böyle şeylerle uğraşması yakışır mı? Eğer rûhânî kuvvetiniz ve candan isteğiniz varsa, geliniz göklere uçalım, Melekût âleminin konaklarını dolaşalım." diye cevap verir. Hemen o anda gökyüzüne doğru uçarak, o topluluğun gözünden kaybolmaya başlar. Çocuklar bu hâl karşısında feryâd edip çığlık koparırlar. Nihâyet herkesle birlikte ben de bu hâdiseyi işittim. Çocukların yanına gittim. Biraz sonra Celâleddîn'in rengi uçmuş, mübârek vücûdunda da bir değişme olduğu hâlde tekrar dönüp geldi. Bütün çocuklar, Celâleddîn'e sarılıp tebrik ettiler. Oğlum onlara dönüp; "Sizinle konuştuğum anda yeşiller giymiş, bâzı kimseler beni aranızdan aldı. Gökyüzünün tabakalarında dolaştırdı, melekler âleminin görülmemiş şeylerini bana gösterdiler. Sizin çığlığınız kulaklarıma gelince, tekrar beni buraya getirdiler. Eğer sizin üzüntünüz ve babamın bana olan şefkat ve muhabbeti olmasa idi, bu alçak âleme geri dönmezdim." dedi.

     

    Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled hazretleri mübârek oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in terbiyesiyle meşgul iken, Belh civârındaki bâzı hasetçiler onun hizmetlerini çekemeyip sultâna şikâyet ettiler. O da kimseye zarar dokunmasın diye bir takım yakınlarıyla birlikte Belh'ten ayrılıp Nişâbur'a gitti. Nişâbur'a geldiklerinde evliyânın büyüklerinden Ferîdüddîn-i Attâr hazretleri kendilerini karşıladı. Onlara izzet ve ikrâmlarda bulundu. O sırada küçük yaşlarda bulunan Mevlânâ Celâleddîn bir rüyâ gördü. Rüyâsında nûr yüzlü bir pîr, kendisine altı dallı bir gül fidanı verdi. Mevlânâ Celâleddîn rüyâsını babasına anlattığında o; "Altı dallı gül, senin altı ciltlik bir kitap yazacağına işârettir." buyurdu. O anda orada hazır bulunan Ferîdüddîn-i Attâr da; "Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl olursunuz." diyerek; Mantık-ut-Tayr isimli kitabı Celâleddîn'e hediye etti. Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse, Ferîdüddîn hazretleri imiş.

     

    Ferîdüddîn Attâr hazretleri, Mevlânâ Celâleddîn'de ilâhî nûrlar ve fıtrî, yaratılıştan gelen bir takım kâbiliyetleri görmüş ve ona dua etmişti.

     

    Bir müddet Nişâbur'da kalan Behâeddîn Veled hazretleri ve Mevlânâ Celâleddîn, daha sonra yakınlarıyla birlikte Bağdât'a gelip Mustansıriyye Medresesine yerleştiler. Sultân-ül-Ulemâ burada oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in ve talebelerinin terbiyesiyle meşgul oldu. Behâeddîn Veled hazretleri bâzı gecelerde oğlu Mevlânâ Celâleddîn'den su isterdi. Mevlânâ Celâleddîn de yatağından kalkar su aramaya giderdi. Geceleyin medresenin kapısına gelince kilitli kapı kendiliğinden açılır, Mevlânâ Celâleddîn de Dicle'den kabına suyu doldurur, babasının odasına getirirdi. Medreseye gelişinde kapı kendiliğinden kapanır kilitlenirdi. Bir defâsında kapıcı bu hâdiseye vâkıf oldu. Bâzı kimselere de söyledi. Mevlânâ'nın babası bunu duyunca, o kapıcıyı çağırıp; "Bu hâli kimseye açma, yoksa helâk olursun." buyurdu. Bunun üzerine kapıcı Mevlânâ Celâleddîn'in kerâmetini gizleyeceğine söz verip Sultân-ül-Ulemâ'nın talebeleri arasına katıldı.

     

    Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled hazretleri daha sonra Bağdât'tan, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye geldiler. Hac ve Peygamber efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâretten sonra Şam'a ve Erzincan'a, oradan da Lârende'ye (Karaman'a) gelip yerleştiler.

     

    Sultân-ül-Ulemâ, Lârende'de (Karaman'da) Emîr Mûsâ'nın kendisi için yaptırdığı medresede, başta oğlu Mevlânâ olmak üzere yedi sene kadar talebe okuttu. Yüzlercesine icâzet (diploma) verdi. Şöhreti her tarafa yayıldı.

     

    Mevlânâ Celâleddîn, din ve fen ilimlerinde yetişip bülûğ, evlenme çağına erince, babası onu Hoca Şerâfeddîn Lâlâ Semerkandî'nin kızı Gevher Hâtunla evlendirdi. Mevlânâ Celâleddîn'in bu evliliğinden oğlu Sultan Veled dünyâya geldi. Daha sonra Mevlânâ'nın annesi Mü'mine Hâtun ve ağabeyi Muhammed Alâeddîn, Lârende'de vefât ettiler.

     

    Bu sıralarda Mevlânâ Celâleddîn'in babası Sultân-ül-Ulemâ'nın ismi Selçuklu Devletinin her köşesinde duyulmuştu. Konya'da oturan Sultan Alâeddîn Keykûbâd onu Konya'ya dâvet etti. Bu dâvet üzerine Behâeddîn Veled hazretleri Lârende'den ayrılıp Konya'ya yerleşmek üzere yola çıktı. Kervan Konya'ya yaklaştığında sultan onu büyük bir hürmet ile karşıladı. Atının dizginlerinden tuttu. Saygı ve sevgi ile ellerinden öptü. Atın dizginleri sultanın elinde olduğu hâlde şehre girdiler. Behâeddîn Veled ve yanındakiler, Konya'da Altun Han Medresesine yerleştirildiler.

     

    Mevlânâ Celâleddîn burada da tahsîline devâm etti. Konya'da iki seneyi doldurdukları sıralarda babası Sultân-ül-Ulemâ Hakk'ın rahmetine kavuştu. Babasının vefâtından sonra Mevlânâ Celâleddîn; babasının halîfesi, vekîli Seyyid Burhâneddîn Tirmizî'nin ders halkasına girdi. Dokuz sene kadar husûsî ve umûmî sohbetleriyle iyice yetişip olgunlaştı.

     

    Mevlânâ Celâleddîn'in çocukluk yıllarında, terbiyesiyle meşgul olan ve kendisini çeşitli ilimlerde yetiştiren Seyyid Burhâneddîn Tirmizî hazretleri, babası Sultân-ül-Ulemâ'nın ileri gelen talebesiydi. Tirmiz şehrinde yaşardı. Bir gün talebeleriyle sohbet ederken birden; "Eyvah! Eyvah! Hocam Sultân-ül-Ulemâ vefât etti. Haydi namazını kılalım." diyerek, talebeleriyle gıyâben hocasının cenâze namazını kıldılar. Ondan sonraki gecelerden birinde, rüyâsında hocasını gördü. Hocası Sultân-ül-Ulemâ; "Burhâneddîn! Oğlum Celâleddîn Muhammed'e ilim öğretmeye devâm et!" emri üzerine yollara düştü. Konya'ya geldi. Bu sırada Mevlânâ, Lârende'de bulunan kayınpederinin yanına gitmişti. Hocasının Konya'ya geldiğini duyunca, derhal döndü ve tahsîline devâm etmeye başladı. Seyyid Burhâneddîn, zâhirî ilimlerde kemâl derecesine yükselen Mevlânâ'yı mârifet, Allahü teâlâyı tanıma ilminde de en yüksek seviyeye çıkarmak için Mevlânâ Celâleddîn'e riyâzet, nefsin isteklerini yapmama ve mücâhede, nefsin istemediği ve ona zor gelen şeyleri yaptırmaya başladı. Bir müddet sonra Halep ve Şam'a gidip, oradaki âlimlerden de ilim öğrenmesi gerektiğini Mevlânâ'ya anlattı. Böylece onu Halep ve Şam'a gönderdi. Kendisi de Kayseri'ye gitti.

     

    Hocasının emri üzerine Mevlânâ ilim tahsîli için Şam'a giderken, Nusaybin'de hıristiyan papazlarının toplantısına rastladı. Papazlar sihir yapıp âdet dışı bâzı şeyler gösteriyorlardı. Mevlânâ'yı görünce, bir oğlanı havaya uçuruverdiler. Mevlânâ bu işe ilgi göstermeyip murâkabeye, Allahü teâlâyı düşünüp kalbini uyanık bulundurarak, gâfil olmama hâlini muhâfazaya vardı. Oğlan, havada olduğu yerde kaldı. "Beni kurtarın, yoksa düşüp öleceğim." dedi. Papazlar ne yaptılarsa bir çâre bulamadılar. Nihâyet oğlan; "O yanınızdaki zâtın murâkabesi yüzünden ben bu hâle düştüm. Onun yardımı olmazsa, muhakkak helâk olurum." dedi. Papazlar ister istemez Mevlânâ'ya yalvardılar. Mevlânâ; "Onu bir şey kurtaramaz, ancak Kelime-i şehâdet kurtarır." buyurdu. Oğlan bunu duyunca, hemen Kelime-i şehâdet getirdi ve kolayca yere indi. Mevlânâ'nın ellerini öptü. Bu hâli gören papazların hepsi müslüman olmakla şereflendi.

     

    Mevlânâ hazretleri, Halep'te el-Halâviyye ve Şam'da el-Makdisiyye Medresesinde bulundu. Muhyiddîn-i Arabî, Kemâleddîn bin Adîm, Sâdeddîn-i Hamevî, Osman Rûmî, Evhadeddîn Kirmânî, Sadreddîn-i Konevî gibi zamânın âlim ve velîleriyle sohbet edip, onlardan da ilim öğrendi. Onların teveccühlerini kazanan Mevlânâ Celâleddîn, Şam Medresesinde zaman zaman Hızır aleyhisselâm ile görüştü. Tasavvuf ilminde bir müşkili olursa Hızır aleyhisselâm ortaya çıkıp meselelerini hallederdi. Tefsîr, hadîs, fıkıh, mantık, usûl, meânî, edebiyât, matematik, fen, tıp gibi pek çok zâhirî ilimlerde mütehassıs oldu. Gündüzleri ilim öğrenir, gecelerini ibâdet içinde, Allahü teâlâyı zikrederek ve Kur'ân-ı kerîm okuyarak geçirirdi. Seher vakitlerinde tövbe ve istiğfâr ederek çok ağlar, gözyaşları sel gibi akardı. Allahü teâlânın muhabbetiyle yanar, O'na kavuşmak arzusuyla tutuşurdu. Tasavvuf ilminde de yüksek derecelere kavuşan Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî, hocalarından icâzet, diploma alıp, önce Kayseri'ye hicret eden Seyyid Burhâneddîn hazretlerini ziyâret etti. Onun feyz ve teveccühlerine kavuşup, duâsını aldı. Oradan berâberce Konya'ya döndüler.

     

    Seyyid Burhâneddîn hazretleri, Mevlânâ'nın dört senelik Halep ve Şam tahsîlinde bir hayli ilerlemiş olduğunu gördü. Tasavvuf yolunda riyâzete ve mücâhedeye devâm ettirdi. Mübah olanları azaltıp, zarûret mikdârı kullanırdı. Ona; "Karnınız aç olsun. Bunun için de çok oruç tutunuz. Çünkü oruç, hikmet hazînelerinin anahtarıdır. Oruç tutmak; kalp gözünün açılmasına, kalbin rikkate gelmesine sebeb olur." buyurdu. Mevlânâ hazretlerinin, on beş gün ağzına hiç lokma koymadığı zamanlar olurdu. Nefsinin istediklerini yapmamak için kapıda köpekler için hazırlanan yemek artıklarının yanına gider, nefsine; "Ey nefs! Bana istediklerini yaptırıp, rûhumu emrin altına almak mı istiyorsun? Arzunun yerine gelmesini istiyorsan, önce yemek artıklarını yemen lâzım! Ya ye veya beni bu hâlimle kabûl et!" diyerek nefsiyle mücâdele ederdi. Böylece nefsinin isteklerini hiç yapmaz, onu rûhuna köle ederdi ve bu halde aylar birbiri ardından geçer giderdi.

     

    Mevlânâ hazretlerinin iyice olgunlaştığını anlayan Seyyid Burhâneddîn hazretleri ona; "Evlâdım! Şimdiye kadar bildiğim ne varsa hepsini sana öğrettim. Bundan sonra senin daha da olgunlaşman, pek büyük mertebelere kavuşman, Tebrizli Şems'in (Şems-i Tebrîzî'nin) gelmesine bağlıdır. Onun şefkat kanatları altında aşamadığın engelleri aşar, mânevî hâllere kavuşursun. O, seni tasavvufun en mahrem noktalarına çeker, sen de ona, aynı âlemi anlatırsın. Bu şekilde birbirinizi tamamlar ve yeryüzünün en büyük iki dostu olursunuz. Bense Kayseri'ye gidip ömrümün sonlarını orada geçiririm." buyurdu. Mevlânâ hazretleri hocasına, Kayseri'ye gitmeyip berâber kalmaları için çok ısrâr ettiyse de kabûl ettiremedi. Mevlânâ, Seyyid Burhâneddîn hazretlerini Kayseri'ye uğurladı. Kayseri'de bir müddet yaşayan Seyyid hazretleri, bir gün abdestini alıp hizmetçisine; "Git kapıyı kapa ve dışarıda, Seyyid Burhâneddîn vefât etti, diye bağır." buyurdu. Hizmetçi dışarı çıkınca, Seyyid hazretleri secdeye kapanarak; "Yâ Rabbî! Seni ve Resûlünü çok seviyorum. Sana kavuşmak arzum son haddine ulaştı. Beni bu sevgime ve arzuma bağışla. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah." dedi ve rûhunu teslim etti. Hizmetçinin haberi üzerine Kayseri bir anda anababa gününe döndü. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine haber salındı. Cenâze hazırlıkları yapılıp kefenlendi. Namazı kılınıp, defn işleri halledildi. Mevlânâ hazretleri haberi işitince Kayseri'ye geldi. Hocasının kabri başında Kur'ân-ı kerîm okuyarak mübârek rûhuna bağışladı. Seyyid hazretlerinin kitaplarını Mevlânâ'ya teslim ettiler. Bu kitaplar arasında Şems-i Tebrîzî'nin hazırladığı meşhûr Makâlât isimli eser de vardı.

     

    Mevlânâ hazretleri o sıralarda Konya'ya yerleşmiş bulunan zamânın en büyük kelâm ve tasavvuf âlimlerinden olan Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden de ilim öğrendi. Onun feyz ve teveccühlerine kavuştu. Mânevî yolda yüksek derecelere ulaştı.

     

    Hocası Sadreddîn-i Konevî hazretleri anlatır: "Rüyâmda Fahr-i kâinât efendimizi gördüm. Yanlarında Eshâb-ı kirâm ile medreseyi teşrîf etmişlerdi.Sofanın ortasına oturdular. Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de oraya gelip uygun bir yere oturdu. Peygamber efendimiz Mevlânâ'ya çok iltifât ettiler ve hazret-i Ebû Bekr'e dönerek; "Yâ Ebâ Bekr! Ben Celâleddîn ile diğer peygamberlerin arasında öğünürüm. Çünkü onun öğrendiği ilim, işlediği amelin feyz ve nûru ile ümmetimin gözleri aydın olur. O benim oğlumdur." buyurdular. Mevlânâ'yı sağ tarafına oturttular. Peygamber efendimiz bu rüyâ ile, talebelerimden Mevlânâ'nın derecesinin yüksekliğine işâret buyurdular. Bu durumu diğer talebelere hatırını gözetip, ilminin yüksekliğini anlamaları için anlattım."

     

    Bir gün büyük bir ilim meclisi kurulmuş ve Konya'nın büyükleri orada toplanmışlardı. Sadreddîn-i Konevî de orada bir seccâde üzerinde oturuyordu. Mevlânâ içeri girince seccâdeye oturmasını teklif etti. Bunun üzerine Mevlânâ; "Terbiyesizlik edip sizin seccâdenize oturursam, kıyâmette bunun hesâbını nasıl verebilirim?" deyince, Sadreddîn hazretleri; "Senin oturmakta fayda görmediğin seccâde bize de yaramaz." buyurup, seccâdeyi oradan kaldırdı.

     

    Mevlânâ Celâleddîn hazretlerinin hocalarından biri de Şems-i Tebrîzî'dir. Şems-i Tebrîzî, Tebriz şehrinde Ebû Bekr-i Tebrîzî'nin talebesi idi. Şems-i Tebrîzî evliyâlıkta yüksek makamlara ve derecelere yükseldi. Lâkin daha yüksek mânevî makamlara kavuşmak istiyordu. Şems-i Tebrîzî seyahat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulabilmek için duâ ederdi. Israrla yaptığı bu duâların netîcesi olarak rüyâsında, Konya'da bulunan Celâleddîn-i Rûmî'ye gidip onun yetişmesinde yardımcı olması îcâbettiği bildirildi. Şems-i Tebrîzî, Allahü teâlâya şükrederek; "Böyle dosta canım fedâ olsun." dedi. Konya'ya gelip, Şekerciler Hanına indi. Günlerini orada geçirirken, bir gün kapıda oturmuş, Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlinde duran, kıyâfetinden yabancı olduğu anlaşılan Şems-i Tebrîzî hazretlerine baktı, ona selâm verdi ve yoluna devâm etti. Kendi kendisine de; "Bu yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var." diye düşünürken, âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Mevlânâ hazretleri, atı durduran elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce; "Buyurunuz! Bir arzunuz mu var?" dedi. O kimse; "İsminizi öğrenmek istiyorum?" deyince, o da; "Celâleddîn Muhammed." diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; "Bir suâlim var. Acabâ Muhammed aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür?" diye sordu. Böyle bir soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ hazretleri; "Elbette ki Muhammed aleyhisselâm efendimiz büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd, O'nun hürmetine yaratıldı." buyurdu. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî; "Peki Muhammed aleyhisselâm; "Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî!" dediği hâlde, niçin Bâyezîd-i Bistâmî; "Sübhânî." "Benim şânım ne yücedir." diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz?" diyerek tekrar sordu. Mevlânâ hazretleri buna da şöyle cevap verdi: "Peygamber efendimizin mübârek kalbi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar mârifet, aşk-ı ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır, onu kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip; "Yâ Rabbî! Verdiğin bu nîmetleri daha da artır." derdi. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî'nin kalbi, o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemeyerek tecellî ile dolup taşardı". Bu îzâhata hayrân kalan Şems-i Tebrîzî; "Allah!" diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî'yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta o kadar ısınmıştı, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet ve edeple evine götürdü. Bu zâtın, ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin geleceğini söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; "Ey Muhterem efendim!Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlînize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır." diyerek hizmetine koşmaya başladı.

     

    Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinliyordu. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara câmide vâz ü nasîhate gitmiyordu. Yanlarına da, hizmetlerini görmek üzere, büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Her gün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekkürde bulunurlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakkı zikrederek muhabbetlerini tâzelerlerdi.

     

    Bir gün Şems-i Tebrîzî hazretleri, havuzun başında Mevlânâ ile sohbet ediyordu. Mevlânâ bir hizmet için oradan ayrıldı. Şems-i Tebrîzî de Mevlânâ'nın kitaplarını havuza attı. Bir değnek ile de suyun dibine bastı. Mevlânâ hazretleri oraya geldiğinde kitapları suda görünce çok üzüldü ve "Diğerleri ne ise, Ferîdüddîn-i Attâr hazretlerinin hâtırası olan Mantık-ut-Tayr kitabı ıslanmasaydı." diyerek âh etti. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî hazretleri, kolunu sıvayarak havuza soktu. Kitabın birisini sudan çıkardı. Çıkan kitap Mantık-ut-Tayr idi ve hiç ıslanmamıştı.

     

    Bu hâdise, diğer bir rivâyette de şöyle anlatılır: Bir gün, Mevlânâ havuz kenarında idi. Yanında kitaplar vardı. Şemseddîn gelip, kitapları sordu. Mevlânâ; "Sen bunları anlamazsın." dedi. Şemseddîn, kitapları suya attı. Mevlânâ; "Ah! Babamın bulunmaz yazıları gitti!" diyerek çok üzüldü. Şemseddîn, elini uzatıp herbirini aldı. Hiçbiri ıslanmamış görüldü. Mevlânâ; "Bu nasıl iştir?" deyince, Şems; "Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın." buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'nin bu kerâmetini görünce ona olan bağlılığı daha da artıp, sarsılmaz bir kale gibi oldu. Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled, onların hâllerini şöyle anlatır: "Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, onun nûrundan yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etraflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî, babama mârifetten, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden ve O'na muhabbetten bahsediyor, babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu. Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam Şems'e uyar oldu. Şems, babamı bu muhabbete dâvet ettikçe, o da, Allahü teâlânın muhabbetinden yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir an ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam, pek büyük mânevî derecelere yükseldi."

     

    Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin zâhirî ve bâtınî çalışmaları devâm ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemiyen ve Mevlânâ'nın kendi aralarına katılmamasına üzülen bâzı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ'nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki: "Bu kimse Konya'ya geleli, Mevlânâ bizden tamâmen uzaklaştı. Gece-gündüz hep birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar. Yanlarına oğlu hâriç kimseyi de almıyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-Ulemâ'nın oğlu olsun da, Tebrîz'den gelen, ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın. Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile Tebriz'in toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir." Bu söylentilere Mevlânâ; "Hiç toprağa îtibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye gâlip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı?" diyerek cevap verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya'da kalamayacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbâbını bırakarak Şam'a gitti.

     

    Şems-i Tebrîzî'nin gitmesi, Mevlânâ'yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyordu. Ayrılık, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems'in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. "Şems, Şems!" diyerek ciğeri yakan kasîdeler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı mektupları Şam'a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu. Ona bir mektubunda; "Ey gönlümdeki nûr, gel! Ey gönlümde ona arzu olan gel. Ey sevgi ve samîmiyetini ispat eden gel. Gelirsen ne mutluluk ve ferah. Gelmezsen ne hüzün ve akla durgunluk. Gel, sen güneş gibisin uzak ve yakın olduğunda. Ey uzaktakilere yakın olan gel." diye yazıyordu.

     

    Eğer bir kimse, Mevlânâ hazretlerine; "Şems'i gördüm." diye yalan söylese, ona müjde için üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defâsında birisi; "Şems-i Tebrîzî'yi Şam'da gördüm. Sıhhati yerindeydi." dedi.Mevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepsini verdi. Orada bulunan diğer bir kimse; "O, Şems-i Tebrîzî'yi görmedi, yalan söylüyor." deyince, Mevlânâ da; "Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakîkî haberini getirene canımı veririm." diye cevap verdi. Böylece aylar geçti. Zamanla şehirdeki fitne ortadan kalktı. Şems-i Tebrîzî'ye olan düşmanlıktan, vazgeçildi. Mevlânâ hazretleri artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu Sultan Veled'i Şam'a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp;

     

    "Süratle Şam'a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın! O, Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir. Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir. İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşriflerini tarafımdan istirhâm et!" dedi. Sultan Veled hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam'da, babasının târif ettiği handa Şems-i Tebrîzî'yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı. Konya'da bu hâdiseye sebeb olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ'dan özürler dilediklerini de sözlerine ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya'ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasından yaya yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in ata binmesi için ne kadar ısrâr ettiyse, o; "Sultânın yanında, hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık olmaz. Hizmetçilerin, efendisi arkasında yürümesi gerektiğini öğrendik." diyerek ata binmedi. Sultan Veled, Konya'ya yaklaştıklarında, babası Mevlânâ'ya haberci gönderip, Konya'ya girmek üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ hazretleri müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki, o kimse zengin oldu. Konya'da tellâllar bağırtılarak, Şems'in Konya'ya teşrif etmek üzere olduğu bildirildi. Konya'nın, başta sultan olmak üzere, ileri gelen vezirleri, hâkimleri, zenginlerinin yanısıra, bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası içinde, mübârek velî Şems-i Tebrîzî hazretlerini karşılamaya çıktılar. Öğleye doğru Şems-i Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler büyük bir heyecana kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems'in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstâdının ellerini sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli hâfızlar Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz içinde Kur'ân-ı kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini öptü. Sonra Mevlânâ'nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleri Mevlânâ'ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; "Benim bir serim (başım, bir de sırrım vardır. Başımı sana fedâ ettim. Sırrımı da oğlun Sultan Veled'e verdim. Eğer Sultan Veled'in bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle geçirse, ona verdiğim sırra yâni evliyâlıkta ilerlemesine sebeb olduğum derecelere kavuşamaz." dedi.

     

    Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi almadan, mânevî bir âlemde kendilerinden geçtiler. Halk, Şems gelince Mevlânâ'nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasîhatte bulunacağını, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederken, tam tersine eskisinden daha fazla Şems'e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler.

     

    Şems-i Tebrîzî hazretleri, Mevlânâ'yı evliyâlık makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyordu. Ona her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırdı. Bir gün; "Her kim; "Âlimler, peygamberlerin vârisleridir." hadîs-i şerîfinin sırrına vâkıf olmak isterse, Mevlânâ'nın hareketlerine, ahlâkına, davranışlarına baksın. Onun gibi olmaya çalışsın. Onu sevsin. Onda enbiyâ ve evliyânın bütün âdet ve vasıfları toplanmıştır. Her fende emsâlsizdir. Kısaca ben ona ulaşmış olmasaydım, mahrûm olurdum. Fakat Mevlânâ'nın sırrı, âlemde gizli kaldı, onu kimse keşfedemedi." buyurdu. Günler bu şekilde devâm ederken, halk, Mevlânâ'nın hiç görünmemesinden dolayı yine Şems'e kızmaya başladı. Söylenenleri, Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled'e; "Ey evlâdım! Hakkımda yine sû-i zan etmeye başlandı. Beni, Mevlânâ'dan ayırmak için söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak!" buyurdu.

     

    1247 senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlânâ ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyor, Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli evliyâlık makamlarından anlatıyorlardı. Bir ara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Dışarıda bir grup kimse, bir anda üzerine hücûm ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin; "Allah!" diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı, fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled'i uyandırıp durumun tetkîkini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bir gece Sultan Veled, rüyâsında Şems-i Tebrîzî'nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Uyanınca yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç bozulmamıştı. Cesedi alıp Mevlânâ'nın medresesine defnettiler.

     

    Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu ayrılığına, Mevlânâ pek üzüldü. Ayrılığın verdiği hasret ile nice beyitler, kasîdeler söyledi. Evliyâlık hâllerini, derecelerini nazım ile öyle güzel anlattı ki, o zamâna kadar öylesini hiç kimse söyleyemedi. Hazret-i Ali'den gelen feyz ve bereketleri, vilâyet yolunu, onun kadar açıklayan bulunmadı. Şems-i Tebrîzî'ye olan muhabbetinden dolayı eserinde "Şems" ve "Hâmûş" kelimelerini mahlas olarak kullandı. Dîvânına Dîvân-ı Şems dendi.

     

    Mevlânâ hazretleri, bundan sonra talebeleri arasına karışmaya, onlara ders vermeye, câmilerde nasihat etmeye başladı. Pek çok velînin yetişmesine sebeb oldu. Bunların arasında en meşhûru, Hüsâmeddîn Çelebi idi. İnsanların hasta kalplerine, tatlı, serin şerbetler vererek şifâ olmaya çalıştı.

     

    İlim ve fazîleti sebebiyle az zamanda, o derece şöhret buldu ki, ilim talebesi, her taraftan huzûruna kavuşmak için cân atıyordu. Her zaman etrafında dört-beş yüz dinleyici bulunurdu. Evine gidip gelirken bile, etrâfını sarıp, çeşitli suâller sorar, müşkillerini çözerlerdi.

     

    Mevlânâ, Kitap ve sünnetten zerre kadar ayrılmayarak, tasavvufta emsâlinden üstün oldu. Binlerce talebesi vardı. Onları büyük bir îtinâ ile yetiştirmeye çalıştı. Zamanla talebe sayısı arttı, medreseler çoğaldı. Büyük âlimler yetişti.

     

    Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî'nin talebelerinin en önde gelenlerinden biri, Selâhaddîn Zerkûb idi. Selâhaddîn, önceleri kuyumculuk yapardı. Bir gün Mevlânâ, Selâhaddîn'in dükkanının önünden geçerken, içerden, altına şekil vermek için vurulan her çekicin; "Allah, Allah!" diye ses çıkardığını kalp gözüyle anladı. Bu hâl çok hoşuna giderek, dükkan sâhibi olan Selâhaddîn'i medreseye dâvet edip, iltifâtlarda bulundu. Selâhaddîn, Mevlânâ'nın sohbetlerinden çok haz duyduğundan kuyumculuğu bıraktı. Artık her gün medreseye gidiyor, hocası Mevlânâ'nın sözlerini sahrâda susuz kalan kimse gibi, damlasını telef etmeyerek âdetâ içiyordu. Mevlânâ da bu yeni talebesini çok sevip, bütün feyz ve teveccühlerini onun üzerine çevirdi. Selâhaddîn'i, kısa zamanda evliyâlık derecelerine yükseltti. Ona olan sevgisinden dolayı oğlu Sultan Veled'e Selâhaddîn'in kızını isteyerek nikâh yapıp akrabâ oldu. Selâhaddîn, on sene Mevlânâ hazretlerinin sohbetiyle ve hizmetiyle şereflendi. Mevlânâ'nın sağlığında vefât etti. Selâhaddîn'in vefâtına çok üzülen Mevlânâ hazretleri, talebelerinden Çelebi Hüsâmeddîn'in üzerinde çok durarak, onu kendisine vekîl olacak şekilde yetiştirdi. Çelebi Hüsâmeddîn'in, Mevlânâ'ya en mühim yardımı Mesnevî'yi yazması oldu. Mevlânâ hazretleri, mânevî bir aşkla edebî değeri yüksek İslâm ahlâkının üstünlüğünü anlatan ince bilgiler ve Allah sevgisiyle dolu beytler söyledi. Mesnevî'nin ilk on sekiz beytini kendisi yazdı, diğer beyitleri ise, kendisi söyleyerek Çelebi Hüsâmeddîn'e yazdırdı. Böylece daha bir benzeri yazılmamış olan Mesnevî-i Şerîf meydana geldi.

     

    Mevlânâ bir gün meclisinde bir gencin, bir ihtiyârın üst tarafında oturduğunu gördü. O gence bir şey söylemeden, hazret-i Ali'nin sabah namazına giderken önünde yürümekte olan yahûdî bir ihtiyarı, yaşına hürmeten geçmediğini, bu sebeple namaza geç kalınca, birinci rekatın rükûunda Cebrâil aleyhisselâmın Resûlullah'ın sırtına lutf ile dokunup durdurduğunu ve hazret-i Ali'nin yetiştiğini anlatıp; "Yahûdî ihtiyara hürmet edilince, müslüman ihtiyara daha çok hürmet edilir. Hele ömrünü dîne uymakla geçirmiş ihtiyarlara saygı ve hürmet gösteren gençlerin, Allahü teâlâ katında ne kadar yüksek mertebe kazanacağını düşünmelidir." buyurdu. Bu nasîhatı dinleyen genç, mükemmel bir ders alıp, bir daha büyüklerin üst tarafına oturmadı.

     

    Bir yerde büyük bir cemiyet tertîb edilmişti. İlim sâhibi biri; "Bugün Mevlânâ, bu mecliste ne söylerse, karşı gelip, ters cevap vereceğim." dedi. Oradakilerin nasîhatlerine rağmen, o sözünde ısrar etti. O sırada Mevlânâ kapıdan içeri girip, söze başladı: "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, söylüyorum. Bana karşı çıkıyorsan çık, ters cevap verebiliyorsan ver." buyurdu. Bu hâli gören o kibirli adam, tövbe edip Mevlânâ'nın elini öptü, sâdık talebelerinden oldu.

     

    Sultan Rükneddîn'in hanımı anlatır: "Bir gün Mevlânâ hazretleri âniden aramızda peydâ olup; "Acele bu evden çıkın, çabuk olun, evi boşaltın!" buyurdu. Biz hemen evden çıktık. Çıkar çıkmaz ev yıkıldı. Hepimiz kurtulduk. Mevlânâ'nın bu kerâmetinin bir şükrânesi olarak, Sultan Rükneddîn, bin altını Mevlânâ'nın medresesinde okuyan talebelere dağıttı.

     

    Bâzı beyler, Sultan Rükneddîn'i Aksaray'a dâvet ettiler. Mevlânâ; "Gitme!" dedi. İkinci dâvette sormadan gitti ve orada öldürüldü.

     

    İmâm İhtiyârüddîn anlatır: "Birgün Mevlânâ ile ikimiz Hüsâmeddîn Çelebi'nin bağına gidiyorduk. Ben, Mevlânâ'nın ardından yavaş yavaş giderken, onun bir arşın kadar yüksekten havadan gittiğini gördüm. Hayretimden kendimden geçmişim. Ayıldığımda gördüm ki, Mevlânâ hazretleri gitmiş. Acele ederek kendilerine yetiştim. Kulağıma eğilerek; "İnsanoğlu bir kuştan daha mı âciz ki, havaya kalkmasına hayret ediyorsun?" buyurdu. Bağa vardık. Sohbet esnâsında Mevlânâ, Hüsâmeddîn Çelebi'ye; "İsterim ki, Şeyh Ziyâeddîn'in dergâhı bizim Hüsâmeddîn Çelebi'nin olsun." buyurdu. Hüsâmeddîn Çelebi; "Efendim! Başkalarının makâmında gözüm yoktur." dedi. Mevlânâ; "İyi ama benim gönlümden öyle geçti." buyurdu. Sonra sohbet bitti. Ertesi sabah şehirden gelenler, Şeyh Ziyâeddîn'in, dergâhında âniden öldüğü haberini getirdiler. İki-üç gün sonra da Hüsâmeddîn Çelebi oraya müderris tâyin edildi."

     

    Hanımı anlatır: "Bir gün Mevlânâ evden kayboldu. Hiçbir yerde bulamadık. Bir ara uyumuşum. Uyandığımda Mevlânâ'yı namaz kılarken gördüm. Mübârek ayakları tozlu idi. Sonra ayakkabılarını çevirmek istedim, onlarda kırmızı kumlar gördüm. Sorduğumda; "Mekke'de bir velî dostum vardır. Biraz onunla sohbet ettim. O kum, Hicaz'ın kumudur." buyurdu. Bu kadar kısa zamanda oralara gidip gelmek nasıl olacağı aklıma geldi. Hemen anlayıp; "Allahü teâlânın velî kulları gönül gibi, bir anda her yeri dolaşabilir." buyurdu. Böylece tayy-i mekânı târif ettiler. Yâni kısa zamanda uzak yerlere gitmeyi ve çok iş yapmayı anlattılar."

     

    Mevlânâ'yı çok sevenlerden biri, vefât etmeden yaptığı vasiyyetinde; kabrine Mevlânâ hazretlerinin gelip, Kur'ân-ı kerîm okumasını istirhâm etti. O zât vefât edince vasiyyeti Mevlânâ'ya bildirdiler. Mevlânâ da memnun olup, onun kabrinde Kur'ân-ı kerîm okudu. Vefât eden kişinin çocuklarından biri, rüyâsında babasının çok iyi bir hâlde olduğunu görünce; "Babacığım! Bu dereceye nasıl vâsıl oldunuz?" diye sordu. Babası da: "Beni kabre koyunca Münker ve Nekir melekleri suâl sormaya gelirken, oraya güzel yüzlü bir melek geldi. Onlara; "Allahü teâlâ bu zâtı Mevlânâ'ya bağışladı. Onu bırakınız! dedi. O günden beri hamdolsun hâlim iyidir." diye cevap verdi.

     

    Mevlânâ'nın mübârek hanımı anlatır: "Mevlânâ hazretleri, bir gün namaza durdu. Sükûnet ve tevâzu içinde tâzim ve hürmetle Kur'ân-ı kerîm okuyor, bir taraftan da gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Evde bulunanlarla birlikte Mevlânâ'nın bu hâlini görüyor, hayretle ona bakıyorduk. Namazdan sonra her zamanki gibi tesbihini çekip cenâb-ı Hakk'a uzun uzun yalvarıp yakararak duâsını yaptı. Onun bu hâli bana çok tesir etti, ağlamaya başladım. Sonra; "Ey efendi! Dünyâda ve âhirette biz günahkârların ümîdi sensin. Bu kadar çok ibâdetinle, böyle korkar, ağlar, yalvarırsan, biz bu tenbel hâlimizle kıyâmet gününde ne yaparız?" diye sordum. Yemîn ederek; "Allahü teâlânın bana verdiği nîmetlerin, ihsânların yanında benim yaptığım ibâdet, yalvarışlar ve bütün hareketlerim, ziyâde kusûr ve nihâyetsiz eksiklikten başka bir şey değildir. Bütün bu korku ve yakarışlarımla; "Ey Kerîm olan Allah'ım! Benim gibi bir âcizin, bir çâresizin kuvveti ve tâkatı ancak bu kadardır, mâzur buyur yâ Rabbî!" demek istiyorum. YoksaO'na lâyık bir ibâdeti kim yapabilir?" buyurdu.

     

    Mevlânâ hazretleri, müslim veya gayr-i müslim herkese karşı yaptığı iyi muâmele ve güler yüz ile her tarafta meşhûr oldu. O zamanlar İstanbul'da bulunan meşhûr bir hıristiyan papaz, merâk edip Mevlânâ'yı görmek istedi. Yollara düşüp Konya'ya geldi. Konya'da yaşayan hıristiyanlar onu karşıladılar. Yolda giderken Mevlânâ'yı gördüler. Papaz süratle yetişip, Mevlânâ'ya çok tâzim ve hürmet gösterdi. Mevlânâ da onu iyi karşıladı. Papaza, papazın yaptığından daha fazla iltifatta bulundu. Papaz ve orada bulunan diğer hıristiyanlar, Mevlânâ'nın bu iltifât ve güzel ahlâkı ve bu olgunluğu karşısında dayanamayıp, Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldular.

     

    Mevlânâ, bir gün oğlu Sultan Veled'e: "Oğlum! Eğer Cennet'te olmak istersen, herkes ile dost geçin, hiç kimseye kin tutma, herkese tevâzu göster. Zîrâ alçak gönüllü olmak asıl sultanlıktır." buyurdu.

     

    Mevlânâ, ezân-ı şerîf okunmaya başladığı zaman, ya ayakta durur veya dizi üstüne oturarak huşû içinde dinlerdi. Bitince de ezân-ı şerîf duâsını okuyup, salevât-ı şerîfe söylerdi. Sonra namaza kalkar, talebelerine, namazı vaktinde kılmalarını tavsiye ederdi. Buyururdu ki: Belh şehrinde bir kimse vardı. Her ne zaman ezân okunmaya başlasa bütün işini bırakır, iki dizi üstüne gelerek otururdu. Ezânı, mütevâzî bir hâlde dinler, bitince salevât-ı şerîfe getirir, ezân duâsını okurdu. Sonra araya bir iş karıştırmadan hemen namazını kılardı. Bu kimse devamlı böyle yapar, hiç bu âdetini bozmazdı. Nihâyet bir gün vefât etti. Cenâzesini teneşirde yıkarken ezân-ı şerîf okunmaya başladı. Cenâze birden doğruldu, ezân bitinceye kadar diz üstü oturarak hareketsiz bekledi. Sonra tekrar yattı. Cenâzeyi kabre koyduklarında, suâl melekleri geldiler. Bu sırada onlara Allahü teâlâdan; "O kulum, ismim anıldığı zaman, ismimi aziz tutarak hürmetle beklerdi. Siz de onu ziyâret edip aziz tutun." hitâbı geldi.

     

    Mevlânâ, başkalarından bir şey istemeyi talebelerine yasak ederek; "Başkasına el açıp bir şey isteyen, bizim talebemiz değildir. Ona dünyâda da âhirette de şefâat etmeyiz ve ondan uzak dururuz. Biz, talebelerimize dâimâ vermeyi, ihsân ve ikrâmlarda bulunmayı, herkese karşı tevâzu üzere bulunmayı, tatlı sözlü, güler yüzlü olmayı tavsiye ediyoruz. El açıp istemek bizim yolumuzda yoktur." buyurdu.

     

    Sultân Veled anlatır: "Ben, beş yaşında idim. Bir gün babamın, talebelerine şöyle dediğini duydum: "Ben yedi yaşımda iken, nefsim tamâmiyle rûhuma tâbi oldu. Nefsî isteklerimden kurtuldum." Bunu dinleyen talebelerden biri; "Efendim! Biz, sizi devamlı nefsinizle mücâhede eder hâlde görüyoruz. Bu sözünüzü nasıl anlamak icâbeder?" dedi. Bu suâle; "Nefs, yaratıkların içinde en ahmak olanıdır. Hep kendi zararını ister. Onun yakasını bırakmağa gelmez. Çünkü en büyük düşman nefstir. Büyüklerimiz, ölünceye kadar nefsle mücâdele etmiştir. Biz de öyle yaparız." cevâbını verdi.

     

    Önceleri Mevlânâ hazretlerinin büyüklüğünü anlayamayan, onun devamlı aleyhinde söz söyleyen biri bir gün rüyâsında gördüklerini anlattı: "Rüyâmda Karatay Medresesindeki dershânenin ortasında, Peygamber efendimizi oturur hâlde gördüm. Sanki güneş gökten inmişti. Nûrundan gözler kamaşıyor, Eshâb-ı kirâm da hizmet ediyorlardı. Ben huzûruna doğru ilerleyip kendilerine selâm verdim. Selâmımı aldılar ve yanlarında bulunan tabaktaki yahniden bir parça sundular. Yahniyi alarak; "Yâ Resûlallah!Etlerin en lezzetlisi, en güzeli hangisidir?" diye sordum. Buyurdu ki: "Etlerin en iyisi, kemiğe bitişik olanıdır." O anda uyandım. Her tarafımı nûr kaplamıştı. Büyük bir sevinç içinde Karatay Medresesine gittim. Dershânenin ortasında, Peygamber efendimizi gördüğüm yerde Mevlânâ hazretleri oturuyordu. Hayretle yanlarına yaklaştım ve selâm verdim. Selâmımı tebessüm ederek aldı. Daha ben rüyâmı anlatmadan: "Sevgili Peygamberimiz; "Etlerin en iyisi, kemiğe bitişik olandır." buyurdu." dedi. Mevlânâ'nın rüyâmdan haberdâr olduğunu anlayınca, düşüp bayıldım. Ayıldığımda büyük bir sevgiyle ellerini öpüp, talebeliğe kabûl edilmemi taleb ettim ve sarsılmaz bir îtikâd ile kendisine bağlandım."

     

    Bir kimse rüyâsında Resûlullah efendimizi görüp, huzûruna vararak hürmetle selâm verdi. Peygamberimiz, mübârek yüzlerini öbür tarafa çevirdiler. O zât, öbür tarafa dolanıp tekrar selâm verdi. Yine mübârek yüzlerini çevirip, iltifât etmediler. O zât çok üzülerek ağlamaya başladı ve sebebini suâl etti. Peygamber efendimiz; "Sen, bizim dostumuz olan Celâleddîn Muhammed Rûmî'den yüz çeviriyorsun. Hâlbuki o, bizim çok sevdiğimiz evlâdımızdır." buyurdular. O kimse korku ile uyanıp hatâsını anladı. Kendi kendine; "Ey bedbaht! Şimdiye kadar yarasa gibi güneşin ziyâsından kaçtın. Bundan sonra bâri Mevlânâ hazretlerinin huzûruyla şereflenip dünyâda ve âhirette saâdete kavuş." dedi. Hemen Mevlânâ'nın medresesine doğru, onun talebesi olmak için büyük bir ihlâs ile yola koyuldu. Kapıya geldiğinde, Muhammed ismindeki talebeyle karşılaştı. Talebe, ona; "Beni hocam Mevlânâ hazretleri gönderdi. Bize kalbinde sevgi hâsıl olan bir kimse geliyor, onu kapıda karşılayın." dediler. "Haydi içeriye buyurun!" dedi. O kimse içeri girip Mevlânâ'nın elini öpüp, talebesi olmakla şereflendi.

     

    Konya eşrâfından Muînüddîn Pervâne, şehrin ileri gelenlerini yemeğe dâvet etti. Dâvetliler arasında Mevlânâ hazretleri de vardı. Herkese yemekler geldi. Mevlânâ'ya husûsî olarak altın bir tabak içerisinde, bir kese altın konulmuş ve üzerine pirinç pilavı doldurulmuş bir hâlde arz olundu. Mevlânâ, tabağı görünce yüzünü çevirdi ve elini uzatmadı. Ev sâhibi yemesi için; "Helâl lokmadır, buyurunuz efendim." diye ısrâr edince, Muînüddîn'e; "Altın tabak içinde altın kesesi saklıyarak bizi imtihan mı ediyorsun? Bir de yememiz için ısrâr ediyorsun, bu size yakışır mı?" dedi. Bu sözleri duyan ev sâhibi, pek mahcûb olarak Mevlânâ'nın ellerine sarılıp öptü ve kendisini talebeliğe kabûl etmesini istirhâm etti. Mevlânâ'ya öyle bağlandı ki, onun mânevî yardımları ile en önde gelen sâdık talebelerinden oldu.

     

    Emîr Ahmed anlatır: "Mevlânâ'nın ismini ve vasıflarını işiterek ona âşık olmuştum. Memleketim Diyarbakır'dan Konya'ya gitmeme, annem ve babam müsâde etmiyorlardı. Her geçen gün ona olan kavuşma arzum artıyor fakat nasıl gideceğimi bilemiyordum. Bir gece iki rekat namaz kılıp, Allahü teâlânın sevgili kullarını vesîle ederek çok duâ ve niyâzlarda bulundum. Sonra En'âm sûre-i şerîfini okuyarak uyudum. Rüyâmda Mevlânâ hazretlerini gördüm. Sîmâsı bana anlatılanlara aynen uyuyordu. Bizim eve gelmişti. Onu görünce koşarak huzûruna yaklaştım ve hürmetle ellerinden öptüm. Beni kucaklayıp alnımdan öptü. Eline aldığı bir makas ile alnım üzerinden bir mikdâr saçımı keserek; "Bu, Mesnevî âlimi olacak." buyurdu. Uyandığımda, saçlarım ve makas yastık üzerinde duruyordu. Bu rüyânın tesiri altında idim. Annem ve babam, ısrârlarıma dayanamıyarak izin verdiler. Doğruca Konya'ya gittim ve Mevlânâ'ya talebe olmakla şereflendim. Mesnevî üzerinde çalışmamı emir buyurdular. Kısa zamanda Mesnevî hakkında sorulan her soruyu cevaplandıracak hâle geldim."

     

    Kârî, Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilen Muhammed anlatır: "Hacca gidip vazîfemizi yaptıktan sonra Konya'ya dönmüştük. Hacı arkadaşlarımızdan bir delikanlı, diğer arkadaşlarımı zaman zaman Mevlânâ'ya götürüyor, onun sohbetlerine katılmayı teşvik ediyordu. Onun bu hâline şaşıyorduk. Birgün kendisine sebebini sorduğumuzda; "Hacca giderken bir konakda uyumuşum. Uyandığımda kâfilenin beni unutup gittiğini gördüm. Çok üzüldüm, zîrâ yolu bilmiyordum. Cenâb-ı Hakk'a yalvararak göz yaşları arasında yaptığım duâlardan sonra, herhangi bir istikâmete doğru yürümeye başladım. Bir müddet gittikten sonra, kendimi büyük bir sahrâda buldum. İleride bir çadır vardı. Yanına vardığımda, içeride heybetli birinin helva pişirdiğini gördüm. Durumumu ona anlattım ve bu helvayı kime pişiriyorsun? diye sordum. Bana; "Bu helvayı Sultân-ül-Ulemâ'nın oğlu Mevlânâ için pişiriyorum. Her gün buradan geçip gider. Birazdan gelmesi lâzım. Sabredersen onu görürsün." dedi. Hakîkaten biraz sonra Mevlânâ geldi. İkrâm edilen helvadan bir mikdâr yedi, ayrıca bana da verdi. Sonra kendisine durumumu arzedince, kerem sâhibi Mevlânâ hazretleri bana tebessüm ederek; "Hiç merak etmeyiniz, yalnız gözünüzü yumup biraz sonra açınız." buyurdular. Ben gözlerimi yumdum. Açtığımda kendimi kâfilenin yanında buldum. İşte benim Mevlânâ hazretlerini çok sevmemin ve arkadaşlarıma tavsiyede bulunmamın sebebi budur." dedi.

     

    Mevlânâ'yı çok sevenlerden biri, ticâret maksadıyla İstanbul'a gitmek için izin istedi. Mevlânâ hazretleri de; "İstanbul'a gitmenize izin verdim. Yalnız İstanbul'da şu adreste bir kilise var. İçinde şu vasıflarda birini bulacaksın. Ona benden selâm söyle." buyurdu. Tüccâr; "Peki!" diyerek yola çıktı. İstanbul'da işini hallettikten sonra, emredilen adrese gidip kiliseyi buldu. İçinde târif edilen kimse vardı. Ona, Mevlânâ'nın selâmını söyledi. O kimse ile konuşurlarken, bir köşede Mevlânâ hazretlerini murâkabe hâlinde oturuyor gördü. Hayretinden aklı gidip oraya düştü bayıldı. Kendisine geldiğinde, kilisede sâdece selâm getirdiği kimse vardı. Ayrılmak için izin istediğinde, o zât da; "Mevlânâ'ya benden selâm söyleyiniz." diye tenbihte bulundu. Tüccar oradan ayrılıp, uzun bir yolculuktan sonra Konya'ya geldi. Doğruca Mevlânâ'nın huzûruna gitti. İstanbul'daki kimsenin de kendisine selâmı olduğunu söyledi. Mevlânâ'ya bunu söylerken, Mevlânâ'nın önünde o İstanbullunun diz üstü oturduğunu gördü. Yine hayretinden aklı başından gidip, orada bayıldı. Ayıldığında, Mevlânâ; "Ey tüccar! Bu gördüklerini, sağlığımda kimseye söyleme." buyurdu. Bunun üzerine tüccar, bütün malını İslâmın yayılması için harcadı ve Mevlânâ'nın huzûruna gelip talebesi olmakla şereflendi. Dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaya çalıştı.

     

    Deyr-i Eflâtun yâni Eflâtun Kilisesinde bir kimse vardı. Üzerine râhip elbisesi giyer, kiliseye gelenlere İslâmiyetin üstünlüğünü anlatır, konuştuğu kimselerin müslüman olmasına vesîle olmaya çalışırdı. Bu arada Mevlânâ hazretlerinin talebelerine de çok saygılı davranırdı. Bir gün kendisine; "Senin, Mevlânâ'nın yakınlarına bu kadar hürmetli olmanın, iltifât göstermenin sebebi nedir?" diye sordular. O da cevap olarak; "Biz Mevlânâ'nın pekçok kerâmetlerini gördük. İsterseniz size içlerinden birini anlatayım. Bir gün biz kırk papaz, cümlemiz Mevlânâ'ya bir suâl sormak için giderken, kendisiyle bir fırının önünde karşılaştık. İçimizden biri; "Kur'ân-ı kerîmde, Meryem sûresinin yetmiş birinci âyet-i kerîmesinin meâlinde; "İçinizden, hiçbiri istisnâ edilmemek üzere, mutlaka Cehennem'e varacaktır. Bu, Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür." buyruluyor. Bu âyet-i kerîmeye göre, müslüman olsun kâfir olsun, herkesin Cehennem'den geçeceği bildiriliyor. Mâdem ki herkes Cehennem'e girecek, o zaman İslâmiyetin üstünlüğü nereden belli olacaktır?" dedi. Mevlânâ; "Evet. Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, herkes Cehennem'e uğrayacaktır. Müminler Cehennem'e uğradığında, Cehennem'in ateşi ona tesir etmiyecektir. Hattâ Cehennem; "Ey mümin, çabuk geç, nûrun ateşimi söndürüyor." diyecektir. Aynı ateş, Allahü teâlânın emriyle kâfiri yakacaktır. Ateş, aynı ateştir. İsterseniz deneyelim ve şimdi size bunu göstereyim." dedi. Bizden, üzerimize giydiğimiz gömlekleri çıkarmamızı istedi. Çıkarıp, kendisine verdik. O da hırkasını çıkarıp, bizimkilerin içine sardı. Öylece fırının içine attı. Biraz sonra fırının kapağını açıp, elini alevlerin içine soktu. Biz hayretle hâdiseyi tâkib ediyorduk. Sonra içerden hırkayı alıp önümüze koydu. Hırkada en ufak bir yanık izi yoktu. İçini açtığında, bizim gömleklerimizin hepsinin yanıp kül olduğunu gözlerimizle gördük. Sonra Mevlânâ bize dönerek; "Ey râhipler! İşte gördüğünüz gibi, biz ateşe böyle uğrarız. Siz de böyle uğrarsınız." deyince, hepimiz insâf edip, Kelime-i şehâdeti getirerek müslüman olduk. Her birimiz de, bundan sonra İslâmiyetin yayılması için çalışacağımıza, hıristiyanların doğru yola gelmesi için uğraşacağımıza söz verdik. İşte benim Mevlânâ'nın talebelerine hürmet ve iltifât etmemin sebebi budur."

     

    Bir gün Kâdı Sirâceddîn ismindeki bir hoca, talebelerine; "Bugün Mevlânâ'ya gidip, onu soru yağmuruna tutalım. Öyle sorular hazırlıyalım ki, hiç birisine cevap veremesin." dedi. Talebeler soru hazırlamaya koyuldular. Kendisi de çalışmaya başladı. Bir ara Kâdı Sirâceddîn'in yanında Mevlânâ hazretleri tecessüm etti. Kâdı Sirâceddîn'in yüzüne dikkatlice bakıp oradan kayboldu. Kâdı, talebelerine; "Mevlânâ buraya geldi." deyince, talebeler; "Biz görmedik efendim." dediler. Bu hâl, Kâdı Sirâceddîn'in zihnine takıldı, düşüncelere daldı. Bir saat kadar sonra Mevlânâ hazretleri tekrar orada göründü. Bunu kâdı ve talebeleri gördüler. Hepsine selâm verdi ve oradan ayrıldı. Biraz sonra kâdı talebeleri ile namaz kılmak için büyük odaya geldiklerinde duvarlarda bir takım yazılar gördüler. İncelediklerinde, Mevlânâ'ya soracağı sorular ve bu soruların cevapları geniş olarak, yazılmış idi. Kâdı Sirâceddîn ve talebeleri, hayretlerinden dona kaldılar. Böyle büyük bir âlim ve velînin hakkında besledikleri kötü düşüncelerine pişmân oldular. Hep birlikte gidip Mevlânâ'nın talebesi olmakla şereflendiler.

     

    Malatyalı Selâhaddîn Efendi anlatır: "Gençliğimde İskenderiyye'ye ticâret için gitmiştim. Gemimiz bir girdaba yakalandı, kurtulmamız imkânsızdı. Korku içinde idik. Herkes adaklar adamaya başladılar. Tövbeler ettiler. Helâllaşmaya başladılar. Bu arada bana, kurtulmak için duâ etmemi ricâ ettiler. Konyalı olmam hasebiyle, aklıma bir anda Allahü teâlânın evliyâ kullarından Mevlânâ hazretleri geldi. Hemen; "Yâ hazret-i Mevlânâ! İmdâdımıza yetişmen için yalvarıyorum." diye seslendim. O anda, herkesin gözü önünde, gelip gemimizin yanıbaşında göründü. Gemiye yapışıp girdaptan kurtardı ve kayboldu. İskenderiyye'den sonra Konya'ya gittik. Mevlânâ'nın huzûruna çıktığımızda bize; "Elhamdülillah. Allahü teâlânın sevdiği kullarından birine tâbi olanlar, dünyâda da âhirette de halâs olup, kurtulurlar." buyurdu. Bunun üzerine hepimiz Mevlânâ'ya talebe olmakla saâdete kavuştuk."

     

    Tebrizli bir tüccar, ticâret için Konya'ya gelmişti. Konyalı tüccarlara; "Burada evliyâdan bir kimse var mıdır? Bir müşkilim var, onu soracağım." dedi. Orada bulunanlar, Mevlânâ'nın kerâmetlerinden bahsettiler. Seni ona götürelim dediler. Tebrizli, Mevlânâ'nın nâmını önceden duymuştu. Kabûl edip hemen Mevlânâ'nın dergâhına gittiler. Tüccâr huzûra çıktığında; "Efendim, namazımı kılıyor, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınıyorum. Hayır-hasenâtımı yapıyor, kimseye zararım olmuyor. Ancak, kalbimde ibâdetlere karşı bir soğukluk var. Huzûrum yok. Sebebini de bir türlü bulamıyorum. Bana yardım etmenizi istirhâm ediyorum." dedi. Mevlânâ, şöyle bir murâkabeden sonra: "Ey Tâcir! Sen, Magrib'de bir yol üzerinde, Allahü teâlânın velî kullarından biriyle karşılaştın. Onun dış görünüşünü beğenmedin hattâ hakâret gözüyle baktın. Sendeki huzursuzluğun sebebi budur. İsterseniz şuraya bakın." diyerek, karşıdaki duvarı gösterdiler. Tüccar duvara baktığında, bir anda duvardan pencere gibi bir boşluğun meydana geldiğini ve bu boşluktan o velî kulun yine bir yol kenarında oturduğunu gördü. Mevlânâ sözüne devâm ederek; "Bu huzursuzluğunuzun çâresi de, o kimseye gidip, ondan özür dileyip, affına kavuşmaktır." buyurdu. Mevlânâ, tâcire daha birçok nasîhatler yaptıktan sonra; "Muhakkak onu bul, hakkını helâl ettirip duâsını al. Bizim de selâmımızı söyle." dedi. Tâcir; "Peki efendim!" deyip yol hazırlıklarını yaptı ve yola koyuldu. Araya araya o mübârek zâtı buldu. Çok özür dileyip Mevlânâ'nın selâmını söyledi. Affetmesini, hakkını helâl etmesini istirhâm eyledi. Bunun üzerine o mübârek zât; "Öyle bir kapıya sığınmışsın, öyle bir kimseden yardım taleb etmişsin ki, reddetmek mümkün değil. Seni Mevlânâ hazretleri hürmetine affettim. Kendisini görmek istersen şuraya bak." deyince, tâcir işâret edilen yerde Mevlânâ'yı gördü. Bu hâle gözleriyle şâhid olan tâcir, o kimseyle vedâlaşıp, Konya'ya geldi ve Mevlânâ'nın talebesi oldu.

     

    Mevlânâ hazretleri her halleriyle insanları doğru yola teşvik eder, vâz ve nasîhatlarıyla hasta kalplere şifâ olan sözler söylerdi. Bir gün talebelerine; "Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ etmelidir. Allahü teâlânın sevdiği ameller, ibâdetler ile, helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak, râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır. Hep helâli istemeli, helâlinden yiyip, helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz, dinlediklerimiz, düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her hareketimizi Peygamber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız. Herkes, bir sanata sâhib olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir. Talebelerimden bunu husûsen istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara, kıyâmet günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak, edebe riâyet etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhâlefet edenler, kıyâmet günü bizi göremeyeceklerdir." buyurdu.

     

    Bir gün huzûruna birbirlerine dargın iki kişi getirdiler. Onlara barışmalarını söyledi sonra da; "Allahü teâlâ, bâzı insanları su gibi latîf, mütevâzî, dâimâ aşağıya akıcı ve yumuşak huylu, bâzılarını da toprak, taş gibi sert mizaçlı yarattı. Su, toprağa karışır, meyvelerin büyümesini, canlıların içerek hayatlarının devâm etmesini sağlar. O sulardan rûhlara ve bedenlere gıdâ temin edilip, menfaat sağlanır. Su toprağa gitmezse, topraktan ve sudan lâyıkıyla istifâde edilmez. Ey Nûreddîn! Bu arkadaşın toprak hükmünde olup, yerinden kalkmaz ve barışmaz ise, sen su gibi tevâzu üzere olup, anlaş. Herkes bilir ki, iki küs olan kimseden hangisi öbüründen önce davranırsa, Cennet'e ötekinden önce girecektir. Daha çok sevap kazanacaktır. Dolayısıyla, bu barıştan her ikiniz de istifâde etmiş olacaksınız." buyurdu. Bunu dinleyen iki küs kimse, daha çok sevap kazanmak gayretiyle hemen barıştılar.

     

    Bir kimse, geçim darlığından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri o kimseye; "Eğer sana, âzâlarından birini kesip, yerine bin altın verelim deseler râzı olur musun?" diye sordu. O da; "Hayır, râzı olmam." diye cevap verdi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; "Ey kardeşim! Mâdem ki râzı olmazsın, niçin geçim sıkıntısından şikâyette bulunursun? Fakirim diyorsun, bu kadar altından daha kıymetli âzâların var iken, vücûdun sıhhatte ve âfiyette iken, niçin bunları sana bedâvadan ihsân eden Allahü teâlâya şükretmiyorsun? Allahü teâlâ; meâlen "Nîmetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız onları arttırırım." (İbrâhim sûresi: 7) buyurdu.

     

    Mevlânâ hazretleri bütün işleri ihlâs ile, Allahü teâlânın rızâsı için yapmak lâzım olduğunu, bir misâl ile şöyle izâh ettiler: "Nişâburlu bir ilim talebesi ile bir tüccar yol arkadaşı oldular. Çok fakir olduğundan talebenin ayakkabısı yoktu. Yalın ayak yürürken, tüccar bir çift ayakkabı verdi. Sonra tüccar, talebeye ikide bir; "Ey talebe! Yolun düzgün yerinden yürü... Sivri taşlara basma... Ayaklarını sürüme... Dikenli yerlerden gitme.. Ayakkabıyı eskitme..." diye tembih ediyordu. Bu tenbihler talebeyi usandırdı. Sonunda talebe dayanamayıp ayakkabıları çıkardı, tüccarın önüne bıraktı ve; "Ben senelerce yalın ayak seyâhat ederim. Kimse bana bunun için bir şart koşmuyordu. Şimdi verdiğin bu ayakkabılar için sana mahkûm olamam." dedi. İşte burada olduğu gibi, yapılan hayır-hasenât karşılıksız olmalı Allahü teâlânın rızâsı için yapılmalıdır. Ancak böyle olursa makbûl olur.

     

    Devlet memurlarından bir kimse, zaman zaman Mevlânâ hazretlerini ziyâret eder, vazîfesinden ayrılarak devamlı onun hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirirdi. Mevlânâ da, vazîfesini bırakmamasını ister, ona nasîhatler ederdi. Bir gün ona şu menkıbeyi anlattı: "Abbâsî halîfesi Hârûn Reşîd zamânında bir zâbıta âmiri vardı. Hızır aleyhisselâm ile her gün görüşüp sohbet ederlerdi. Zâbıta âmiri bir gün vazîfesinden istifâ etti. Zâhid olup insanlardan ayrı yaşamaya, kimseyle görüşmeyip tek başına ibâdet yapmağa başladı. Fakat istifâ ettikten sonra Hızır aleyhisselâm kendisine hiç uğramaz oldu. Bu duruma zâbıta âmiri çok üzüldü. Her gün sabahlara kadar cenâb-ı Hakka yalvarıp, gözyaşı döktü, tövbe istigfâr etti. Bir gece rüyâsında Hızır aleyhisselâmı görüp yalvardı. "Ey vefâlı dost! Ben seninle devamlı olarak sohbet etmek maksadıyla dünyâ makamlarından istifâ ettim. Uzlete çekilip, yalnız başıma ibâdet etmeye başladım. Böylece sana kavuşurum sandım. Hâlbuki tam tersine seninle artık hiç görüşemedim. Beni, mübârek cemâlinize hasret bıraktınız. Acabâ bunun hikmeti nedir? Yoksa bir kusûr mu işledim? Bu şekilde daha ne kadar hasretinizle yanacağım?.." gibi sözlerle yanıp yakılarak ağladı. Zâbıta âmirinin bu acınacak durumuna dayanamayan Hızır aleyhisselâm; "Ey azîz dostum! Benim sana görünüp sohbet etmemin sebebi, yaptığın ibâdetler, hayır hasenât ile değildi. Senin o mühim vazîfeni yapıp müslümanların işlerini hak ve adâlet ile idâre ettiğin için gelip seninle sohbet ediyordum. Hâlbuki, sen bu kıymetli vazîfeyi bırakıp, müslümanlara hizmeti terkettin. Hattâ onları adâleti olmayan biriyle başbaşa bıraktın. Sâdece kendi menfâatin için bir köşeye çekildin. Kendi menfaatini müslümanlara tercih ettin. Şimdi o yerine geçen şahıs, müslümanlara zulüm ve gayr-i meşrû işler ile elem vermektedir. Şu anda onlar sıkıntı ve üzüntü içindeler. Bunlara hep sen sebeb oldun. Elbette senin şahsî menfaatinin, müslümanların umûmî menfaatleri yanında bir kıymeti yoktur. Çünkü uzlete çekilip abdest almayı, namaz kılmayı, oruç tutmayı, zikir etmeyi herkes yapabilir. Fakat makâmı ile müslümanlara hizmet etmeyi herkes yapamaz. Bunun için artık senin yanına gelmiyorum." dedi. Zâbıta âmiri bunları dinledikçe gözyaşları sel oldu ve; "Çok doğru... Çok doğru..." dedi. Uyanınca, istifâ etmekle ne büyük bir hatâ yaptığını anladı. Sabah olunca derhal hükümdârın huzûruna çıkıp, eski vazîfesini yeniden istedi. Hükümdâr anlayışla karşılayıp, onu tekrar eski vazîfesine tâyin etti. İşte bu zâbıta âmirinin vazîfesi müslümanlar için ne kadar kıymetli ise, senin vazîfen de o derece mühimdir. Bunun için, benim hizmetime gelmenden çok, vazîfene devâm etmen önemlidir. Çünkü senin vazîfen, pekçok müslümanı ilgilendiriyor. Onların başında senin gibi adâletli ve emîn bir kimsenin bulunması lâzımdır. Böylece onlar da huzur ve refah içinde yaşasınlar. Bizim rızâmız bundadır. İstifâ edip bize hizmette bulunmana aslâ rızâmız yoktur."

     

    Bir gün birkaç kişi gelip Mevlânâ hazretlerine; "Efendim! Allahü teâlânın velî kulları vefât edince, tasarruf hakkına sâhib olurlar mı? Hayatta oldukları gibi insanlara yardım edip, sıkıntılarını giderirler mi?" diye sordular. Mevlânâ hazretleri de; "Cenâb-ı Hakk'ın evliyâ kulları âhirete intikâl ettiklerinde, dünyâdakine oranla daha çok tasarrufa sâhib olurlar. Dünyâdaki tasarruf hududlu, âhiretteki ise hududsuzdur." buyurdu. Oradakiler; "Dostlarınıza ve talebelerinize dünyâdaki gibi âhirette de ihsân ve merhamet eder misiniz?" deyince, Mevlânâ; "Ey dostlarım! Kılıç kınında iken kesmez. Kınından çıktığı zaman keser. Bize şefâat hakkı verilirse, elbette biz de sizlere şefâat ederiz." buyurdu.

     

    Mevlânâ hazretleri kendisine vedâlaşmak üzere gelmiş bulunan ve nasîhat isteyen sevdiklerine; "Kardeşlerim! Aklınız bir servet ve bir makâma bağlı kalmasın. Yalnız kalp gözlerinizin açılmasını düşünün. Birbirlerinizi çok seviniz. Çünkü düşmanlar pusudadır." buyurdular.

     

    Talebelerinden biri, Mevlânâ hazretlerine incir getirmişti. Mevlânâ hazretleri inciri aldı ve; "Hayli güzel incir, fakat kemiği var." buyurdu ve yere bıraktı. Talebe; "İncirin nasıl kemiği olur?" diye hayret etti ve yavaşça incirleri alıp gitti. Bir zaman sonra tekrar bir sepet incirle dönüp geldi ve sepeti Mevlânâ hazretlerinin önüne koydu. Mevlânâ hazretleri bir tane alıp yedi ve; "Bu incirin kemiği hiç yoktur." buyurdular ve incirleri orada bulunanlara dağıtmasını emrettiler.

     

    Herkes bu duruma şaşakaldı. O talebe dışarı çıktığında oradakiler ona gidip inciri nereden topladığını sordular. O da; "Vallahi bir dostum vardı. Onun bahçesine uğradım. Bahçıvanı bağda bulamadım. İzni olmaksızın bir sepet toplayıp Mevlânâ hazretlerine getirdim. Fakat niyetim bahçıvanı gördüğümde topladığım incirlerin bedelini ödemekti. Mevlânâ hazretleri velîlik nûru ile bunu anladı ve yemedi. İşte incirin kemiği buydu. Bu defâ doğruca o dostun bağına vardım. Ondan iyi incir satın alıp bedelini ödedim ve helâllaştım. O da kabûl etti. İşte Mevlânâ hazretleri bunu kabûl edip iltifâtlarda bulundu.

     

    Bir gün Mevlânâ hazretlerine kötü huylu ve kötü tabiatlı kimselerden soruldu. Bunun üzerine şu ibretli hâdiseyi anlattı: "Bir gün bir akrep bir ırmağın kenarında dolaşıyordu. Birdenbire bir kaplumbağa akrebin yanına gelip ona; "Burada ne yapıyorsun?" dedi. Akrep; "Ben ırmağın öte yanına geçmek için bir çâre arıyorum. Çünkü benim bütün yavrularım ırmağın öte yanındadır." diye söyledi. Kaplumbağa da şefkati ve yabancıya iyi davranması sebebiyle onu en yakın bir akrabâsıymış gibi sırtına alıp su üzerinde yüzmeye başladı. Irmağın ortasına gelince akrebin sokmak arzusu uyandı. Kaplumbağanın sırtında iğnesini dokundurdu. Kaplumbağa; "Ne yapıyorsun?" diye sordu. Akrep; "Hünerimi gösteriyorum. Sen bana iyilik edip yarama merhem koydun. Ben de sana iğnemi sokuyorum. Benim göstereceğim şefkat de ancak budur." dedi. Bunun üzerine kaplumbağa hemen suya daldı. Akrep de boğulup gitti." Mevlânâ hazretleri bundan sonra şu beytleri okudu: "Câhil, yakınlık gösterse de sonunda câhilliğinden ötürü seni incitir." Sonra da; "Ahmağın sevgisi, ayının sevgisine benzer. Onun kini sevgi, sevgisi kindir. Haydi kötü nefsi öldürün. Bu hususta ihmal göstermeyin. Onu diri bırakmayın. Çünkü o akreptir." buyurdular.

     

    Bir kısım insanlar Mevlânâ hazretlerine gelip; "Bâzı kimseler mescidde dünyâ lafı ediyor." diye şikâyette bulundular. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; "Her kim altı yerde dünyâ sözü ile meşgûl olursa otuz yıllık temiz ve kabûl olmuş ibâdeti reddedilir ve boşa gider. Bu altı yerin birincisi mescid, ikincisi ilim meclisi, üçüncüsü cenâze, dördüncüsü mezarlık, beşincisi ezan vakti, altıncısı Kur'ân-ı kerîm okunurkendir. Bunların herbirisinin geniş açıklamaları vardır." buyurdu.

     

    Bir gün Selçuklu Sultanı İzzeddîn Keykâvus, Mevlânâ hazretlerini ziyârete gelmişti. Mevlânâ hazretleri ona gerektiği gibi iltifat etmedi. Sultan bu hâle şaştı ve tevâzu gösterip; "Mevlânâ hazretleri bana nasîhatte bulunsun." dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; "Sana ne nasîhat vereyim? Sana çobanlık emretmişler, sen kurtluk ediyorsun. Sana bekçilik emretmişler sen hırsızlık yapıyorsun. Allahü teâlâ seni sultan yaptı, sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun." buyurdu. Bu ağır nasîhat üzerine Sultan ağlayarak dışarı çıktı. Medresenin kapısında başını açıp tövbe etti ve; "Yâ Rabbî! Mevlânâ hazretleri bana sert sözler söyledi ise de senin için söyledi. Ben zavallı kul da bu alçak gönüllülüğü ve yakarışı gösteriyor ve sana yalvarıyorum. Bana merhâmet et." dedi ve pişmanlıkla oradan ayrıldı.

     

    Bir zaman Selçuklu vezîri Muînüddîn Pervâne, Mevlânâ hazretlerini ziyârete geldi. Fakat Mevlânâ hazretleri onu karşılamaya çıkmadı. Vezir büyük bir sıkıntıyla Mevlânâ'nın kapısında beklemeye başladı. Sultan Veled babası adına vezîre mâzeretler beyân edip özür diledi ve; "Efendim! Babam dedi ki, çok defâ benim Allahü teâlâ ile işim ve hâllerim olur. Vezirler ve dostlar beni her zaman göremezler. Onlar kendi hâlleri ve işleri ile meşgul olsunlar. Biz gider kendilerini buluruz." buyurdu. dedi. Vezir bu sözler üzerine başını iki eli arasına alıp düşüncelere daldı. Bu esnâda Mevlânâ hazretleri çıkageldi. Vezir hemen ayağa kalkıp; "Efendim niçin bize geç görünüyorsunuz?" dedi. Mevlânâ hazretleri buna hiç ses çıkarmadı. Vezir; "Ben şöyle bir şey düşündüm. Sanki bana; "Ey Pervâne! Muhtaç bir kimsenin beklemesi büyük zahmettir. Bunu öğren ve hiç kimseyi kapıda bekletme." demek istediniz öyle değil mi?" dedi. Mevlânâ hazretleri tebessüm edip; "Güzel düşünmüşsün. Ama öteden beri âdettir. Birinin kapısına çirkin bir dilenci gelse, onun karanlık benzini görmemek ve sesini işitmemek için eline bir şey tutuşturulup yolcu edilir. Ne var ki, güzel huylu, hoş biri geldiğinde; "Ekmek pişinceye kadar biraz sabret ve bekle." derler. Bizim de geç gelmemizin sebebi sizin muhabbet ve sevginizin bize hoş gelmesi ve bunları daha çok işitmek içindir. Vezir sevildiğini anlayıp gözyaşlarını tutamadı. Sevinçli olarak oradan ayrıldı.

     

    Mevlânâ hazretleri çok ibâdet ederdi. Yine bir gece sabaha kadar namaz kılmıştı. Yakınları kendisine; "Bu nasıl namazdır?" dediler. Mevlânâ hazretleri onlara; "Allahü teâlânın yenilmez arslanı hazret-i Ali namaz vakti olunca titrer ve rengi solardı. Ona; "Ey İmâm! Neyin var?" diye sorulduğunda, o; "Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biz emâneti, göklere yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler (mesuliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi." (Ahzâb sûresi: 72) buyruldu. Emânet vakti geldi." derdi. Namaz sözle anlatılamayacak bir şekilde Allahü teâlâ ile konuşmaktır. Hazret-i Ali'nin hâli böyle olunca bizlerinki nasıl olmalıdır?" buyurdular.

     

    Buyurdular ki; "Sünnet-i seniyyeye harfiyen uymak lâzımdır."

     

    "Helâl kazanıp helâlden yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır. Her hareketi Resûlullah efendimize uydurmalıdır."

     

    "Dargınlar barışmalıdır. Önce davranan önce Cennet'e girer."

     

    "Tenhâda yalnız kalınca da günahtan sakınmalıdır."

     

    "Nefsi mağlûb etmek için, onu rahatsız etmelidir. İstediği şeyi vermemelidir. En tesirlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup namaz kılmaktır."

     

    Gururlu olmayınız, nefsinizle mücâdele, riyâzet ediniz. Peygamberimiz hep riyâzet çekmiş, zenginlik istememiş, arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar yememiştir."

     

    "Hakîkî bir âlime, rehbere teslim olmalıdır."

     

    Mevlânâ Celâleddîn Rûmî hazretleri 1273 senesinde hastalandı. Hasta iken başkalarına olan borçlarını gönderdi. Onlardan bâzıları "biz helâl etmiştik" dedilerse de tekrar gönderip almalarını sağladı. "Elhamdülillah bu tehlikeden kurtulduk." diyerek kul hakkına çok dikkat etmek lâzım geldiğine işâret etti.

     

    Mevlânâ hazretleri hasta döşeğinde yatmakta iken yedi gece çok şiddetli derecede zelzele oldu. Birçok evler ve bağların duvarları yıkıldı. Herkes bu durumdan korkup feryâd etmeye başladı. Bu sırada Mevlânâ hazretleri; "Evet zavallı toprak yağlı bir lokma istiyor. Bunu vermek lâzım." buyurdu ve sonra da; "Ben size, gizlide ve açıkta Allahü teâlâdan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az söylemeyi, günahlardan çekinmeyi, oruca, namaza devâm etmeyi, dâimâ şehvetten kaçmayı, halkın eziyetine ve cefâsına dayanmayı, aşağı ve sefih kimselerle düşüp kalkmaktan uzak durmayı, kerîm olan sâlih kimselerle berâber olmayı vasiyet ederim. Çünkü insanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız Allahü teâlâya mahsustur." buyurdu.

     

    Mevlânâ hazretleri bir ara talebelerinin önde gelenlerinden Sirâceddîn'i yanına çağırdı ve ona bir duâ öğretti. Bunu hoş ve sıkıntılı zamanlarda okumasını tenbih etti: "Yâ Rabbî! Beni sana ulaştırmaya vesîle olan Mevlânâ'ya hasret çekiyorum. Sana vesîle olan sağlığı, sıhhati seni bol bol tesbîh etmek, anmak için istiyorum. Yâ Rabbî! Bana, ne senin zikrini unutturacak, sana olan şevkimi söndürecek, seni tesbih ederken duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık, ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü arttıracak bir sıhhat ver. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi, merhametinle bu duâmı kabûl et."

     

    Mevlânâ hazretlerinin hastalığında, yanına hocası Sadreddîn-i Konevî ve şehrin ileri gelen âlimleri geldiler. Ziyâret esnâsında Mevlânâ'ya; "Allahü teâlâ âcil şifâlar versin. İnşâallah en kısa zamanda sıhhat bulursunuz? Zîrâ siz, âlemin rûhusunuz, âlem sizinle hayat bulur." dediler. Mevlânâ onlara; "Bundan sonra cenâb-ı Hak, size şifâlar, sıhhat ve âfiyetler ihsân eylesin. Artık bizim işimiz bitmiştir. Rabbimle aramızda, kıldan yapılmış bir gömlek kaldı. Kısa zamanda o gömleği de çıkarıp nûru nûra ulaştırırlar. Artık bana duâ ediniz." buyurdu.

     

    Mevlânâ hazretlerinin vefâtı sırasında medresede bulunan bir kedi feryâd etmeye başladı. Bunu hasta yatağında işiten Mevlânâ; "Bu kedicik niçin feryâd ediyor biliyor musunuz?" Orada bulunan dostları ve talebeleri; "Siz bilirsiniz efendim." dediklerinde; "Bu günlerde siz, hakîkî âleme, asıl vatana göç edeceksiniz. Biz çâresizleri yetim bırakacaksınız... Bizim hâlimiz ne olacak?.. diyor." buyurdu.

     

    Dostları, talebeleri; "Efendim! Zât-ı âlinizden sonra kime tâbi olalım. Yerinize kimi bırakacaksınız?" diye sordular. Mevlânâ hazretleri de; "Hüsâmeddîn Çelebi'ye tâbi olunuz. Onu yerime vekil bırakıyorum." buyurdu. Oradakiler bu suâli üç defâ sordular. Üçünde de aynı cevâbı aldılar. "Cenâze namazınızı kim kıldırsın?" diye sordular. Ona da; "Hocam Sadreddîn Konevî hazretleri kıldırsın." buyurdular.

     

    Hüsâmeddîn Çelebi anlatır: "Mevlânâ hazretlerinin son günüydü. Fevkalâde yiğit bir delikanlının, hocam Mevlânâ'nın bulunduğu yerde belirdiğini gördüm. Mevlânâ, kalkıp bu delikanlıyı karşılayarak, bana; "Döşeği kaldırın." buyurdu. Ben hayret ettim. Çünkü hocam hasta idi. O delikanlının yanına varıp; "Siz kimsiniz ki, hocam hasta yatağından kalkarak sizi karşıladı?" diye sordum. O da; "Ben Azrâil'im. Rabbimizin emrini yerine getirmek, Mevlânâ'yı öbür âleme dâvet etmek için geldim." dedi. Mevlânâ da; "Rabbimiz, beni kendi hazretine dâvet ediyor. Artık gitmek zamânıdır. Yâ Azrâil! Çabuk ol! Beni Rabbime çabuk kavuştur!" deyip Kelime-i şehâdet getirdi. Cemâziyelâhirin beşine rastlayan Pazar günü ikindi vaktinde fânî hayâta gözlerini yumdu."

     

    Mevlânâ hazretleri vefât edince, İmâm-ı İhtiyârüddîn gasl eyleyip yıkadı. Gasl ânında gördüklerini şöyle anlattı: "Mevlânâ'nın mübârek cesedini yıkamaya başlayınca, üzerime öyle bir ayrılık acısı çöktü ki ağlamaktan kendimi alamadım. Yıkamak şöyle dursun, zerre kadar hareket etmeye kâdir olamadım. Yüzümü yüzüne dayayıp ağladım. Yardımcılarım hiç ses çıkarmıyor, bana mâni olmuyorlardı. Bir ara dayanamadım. Vücûduna sarılarak ağlamak istedim. O anda Mevlânâ'nın eli bileğimi sıkıca tuttu. Korkumdan aklım başımdan gitti. Bayılmışım. Kulağıma uğultu hâlinde, sâhibini göremediğim sesler geliyordu; "Nûr, nûra karıştı. Âşık, Mâşuka kavuştu. Bunda endişe edecek bir şey yoktur. Çünkü, Allahü teâlânın velî kulları için, hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar. Müminler ölmezler, belki fânî âlemden, sonsuz âleme naklolunurlar." Bu sözler beni kendime getirdi."

     

    Şerâfeddîn-i Kayserî anlatır: "Sadreddîn-i Konevî hazretleri, talebesi Mevlânâ'nın cenâze namazını kıldırmak için ilerlediği zaman, ona birden bire bir hıçkırık gelip kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelip namazı kıldırdı. Mevlânâ'nın vefâtına çok üzülmüştü. Talebelerinin ileri gelenlerinden bâzıları; "Efendim! Namaz kıldıracağınız zaman, üzerinizde hiç görmediğimiz bir hâl vardı. Acabâ hikmeti nedir?" dediler. Bunun üzerine; "Namaz kıldırmak için ilerlediğim vakit, meydanda meleklerin saf saf dizilip, Peygamber efendimizin arkasında cenâze namazını kıldıklarını gördüm. Gökteki meleklerin hepsi mâvi elbiseler giyinmiş ağlıyorlardı." buyurdu.

     

    Mevlânâ'yı sevenlerden Fahreddîn isminde biri vefât etmiş idi. Onu rüyâda gördüler. Hâli iyi idi. "Bu mertebeye nasıl kavuştun?" diye sorduklarında, "Mevlânâ'nın türbesi yapılırken bir direk lâzım olmuş. Bana gelip durumu bildirdiler. Ben de cân u gönülden direği verdim. Bu sebeple Allahü teâlâ beni magfiret eyledi." diye cevap verdi.

     

    Muhammed Hâdim şöyle anlatır: "Mevlânâ'nın yanında kırk yıl hizmet ettim. Husûsî odasında ne yatak, ne de yastık gördüm. Bir gece bile, yatıp uyumak ve istirâhat etmek için yanını yere koyup yattığını da bilmiyorum. Mevlânâ ezân sesini duyduğu zaman, ya dizleri üzerine oturur veya ayağa kalkarak, ezân bitinceye kadar o vaziyetini hiç bozmazdı. Bütün ömründe hiç ayağını uzatmamış ve yatmamıştır."

     

    Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, olgun, âlim ve velî bir müslüman idi. Onun çeşitli din, mezheb, meşreb sâhibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkından bâzı nümûnelerdir. Onda, bunlardan başka İslâm ahlâkının diğer hususları da kemâl derecede mevcuttu. Bunların hepsini saymak, İslâmiyeti tamam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur. Hazret-i Mevlânâ'yı yalnız bir mütefekkir, şâir gibi düşünmek ve o şekilde anlamaya çalışmak, aslı bırakıp, herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlânâ'yı çok eksik ve yarım anlamaya, hattâ hiç anlamamaya sebeb olabilir. Nitekim hazret-i Mevlânâ'yı, sözlerini, yolunu anlamanın anahtarını, kendisi bir rubâisinde şöyle dile getirmektedir:

     

    Ben sağ olduğum müddetçe Kur'ân'ın kölesiyim.

    Ben Muhammed Muhtâr'ın yolunun tozuyum.

    Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse,

    Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.

     

    Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasîhatları bu deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır. O, bir tarîkat kurucusu değildir. Yeni usûller ve ibâdet şekilleri ihdâs etmemiştir. Ney, rebap, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, ilk defâ on beşinci asırda ortaya çıkmıştır. İlk mevlevî bestelerinin bestelenmesi de aynı zamâna rastlar. Bu târih, Mevlânâ hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır sonradır. Onun Mesnevî'sinde geçen "ney" kelimesi, bâzı kimseler tarafından çalgı âleti olan ney şeklinde düşünülüp anlaşıldığı için, yanlış olarak, kendisinin ney çalıp dinlediği sanılmıştır.

     

    Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) ney ve başka hiç bir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks etmedi. Yâni dans etmedi. Mesnevî'de yirmi dört bin, Dîvân'da kırk sekiz bin beyit bulunmaktadır. Celâleddîn-i Rûmî hazretleri Mesnevî'sini nazım şeklinde yazarak, düşmanların değiştirmesine imkân bırakmamıştır. Mesnevî'sinden başka; Dîvân-ı Kebîr, Fîhi Mâfih, Mektûbât, Mecâlis-i Seb'a gibi kıymetli eserleri de vardır. Mesnevî'sine her memlekette, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan pek kıymetlisi ve lezzetlisi, Mevlânâ Câmî'nin kitabı, bunu da birçok kimse ayrıca şerh etmiştir. Bunların içinde de, Süleymân Neş'et Efendinin şerhinden elli altı sahifesi, yalnız dört beytin şerhi olup, Sultan Abdülmecîd Han zamânında, 1847 (H.1263)'de Matba'a-i Âmire'de tab edilmiştir. Bu kitapta, Mevlânâ Câmî (kuddise sirruh) buyuruyor ki: "Mesnevî'nin birinci beytinde [Dinle neyden, nasıl anlatıyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor] ney, İslâm dîninde yetişen kâmil, yüksek insan demektir. Bunlar kendilerini ve her şeyi unutmuştur. Zihinleri her an, Allahü teâlânın rızâsını aramaktadır. Ney, Fârisî dilinde, yok demektir. Bunlar da, kendi varlıklarından yok olmuştur. Ney denilen çalgı, içi boş bir çubuk olup, bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hâsıl olmaktadır. O büyükler de, kendi varlıklarından boşalıp, kendilerinden, Allahü teâlânın ahlâkı, sıfatları ve kemâlâtı zâhir olmaktadır. Neyin üçüncü mânâsı, kamış kalem demektir ki, bundan da, insan-ı kâmil kasdedilmektedir. Kalemin hareketi ve yazması kendinden olmadığı gibi, kâmil insanın hareketleri ve sözleri de, hep Allahü teâlânın ilhâmı iledir." Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında Ankara vâlisi olan, Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhi'nde, ney'in insan-ı kâmil olduğunu, dokuz türlü isbât etmektedir. Mevlevîlik, sonraları câhillerin eline düşdüğünden, "ney"i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe başlamışlar, ibâdete harâm karıştırmışlardır. Dînimizin ve Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) beğenmediği bu oyun âletleri, tekkelerden toplanarak, o tasavvuf üstâdının türbesine konunca, şimdi türbeyi ziyâret edenlerden bir kısmı, bunları, onun kullandığını zannederek aldanmakda ise de, (Mesnevî şerhlerini) okuyarak, o hakîkat güneşini yakından tanıyanlar, elbette aldanmamaktadır.

     

    Ney çalmak, ilâhi okumak, oynamak, zıplamak şöyle dursun, Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh), yüksek sesle zikr bile yapmazdı. Nitekim Mesnevî'sinde;

     

    Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb,

    Bî leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab!

     

    buyuruyor. Yâni, "O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân u gönülden iste. Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini (kalbinden) söyle!" demekdir. Sonradan gelen, Mevlânâ'yı tanımayanlar, ney, saz, def gibi çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini zevklendirmişlerdir. Bu, dînimize uygun olmayan hâllerine ibâdet adını verebilmek ve kendilerini din adamı tanıtabilmek için, Mevlânâ da böyle yapardı. Biz mevleviyiz, onun yolundan gidiyoruz diyerek, asıldan uzaklaşmışlardır.

     

    Halbuki Celâleddîn-i Rûmî yine, Mesnevî'de bir çalgıcı ile hazret-i Ömer'in hikâyesine yer verir. Hikâyede yer alan çalgıcı uzun ve boşuna geçen bir ömrün sonunda mezarlığa gelmiştir. Sonunda pişman olmuş ve hazret-i Ömer'in elinde tövbe etmiştir.

     

    Büyük âlim Abdullah-i Dehlevî hazretleri; "Üç kitabın eşi yoktur. Bunlar; Kur'ân-ı kerîm, Buhârî-i şerîf ve Mesnevî'dir." buyurdu. Yâni evliyâlık yolunun kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü Mesnevî'dir. Fakat evliyâlık ve nübüvvet kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât kitabıdır.

     

    Mevlânâ hazretleri, ölüme, "Şeb-i Arûs= düğün gecesi" adını vermektedir. Onun için, tasavvuf ehline göre ölüm; bir felâket değildir, güzel ve tatlı bir şeydir. Tekrar Allah'a dönmek olduğundan, ancak bir sevinç vesîlesidir. Tasavvufta keder ve ümidsizlik yoktur. Yalnız sevgi ve tecellîler vardır. Bunun için Mevlânâ'nın

     

    "Gel, gel, her kim olursan ol gel!

    Allah'a şirk koşanlardan, mecûsîlerden, puta tapanlardan da olsan gel!

    Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.

    Tövbeni yüz defâ bozmuş olsan bile gel!"

     

    buyurduğu söylenmektedir.

     

    SANKİ ÜÇÜNCÜMÜZ SEN İDİN

     

    Şemseddîn Attâr anlatır: Mevlânâ bir gün câmide vâz ederken, mevzû; Hızır ile Mûsâ aleyhimesselâmın kıssasına gelmişti. Bu kıssayı, öyle fesâhat ve belâgat ile anlatıyordu ki, herkes nefesini kesip, can kulağı ile dinliyordu. Benim yanımda bir şahıs başını önüne eğmiş bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdim, dediklerini anladım. "Sanki yanımızda idin, sanki üçüncümüz sen idin." diyordu. Bunun Hızır olduğunu anladım. Yanına sokuldum. "Anladım. Sen Hızır'sın, ne olur, bana ihsân eyle!" dedim. Cevâben; "Burada hazret-i Mevlânâ varken, benim sana ihsânda bulunmam deniz yanında teyemmüm gibi olur. Senin bütün müşkillerini o halleder." dedi ve gözümden kayboldu. Ben bu hâli Mevlânâ hazretlerine anlatmak için yanına gittiğimde, ben daha söze başlamadan; "Ey Attâr! Hızır aleyhisselâmın sözleri doğrudur." diyerek benim sözümü kesti.

     

    ŞÜPHESİZ MERHAMET EDER

     

    Mevlânâ, Allahü teâlânın yarattığı bütün mahlûkâta merhamet sâhibi idi. Bir gün Nefîsüddîn Sivâsî'ye bir kuruş verip ekmek aldırdı. Ekmeği eline alıp bir virâneye gitti. Nefîsüddîn de gizlice onu tâkibe başladı. Sonunda, Mevlânâ'nın o ekmeği yeni yavrulamış bir köpeğe kendi elleriyle yedirdiğini gördü. Mevlânâ dönüşünde, Nefîsüddîn'in kendisini tâkib ettiğini anlayıp; "Bu hayvan yedi gündür açtır ve yavrularına şefkatle bakmış ve hiç yanlarından ayrılmamıştır. Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde; "Merhametlilerin en büyüğü olan Allahü teâlâ, kullarından merhametli olanlara merhamet eder. Ey ümmet ve Eshâbım! Siz de O'nun yarattıklarına merhamet ediniz ki, size de semâ ehli merhamet etsin" buyurdu. Nefîsüddîn bu sözler üzerine ağlayarak Mevlânâ'nın ellerini öptü ve hayvanlara bile bu kadar merhametli olan siz, tabiatiyle ahbâb ve dostlarınıza da merhamet edersiniz." dedi. Bunun üzerine Mevlânâ; "Evliyâullahın merhameti pek çoktur; bütün mahlûkâta ve ahbâblarına da şüphesiz merhamet eder." buyurdu.

     

    BU ALTINLARI ÇAMURA ATINIZ

     

    Selçuklu Sultânı Rükneddîn, Mevlânâ'ya beş kese altın gönderip almasını arzu etti. Talebelerinden Mecdüddîn, Mevlânâ'ya altınları arz edince; "Beni hakîkaten seviyorsanız, bu altınları dışarıdaki çamurun içine atın!" buyurdu. Talebeleri bu emri derhal yerine getirdiler. Dünyâya kıymet veren bâzı kimseler, bu altınları almak için çamurun içinde aramaya başladılar. Fakat üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hâle geldi. Mevlânâ, talebelerine onların bu vaziyetlerini göstererek; "Bu altınlar, şu gördüğünüz dünyâ ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, âhiret ehli olanların da kalbini karartır, kirletir. Çeşitli günahlara sevkedip, ibâdetlerden alıkoyar. Bu sözlerimi yanlış anlamayınız. Dünyâ için çalışmayınız demek istemiyorum. Dünyâ malının muhabbetini kalbinize koymayınız diyorum. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya, yarın ölecekmiş gibi âhirete çalışmak lâzım geldiğini herkes bilir. Burada dikkat edilecek nokta; hırs ve tamâ yapmadan kanâat üzere bulunmaktır. Dünyâda, âhiret saâdeti için çalışmalı, kazanmalı, niyeti düzeltmelidir. Çünkü İslâmiyet, insanlara faydalı olmayı emreder. En büyük saâdet, en büyük sermâye, helâlinden kazanıp, hayır ve hasenât yaparak âhirete göndermektir. Buna rağmen asıl sermâye, mal, mülk, para sâhibi olmak değil, ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlâk sâhibi olmaktır." buyurdu.

     

    ÂHİRETE BERÂBER GİTSİN

     

    Bedreddîn Tirmizî isminde biri simyâ ile uğraşırdı. Mevlânâ'nın ismini duyarak Konya'ya ziyâretine geldi. Önce oğlu Sultan Veled'e uğrayarak, yapacağı altınlardan hergün bir dirhem Mevlânâ'nın talebelerine vereceğini vâd eyledi. Bu haberi Mevlânâ'ya ulaştırdılar, fakat o hiç cevap vermedi. Birkaç gün sonra Bedreddîn'in çalıştığı yere gitti. Bedreddîn simyâ ilmiyle uğraşarak altın yapmaya çalışıyordu. Mevlânâ'nın geldiğini görünce, ayağa kalkarak hürmette bulundu. Mevlânâ, oradaki demirden, bakırdan ve diğer mâdenlerden yapılmış eşyâları teker teker alıp Bedreddîn'e vermeğe başladı. Bedreddîn, her eline gelen eşyânın en yüksek ayarda som altından yapılmış olduğunu hayretle gördü. Mevlânâ, Bedreddîn'in şaşkın bir hâlde kendisine baktığını görünce; "Ey Bedreddîn! Sen simyâ ile uğraşmayı bırak. Çünkü sen âhirete gidince, simyâ dünyâda kalacaktır. Sen öyle bir simyâ ile uğraş ki, seninle berâber âhirete gitsin. İşte o da din ilmidir. Bu, kalbden mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisini çıkarıp, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri kalbe doldurmakla olur." buyurdu.

     

    EVLİYÂ ŞEFKATİ

     

    Mevlânâ hazretleri, merhamet sâhibiydi,

    Hayvanlara bile o, gâyet şefkatli idi.

     

    Bir gün sevdiklerinden, para verip birine,

    Bir ekmek aldırarak, aldı onu eline.

     

    Sonra bir virâneye, gidiverip o saat,

    Yedirdi bir köpeğe, eliyle onu bizzat.

     

    Tâkib etti o kimse, nereye gittiğini,

    Ve gördü bir köpeğe, ekmek yedirdiğini.

     

    Mevlânâ ona gelip, buyurdu ki: "Ey filân,

    Bilirim, yedi gündür, aç duruyor bu hayvan.

     

    Yeni yavrulamıştır, hem de şu virânede,

    Onları bırakıp da, ayrılmıyor yine de.

     

    Bir anne şefkatiyle, yavrulara bakıyor,

    Yanlarında bekleyip, bir yere ayrılmıyor.

     

    Resûlullah hadîste, buyuruyor ki zîrâ;

    "Allah da rahmet eder, merhametli kullara.

     

    Ey Eshâbım, siz dahi olun ki merhametli,

    Merhamet eylesinler size de semâ ehli."

     

    O kişi ağlayarak, dedi ki Mevlânâ'ya:

    "Efendim, hamd olsun ki, Allahü teâlâya,

     

    Sizleri tanımakla, şereflendirdi bizi,

    Himâye edersiniz, dünyâda hepimizi.

     

    Âhiret için dahi, ümitliyim şimdiden,

    Bizi kurtarırsınız, Cehennem ateşinden."

     

    Buyurdu: "Velîlerin, pek fazladır şefkati,

    Kurtarır dostlarını onların şefâati."

     

    HEPSİ ÎMÂN ETTİLER

     

    Mevlânâ, tahsil için, Konya'dan bir gün yine,

    Şam'a gidiyordu ki, uğradı Nusaybin'e.

     

    Hıristiyan papazlar, bir yere gelmişlerdi,

    Acâyip istidraçlar, halka gösterirlerdi.

     

    Gösteriş yapmak için, hazret-i Mevlânâ'ya,

    Bir oğlan çocuğunu, uçurdular havaya.

     

    Celâleddîn-i Rûmî, bir duâ etti o an,

    Havada kala kalıp, düşmedi yere oğlan.

     

    Feryâd ediyordu ki, korkusundan o çocuk;

    "Düşüp de öleceğim, indirin beni çabuk!

     

    Çok uğraştılarsa da, papazların birçoğu,

    Hiç indiremediler, havadan o çocuğu.

     

    Oğlan bağırdı ki: "Sizin yanınızdaki,

    O zâtın duâsıyla, işbu hâl oldu vâki.

     

    Ancak onun duâsı, kurtarır beni bundan,

    Yoksa helâk olurum, yere düşüp buradan."

     

    Papazlar bil-mecbûri, ona gelip bu kere,

    Dediler: "Duâ et de, o çocuk düşsün yere."

     

    Buyurdu ki: "Hiçbir şey kurtarmaz o çocuğu,

    Kelime-i şehâdet, kurtarır yalnız onu."

     

    Oğlan bunu duyunca, sevinip bu habere,

    Kelime-i şehâdet, söyleyip indi yere.

     

    Papazlar bunu görüp, hayrette kaldı hepsi

    Ve insâfa gelerek, îmân etti cümlesi.

     

    "ALLAH, ALLAH" NİDÂLARIYLA

     

    Mevlânâ'nın Celâleddîn isminde bir talebesi vardı. Ticâretle uğraşır, at alıp satardı. O anlatır; "Bir gün Mevlânâ hazretleri sarığını sarıp, giyinmiş olduğu hâlde, bana bir at hazırlamamı emretti. Ben, atların içinden en güçlüsünü eğerlemek için huzûrundan ayrıldım. Fakat at huysuzluk yaptığından, bir türlü eğerleyemiyordum. Yanıma iki kişi daha alıp, atı zorla eğerledik. Buna rağmen at hâlâ huysuzluk yapıyordu. O hâliyle Mevlânâ'nın bulunduğu yere getirip, atın hazırlandığını bildirdik. Mevlânâ dışarı çıkar çıkmaz at sâkinleşti ve önceki huysuzluğu kalmadı. Mevlânâ ata binip, kıble istikâmetinde yola çıktı. Ancak akşama doğru, ter içinde, toza gark olmuş bir vaziyette döndü. At oldukça zayıflamış görünüyordu. Cesâret edip bir şey soramadık. Ertesi gün yine bir at hazırlamamı emretti. Başka bir atı eğerleyip getirdik. Dünkü gibi gitti, akşama doğru geldi. Üçüncü gün de aynı şekilde gitti. Akşama doğru geldiğinde; "Elhamdülillah! Ey cemâat! Müjdeler olsun ki, o kâfir, Cehennem'in dibini boyladı." dedi. Biz edebimizden yine bir şey soramadık. Aradan birkaç gün geçmişti. Şam tarafından bir kâfile gelip, o taraflarda, müslümanlar ile Moğolların yaptığı savaşı anlattılar. Dediler ki; "Düşman askeri oldukça çoktu. Müslümanlar mağlub olmak üzere idiler. Son üç günde, Mevlânâ hazretleri, bir atın üzerinde olduğu hâlde savaş meydanında göründü. En ön safta; "Allah, Allah" nidâlarıyla düşmana hücûm edip önüne geleni bir vuruşta ikiye bölüyordu. Müslümanlar, Mevlânâ'nın akıl almaz hâllerini ve yardımını görünce, bozulan moralleri düzeldi. Ard arda yaptıkları hücûmlarla düşmanı geriye püskürttüler. Mevlânâ hazretleri düşman komutanını öldürünce, kâfirler kaçmaya başladılar." Ben bu haberi işitince, doğruca hocam Mevlânâ'nın huzûruna çıktım. Beni görünce; "Müslüman askerlere yardım edilmiş ve zafere kavuşmalarına sebeb olunmuştur. Ey Celâleddîn! Bize cân u gönülden hizmet edenler dünyâ ve âhirette gam ve kederden kurtulur." buyurdu.

     

    BAŞKA BİR ŞEY BİLMİYORUM

     

    Mevlânâ'nın talebelerinden biri, hac vazîfesini yapmak üzere Hicaz'a gitti. O Hicaz'da iken, evinde hanımı, Arefe gecesi bir tepsi helva yapıp, Mevlânâ'nın talebelerine gönderdi. Mevlânâ, helvayı kabûl edip, orada bulunan bütün talebelerine bizzat kendi eliyle taksîm etti. Herkes hissesine düşeni aldığı hâlde, tepsiden hiçbir şey eksilmedi. Alanlar tekrar aldılar, doyuncaya kadar yediler, yine eksilmedi. Bunun üzerine helvâ dolu tepsiyi Mevlânâ mübârek eline alıp; "Bu tepsiyi sâhibine göndereyim." diyerek dışarı çıktı. İçeri girdiğinde, elinde tepsi yoktu. Ertesi gün helvayı getiren hanım, tepsisini medresenin mutfağında arattı, ancak, bulamadı. Mevlânâ'yı da bunun için rahatsız etmedi.

     

    Aradan günler geçti, hacca gidenler dönmeye başladılar. Bu hanımın da beyi Kâbe'den dönüp Konya'ya geldiğinde, o tepsi, eşyâlarının arasından çıktı. Kadın tepsiyi görür görmez tanıyıp, hayretinden dona kaldı. Beyine; "Ben Arefe gecesi bu tepsi ile helva yapıp Mevlânâ'nın talebelerinin yemesi için göndermiştim. Tepsiyi ertesi günü arattığım hâlde bulamadım. Nasıl oldu da bu tepsi senin eline geçti?" deyince, şaşırma sırası hacıya geldi. O da; "Arefe gecesi hacı arkadaşlarımla oturup sohbet ediyorduk. Bir ara çadırın kapısından bir el bu tepsiyi uzattı. Biz de tepsiyi aldık, elin sâhibini araştırmak da aklımıza gelmedi. Helvayı yedikten sonra tepsiyi tanıdım. Kimseye vermeyip eşyâların arasına koydum. Başka bir şey bilmiyorum." dedi. Bunun Mevlânâ'nın bir kerâmeti olduğunu anlayınca, ona olan bağlılıkları daha da arttı.

     

    NE SORARLARSA BİLİYORUM DE!

     

    Mevlânâ'yı sevenlerden bir kimse, Mısır'a ticâret yapmak için gitmeye hazırlandı. Akrabâsı gitmemesi için çok zorladı ise de, dinlemedi ve kararından vazgeçmedi. Bunun üzerine yakınları, durumu Mevlânâ'ya bildirip, gitmemesini istirhâm ettiler. Mevlânâ da: "Gitme!" dedi. Ancak o kimse dinlemeyip gizlice yola çıktı. Gemi ile yolculuk yaparken, bir küffâr gemisi bu gencin bulunduğu gemiye saldırdı. Pek çok yolcu ile berâber, bu genci de esir aldılar. Memleketlerine götürüp çeşitli yerlerde çalıştırdılar. Genç, başına gelen felâketlerin sebeblerini, Allahü teâlânın sevdiği bir kulun sözünü dinlememekten olduğunu anlayıp, çok pişmân olup, tövbeler edip istigfârda bulundu. Bu şekilde kırk gün devâm etti. Ertesi gün rüyâsında Mevlânâ'yı gördü. Ona;

     

    "Yarın senden bâzı şeyler soracaklar. Ne sorarlarsa, biliyorum, de!" diye tenbihte bulundu. Bir hastalık ile ilgili ilâç târif etti. Genç uyandığında sevince gark olup, sabahı iple çekti. Sabahleyin yanına gelenler kendisine; "Doktorlukla ilgili bir bilgin var mı?" diye sordular. Genç de; "Var!" deyince, genci alıp o yerin hükümdârına götürdüler. Meğer o yerin hükümdârı hasta imiş. Hiçbir doktor derdine çâre bulamamış, hükümdâr da hastalıktan kurtulamamış. Bu genç, hasta hükümdârı görüp; "Bana, şu şu meyvelerden şu kadar, şu şu otlardan şu kadar getirin." dedi. Kısa zamanda bulup getirdiler. Genç, hepsini güzelce öğütüp karıştırdı ve mâcun hâline getirerek hastaya yedirdi. Hasta, Allahü teâlânın izniyle bir anda şifâ buldu. Hükümdâr bu hastalıktan ümidini kesmiş iken, birden şifâya kavuşunca, gence; "Bir murâdın varsa söyle, yerine getireyim. Mal, mülk istersen seni zengin edelim." diye ısrârla sorunca, genç;

     

    "Ben, hiçbir şey bilmeyen bir kimseyim. Âilemden ve hocamdan izinsiz para kazanmak için evden çıktım. Beni yolda esir alıp, buralara getirdiler. Esir olunca, başıma gelen bu musîbetin sebebini anlayıp, çok tövbe ettim ve hocam Mevlânâ hazretlerinden mânen af diledim. Kendisini, kurtulmam için Allahü teâlâya vesîle eyledim. Bu akşam hocam Mevlânâ, bana bu size yaptığım şeyleri târif eyledi. Ben de aynen yaptım. Gördüğünüz gibi, bütün bunlar, hocamın himmeti ve bereketiyle oldu." dedi. Hükümdâr genci serbest bıraktı. Çok para vererek zengin eyleyip, memleketine gönderdi. Mevlânâ'ya da pek çok hediyeler gönderdi.

     

    EY TÂLİHSİZ KİŞİ!

     

    Konya'da Tâceddîn adında evliyâyı ve hâllerini inkâr eden biri vardı. Mevlânâ hazretlerinin de aleyhinde bulunurdu. Bu kişi bir gece kendisini nasılsa Cehennem kapısında durmuş gördü. Cehennemliklerin durumunu olduğu gibi seyretti. Orada bir adamı eli ayağı bağlı olduğu hâlde bir Cehennem'den çıkarıp, öteki Cehennem'e sokuyorlardı. Dört kişi de orada durmuş; "Ey tâlihsiz kişi! Bu aman vermeyen ağır ve acıklı yükün altından kurtulman için velîlerin sözlerini oku." diyorlardı. Tâceddîn bu heybetten orada donup kalmıştı. O zavallı kişi; "Bana Allahü teâlânın rızâsı için birkaç kelime öğretiniz." diye ricâ ediyordu. Bu sırada kendisine Mevlânâ hazretlerinin Mesnevî'sinden birkaç beyit öğrettiler. O da bu beyitleri okudu. Okur okumaz bütün zincirleri ve bağları üzerinden çözüldü. Sonra da Cennet tarafına yönelip gitti. Tâceddîn uykudan uyanır uyanmaz Mevlânâ'nın medresesine koştu. Yolda Mevlânâ hazretleri ile karşılaştı. Mevlânâ hazretleri ona; "Ey Tâceddîn! Bir yerde sâdece velîlerin sözleri insanın böyle imdâdına yetişir ve yardım isteyenlere yardım ederse, artık onların sohbetinin neler yapacağını ve onlara karşı beslenen sevginin bereketinin insanı nerelere ulaştıracağını düşün." buyurdu. Gördüğü rüyâya Mevlânâ hazretlerinin vâkıf olduğunu anlayan Tâceddîn, ellerini öpüp sâdık talebelerinden biri oldu.

     

    YÂ RABBÎ!

     

    Mevlânâ hazretleri gece-gündüz cenâb-ı Hakk'a niyâz eder yalvarırdı: "Yâ Rabbî! Bizim hâlimize bakarak muâmele etme. Kendi ikrâm ve ihsânına göre bize muâmele eyle.

     

    Yâ Rabbî! Kerem ve lütfunla hidâyet ettiğin kalbi tekrar dalâlete, sapıklığa meylettirme. Belâları bizden sarf eyle, çevir ve değiştir.

     

    Ey affı çok olan, günahları örten Rabbim! O günahlar dolayısı ile bizden intikam alma. Bize azâb etme.

     

    Yâ Rabbî! Biz nefis ile şeytana köpek gibi tâbi olduksa da sen, azab arslanını bize saldırtma.

     

    Ey Hayy, ebedî diri olan Rabbim! Taleb ve duâ üzerine nasıl olur da kerem etmezsin. Sen kerem sâhibisin.

     

    Ey mahlûkâtın, yaratıkların canlıların ihtiyâcını gideren Rabbim! Sen varken hiç bir kimseyi hatırlamak ve ondan bir şey ummak lâyık değildir.

     

    Yâ Rabbî! Rûhumda bir ilim katresi var. İlâhî onu hevâ rüzgarıyla ten toprağından muhâfaza eyle.

     

    Ey ihsânı çok olan Rabbim! Cefâ içinde geçip giden ömre merhamet et.

     

    Ey affetmeyi seven Rabbim! Bizi affeyle. İsyân derdimize çâre eyle.

     

    Ey yardım isteyenlerin yardımcısı! Bizi hidâyete çıkar.

     

    Yâ Rabbî! Duâ ve yakarışlarımızda sana lâyık olmayan sözleri bilmeyerek söyleyip hatâlarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen ıslâh et ve duâmızı kabul buyur. Çünkü sözlerin hâkimi ve sultanı ancak sensin.

     

    Ey âlemin yaratıcısı! Kasvetli, kararmış, katılaşmış âdetâ taş gibi olmuş olan kalbimizi mum gibi yumuşat, feryâdımızı, âh u vâhımızı, hoş eyle ki rahmetini celbetsin, çeksin.

     

    Bizi köle gibi kullanan bu serkeş nefisten bizi satın al. O nefis bıçağı kemiğe dayandı (zulmü canımıza yetti).

     

    Yâ Rabbî! Sana ne arz edeyim. Çünkü sen gizli ve açık her şeyi bilirsin."

     

    ALLAHÜ TEÂLÂYA TEVEKKÜL EDİN

     

    Moğolların Anadolu umûmî vâlisi Baycu Noyan, Konya'yı muhâsara etti. Konyalılar gâyet sıkıntılı ve ızdıraplı günler yaşadı. Muhasaranın kaldırılması için Mevlânâ hazretlerinin huzûruna çıkıp; "Efendim! Bize merhamet ediniz. Baycu Noyan, bildiğiniz gibi Konya'yı muhasara etti. Çoluk-çocuğumuzla gâyet sıkıntıya düştük. Korku içinde yaşıyoruz. Şâyet bize yardım etmezseniz, sonumuz felâket olur. Çünkü Baycu Noyan, hangi şehri fethettiyse halkı kılıçtan geçirip, mallarını yağmaladı. Bu işe bir tedbir istirhâm ediyoruz." dediler. Mevlânâ;

     

    "Siz, Allahü teâlâya tevekkül edin. Doğru bir îtikâd ile cenâb-ı Hakk'ın evliyâsını vesîle ederek duâ edin. İnşâallah sıkıntınız def olur." buyurdu. Sonra şehirden dışarı çıkıp meydanın ortasında durdu. Kıbleye dönerek namaz kılmaya başladı. Etrafta binlerce Moğol askeri vardı. Baycu Noyan'a kocaman bir çadır kurmuşlardı. Askerler hemen komutanlarına koşup;

     

    "Şehirden yaşlı bir kimse çıktı. Mâvi kaftanlı, sarıklı, heybetli bir kimse... Meydanda namaz kılmaya başladı. Ne bir korku, ne bir heyecânı var. Askerlerden hiçbiri yanına yaklaşmaya cesâret edemiyor...." dediler. Baycu Noyan, askerlerine; "Ok yağmuruna tutarak derhal öldürün!" dedi. Bu emir üzerine, okçular ellerini sadaklarına atmak için davrandıklarında, herbirinin kolları yerinden kalkmaz hâle geldi. Hiçbirisi ok atamıyordu. Bu durumu gören Baycu Noyan, süvârilere; "Atlara binip kılıçla üzerine saldırın!"emrini verdi. Süvâriler hemen ata binip sürmek istediler, fakat atların ayakları toprağa battı. Atlar, üzerindeki askeri götüremez hâle geldi. Bunu da hayretle gören Baycu Noyan'ın canı sıkıldı. Kendisi okunu çekip yayını gerdi. Nişan alarak Mevlânâ'ya fırlattı. Attığı üç ok da hedefe değil, Baycu'nun önüne düştü. Bu hâli de gören vâli Noyan, iyice öfkelenip atını getirmelerini emretti. Ata bindiyse de, atı bir türlü hareket ettiremedi. Hiddeti ziyâdeleşen Baycu, attan inip yaya olarak hücûm etmek istedi. Fakat ayakları tutulup yüzüstü yere düştü. Yüzü yaralanan Baycu, ne yapacağını şaşırdı. Olanları şehirden tâkib eden halk, hayretten hayrete düştüler, hep bir ağızdan tekbîr getirdiler. Nihâyet Baycu Noyan hiçbir şey yapmaya kâdir olamayacağını ve Mevlânâ karşısında âcizliğini anlayınca;

     

    "Bu kimse, şimdiye kadar karşılaştığım insanların hiçbirine benzemiyor. Bunun, Allahü teâlânın himâyesi altında olan kimselerden olduğu anlaşılıyor. Bu kadar askerî gücümle, değil kendisiyle mücâdele etmek, üzerine doğru bir adım bile atamadık. Dolayısıyle bununla iyi geçinmekte, anlaşma yapmakta fayda vardır." diyerek, askerini toplayıp muhâsaradan vaz geçti.

     

    ÇOK SÖZ SÖYLEME

     

    Oğlu Sultan Veled'e şöyle nasîhatlerinde; "Ey oğlum! Sana vasiyet ediyorum ki: Her halde ilim, edep ve takvâ üzerine bulun. Her zaman geçmiş din büyüklerinin eserlerini inceleyerek, Ehl-i sünnet vel-cemâat yolundan ayrılmamayı vazîfe edin. Fıkıh (İslâm hukûku) ve hadîs-i şerîf öğren, câhil sofulardan olma. Namazı her zaman cemâatle kıl, fakat imâm ve müezzin olma. Şöhret isteme, zîrâ şöhret âfettir. Makâma bağlı olma. Yazdığın şeylerde adını yazma. Mahkemede hâkim huzûruna çıkma. Kimseye kefil olma. Halkın işlediği işlere karışma. Devlet büyüklerinin çocuklarıyla arkadaşlık etme. Uzlete çekilme, yalnız kalma. Çok söz söyleme. Çok söz işitmek kalbe nifak verir. Sözü inkâr etme. Onun söyleyenleri ve sâhipleri çoktur. Az söyle ve halkın kötülük ve eğrilerinden arslandan kaçar gibi kaç, bir kenarda dur. Kadınlardan ve dinde eğri yollara girenlerden sakın. Herkesle ve zenginlerle sohbet etme (oturup kalkma). Helal ye ve şüphelilerden kaçın. Dünyâ malına kapılma. Dünyâ arzusu dînin zâyi olmasına sebeb olur. Çok gülme ve kahkaha atma. Zîrâ fazla gülmek kalbin ölümüdür.

     

    Herkese şefkatle bak. Hâinlikle bakma. Dışını süsleme. Zîrâ dışın süsü; için, kalbin, rûhun harâb olduğunu gösterir. Başkalarıyla mücâdele etme ve hiç kimseden bir şey isteme. Kimseye hizmet buyurma. Âlimlere, evliyâya, mal, can ve tenle hizmet et. Din büyüklerinin hâllerini inkâr etme. Zîrâ inkâr edenler rahat ve kurtuluş yüzünü göremezler." buyurdu.

     

    BENİ KASABIN ELİNDEN KURTAR

     

    Mevlânâ hazretlerinin sağlığında kasabın biri, bir öküzü kesmek için satın aldı. Öküzün ayaklarını bağlayıp yatırmak istediğinde, öküz, ipleri koparıp kaçtı. Kasap arkasından yakalamak için koştuysa da yetişemedi. Öküz, Mevlânâ'nın babasının mezarı yakınlarına geldi. O esnâda mezarın başında Mevlânâ hazretleri Kur'ân-ı kerîm okuyordu. Hâl lisânıyla ona; "Beni bu kasabın elinden kurtar." dedi. Mevlânâ, öküzün üzerine elini koyup okşadı; "Üzülme, cenâb-ı Hak her şeye kâdirdir." buyurdu. Bu sırada kasap, elinde urgan ve bıçak olduğu hâlde soluk soluğa çıkageldi. Mevlânâ gelen kasaba, öküzün âzâd edilmesini, hürriyetine kavuşturulmasını istedi. Kasap da Mevlânâ hazretlerinin hatırı için öküzü âzâd etti. Kasap gidince Mevlânâ, mübârek elini öküzün üzerine koyup duâ etti ve o günden sonra bir daha o öküzü gören olmadı. Bunun üzerine Mevlânâ; "Bu öküz, kesilip pişirilecek zamâna gelmiş iken, bizim tarafımıza gelmek sûretiyle, kesilip parçalanmaktan kurtuldu. İşte bunun gibi bir insan da, Allahü teâlânın evliyâsına cân u gönülden teslim olup emirlerine uygun yaşar, ona talebe olursa, kıyâmet gününde Cehennem'e götüren meleklerin elinden kurtulur." buyurdu.

     

    İMDÂDINIZA YETİŞİRİM

     

    Mevlânâ hazretleri vefâtından az önce talebelerini topladı. Şefkatle onlara baktı ve; "Vefâtımdan sonra hâtırınıza perişan ve huzursuz oluruz diye gelmesin. Ne hâlde olursanız olunuz, benimle olun. Beni hatırlayın. Allahü teâlânın izniyle size kendimi gösterir, maddî ve mânevî yardımlarda bulunurum. Karada ve denizde, Allahü teâlânın izniyle imdâdınıza yetişirim. Sözlerimi iyi dinleyiniz, size bâzı tavsiyelerde bulunacağım. Bunları işitenler, işitmeyenlere söylesinler. Gizli ve âşikâr Allahü teâlâdan korkunuz. Günahlardan sakınınız. Az yiyip, az uyuyup, az konuşunuz. Çok oruç tutunuz. Zamanlarınızı namaz kılarak değerlendirin. Şehveti terkedip, sefihlerle, câhillerle mücâdele etmeyiniz. Onlarla oturup kalkmayınız. Onları kendinize muhatap etmeyip, hep iyi insanlarla berâber olunuz. Ya hayır konuşunuz veya susunuz. İnsanların sıkıntılarına sabrediniz. Biliniz ki, insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.

     

    Kabrimin üzerine yapacağınız türbenin kubbesi yüksek olsun. Çok uzaklardan görünsün. Çünkü, türbemi görenler doğru bir îtikâd ile beni, Allahü teâlâya vesîle ederek duâ ederler. Beni vesîle ederek Allahü teâlâdan rahmet ve mağfiret isterlerse, duâlarının kabûl olması için ben de Rabbimize yalvarırım. Böylece duâlarının netîcesi, Allahü teâlânın izniyle hâsıl olur. Rahmet ve mağfirete mazhar olurlar." buyurdu.

     

    BİR ANDA KIRK YERDE

     

    Birbirinden habersiz, kırk kişi, ayrı ayrı,

    Eve dâvet ettiler, bir gece Mevlânâ'yı.

     

    Hiçbirini kırmayıp, eylediler icâbet,

    Hepsi ile oturup, ettiler gece sohbet.

     

    Ertesi gün onlardan; birbirini görenler,

    Hemen birbirlerine, verdiler bunu haber.

     

    Ve lâkin diğerleri, şaşırarak bir nice,

    Dediler ki: "Mevlânâ, bizde idi dün gece."

     

    Halbuki hiçbirinde, değildi o büyük zât,

    Kendi hânelerinde, yalnız idi o saat.

     

    TAYY-I ZAMAN, TAYY-I MEKÂN

     

    Hazret-i Mevlânâ'nın, mübârek hanımları,

    Diyor ki, bir gün evde, görmedik Mevlânâ'yı.

     

    Halbuki biraz önce, otururdu odada,

    Biraz sonra baktık ki, görünmüyor ortada.

     

    Biz böyle konuşurken, akşam oldu nihâyet,

    Sonra kapı açılıp, içeri etti avdet.

     

    Çevirmek isteyince, ayakkabılarını,

    Gördüm kenarında, Mekke'nin kumlarını.

     

    Nereden geldiğini, ondan suâl edince,

    Buyurdu ki: "Mekke'de, bir dostum vardı önce.

     

    Onun ziyâretine, gitmiştim biraz evvel,

    O kumlar da Hicaz'ın, kumlarıdır muhtemel."

     

    Düşündüm ki "Bu kadar, kısacık bir zamanda,

    Hicaz'a gidip gelmek, nasıl olur acaba?"

     

    O bunu anlayarak, buyurdu ki: "Velîler,

    Kerâmet ehli olup, sanki rûh gibidirler.

     

    Kısaltır Hak teâlâ, onlar için bu yeri,

    Bir adımda giderler, uzun mesâfeleri."

     

    1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (48. Baskı), s.1047

    2) Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhi

    3) Mevlânâ Câmî, Mesnevî Şerhi

    4) Herkese Lâzım Olan Îmân; s.60, 402

    5) Rehber Ansiklopedisi; c.3, s.194

    6) Ahmed Eflâkî, Menâkıb-ül-Ârifîn

    7) Nefehât-ül-Üns; s.516

    8) Risâle-i Sipahsâlar; s.9

    9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.147


  13. MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ

     

    On sekizinci yüzyılın sonu ve on dokuzuncu yüzyılın başında Irak ve Şam'da yetişmiş büyük velîlerden. İnsanlara hak yolu göstererek hakîki saâdete, kurtuluşa kavuşturan ve Silsile-i aliyye adı verilen âlimler ve velîler zincirinin yirmi dokuzuncusudur. Asrının müceddidi idi. Babasının ismi Ahmed'dir. İsmi Hâlid, lakabı Ziyâüddîn'dir. Bağdâdî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Babası hazret-i Osman'ın, annesi ise hazret-i Ali'nin soyundandır. Bu sebeple Osmânî diye de anılmaktadır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî diye meşhûr olmuştur. 1778 (H.1192) senesinde Bağdât'ın kuzeyindeki Şehrezûr kasabasında doğdu. 1826 (H.1242) senesinde Şam'da vefât etti. Kabri Şam'ın kuzeyinde, Kâsiyûn Dağı eteğindeki kabristanda bulunan türbesindedir. Sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

     

    Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Hâlid-i Bağdâdî, keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sağlam irâdesi ve çalışkanlığı ile dikkati çekti. Süleymâniye'de devrin meşhûr âlimlerinden Muhammed bin Âdem-i Kürdî, Sâlih-i Kürdî, Abdürrahîm Berzencî ile kardeşi Abdülkerîm Berzencî'den, Abdullah-ı Harpânî'den ve daha pekçok âlimden ilim öğrenip, icâzet aldı. Sarf, nahiv, edebiyât, usûl, mantık, hikmet (fen), hey'et (astronomi), geometri, hesâb ilimleri ile tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm, tasavvuf ilimlerini ve diğer ilimleri öğrendi. Fîrûzâbâdî'nin Kâmûs'unu ezberledi. Öğrendiği bütün ilimlerde din ve fen adamlarına hocalık yapacak derecede üstün bir bilgiye sâhib oldu. Din ve fen ilimlerindeki üstünlüğü ve geniş bilgisi sebebiyle zamânının bütün âlimleri ve velîlerinin takdirlerini kazandı. Hangi ilimden ve hangi fenden ne sorulursa sorulsun derhal cevâbını verirdi. Zekâsı ve bilgisi karşısında akıllar hayrete düşerdi.

     

    Hocası Seyyid Abdülkerîm Berzencî 1788 (H.1203) senesinde tâundan vefât edince, onun talebesi boş kalmasın diye ders vermeye başladı. Her taraftan âlimler dersine koştu. Her müşkülü çözer her derde devâ olurdu. Dünyâya ehemmiyet vermez, gece gündüz ibâdet ederdi. Böylece yirmi bir yaşındayken, ulemâya ve talebeye üstâd olup, yedi sene ders okuttu. Sözü tesirli, avâm ve havâss arasında sözü delîl olan şerefli bir zâttı.

     

    1805 senesinde hacca gitti. Yolda Şam âlimlerinden çok saygı gördü. Tevâzûundan dolayı, Allâme Muhammed Kuzberî'den hadîs rivâyeti; Mustafa Kürdî'den Kâdirî yolu icâzeti aldı.

     

    Bir müddet Şam'da kaldıktan sonra Hicaz'a gitmek için yola çıktı. Medîne-i münevvereye kavuştuğu zaman Peygamber efendimize aşk derecesindeki sevgisini anlatan Kasîde-i Muhammediyye'yi Farsça olarak yazdı.

     

    Medîne-i münevvereye geldiğinde, kâmil bir velî bulup ona teslim olmak arzusundaydı. Bir gün Yemenli fazîlet sâhibi bir zâta rastladı. Câhilin âlimden nasîhat istemesi gibi ondan nasîhat istedi. O zât dedi ki: "Ey Hâlid Mekke-i mükerremeye gittiğin zaman edebe uymayan birşey görürsen hemen reddetme." Mevlânâ Hâlid hazretleri Mekke-i mükerremede bir Cumâ günü Kâbe-i şerîfe karşı Delâil-i Hayrât'ı okurken birinin, Kâbe'ye sırt çevirip kendine bakdığını gördü. "Utanmadan Kâbe'ye arkasını çevirmiş. Edebi gözetmiyor!" diye düşünürken, o kimse; "Mümine hürmet, Kâbe'ye hürmetten daha öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun. Medîne'deki zâtın nasîhatını unuttun mu?" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunun büyük velîlerden olduğunu anladı. Ondan af diledi ve; "Beni talebeliğe kabûl et." diye yalvardı. O da; "Sen burada olgunlaşamazsın." dedikten sonra eli ile Hindistan'ı göstererek; "Senin işin orada tamam olur." dedi ve gitti.

     

    Bu gördüğü zatın hocası Abdullah-ı Dehlevî olduğu rivayet edilmektedir.

     

    Mevlânâ Hâlid hazretleri, memleketi Süleymâniye'ye dönüp ders vermeye başladı. Fakat gece-gündüz Hindistan'ı düşünüyordu. Bir gün bu düşünceler içindeyken, Hindistan'ın Dehli şehrinde bulunan evliyânın en büyüklerinden Abdullah-ı Dehlevî'nin talebelerinden Mirzâ Abdürrahîm isimli bir zât çıkageldi. O talebe, Abdullah-ı Dehlevî; "Mevlânâ Hâlid'e selâmımızı söyle bu tarafa gelsin!" buyurdu." dedi. Uzun zaman başbaşa görüştüler. Mevlânâ Hâlid talebelerine ders vermeye gelmez oldu. Talebeler, Hindli'ye kızmaya başladı.

     

    Bir süre sonra, 1809 senesinde ikisi birlikte İran ve Afganistan üzerinden Hind yolculuğuna çıktılar. Umulmadık bir zamanda medreseyi ve talebeyi bırakıp bu ânî ayrılışına şehrin bütün halk ve talebeleri çok üzüldüler. Yoldan çevirmek için çok ısrar ettiler ve yalvardılarsa da fayda vermedi. Hindistan'ın karanlıklar ve tehlikeler içinde bulunduğunu söyleyip vaz geçirmek istediler. Onlara; "Âb-ı hayât zulümâtta bulunur." şeklinde cevap veren Mevlânâ Hâlid hazretleri, arkadaşı Mirzâ Abdürrahîm ile yaya olarak önce Tahran'a geldiler. Burada meşhûr şiî âlimi İsmâil Kâşî'yi, talebesinin önünde rezîl etti. Mevlânâ Hâlid, bâzı şiî tefsîr kitaplarını okumuş, Kur'ân-ı kerîmin birçok âyet-i kerîmelerinin şiîler tarafından değiştirilip, mânâlarının tahrif edildiğini görmüştü.Meselâ; Enfâl sûresi 70. âyetinde meâlen; "Bedr gazasındaki esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi." âyet-i kerîmesi Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh hakkındadır, şeklinde tefsîr ediyorlardı. Mevlânâ Hâlid, İsmâil Kâşî'ye; "Peygamberler günah işler mi?" dedi. Kâşî; "Bütün peygamberler mâsûmdur, günah işlemezler." dedi. Mevlânâ Hâlid;"Peki, Kur'ân-ı kerîmin; "Bedr gazâsındaki esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi." meâlindeki âyet-i kerîmede; "Af" söylendiğine göre, günah işlemiş mânâsına gelmiyor mu? Hâlbuki peygamberlerden günah olan bir iş meydana gelmemiştir." deyince, Kâşî; "Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr'i azarlamaktadır, onun hakkındadır, Peygamberimizin hakkında değildir." dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri; "O hâlde, Allahü teâlâ Ebû Bekr'i affettim buyuruyor da siz niçin affetmiyorsunuz?" dedi. Kâşî cevap veremeyip, mahcûp ve rezîl oldu.

     

    Mevlânâ Hâlid, Tahran'dan; Bistâm, Harkan, Semnân ve Nişâbur'a geçti. Geçtiği yerlerdeki evliyâyı, şiirleriyle medheyledi. Âriflerin kutbu Bâyezîd-i Bistâmî'nin kabrini ziyâret ettiği zaman meşhûr bir kasîde söyledi.

     

    Sonra Tûs (Meşhed) şehrine gitti. Orada, on iki imâmın dokuzuncusu Mûsâ Kâzım'ın oğlu İmâm Ali Rızâ'nın türbesini ziyâretinde de, çok güzel bir kasîde okuyarak onu medheyledi.

     

    Mevlânâ Hâlid, AhmedNâmıkî Câmî'nin kabrini ziyâret etti. Onu da Fârisî bir kasîdeyle medheyledi. Buradan Afganistan'a geçti. Hirat'a uğradı. Hirat'ın bütün âlimleri, fazîlet sâhipleri, ziyâretine geldiler. Gelenler arasında Abdullah-i Hıratî (Hirevî) de vardı. Bu zât sonradan Mevlânâ Hâlid hazretlerinin talebesi oldu. Her şehirden ayrılırken; âlimler, vâli ve kumandanlar ve halk ona âşık olup, saatlerce yola uğurladılar. Kandehâr, Kâbil, Peşâver âlimlerinin suâllerine verdiği cevaplarla hepsini hayran bıraktı. Peşâver'de çok hürmet ve tâzimle karşılandı. Âlimler onun üstünlüğünü tasdik ve ikrâr ettiler. Sonra Lâhor şehrinin bir kasabasında kâmil bir velî olan Allâme Mevlânâ Senâullah Dehlevî'yi (rahmetullahi aleyh) ziyâret etti.Mevlânâ Senâullah Dehlevî, Mazhar-ı Cân-ı Cânân'ın en üstün talebelerindendi.

     

    Mevlânâ Hâlid; burada başından geçenleri şöyle anlatır: Bu kasabada bir gece kaldım. Rüyâda, Şâh Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin, yanağımdan tutup beni kuvvetle kendine çektiğini gördüm. Sabahleyin Mevlânâ Senâullah'ın huzûruna gittiğim zaman, daha rüyâmı anlatmadan; "Kardeşimiz ve seyyidimiz Abdullah-ı Dehlevî'nin huzur ve hizmetlerini câna minnet bilmeli, huzur ve hizmetinde bulunmayı, sana vâd olunan nîmetlere kavuşmaya sebep bilmelisin." dedi. Daha sonra o kasabadan ayrıldım. Hindistan'ın başşehri olan Dehli ismi ile meşhûr Cihânâbâd'a geldim.

     

    Aylarca süren uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra tam bir senede Dehli'ye (Cihanâbâd) ulaşan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Dehli'ye vardığında, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin bulunduğu şehre gelmenin sevinci ile, seferdeyken yanında bulunan şeylerin hepsini, fakirlere dağıttı. Sonra Hindistan'ın en büyük velîsi ve büyük İslâm âlimi, Şâh Abdullah-ı Dehlevî'nin huzûruna kavuştu.

     

    Abdullah-ı Dehlevî, onu talebeliğe kabûl etti. Ona nefsinin terbiyesi için dergâhı temizleme vazifesini verdi. Mevlânâ Hâlid, bu kadar ilimde âlim olmasına rağmen, hiç îtirâz etmedi. Bir gün yerleri temizleme işi nefsine zor geldi. Derhal nefsine; "Eğer mübârek hocamın verdiği bu şerefli vazifeden kaçarsan yerleri süpürge ile değil, bu sakalınla süpürtürüm." diyerek hitâb etti. Artık bundan sonra hatırına böyle hiçbir düşünce gelmedi. Bir gün yine böyle su taşırken, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ile karşılaştı. Abdullah-ı Dehlevî, onun mübârek omuzları üzerinden Arş'a doğru muazzam bir nûrun yükseldiğini ve meleklerin ona gıbta ve hayranlıkla baktıklarına şâhid oldu. Abdullah-ı Dehlevî, Mevlânâ'nın tasavvufta pek yüksek derecelere eriştiğini, kemâle gelip olgunlaştığını görünce, bu vazifeden alıp, devamlı huzûrunda bulunmasını emretti. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, orada da hocasına canla başla hizmet ederek, büyük mücâhede ve çetin riyâzetler çekti. Abdullah-ı Dehlevî'nin huzûrunda beş ay çalışıp sohbetleri ve nazarlarıyla büyük velîlerden olmak saâdetine erişti. Huzur ve müşâhede makâmına kavuştu. Vilayet-i kübrâ hâsıl oldu. Müceddidiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çeştiyye yolunda kemâle geldi. Abdullah-ı Dehlevî'nin kalbindeki bütün esrâr ve mânevî üstünlüklere kavuştu.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, feyz ve kemâl bulunca, Abdullah-ı Dehlevî hazretleri; "Ey Hâlid, şimdi memleketine ve Bağdât'a git! Oradaki Hak âşıklarını, sevdiklerine, yâni Allahü teâlâya kavuştur." buyurunca, Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Ey benim sebeb-i devletim, yüksek sığınağım, efendim! Orada Hayderî ve Berzencî seyyidleri çoktur. İnsanlara doğru yolu anlatmakla nasıl meşgûl olurum. Çünkü, onlar şöhret ve îtibâr sâhibi ve âlimlerin sığınağı durumundadırlar. Böyle bir işe kalkışsam, diğer insanlar bile beni men ederler." diye arz etti. "Sen, memleketine git. İrşâd ile meşgûl ol. Bütün seyyidler, senin ayağının toprağına yüz sürerler ve şerefli zâtına hizmetçi olurlar. Oranın vâlileri, emînleri, âlimleri, fazîlet sâhipleri, mübârek ayağını öperler. Şimdi ne istersen vereyim, iste yâ Hâlid!" buyurdu. "Din için dünyâlık isterim!" dedi. "Git, her istediğini verdim!" deyip; "Yolun üzerinde, filân yerde, evliyânın büyüklerinden, iki seneden beri yemez, içmez, konuşmaz, Hakk'a gönlünü vermiş, ölü gibi hareketsiz durup, Hakk'ın sevgisine dalmış şerefli bir zât var. Ona selâmımı söyle, hayırlı duâsını al ve şerefli elini öp!" buyurdu. Sonra bütün talebe ve sevdikleriyle, dört millik mesâfeye kadar Mevlânâ Hâlid'i uğurladı. Sonra; "Hâlid bürd", yâni "Hâlid herşeyi aldı götürdü." buyurdu.

     

    Mevlânâ Hâlid, o velînin olduğu beldeye gelince, yerini sordu. Uzaktan gösterdiler. Bulunduğu yere doğru yürüyünce, velînin heybetinden Mevlânâ Hâlid'i (rahmetullahi aleyh) bir korku ve dehşet kaplayıp, gidemedi, olduğu yerde kaldı. Hemen Şâh-ı Dehlevî hazretlerini hatırladı. Korkusu gitti. O zâtın yanına gidip, hocasının selâmını bildirdi. O da başını murâkabeden kaldırıp; "Aleyke ve aleyhisselâm." buyurdu. Sonra; "Ey Hâlid, senin fütûhâtın ve irşâdının yayılma yeri Bağdât'tır." deyip, tekrar murâkabeye daldı. Mevlânâ Hâlid hazretleri, o zâtın, nisbet-i Muhammedî denizine gömülmesine, feyz nûrları içinde bir an cemâl-i Haktan ve O'nu murâkabeden ayrılmamasına hayran kalarak oradan ayrıldı.

     

    Mevlânâ Hâlid Şîrâz'a, oradan İsfehan'a sonra Hemedan'a gitti. Hangi şehre teşrif etse, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını hatırlatması güzel âdetlerindendi. Bu şehirlerdeki vâz ve nasîhatlerini duyan îtikâdı bozuk kimseler ona kötülük yapmak istedilerse de, Allahü teâlânın koruması ve Mevlânâ Hâlid'in heybeti sebebiyle korkup bir şey yapamadılar. Sonra Senendec'e, oradan da 1811 (H. 1226) senesinde vatanları olan Süleymâniye'ye gittiler. Bütün âlimler, fazîlet sâhipleri, talebe, şehrin ileri gelenleri ve halk sevinç ve neşe ile onu karşılamağa çıktı. Süleymâniye'de bir bayram havası yaşandı. Bir müddet burada kaldıktan sonra Bağdat'a gitti. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin dergâhına yerleşip beş ay kadar insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Tekrar Süleymâniye'ye dönerek ilim öğretmeye ve talebe yetiştirmeye devam etti.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri 1813 senesinde Süleymâniye'den tekrar ayrılıp Bağdât'a gitti. İkinci defâ Bağdât'a teşriflerinde, çok kimseler kendisine talebe oldu. İrşâd nûrları, gün gibi her tarafı aydınlattı. Bağdât'ta en önce kendisine talebe olan, Bağdât müftîsi Seyyid Abdullah Hayderî Efendi idi. Bu Müftî, Vâli Saîd Paşanın yardımıyla, İhsâiyye, Isfahâniyye Medresesini tâmir ettirip, Mevlânâ Hâlid'e arz etti.Mevlânâ Hâlid hazretleri oraya yerleşip ilim ve edeb neşretmeye başladı.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp, dünyâ ve âhirette kurtuluşa ermeleri için çalışmaya başladığı günlerde, Bağdât Vâlisi Saîd Paşa, ziyâretlerine geldi. Birçok âlimin sessiz, başları önüne eğik, hizmetçiler gibi edeple huzûrunda oturmuş olduklarını gördü.Mevlânâ Hâlid hazretlerinin heybetini görünce, diz çöküp titremeye başladı. Mevlânâ Hâlid'in celâl hâli gidince, Saîd Paşanın titremesi geçti ve duâ istedi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ona duâ edip; "Kıyâmette, herkes kendi nefsinden suâl olunur. Sen ise nefsinden, yâni kendinden ve emrin altında olanların hepsinden suâl olunursun. Hak teâlâdan kork! Çünkü, senin için önünde öyle bir gün vardır ki, o günün korku ve dehşetinden evlâdına süt veren analar, evlâdını unuturlar. Hâmile olanlar, korkudan vakitsiz doğururlar. İnsanları sarhoş görürsün. Onlar sarhoş değil, ancak Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir." deyip, nasîhat buyurunca, Saîd Paşa yine titremeye başladı ve yüksek sesle ağladı.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir müddet Bağdât'ta kalıp İslâmiyeti anlattıktan ve talebe yetiştirdikten sonra memleketi olan Süleymâniye'ye döndü. Orada kendisi için bir dergâh inşâ edildi. Bu dergâhta insanlara vâz ve nasîhat edip talebe yetiştirdi.

     

    Süleymâniye'deyken, Berzencîler'den silâhlı iki yüz kişi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin öldürülmesine karar verdiler. Cumâ günü, silâhlı olarak mescidin dış kapısında beklemeye başladılar. Cumâ namazı kılındıktan sonra, bütün halk câmiden dışarı çıktı. Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, her zaman câmiden en son çıkardı. Dışarı çıkanlar bu silâhlı kişilerin Mevlânâ Hâlid hazretlerine kötülük yapmak niyetinde olduklarını anladılar. Mevlânâ Hâlid hazretleri, mescidin kapısından çıkıp, bu silâhlı ve kötü niyetli kimselere heybetli bir nazarla bakınca kalblerinde müthiş bir korku hâsıl oldu. Öldürmek için gelenlerden bâzısı nâra atarak kaçıştı, bâzıları da yüzüstü düşerek perişân oldu. Bundan sonra, Mevlânâ Hâlid hazretleri ile bütün talebeleri, hiçbir şey olmamış gibi, Cennet misâli olan hânekâha gittiler. Kaçan bu düşmanların çoğu; "Mevlânâ câmiden çıkınca, onun omuzlarında heybetli bir arslanın ağzını açmış, üzerimize atlamak üzere olduğunu gördük. O anda aklımız başımızdan gitti, kaçacak yer bulamadık." dediler.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Bağdât'ta ilimle ve insanlara İslâmiyeti anlatmakla meşgûl olduğu sırada, onu hased eden inkarcılardan birisi Bağdât Vâlisi Saîd Paşaya bir mektup yazarak Mevlânâ Hâlid hazretlerini şikâyet etti. Mektup yalan ve iftirâlarla doluydu. Hattâ Mevlânâ Hâlid hazretleri küfürle ithâm ediliyordu. Mektûbu okuyan vâli, sinirlenerek mektubu yere çarptı ve; "Sübhânallah! Eğer hazret-i Şeyh Hâlid de müslüman değilse, müslüman kimdir? Bu mektubu yazan ya delidir veya Allahü teâlâ onun basîret gözünü kör etmiştir. Bunun sebebi de o kimsedeki aşırı haseddir. Allah'a sığınırız, Allah'a sığınırız." dedi.

     

    Bağdât'taki âlimlere bu mektuba bir reddiye yazılmasını emretti. Halle Müftüsü Muhammed Efendi bu mektuba bir reddiye yazarak bozuk fikirlerini çürüttü. Bu mektubu Bağdât âlimleri de tasdik ettiler. Daha sonra hatâ ettiğini anlayan iftirâcı iddiâlarından vazgeçip Mevlânâ Hâlid hazretlerinden özür diledi ve affedildi.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri karşılaştığı güçlükleri hocası Abdullah-ı Dehlevî'ye bir mektupla arz edince, hocası ona yazdığı mektupta şunları buyuruyordu:

     

    "Mektubuma Rahman veRahîm olan Allahü teâlânın şerefli ismiyle başlıyorum. Allahü teâlânın sevgili kulu mübârek Mevlânâ Hâlid! Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü. Tepeden tırnağa kadar kusurlu olan bu fakîre, her an ziyâdesi ile gelmekte olan Allahü teâlânın nimetlerine şükür ve hamd etmek yazıya ve söze sığmaz.

     

    Siz, istifâde etmek isteyenlere yardımcı olunuz. Onlar da emredilen zikir ve diğer vazifeleri yerine getirip, saâdetlerini bunlardan bilsinler. Büyüklerin yolunu inkâr edenlerle görüşmesinler. "Hocana kötülük edenle iyi olursan, köpek senden daha iyidir." sözü meşhûrdur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine îtirâz edenlerden uzak olunuz. Âlimler ve ârifler söylemişler ve yazmışlardır ki: "İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenler, mümin ve müttekîlerdir. Ona buğz edenler münâfık ve şakîlerdir." İslâm memleketleri hazret-i Müceddîd'in feyzleriyle doldu. Ve bütün müslümanlara, hazret-i Müceddîd'in nîmetlerine şükür ve hamd etmek vâcib oldu.

     

    O memleketin âlimleri, şerîfleri ve âmirleri mübârek varlığınızı nîmet bilip sizden istifâde edeler. Size tâzim ve hürmette kusur etmeyeler, muhâliflerinize, size sû-i kasd edenlere ve sizi çekemeyenlere mâni olalar. Bu fakîr, bunları nasîhat yollu yazdım. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Din nasîhattir." buyurdu.

     

    Allahü teâlâ, sizi, Şâh-ı Nakşibend'in, Müceddîd-i elf-i sânî'nin ve kalbimin kıblesi Mirzâ Sâhib'in halîfesi etmiştir. Hiç kimse sizin yerinizi alamaz. Sizin eliniz, benim elimdir ve sizi görmek, beni görmektir. O uzak yerden buraya gelmeye kalkmayın. İhtiyâç yüzünü bu tarafa çevirmek ve kalb ile hatırlamak yetişir. Allahü teâlâ kendi rızâsına ve Habîbine uymaya muvaffak eylesin! Âmîn."

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine düşman olan ve karşı çıkanlardan pekçoğu onun güzel ahlâkı ve kerâmetleri karşısında insafa gelip büyüklüğünü kabûl ettilerse de bâzıları aynı hased ve muhâlefetlerine devâm ettiler.

     

    Âlim ve fazîlet sâhibi olan Şeyh Ali Süveydî, büyük muhaddislerden (hadîs âlimi) idi. Hadîs-i şerîf senedlerinde kuvvetli bilgisi vardı. İmtihân etmek maksadıyla, Mevlânâ Hâlid hazretlerine geldi.Müsâfeha esnâsında bir hadîs-i şerîf okudu.Mevlânâ hazretleri de bir hadîs-i şerîf okuyup oturdular. Aynı zât, Kütüb-i Sitte'de yazılı hadîslerden üç hadîsi senedleri ile, imtihan yollu okudu. Mevlânâ hazretleri de, bu hadîslerin asıl senedlerini sahîh olarak okuyunca, hemen Mevlânâ Hâlid hazretlerinin ellerine kapanıp, kalbine gelen imtihan düşüncesinden tövbe ederek af diledi. Sonradan ilim meclislerinde; "Mevlânâ en büyük velîlerden olup, zâhir ve bâtın ilimlerinde sonsuz bir deniz, biz ise bir damlayız." derdi.

     

    Mevlânâ Hâlid hazretleri, bir gün yolda yürürken bir hıristiyana nazar ve iltifât etti. Hıristiyan, feryâd edip cezbeye kapıldı ve ağlayarak Mevlânâ'nın arkasından yürüdü. Hânekâha girdi. Müslüman oldu. Saâdete kavuşanlara katıldı.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir müddet Allahü telânın emir ve yasaklarını anlattıktan ve talebe yetiştirdikten sonra Süleymaniye'den âile fertlerini ve talebelerinden bir kısmını da berâberine alarak yerleşmek üzere Şam'a gitti. Şam ahâlisi, âlimleri ve idârecileri ona saygı ve iltifât gösterdiler. Şam Vâlisi Abdurrahmân Paşanın oğlu Mahmûd Paşa Mevlânâ Hâlid hazretlerinin üstünlüğünü anladı. Uzaktan yakından pekçok kimsenin onun sohbetiyle ve ilim meclisleriyle şereflenmek üzere geldiklerini görerek ona bir mescid ve bir dergâh yaptırdı. Kendisinin ve talebelerinin geçimlerini sağlayabilecek maddî yardımlarda bulundu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri sohbetleriyle insanların dünyâda ve âhirette kurtuluşa ermeleri için gayret etti. Pekçok âlim ve fazîlet sâhibi kimse onun sohbetlerinde bulundu. Şeyh İsmâil Şirvânî, Şeyh AhmedEğribozî ve başka zâtlar bunlardandır.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'da bulunduğu sırada Abdülvehhâb es-Sûsî'yi İslâmiyeti anlatmak veNakşibendiyye yolunun esaslarını tanıtmak üzere vazîfelendirip gönderdi. Abdülvehhâb es-Sûsî İstanbul'a gidince, kendisini şeyhülislâma kabûl ettirdi. Âlimlerden bir grub büyük vezirler ona bağlandılar. Abdülvehhâb es-Sûsî devlet adamları ve ulemâ ile düşüp kalkması sebebiyle ucb ile kendini beğendi ve kibire kapıldı. Zenginliğe ve dünyâ malına meyletmesi sebebiyle İslâmiyete uygun olmayan hareketler yapmaya başladı. Bu durumu keşif yoluyla anlayan ve habercileri vâsıtasıyla bilgi alan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri mektup yazarak Abdülvehhâb es-Sûsî'yi Şam'a çağırıp tövbe etmesini istedi ve yerine başkasını vazîfelendirip gönderdi. Abdülvehhâb es-Sûsî zâhiren Mevlânâ Hâlid hazretlerine itâat ediyor göründüyse de, gizlice hîleli yollara başvurdu. Fakat Allahü teâlâ Mevlânâ Hâlid hazretlerine onun başvurduğu hîleli yolları bildirdi. Mevlânâ Hâlid efendimiz üç kere mektup yazarak işin hakîkatini İstanbul'daki talebelerine ve sevenlerine bildirdi ve onun tasavvuf yolundan tard edildiğini, sözlerinin dinlenmemesi gerektiğini haber verdi. Bu mektuplardan birinde buyurdu ki: "...Size mâlûm olsun ki, Abdülvehhâb tarîkat ve şerîat esaslarından pekçok şeyi bozdu. Bu yolda bulunma şerefini de dünyâ leşini almaya vesîle etti, îtibâr vesîlesi kıldı. İstanbul'da maddî çıkarlara yol açtı. Allah orayı belâdan korusun. Gerek İstanbul'da, gerekse Irak'ta insanların inkârına sebeb oldu. Onun davranışları insanlar arasında vehimlere ve vesveselere yol açtı.

     

    Sizin ona çok tâzim edip saygı göstermeniz onun için gurur sebebi oldu.Kendi üzerindeki terbiye haklarını inkâr yoluna gitti. Ondan son derece ters davranışlar ortaya çıktı. İşte anlatılan sebeplerden dolayı ilâhî irâde onun tarîkat yolundan kovulması yolunda tecellî etti. Bâzı sırlarından dolayı, onlar basîret sâhibi olanlara gizli bir şey değildir.

     

    Bu mektup size ulaştıktan sonra onunla muhatap olmayın. Bunun tersine davranırsanız bu silsile büyüklerinin sizinle olan bağları kopar. Kezâ bu fakirle de bir bağlantınız kalmaz. Sevgi hakkını gözeterek bu mektubu yazdım. Size bir zarar gelmemesi için oradaki ihlâs sâhibi kardeşlerimiz ve sevenlerimiz de bu mektubun muhâtabıdırlar."

     

    Tasavvuf yolundan tard olunan Abdülvehhâb es-Sûsî yaptıklarına pişman olup bir gün Mevlânâ Hâlid hazretlerinin talebelerinden olan Şeyh Yahyâ hazretlerine gelerek elini öptü ve affedilmesi için vâsıta olmasını istedi. Şeyh Yahyâ, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin huzûruna geldi ve Abdülvehhâb'ın affını diledi. Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdular ki: "Bu iş benim elimde olsa affederdim. FakatNakşibendiyye silsilesinin sâdâtı (efendileri) onu tarîkat kapısından kovmuşlardır. Şâyet Abdülvehhâb sakalını traş eder, yüzünü siyaha boyayıp bir merkebe ters bir şekilde biner, sokaklarda gezer, kendini teşhir ederse, o zaman belki şeyhlerin rûhâniyeti onu affeder." Bunun üzerine Şeyh Yahyâ; "Üstâdım! Abdülvehhâb nefsine böyle bir iş yükleyemez. İzin veriniz de onun yerine bu işi ben yapayım, Abdülvehhâb affolunsun. Ben kendimi müslümanların hayrı için fedâ ederim." dedi. Onun bu sözlerini dinleyen Mevlânâ Hâlid hazretleri ağlayarak Şeyh Yahyâ ile kucaklaştı. Şeyh Yahyâ dönüp Abdülvehhâb'ın yanına gitti ve dedi ki: "Sen kendinden başka kimseyi kınama, ancak ve sâdece kendini kınayabilirsin." Zâten kötü niyetliliği kendine huy edinmiş olan Abdülvehhâb es-Sûsî, Medîne-i münevvereye giderek Mevlânâ Hâlid hazretlerinin aleyhinde küfre vardıracak iftirâlar ve sözler sarf etti.

     

    Şam fetvâ emîni İbn-i Âbidin hazretleriMevlânâ Hâlid hazretlerinin sevdiklerindendi. Mevlânâ Hâlid efendimize iftirâ eden azgınlara ve onlara inananlara bir reddiye risâlesi yazı. Bu risâleye de Sell-ül-Hüsâmü'l-Hindî li-Nusreti Mevlânâ Şeyh Hâlid Nakşibendî ismini verdi.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'da bulunduğu sırada, onun büyüklüğünü çekemeyenler, OsmanlıPâdişâhıSultan İkinci Mahmûd'a; "Asker ve silâh topluyor, güçlenip devletinize baş kaldırmak istiyor. Ülkeni ondan koruyasın." diye şikâyette bulundular. Sultan İkinci Mahmûd Han hemen büyük âlim Şeyhülislâm Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendiyi huzûruna çağırdı. Durumu kendisiyle görüştü. Mustafa Âsım Efendi; "Ey müminlerin emîri! Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin Hucûrat sûresi 6. âyetinde meâlen; "Size fâsığın biri haber getirirse onu iyice araştırın." buyuruyor. Görüşüm odur ki, onun hâlini araştırıp açığa çıkarabilecek güvenilir iki kişiyi bulup yollayınız. Hiç sezdirmeden gitsinler, araştırmalarını yapıp dönsünler."

     

    Bunun üzerine Sultan Mahmûd Han iki kimseye derviş elbisesi giydirip araştırmak için Şam'a gönderdi. Derviş kıyâfetiyle giden kimseler gizlice araştırmaya başladılar. Allahü teâlâ bu kimselerin gelişini Mevlânâ Hâlid hazretlerine mânevî olarak bildirdi. Kalbine, kendisine gelen iki misâfire ikrâmda bulunması ilhâm olundu. Derviş kıyâfetindeki bu kimseleri bulduran Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî hazretleri onları yemeğe dâvet etti. Yemek hazırlanıncaya kadar da kendi durumunu açıkladı. Kendi evini oda oda onlara gezdirdi. Bu odalarda ev eşyâsı dışında hiçbir şey bulamadılar.

     

    Bu hâlin Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kerâmeti olduğunu anlayan o kimseler, saygı ve hürmetle ayaklarına kapandılar. Artık gizleyecek bir şey yoktu. Olan her şeyi açıkladılar. Ona talebe olup tasavvuf yoluna girdiler. Huzûrunda kalıp İstanbul'a dönmek istemediler. Fakat Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Olmaz. En uygunu İstanbul'a dönmenizdir. Hazret-i Sultana durumu anlatırsınız.Verilen görevi tam yerine getirmiş olursunuz. Ancak bundan sonra isteyen buraya döner, isteyen de orada kalır. Bundan sonrası için artık bir günâh yoktur." buyurdu.

     

    Vazîfeli iki kişi Sultan İkinci Mahmûd Hana dönüp şikâyetlerin asılsız olduğunu bildirdiler. Sultan da aldığı bu haber üzerine Allahü teâlâya hamd etti. Şeyhülislâma da bu teklifinden dolayı teşekkür etti. İki kişiden birini Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hizmetine yolladı. O kimse Şam'a gidip senelerce Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin hizmetinde bulundu ve orada vefât edip türbesinin yanına defnedildi.

     

    Sonra Sultan Mahmûd Hanın saray nâzırlarından Mevlevî Hâlet Efendi, Mevlânâ Hâlid'in şöhret ve îtibârını çekemeyerek, kendisini halîfeye çekiştirdi. "On binlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lâzımdır." dedi. Sultan Mahmûd Han; "Din adamlarından devlete zarar gelmez." diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunu işitince, hayır ve selâmetle duâ etti ve; "Hâlet Efendinin işi Pîri Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine havâle olundu. Onu huzûruna çekip cezâsını verecektir." buyurdu. Az zaman sonra SultanMahmûd Han Mora İsyânına sebeb olduğu için onu Konya'ya sürdü. Orada îdâm olundu.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir ara üçüncü defâ Bağdât'a gelerek İhsâiye Medresesinde yerleşti. İnsanlara İslâmiyeti anlatmaya ve ilim öğretip talebe yetiştirmeye devâm etti. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesini yayıp, sonradan ortaya çıkan bid'atları kaldırdı. İlim, fazîlet ve güzel ahlâkta olgunluğun zirvesine yükselen Mevlânâ Hâlid hazretlerinin üstünlüğünü dost düşman herkes kabûl etti.Bağdât'ın âlimleri, ileri gelenleri, vezirleri ve vâlileri önünde boyun eğdikleri gibi, diğer İslâm ülkelerindeki insanlar da onun üstünlüğünü işitip Bağdât'a koştular. Uzaktan yakından onun sohbetlerine ve ilim meclislerine gelenler, zâhirî ve bâtınî üstünlüklere kavuşarak memleketlerine döndüler veya İslâm memleketlerinin çeşitli yerlerine giderek İslâmiyeti anlattılar.

     

    Çok sevdiği talebelerinden ve halîfelerinden olan Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî'ye yazdığı mektûbunda buyurdu ki:

     

    "Allahü teâlâ, kalbimin özlediği, rûhumun gözlediği Seyyid Tâhâ'yı, fena ve bekâ mertebelerine kavuşmakla şereflendirsin. Allâmenin (yâni Seyyid Tâhâ hazretlerinin) bu fakîre yazdığı mektup geldi. İslâmiyetin yayılmasına çalıştığınız ve Kur'ân-ı kerîmin hatmi hakkında yazıyorsunuz. Çok memnun olduk. İhlâs şartı ile Allahü teâlâya ne kadar ibâdet ederler, Resûlullah efendimizin sünnetine ne kadar uyarlarsa, sizin vâsıtanızla olduğu için, her birinin sevâbı kadar sizin de amel defterinize yazılacaktır. Resûlullah'ın; "Bir kimse İslâmda sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların sevaplarına kavuşur. Bir kimse İslâmda bir sünnet-i seyyie çığırı açarsa, bunun günâhı ve bunu yapanların günahları kendisine verilir." hadîs-i şerîfi bu sözümüze şâhiddir. Vesselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû."

     

    Talebelerine ve sevenlerine nasîhat ederek buyurdu ki:

     

    Sizlere vasiyetim, size İslâmiyeti anlatan hocaya îtirâzı terk, Resûlullah'ın dînine ittibâ ve kendini aradan çekip, yok etmeyi bu yolun esâsı biliniz. Bu üçü olmadan bu yolda ilerleme olmaz.

     

    Bu yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan gâfil değildir. Onlara kimse kafa tutamaz. Onlara kafa tutanın işi de, başı da, saâdeti de gider.

     

    Hanım, çocuklar, mal ve mülk, Allahü teâlânın emânetleridir. Emânetlerini istediği zaman alır.

     

    Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti, insanların övmesi ile ayıplamasını, eşit görmektir. İnsanların rağbetine sevinip, aramamalarına, etrâfınızda dolaşmamalarına üzülmek, basitlik, büyük akılsızlık ve anlayışsızlıktır.

     

    En mühim vasiyetim şudur ki: Ölümü, âhiret hallerini ve nîmetlerin hakîki sâhibini unutmayınız. Elden geldiği kadar peygamberlerin efendisinin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine uymada ileri gitmeye çalışınız. Günde bin kere duyulmayacak kadar alçak sesle, Kelime-i tehlîl (Kelime-i tevhid) söyleyiniz. Hem kalbe yönelerek, hem de mânâsını düşünerek olsun. Böylece kalpte, hakîkî matlûbdan başka bir şey kalmasın. Zîrâ büyüklerin yolunda asıl maksad mâbûddur.

     

    İhlâs ne kadar çok olursa, evliyanın yardımı o kadar ziyâde olur.

     

    Evliyânın kalbleri, ilâhî nûrların çıkıp geldiği kaynaklardır. Onların hoşnut olduğundan, Hak teâlâ da hoşnuttur. Onların kalblerinde yer eden, büyük devlete kavuşmuştur.

     

    Bizim yolumuz, İslâm dînine ittibâ (uyma) yoludur. Herkes elinden geldiği kadar buna çalışmalıdır.

     

    Allah adamlarının iğnesini (dokunaklı sözlerini) ilâç gibi bilmelidir. Çünkü bu tâifenin celâli, cemâl ile karışıktır. Yâni kızmalarında da merhamet vardır.

     

    Bütün gayretle, sünnetin yayılmasına ve bid'atlerin yok edilmesine çalışmalı, müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru îtikâd üzere olmalarına uğraşmalıdır. Bu işle uğraşmadan yapılan zühd ve ibâdeti, kör, kötürüm ve ihtiyarlar da yapar.

     

    Namazın şart ve rükünlerini, sünnet ve edeblerini anlatan kitapları insanlara okuyup, tavsiye etmeniz büyük devlettir.

     

    İnsanlardan gelen sıkıntılara katlanmak, Allahü teâlânın beğendiği, Resûlullah'ın sevdiği ve büyük evliyânın özendiği bir ahlâktır.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin gösterdiği pekçok kerametleri onun evliyâlıktaki yüksek derecesini göstermekdir.

     

    Bağdat'taykenHâcı Mahmûd Efendi isminde, servet sâhibi, kendisine bağlı bir talebesi vardı. Bu zât, Mevlâna Hâlid'in şerefli hânekâhlarına ve diğer yerlere kendi eliyle yüz bin kuruş harcayıp borçlanmıştı. Bir gün Mevlânâ Hâlid'in huzurlarına gidip; "Efendim, borcumun çokluğundan dışarı çıkmaya yüzüm kalmadı." deyince, Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdular ki: "Bir ay sabret." O, bunun üzerine; "Aman efendim, sabra tâkatim kalmadı." diyerek iki defâ tekrarladı. Bu tekrar çok yakınlığından ve samîmiyetindendi. Mevlânâ Hâlid de; "Mâdemki öyle, kaldır şu hasırı istediğin kadar al." buyurdu. Mahmûd Efendi de hasırı kaldırdı ve altında bir altın gördü. Altını aldı, başka bir altın gördü ve böylece her aldığı altının yerinde yeni bir altın gördü. Yüz bin kuruş tamamlanıncaya kadar bu işe devâm etti.Mahmûd Efendi bu kerâmeti görünce, Mevlânâ Hâlid'in ellerini öptü.

     

    İsmâil binAli adlı zât anlatır: "Şam-ı şerîfteyken bir gün, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin bulundukları yere gittim. Mukaddes iltifâtlarına nâil olunca, cezbe hâli gelip, bir nevî gösteriş yaptım. Gözlerimi açınca Mevlânâ Hâlid, Şeyh Muhammed Nâsih hazretlerine şöyle buyurdu: "İsmâil'e söyle, hâl ile cezbe ortaya çıktığında onu tutmak gerekir. Niye izhâr eder de cezbesini tutmaz. Zîrâ zorla cezbe göstermek riyâdır. Riyâ ise zinâdan daha büyük günahtır. Hâline tövbe etsin." Mevlânâ hazretleri hâlimden kalbimi keşfetmişti.

     

    Bağdat Vâlisi Dâvûd Paşanın vezirliği esnâsında Osmanlı şehirlerinden birkaçını İranlılar işgâl ettiler. O kasabalarda bulunan halkın kitaplarını yağmaladılar. Oradaki âlimlerden birisi, Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine geldi. Huzurlarına girip, başından geçen hâdiseyi arz ederek; "Efendim bir kitap alamayacak hâle geldim. Ne yapayım? Hangi işte bulunayım? Sizin merhametinize güvenerek geldim." dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri, yanlarındaki on yedi bin kitabı o âlime hediye ettiler. Böylece yanlarında bir kitap bile kalmadı.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Bağdât'taki vazîfesini tamamladıktan sonra son olarak 1822 senesinde Şam'a gitmek üzere hazırlandı. Âile fertlerinden bazılarını Bağdât'ta bıraktı. Bağdâtlılar gitmesini istemediler. Ancak Mevlânâ Hâlid hazretleri kendilerine gelen mânevî işâretin Şam'a gitmeleri doğrultusunda olduğunu belirterek yola çıktı. Talebeleri ve sevenlerinden büyük bir cemâatle Şam'a geliyorlardı. Şam arâzisine geldikleri zaman, Safvek bin Fâris diye meşhûr Şemmer kabîlesinden bir yol kesici, adamları ile kâfileyi soymak istedi. Safvek bin Fâris, bu hâdiseyi şöyle anlatır: "Pekçok yardımcımla Mevlânâ Hâlid'in kâfilesine hücûm edeceğim zaman, kâfileden beyaz elbiseli, ata binmiş, heybetli biri göründü. Sonra gözlerimizin önünde büyük bir dağ kadar oldu. Yolcular ile aramızda büyük bir engel teşkil etti. Artık kâfiledekileri seçemez olduk. Boyunun uzunluğu semâya kadar varan bir büyük dağ gibi olan bu zâtı görünce, korkudan bir titreme gelerek, mızraklarımız elimizden düştü.Sonra herkes hayvanlarından düştü. Artık kâfilede Allah'ın sevgili bir kulu olduğunu anladık ve hep bir ağızdan; "Aman aman, affedin affedin!" diye bağırıştık. Bunun üzerine kâfile görünmeye başladı. İçlerinde Mevlânâ Hâlid'i görünce, hepimiz kusurlarımızın affını rica ve niyâz ettik. Ellerine sarılarak tövbe ve istiğfâr eyledik."

     

    Sağ sâlim Şam'a gelenMevlânâ Hâlid-iBağdâdî hazretleri,ÜmeyyeCâmiindeki Gazze büyüklerininHalvethânesine girdi.Şam'a bu gelişi sırasında Seyyid İsmâil Efendinin kızı Âişe Takıyye Hanımla evlendi.Sonra Bağdât'ta kalan hanımı ve âile fertlerinin de getirilmesini emretti.

     

    Âlim ve fazîlet sâhibi bir zât olan Şeyh Muhammed Hafız Urfalı anlatır: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, Bağdât'ta kalan hanımı ve oğlu Şihâbüddîn'in Şam'a gelmesi için mektup yazınca onlar yola çıkıp Urfa'ya geldiler. Bu esnâda Mevlânâ Hâlid hazretleri bana hitâben; "Hafız! Çoluk çocuğumuz Urfa'ya geldiler. Sizin evinize indiler. Lakin Şihâbüddîn vefât eyledi." buyurdu. Bu sözün söylendiği târihi yazdım. Sonra Urfa'ya gittiğimde sordum. Tam buyurdukları zamanda Şihâbüddîn'in vefâtı vâki olmuştu.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'ın meşhûr semtlerindenKunvat'ta büyükçe ve geniş bir konak satın aldı. Âilesi ile birlikte oraya yerleşti. Oranın bir kısmını vakıf olarak bağışladı. Konağın yanına bir mescid yaptırdı. Bu mescidde beş vakit namaz cemâatle kılınmaya başladı. İleri gelenlerden ve halktan pekçoğu Mevlânâ Hâlid hazretlerinin cemâat ve sohbetlerine koştu. Vezirler ve devlet adamları onun huzûrunda el pençe divan durdular. Kâfile kâfile gelenler Nakşibendiyye yoluna girip talebesi oldular. Kendisine devletin ileri gelenlerinden mektuplar yazıldı, vâliler ziyâretine koştular. Âlimler ve şâirler üstünlüğünü anlatan eserler ve şiirler yazdılar. Kısaca İslâm dünyâsının her tarafında onun üstünlüğünü ve fazîletini bilmeyen ve kabûl etmeyen kalmadı.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'da kaldığı müddet içinde pekçok yıkık mescidi tâmir ettirdi. İdas Câmii de bunlar arasındadır. Yerleştiği konağın yakın bir yerine bir köy kurdu. Orada halîfeleri ve talebelerinden bir cemâatin kalmasını emretti. O köy halkının dînî terbiyesini ise, halîfelerinden Şeyh İsmâil Enârenî ile Şeyh AhmedHatib'e bıraktı.ŞuvaykaCâmii olarak bilinen Murâdiye Câmiinde Muhammed Hânî'yi, Sâlihiyye'deki Câmi-i Sâhibe'deAbdülkâdir Dimlanî'yi insanlara İslâmiyeti anlatmakla ve Hatm-i hâcegân yaptırmakla vazîfelendirdi. Kendisi de medresesinde sabahları Şâfiî fıkhı okuttu.

     

    Şam'dayken Kudüs'e giderek Mescid-i Aksâ'yı ve büyüklerin kabirlerini ziyaret etti. Kudüs halkından saygı iltifat gördü. Kudüs'ten Urfa'ya gelerek mübârek makamları ziyâret etti ve insanlara vâz nasihat ederek kurtuluşlarına vesîle oldu. Tekrar Şam'a döndü. 1826 senesi hacca gidişinde berâberinde halîfelerinden ve talebelerinden pekçok kimse de bulundu. Yol boyunca gittiği beldelerin insanlarına da İslâmiyeti anlatanMevlânâ Hâlid hazretleri hac vazîfesini yerine getirdi. Medîne-i münevvereye giderek sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Mekke-i mükerremede ve Medîne-i münevverede pekçok âlim ve evliyâ zâtlarla karşılaşıp sohbet etti. Aynı sene içinde Şam'a döndü ve vazîfesine devâm etti.

     

    Mevlânâ Hâlid hazretleri hayâtının son senesinde Ramazân-ı şerîf ayının son gününde halîfeleri ve sevenlerineKudüs'e gitmek istediğini bildirdi. Talebeleri bu habere çok sevindiler. Fakat Şevvâl ayı içerisinde tâûn salgını, vebâ hastalığı ortaya çıktı. Talebeleri; "Kudüs'e gitmenin tam zamânıdır." dediler. Onlara buyurdu ki: "Şimdi üzerinde durduğumuz mesele, tâuna karşı sabırlı olmaktır. Bunun sevâbı, istediğiniz şeyden daha çoktur." Tâunla şehîd olup gitmenin fazîletinden ve iyiliğinden bahsetti. Tâûndan ölenlerin şehîd olacağı hakkında hadîs-i şerîfleri okuyarak bu yüksek dereceye kavuşmak istediğini bildirdi.

     

    O sırada birisi gelip; "Efendim duâ edin de bana tâûn bulaşmasın." diye yalvarınca, ona duâ ettiler. O kişi kurtuldu. Kendileri için ise; "Rabbime kavuşmayı istememekten hayâ ederim." buyurdu.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Muhammed Behâüddîn isimli beş yaşındaki oğlu bu sene tâûn hastalığına tutulup vefât etti. Onun vefâtını haber alınca, buyurdu ki: "Ey Rabbim! Bu musîbete sabır ve genişlik verip, beni sevinçle rızıklandırdın. Önümde rûhunu aldın. İnşâallah yüksek katınızda büyük bir nasîbi olur. Oğlum Behâüddîn mıknatısımızdır. Bizi kendisine çeker. Biz ona uyarız. Vekîlimizdir." buyurdu. Nûrlu yüzlerinde sevinç doğmuştu. Merhum oğluna sabır ve tahammül etmenin fazîletlerini içine alan sohbet ve vâza başladı. Âhirete göç eden bu temiz yavrunun Kâsiyûn Dağındaki bir tepeye defnolunmasını emretti. Bu yere bundan evvel kimse defnolunmamıştı. Şeyh İsmâil ve Şeyh Muhammed Nâsih hazretlerine techiz ve tekfinini emir buyurdu. Cenâze yıkandıktan sonra, müslümanların omuzlarında, adı geçen yere götürüldü. Bizzat Mevlânâ Hâlid hazretleri imâm olup, cenâze namazını kıldırdıktan sonra defneylediler.

     

    Behâüddîn'in vefâtından sonra, diğer oğlu Abdürrahmân da aynı sene içinde taûndan vefât etti.Abdürrahmân gâyet zekî, merhamet sâhibi, akıllı bir çocuktu. O da defin hazırlıkları bitinceKâsiyûn isimli tepeye, kardeşi Behâüddîn'in mezârının kuzey tarafına defnedildi. Çok kalabalık bir cemâat cenâzesinde bulundu.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, son zamanlarına doğru, yanlarında bulunan emânet kitapları sâhiplerine vermek için ayırmaya başladılar. Bir ara talebelerinden birini gönderip, Şeyh İsmâil Enârenî'yi çağırttı. Ona; "Buradan hiç bir yere çıkmam. Ancak oğlum Behâüddîn'in yanına gitmeyi isterim." buyurdu. Şeyh İsmâil; "Efendim güneşin harâretinden oraya gitmek ve orada oturmak mümkün olmaz." deyince Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Güneşin harâreti bize zarar vermez." buyurdu. Sonra kütüphânesinin önünde oturdu ve; "Ey İsmâil! Beni dinle, aslâ muhâlefet etme. Vefâtımdan sonra, çoluk-çocuğum, fıkıh kitaplarım, diğer hukûkî işlerim için yerime vasî olarak, İsmâil Enârenî'yi tâyin ettim. Ondan sonra Muhammed Nâsih, sonraAbdülfettâh, ondan sonra da seni seçtim. Malımın üçte birini namaz borcumun iskâtı için ayırın. Bir su sarnıcı inşâ edin. Ben zannederim ki, ümmetin iyi zâtlarından bâzı ihlâs sâhipleri, bu makâmda, sevdiklerimiz için dergâh binâ ederler. Malımın üçte birinden geri kalanı da, kapımızdaki fakir ve yoksullara verilsin. Ölümümden daha büyük bir musîbet size gelmez. Ona karşı sabır ve tahammül gösteriniz. İnsanlarla münâkaşa etmeyiniz." buyurdu.

     

    Şeyh İsmâil de; "Efendim, bugün kalblerimizi hüzün ve kederle doldurdunuz. İnşâallah bu emir gelmez de ömrünüz uzun olur." dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Ey İsmâil! Biz Şam'a ancak ölmek için geldik. Buraya geliş gâyemiz bundan başka bir şey değildir. Cenâb-ı Hak, Beyt-i mukaddesi ve Nebiyy-i zîşânı ziyâreti ve Hâcc-ı ekberi, bize geçmiş senelerde nasîb etti. İnşâallah saâdet-i ebediyyeye nâil oluruz. Başka bir şey istemiyoruz. Bâzı inkârcıların size yapacağı ezâ ve cefâdan korkuyoruz. Bilhassa falan kimsenin ezâ ve cefâsından korkuyoruz. Hak teâlâya yalvararak duâ ediyoruz ki, size eziyet verecek olan o kimse fazla yaşamasın. Çünkü sevdiklerimize iftirâ ederek zahmet verir." buyurdu. Buyurdukları gibi, kendilerinden kısa bir müddet sonra o kimse öldü.

     

    Bir gün Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, Şeyh İsmâil Gazzî'ye buyurdular ki: "Bütün kitaplarımı vakfettim." O esnâda içeriye Şeyh Muhammed Nâsih Efendi girdi ve; "Efendim Seyyid Hüseyin Efendi ve berâberinde bâzı âlim zâtlar, size tâziyeye geldiler." dedi. Daha sonra onları karşılayıp, oturmalarına müsâade ettiler. Oğlu Abdurrahmân için tâziyelerini kabûl etti. Ziyâretçiler gidince, Şeyh İsmâil Efendi de izin alıp ayrılmak istedi. Mevlânâ hazretleri: "Bugün burada kalınız." buyurdu. Sonra da; "İnsanların; "Mevlânâ Hâlid kerâmet izhar ediyor." demelerinden korkmasaydım, bütün arkadaş ve dostlarımla vedâlaşırdım. Bu Cumâ gecesi gideceğimizi zannediyorum." buyurdu. Daha sonra kendisine yemek getirildiğinde; "Bu ve bundan başka yemeklerden yiyemeyeceğim, ölümü isteyen hem de yemek yiyen hiç bir kimse gördünüz mü?" buyurdu. Uzun bir müddet dünyâ yemeklerinden yemedi. Sonra; "Dünyâ yemeklerine doymuş olduğum hâlde, Rabbime kavuşmayı arzu etmem." diyerek, evlâdı ile şakalaşan bir baba gibi, ayaklarını evin içinde yere vurdu. Bundan önce böyle bir hâl kendilerinden görülmemişti. Sonra kitapların bulunduğu yere gitti. Emânet aldığı kitapları sâhiplerine göndermeye başladı. Çoluk-çocuğuna teker teker nasîhat ve vasiyet ederek vedâlaştıktan sonra; "Biz bu Cumâ gidiyoruz." buyurdu.Sonra mescide vardı. İkindi namazını kıldıktan sonra, medresenin olduğu tarafa yöneldi. Kapısına geldiklerinde, sevdiklerinden İsmâil Gazzî'yi yanına çağırıp iltifât etti.Kütüphânesinin önünde oturdu. Önceki vasiyetini ve nasîhatı tekrar etti. Çoluk-çocuğuma hoş nazarla bakınız. Seçtiğim vasîm Şeyh İsmâil Enârenî'dir. Benden sonra irşâd vazifesinde bulunacak seçtiğim talebemdir. Bu husûsu hiç kimse hatırından çıkarmasın." buyurup, İsmâil Gazzî'ye: "Bana kalemi ver, vakıf şartlarını yazayım." buyurdu ve mübârek ellerine kalem alıp; "Bu kitapları Allah için vakfettim. Vakfımın şartları şunlardır." diyerek şartlarını yazdı. Sonunda da; "Bu yazılan şartlarla vakfettiğim kitaplarımın küçük bir tânesini de olsa değiştiren, noksanlaştıran kimseler üzerine; Allah'ın, meleklerinin ve bütün insanların lâneti yağsın." buyurdular. O esnâda talebelerinden olan Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden Seyyid Muhammed Emîn ibni Âbidîn içeri girdi ve bâzı sorular sordu. Mevlânâ Hâlid hazretleri, her soruya cevap verdikten sonra da, hangi kitaplarda olduğunu söyledi ve bu arada; "Şu kitabı getirin." buyurdu. O kitaptaki delîllerini de gösterdi. O zaman İbn-i Âbidîn hazretleri; "Efendim! Dün gece rüyâmda hazret-i Osman'ın vefât etmiş olduğunu gördüm. Çok büyük bir kalabalık oldu. Cenâze namazını ben kıldırdım." diyerek rüyâsını anlattı. Mevlânâ Hâlid hazretleri de; "Ey İbn-i Abidîn! Yakında ben vefât ederim. Sen de kalabalık bir cemâat ile cenâze namazımızı kıldırırsın, çünkü ben, hazret-i Osman'ın evlâdındanım." buyurdu. İbn-i Âbidîn bunu duyunca çok üzüldü ve rüyâsını anlattığına çok pişmân oldu.

     

    Daha sonra Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, sevdiklerine şöyle vasiyette bulundu: "Muhammed aleyhisselâmın sünnetine uyunuz. Üzerinde bulunduğumuz doğru yol üzere olunuz. Karşılaşacağınız güçlüklere sabr ve tahammül gösteriniz. Bizim vefâtımızdan daha büyük musîbet size ulaşmaz. Şekil ve şemâilimi sayarak, bağırıp çağırarak ağlamak sûreti ile, rûhuma zahmet vermeyiniz. Etrafa mektuplar yazarak, vefâtıma hiçbir kimsenin üzülmemesini ve ağlamamasını tenbih ediniz. Beni seven ve bana muhabbet eden, Allah rızâsı için kurban kesip sevâbını benim rûhuma göndersin. Rûhuma Kur'ân-ı kerîm ve Fâtihalar, kıymetli duâlar göndersin. Dünyâ sevgisi ile gönülleri dolanlar gibi sakın siz de; "Sadakaya muhtaç değilim. Ancak Fâtiha ve İhlâs-ı şerîflere muhtâcım." demeyiniz. Benim için iyiliklerde bulununuz. Sadaka veriniz. Sizi bize yaklaştıracak işler işleyiniz. Ömrümüz elliye ulaşmıştır. Otuz beş senelik farzları iskat edersiniz. Ömrümüzde kuşluk ve teheccüd namazlarını diğer beş vakit farz namazlar gibi hiç terk etmedik. Ey İsmâil, talebe ve arkadaşlarımın kıymetini biliyorsun. Onlara sıkıntı verecek şeylerden sakın. Zannederim ki, yakın zamanda talebelerim için bir dergâh inşâ edilir."

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu nasîhatleri yaptığında, sıhhatleri ve âfiyetleri yerindeydi. Sonra evlerine girdiler. Uzun zaman evden çıkmadıkları görülünce, talebeler, evinin hizmetçisinden haber sorup, içeri girmek ve mübârek cemâlini görmek arzularını bildirdiler. İçeri girmemeleri hakkında haber gelince, talebeleri bir hüzün ve elem kapladı. Bir daha yanlarına girmemek şartı ile tekrar izin istediler. O zaman içeri girilmesine müsâade ettiler. İsmâil Efendi berâberlerinde olduğu hâlde, yirmi kişi huzurlarına girip, ziyârette bulundular. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, sağ yanlarına yatmış bir vaziyette murâkabe hâlindeydi. Hâl ve hatırları sorulunca, teşekkür ve iltifât olarak gözlerini açıp, fazla kalmamalarını ve fazla konuşmamalarını işâret ettiler. Talebelerinden İsmâil Efendi; "Efendim zât-ı âlileriniz su isterler mi?" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri hâl ile; "Dünyâ ve içindekilerden vazgeçtim. Şu anda Hak ile meşgûlüm." demek istediler. Bu hâllere şâhid olanların hepsi, mübârek ellerini öpüp, titreyerek ve büyük bir şaşkınlık içinde dışarı çıktılar. Dışarıda başka talebeler ve sevenleri, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hâlinin nasıl olduğunu haber almak için bekleşiyorlardı. Onlara gördüklerini anlattılar.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, o gece yatsıdan sonra çoluk-çocuğunu yanlarına çağırdılar. Onlara hitâben; "Hepinize hakkımı helâl ettim. Birbirinizden ayrılmayınız. Vefâtınıza kadar bu evde kalınız." buyurdular. Abdest alıp bir mikdâr namaz kıldıktan sonra; "Şu anda tâuna tutuldum." buyurdular. Mübârek yüzleri sarardı. Sabahleyin de çoluk-çocuğuna dönerek tekrar; "Bundan sonra beni meşgûl edip benden bir şey istemeyiniz. Bir şey isterseniz vekîlimden isteyiniz. Beni Hak'la meşgûl olmaktan alıkoymayınız. Hiçbir kimse ile sohbet etmek istemiyorum. Rabbim ile meşgûlüm. Yanımda hiç kimse bulunmasın."Göz uçları ile kıbleye yönelip sağ yanı üzere yatarak, murâkabe ve Allahü teâlânın kudretini tefekkürle meşgûl olmaya başladı. Hastalığının şiddetinden; "Ah! vah!" gibi sesler aslâ duyulmayıp, her azâsından, hattâ mübârek saçlarından Hakk'ın zikrinin belirtileri görülüyordu. 1826 (H. 1242) senesi Şevvâl ayının yirmi altıncı günü müezzin ezân okumağa başladığında, Mevlânâ Hâlid hazretleri Fecr sûresinin son âyetlerini okudu. Meâlen; "(Sonra Allah mümin kimselere şöyle buyurur): "Ey (îmânda sebât gösteren Allah'ı anmakta huzûra kavuşan) mutmainne olan nefs, dön rabbine (Cennet'le sana hazırladığı nîmetlere) sen O'ndan (sana verdiklerinden ötürü) râzı, O da senden (îmânın sebebiyle) râzı olarak. Haydi gir (sâlih) kullarımın içine. Gir Cennet'ime." Bu âyet-i kerîmeleri okuyup bitirdikten sonra, mübârek rûhları Cennet-i âlâya uçtu ve Allahü teâlâya kavuştu.

     

    Kapısında bulunan âbidler, talebeleri, sevdikleri, vefâtlarını işitince, müteessir olarak kendilerinden geçtiler. Talebelerinden İsmâil Efendi, oradakilere; "Evliyânın vefâtı, bir evden öteki eve gidişi gibidir." hadîs-i şerifini naklederek, nasîhatte bulundu. Talebelerinin önde gelenlerinden İsmâil Efendi, Muhammed Nâsih, Ahmed Efendi,Ahmed Mekkî Efendi, Muhammed Sâlih Efendi ve Şeyh Abdülkâdir Efendi berâberce Mevlânâ Hâlid hazretlerinin vefât ettiği odasına girdiler. Onu sâf ve temiz, ebedî istirahata çekilmiş bir şekilde görünce, mübârek ayaklarından öpüp göz yaşı döktüler. Daha sonra Şeyh İsmâil Efendi; "Kendimi, öldükten sonra dirileceğimiz yer olan haşr meydanında sanmıştım. Mevlânâ Hâlid Efendimizin yüzleri, gözleri kamaştıracak derecede nûrluydu. Her hâli ile nûr saçışları, velîliğine işâret ediyordu." dedi. Şeyh İsmâil sözlerine devamla; "Elini öptüğüm zaman, mübârek terlerinin misk gibi koktuğuna şâhid oldum. Böyle hoş koku şimdiye kadar koklamış değildim. O güzel kokuyu yüzüme ve gözüme sürmeye başlamıştım. Cân ve gönlüm, şeker lezzeti bularak hayat buldu." diyerek o günkü hâllerini anlattı.

     

    Cenâze namazını, talebesi olmakla şereflenen ve; "Beş vakit namazda Ettehiyyâtü okurken Resûlullah efendimizi baş gözüyle görmezsem, o namazımı iâde ederim." diyen, Hanefî mezhebinde büyük fıkıh âlimi Seyyid Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn kıldırdı.

     

    Mevlânâ Hâlid hazretleri; uzuna yakın boylu, iri yapılı, buğday tenli, burnunun ortası yüksekçe, gözleri iri ve siyah, sakalı sünnete uygun olup, siyahı beyazından fazlaydı. Güleryüzlü, kolları uzunca, geniş göğüslü, vakarlı ve çok heybetliydi.

     

    Birçok peygamberin, âlim ve evliyânın kabrinin bulunduğu Kâsiyûn Dağı eteğindeki kabristana defnedilen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin kabri üzerine daha sonra türbe yaptırıldı. Bu türbesi sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin dört oğlu vardı. Bunlardan Şihâbüddîn Efendi babasının sağlığında ikenBağdât dönüşü sırasında Urfa'da vefât etti. Muhammed Behâüddîn ve Abdurrahmân Efendi ismindeki iki oğlu da babalarının vefât ettiği sene tâun hastalığından Şam'da vefât ettiler. Dördüncü oğlu Necmeddîn Efendi babasının vefâtından sonra dünyâya geldi. Uzun müddet yaşadı. Onun da iki oğlu olup, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin nesli bunlardan devâm etti.

     

    Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle geçiren Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri pekçok talebe yetiştirip, İslâm memleketlerine gönderdi. Onun sohbetlerinde ve ilim meclislerinde yetişen âlim ve velîlerden bâzıları şunlardır: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin medrese arkadaşı Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, Şeyh Muhammed Hâfız Urfalı, Şeyh Ahmed Eğribozî, FeyzullahErzurûmî, Kuzey Afrika'dan gelip feyzlerine kavuşan Şeyh MuhammedMağribî, Şeyh Seyyid EsadSadrüddîn, Müftî Hayderî Bağdâdî, Şeyh Abdurrahmân Rûzbehânî, AbdullahCeselî, Şeyh MuhammedKudsî Bozkırî, Osman-ı Kürdî Tavîlî, Ubeydullah Hayderî, İbrâhim Fasih Hayderî, Muhammed-iCedîd, Seyyid Abdülgafûr Efendi, Mûsâ Cûbûrî, İsmâil Enârenî, Abdullah-ı Herâtî, Abdülfettâh-ı Akrî, Abdullah Erzincânî Mekkî, İsmâil Şirvânî, İsmâil Berzencî, MollaEbû Bekr-i Bağdâdî, Abdülgafûr Kürdî, Muhammed Meczûb İmâdî, Şeyh Hasan HâfızKozânî, Şeyh Hâlid-i Cezîrî, Seyyid Tâhâ-yıHakkârî, Ahmed Hatîb Erbilî, İsmâil-i Basrî, Şeyh Yûsuf-i İslâmbolî, Muhammed Hânî Şeyh Fırakî, Tâhir-i Akrî, Şeyh Tekrîtî, Mûsâ Bendenîhî, Âşık-ı Mısrî, Hasan-ı Kudsî, Hüseyin Vâiz Malâtî, Ahmed Hicâr Halebî, Sâlih Kazzâz-ı Dımeşkî, Ahmed Bikâî, Ahmed bin Süleymân Trablûsî Ervâdî, Şeyh Ahmed Tevzeklî, ilim ve fazîlet sâhibi Mücâhid Şeyh Şâmil-i Dağıstânî, Abdurrahîm Bustânî Hamevî, Ahmed Kürdî Zemlikânî, Ahmed Kürdî, Şeyh Ali Palurî, Şeyh İsrâil Ezrâî.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin icâzet ve hilâfet verdiği bu zâtlar Mekke, Medîne, Kudüs, Şam, Haleb, Irak, Bağdât, Basra, Kerkük, Erbil, İmâdiye,Cezîre, Şemzîn (Şemdinli), Mardin, Ayıntab, Urfa, Diyarbakır, Anadolu'nun birçok şehirleri, İstanbul, Hindistan, Afganistan, Dağıstan (Kafkasya), Mâverâünnehr, Mısır, Umman, Mağrib, Girit ve diğer İslâm memleketlerine gidip İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattılar. İnsanlar bu zâtların vesîle olmasıyla dünyâ ve âhiret saâdetine kavuştular.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, çeşitli ilimlerde eserler yazdı. Bilhassa İrâde-iCüz'iyye Risâlesi'nin bir benzeri o zamâna kadar yazılmamıştı. Râbıta Risâlesi'nin bir çok şerh, tetimme ve tâlikleri vardır. Hele Fârisî dil ile yazdığı, ince rûhunun terennümlerini bildiren Dîvân'ı, bir şâheserdir. Okuyanlar, zekâsının kuvvetini, görüşünün keskinliğini, aklının üstünlüğünü, kalbinin temizliğini, sanatkârâne üslûbunu, evliyâlıktaki derecesini ve muhabbetinin çokluğunu görür. Eserlerinden biri de Îtikâdnâme olup bu kitap, İslâmın beş şartını ve îmânın altı şartını bildirmektedir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu eserini Farsça olarak yazıp, Îtikâdnâme adını verdi. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kardeşi, büyük velî Mevlânâ Mahmûd Sâhib'in talebelerinden Kemahlı Hâcı Feyzullah Efendi de, bu kitabı Türkçe'ye tercüme ederek, Ferâid-ül-Fevâid ismini verdi. Her müslümanın okuması ve çoluk-çocuğuna okutması gerekli olan bu eser, İhlâs Holding A.Ş. yayınları arasında, Herkese Lazım Olan Îmân ismiyle neşredilmiştir. Ayrıca bunun Almanca, Fransızca, İngilizce ve Arapça tercümeleri de yapılarak bastırılmış, İhlâs Vakfı tarafından bütün dünyâya dağıtılmıştır.

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin bir de Câliyet-ül-Ekdâr adında, salevât-ı şerîfe kitabı vardır. Okunması, keder ve üzüntüleri giderir. Bundan başka; Cem'ul-Fevâid min Câmi'il-Usûl ve Mecmeu'z-Zevâid, Hayâlî Hâşiyesi, Şerh-ur-Remlî Hâşiyesi, Risâletün fil-İbâde, Arabî ve Fârisî Mektûbât, Risâletün fi Isbât-ır-Râbıta, Risâletün fî Âdâb-il-Mürîd Maaşşeyhihî, Risâletün fit-Tarîk, Makâmât-ı Harîrî Hâşiyesi (tam değil), Zemahşerî'nin Etbâk-üz-Zeheb'i üzerine Fârisî bir şerh, Siyâlkûtî Hâşiyesi, Şerh-i Akâid-i Adudiyye, El-Ikd-ül-Cevherî fil-Farkı Beyne Kesbey il-Mâtürîdî vel-Eş'arî vb.dir.

     

    İNCE MESELELER

     

    Süleymâniye'nin meşhûr âlimlerinden bâzısı, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini, aklî ve naklî ilimlerin en zor ve ince meseleleri ile mağlub etmek istediler ise de, kendileri yenildiler. Yanlarında câhil gibi kaldılar. Çâresiz kalıp, Irak'ın her bakımdan en büyük âlimi olan ve hüccet-ül-İslâm denen Şeyh Yahyâ Mazûrî İmâdî'ye mektup yazıp; "Süleymâniye âlimleri tarafından, din ve dünyâ ilimlerinin allâmesi, müslümanların hücceti, efendimiz, üstâdımız Yahyâ Mazûrî İmâdî hazretlerinedir. Hak teâlâ müslümanları uzun hayâtınızla bereketlendirsin. Şehrimizde,Hâlid isminde bir zât zuhûr eyledi. Hindistan'a gidip geldikten sonra, vilâyet-i kübrâ ve insanları irşâd dâvâsında bulunuyor. Bu zât, din ilimlerini mükemmel bir sûrette tahsîl ettikten sonra, terk eyledi. Yanlış yollara saptı. Bizler onu ilimde yenemedik. Büyüğümüz sizsiniz! Bu tarafa gelip, yanlışlığını ve zararlarını def edip, onu yenmeniz, üzerinize vâcibdir. Gelmeyecek olursanız, bu fikirleri bütün insanlara ve diğer şehirlere yayılacaktır." dediler.

     

    Bu mektup, Şeyh Yahyâ'nın eline geçince, bâzı talebesi ile birlikte, Süleymâniye yolunu tuttu. Şehre yaklaşınca, bütün âlimler, karşılamağa çıkıp, eline yüz sürüp, herbiri kendi evine dâvet ettiyse de, kabûl etmedi ve; "Bu saatte o zâtla görüşmem lâzımdır." deyip, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin hânekâhına gitti. O devlethâneye girince, Mevlânâ Hâlid hazretleri kalkıp kapıda karşıladı ve müsâfeha ettikten sonra, yanlarına oturttu. Şeyh Yahyâ'nın kalbinde, bir takım ince ve zor meseleler vardı. Bunları sorup imtihan edecekti. Daha ağzını açmadan, hazret-i Mevlânâ, Şeyh'e hitâben; "Din ilimlerinde çok müşkil meseleler vardır. İşte biri şudur ve cevâbı budur; diğeri şudur, cevâbı budur." buyurup, Şeyh'in kalbindeki bütün suâlleri ve cevaplarını söyledi.

     

    Şeyh Yahyâ bu mübârek zâtın evliyânın büyüklerinden olduğunu anladı. Tövbe edip talebelerinden oldu. İftirâcılar bunu duyunca perişân oldular. Mevlânâ hazretleri, Şeyh Yahyâ'yı çok severdi.

     

    DERGÂHI TEMİZLERDİ

     

    Bir sene yolculuktan, sonra Mevlânâ Hâlid,

    Delhi’ye geldiğinde, ikindiydi tam vakit.

     

    Delhi’nin toprağına, ilk ayak bastığında,

    Dağıttı sevincinden, her ne varsa yanında.

     

    Sonra varıp elini, öperek o büyüğün,

    Talebesi olmakla, şereflendi aynı gün.

     

    O da, ilk iş olarak, ezmek için nefsini,

    Verdi ona dergâhın, günlük temizliğini.

     

    Her zâhirî ilimde, çok büyük âlim iken,

    Başladı vazîfeye, hiç îtirâz etmeden.

     

    Kova ve süpürgeyi, her gün alıp eline,

    Aylarca devam etti, dergâh temizliğine.

     

    Kovasını kuyudan, su ile doldurarak,

    Taşırdı omuzunda, bir sopaya takarak.

     

    Dergâhtan o kuyuya, o kuyudan dergâha,

    Gidip gidip gelirdi, bir günde, pekçok defa.

     

    Hem dergâhın temizlik, işiyle uğraşırdı,

    Ve hem de abdest için, depoya su taşırdı.

     

    Üstâdının verdiği, bu temizlik işinden,

    Eğer az bir gevşeklik, gelse idi içinden,

     

    En şiddetli cezâyı, verip hemen nefsine.

    Yine devam ederdi, aynı vazîfesine.

     

    Bir gün nasıl olduysa, yaparken bu işini,

    Az hissetti nefsinin, işe gayretini.

     

    Derhâl kendi kendine, söylendi ki: “Ey nefsim,

    Sana bu, çok şerefli, vazîfeyi veren kim?

     

    Yapmak istemez isen, bu işi eğer ki sen,

    Atarım elimdeki, süpürgeyi ve hemen,

     

    Yerleri, sakalımla, süpürtürüm vallahi,

    Vazîfene severek, devam et, durma haydi.”

     

    Nefsini bu şekilde, paylayınca o biraz,

    Ondan sonra nefsinden, gelmedi bir îtirâz.

     

    Üstâdının verdiği, bu işi yapmak için,

    Çalıştı canla başla, gevşeklik etmeksizin.

     

    Su taşıya taşıya, aylarca omuzunda,

    İki omuzu dahî, yara oldu sonunda.

     

    Bir gün yine dergâha, omuzda su taşırken,

    Mübârek üstâdıyla, karşılaştı âniden.

     

    Abdullah-ı Dehlevî, şâhid oldu ki o an,

    Hâlid-i Bağdâdî’nin, mübârek omuzundan,

     

    Çıkıyor Arş’a doğru, muazzam büyük nûrlar,

    Melekler hayranlıkla, onu seyrediyorlar.

     

    Ne zaman ki üstâdı, vâkıf oldu bu hâle,

    Anladı artık onun, geldiğini kemâle.

     

    O’nu o vazîfeden, alarak en sonunda,

    Emretti ki dâima, bulunsun huzûrumda.

     

    Bâdemâ üstâdına, yaparak çok hizmetler.

    Çekti çok mücâhede, ve çetin riyâzetler.

     

    Beş ay da bulunarak, üstâdının yanında,

    Olgunlaştı iyice, nazarları altında.

     

    Bereketli sohbet ve, teveccühleri ile,

    Bu vilâyet yolunda, kavuştu tam kemâle.

     

    Abdullah Dehlevî’nin, kalbinde sır ve esrar,

    Ne varsa üstünlükten, hepsine oldu mazhar.

     

    Yâni onda bulunan, o şerefli emânet,

    Hâlid-i Bağdâdî’ye, geçmiş oldu nihâyet.

     

    EMÂNETİMİZİ VERİN

     

    Hacı Halîl Efendi, Sultan Mahmûd Hanın saray hizmetçisiydi. Halil Efendi hacca gitmeye niyet etti. İstanbul'dan Üsküdar'a geçtiğinde, Üsküdar mezârlıklarının içinden bir zât, elinde bir mektup olduğu hâlde hızlı adımlarla ona doğru koşarak geldi ve:

     

    "Aman HacıHalîl Efendi şu mektubumu al! Lütfen Şam'a vardığınızda, velîlerin önderi, âriflerin büyüğü Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî hazretlerine ver. Buyurduklarını ve mektubu verdiğiniz târihi de unutmayınız. Döndüğünüzde cevâbı alırız." dedi ve yine kabristanlığa doğru yürüyüp uzaklaştı.

     

    Halîl Efendi Şam'a gidip, vâlinin konağına misâfir oldu. O akşam Mevlânâ Hâlid hazretleri, hizmetçisine feneri hazırlamasını emredip, vâlinin konağına gideceklerini bildirdi.Konağı teşriflerinde vâli hürmetle karşılayıp; "Efendim, teşrifinizden çok memnun olduk. Bunun bu gecede olmasının bir hikmeti olsa gerek." dedi. Halîl Efendi de orada idi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bir müddet oturup sonra ayağa kalktılar ve; "Gidelim." buyurdular. Vâli ve HacıHalîl Efendi de saygıyla kalktı. Mevlânâ Hâlid hazretleri gitmekten vazgeçip durdu. Az sonra tekrar kalktılar. Bu hâl üç defâ tekrar etti. Mevlânâ Hâlid hazretleri son defâ kalktıklarında, HacıHalîl Efendiye dönerek; "HacıHalîl Efendi! Bizim sizde bir emânetimiz vardır." buyurdu. Halîl Efendi de; "Efendim böyle bir emânet yoktur." dedi.Mevlânâ Hâlid hazretleri tekrar; "Elbet olacak. Cebinize ve eşyânıza baksanız." buyurdu. Halîl Efendinin hatırına mektup gelmeyince; "Halîl Efendi! Üsküdar kabristanlığından geçerken, şöyle şöyle bir zât size bir mektup vermişti." buyurdu. Hacı Halîl Efendi hatırladı ve derhal mektubu çıkarıp verdi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdu ki: "Hacı Halîl Efendi bizimdir (bizim misâfirimizdir)." Vâli de; "Biz köleniz deEfendimindir." dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; "O başka." buyurdular ve birkaç defâ; "Hâcı Halîl Efendi bizimdir." buyurunca, Hacı Halîl Efendi: "İnşâallahü teâlâ hacdan sonra efendimizin ayaklarının toprağına yüz sürerim (ziyâret edip misâfir olurum)." dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; "Hacdan sonra gelirseniz bizi bulamazsınız." buyurdu. Hacı Halîl Efendi de; "İnşâallah buluruz." dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Nasîb!" buyurdu. Daha sonra mektubu açıp okudu ve; "Bize hüsn-i zan etmişler. Zannettikleri gibi olsun." buyurdu.

     

    Halîl Efendi hacdan sonra bizi bulamazsınız buyurmasının hikmetini anlayamayıp Hicaz yoluna koyuldu. Mekke-i mükerremeye geldi. Kalabalık bir topluluğun cenâze namazı kıldığını gördü. Onlara; "Ortada cenâze yok. Kimin namazını kılıyorsunuz?" diye sordu. Onlar da: "Şam-ı şerîfte Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri vefât etti. Onun namazını kılıyoruz." cevâbını verdiler. Bu vefât haberini alınca, Halîl Efendi kendine geldi. Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî hazretlerinin kerâmetini anladı. Haccı edâdan sonra, Şam'a oradan da İstanbul'a gitti. Üsküdar'a geldiğinde kabristanlığın kenarında mektubu veren zâtı gördü. O zât Halîl Efendiye; "Efendim! Siz mektubu verdiniz, bizim de işimiz oldu." deyip, kabristanlığa doğru uzaklaştı.

     

    EN SEVGİLİ OLANINIZ

     

    Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, bir sohbeti sırasında talebelerine ve sevenlerine buyurdu ki:

     

    "Size önemle sünnet-i seniyyeye yapışmanızı; câhiliye âdetlerinden ve pek aşağı olan bid'atlerden sakınmanızı; gösterişe kapılmamanızı; halktan, bedeni beslemeye çok ehemmiyet verenlere, kendilerinden bir şey beklemek sûretiyle makam ve mevkî sâhipleri ile görüşmeyi terk etmenizi tavsiye ederim. Çünkü bu şekilde onlarla görüşmek, onların lekelendiği şeylerle sizin de lekelenmenize sebeb olur. Yapmak mecburiyetinde olduğunuz iki bozuk işle karşılaştığınızda en hafif olanını yapmak lâzımdır. Devlet reislerine dil uzatmayınız, onların iyilikleri için duâ ediniz. Çünkü onların iyiliği, sizin iyiliğinize vesîle olur. Şunu iyi biliniz ki, sizin bana en sevgiliniz; dünyâ ehline alâkası en az olanınız, başkasına yük olmayanınız, fıkıh ve hadîsle meşgûl olanınızdır."

     

    1) Reşehât Aynü'l-Hayât; s.160

    2) Hadâikü'l-Verdiyye; s.223

    3) İrgâmü'l-Merîd; s.78

    4) Şemsü'ş-Şümûs Tercümesi

    5) Mecd-i Tâlid Tercümesi

    6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1081

    7) Hadîkatü'l-Evliyâ; s.155

    8) Sefînetü'l-Evliyâ; c.2, s.162

    9) Eshâb-ı Kirâm; (14. Baskı) s.165

    10) Herkese Lâzım Olan Îmân

    11) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.66

    12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.18, s.77-125

    13) Rehber Ansiklopedisi; c.7, s.54

    14) Esâvirü'l-Ascediyye fil-Meâsiri'l-Hâlidiyye; SüleymâniyeKütüphânesi, Bağdatlı VehbiKısmı, 1659; Esad Efendi Kısmı, 2516

    15) Asfa'l-Mevarid min Selsâl-i Ahvâl-i İmâm-ı Hâlid; Süleymâniye Kütüphânesi,Abülganî Ağa Kısmı


  14. EMÎR AHMED-İ BUHÂRÎ

     

    İstanbul'un büyük velîlerinden. Buhârâlı olup Peygamber efendimizin torunlarındandır. Tasavvuf yolunda yükseldi. İstanbul Fâtih'de yıllarca talebe yetiştirdi. 1516 (H.922) senesinde vefât etti.

     

    Küçük yaşta Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine talebe oldu. Onun hasta kalplere şifâ veren sözleriyle yetişti. Hizmetiyle şereflenip, teveccühlerine kavuştu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onu çok severdi. Nerede görse ayağa kalkar, tâzim ve ikramda bulunurdu. Seyyid Ahmed, hocasının bu iltifâtlarına çok mahcub olurdu. Bir gün hocasına; "Muhterem efendim! Bu fakir için gösterdiğiniz hürmet bizi çok üzmektedir." deyince, Ubeydullah-ı Ahrâr ona; "Size nasıl tâzim, hürmet etmeyelim ki? Sizi gördüğümüz zaman iki büyüğün azametini müşâhede etmekteyiz. Biri; sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın neslindensiniz. Diğeri de; Hâce Mahmûd İncirfagnevî ceddinizdir." buyurdu. Seyyid Ahmed-i Buhârî, daha sonra hocasının işâretleri üzerine yine hocasının halîfelerinden Simavlı Abdullah-ı İlâhî ile berâber Anadolu'ya geldi. Yolda Molla Câmî ile görüşüp sohbet ettiler.

     

    Kütahya'nın Simav kazâsına gelen Abdullah-ı İlâhî hazretleri burada insanlara doğru yolu göstermeye başladı. Emîr Ahmed-i Buhârî hazretleri de Abdullah-ı İlâhî'ye tâbi olup, onun hizmetine girdi. Abdullah-ı İlâhî onu çok severdi. Dâimâ sağ tarafına oturturdu. Böylece Abdullah-ı İlâhî hazretleri, insanların olgunlaşmasını, îmânının vicdânîleşmesini sağlayan tasavvufta bir yol olan Nakşibendî tarîkatını Anadolu'ya yaymaya başladı. Etraftan pekçok talebe akın akın ona koşmaya, feyzlerine kavuşup hasta kalplerine şifâ aramaya başladı. İşte böyle bir evliyânın terbiyesinde olan Seyyid Ahmed-i Buhârî, beş vakit namazda imâm olur, arkasında hocası ve diğer talebeler namaz kılarlardı. Abdullah-ı İlâhî buyurdu ki: "Simav'da altı sene, Emîr Ahmed bize yatsının abdestiyle sabah namazını kıldırdı." Buradan da anlaşıldığı gibi, Ahmed Buhârî geceleri hiç uyumazdı. Sâdece kuşluk vaktinde, dağa oduna gittiğinde bir saat kadar uyurdu. Ahmed Buhârî bu günlerdeki hâlini şöyle anlattı: "Hocamla Simav'da bulunduğumuz zaman, beş vakit namazda bizi imâmete geçirirdi. Kuşluk namazından sonra, hocamın merkebini ve katırını alıp dağa çıkardım. Yüklediğim odunları, öğle namazına yetişecek şekilde eve getirirdim. Öğle namazını kıldırdıktan sonra, çift sürmeğe giderdim. Yaz geldiğinde ise ekinleri biçer, kaldırırdım. Diğer zamanlarda sırtımda çalı taşır, bağ ve bahçe duvarını tâmir ederdim. İkindi namazından sonra da hocamın huzûrunda otururdum." Ahmed Buhârî hazretleri, geceleri hep ibâdet eder, gündüzleri oruç tutardı. Bid'atlerden şiddetle kaçınır, sünnet-i seniyyeye uymaya çok dikkat ederdi. Dâimâ Allahü teâlâyı hatırlar, kalbi devamlı zikrederdi. Dünyâya hiç meyletmez, haramlardan kaçar, şüpheli korkusuyla mübahları dahî terkederdi. Devamlı Allahü teâlânın huzûrunda olduğunu düşünür, ona göre hareketlerini düzeltirdi.

     

    Ahmed Buhârî, Simav'da bir müddet kaldıktan sonra, hocasından izin alarak hacca gitmeye karar verdi. Hocası ona on akçe yol harçlığı, binek olarak da eşeğini verdi. Yolda okumak üzere bir Kur'ân-ı kerîm ve Mesnevî aldı. Akşam namazını kıldırdıktan sonra, hocası ve arkadaşlarıyla vedâlaşarak yola koyuldu. Yolda, bir kimsenin çok ısrârı üzerine Mesnevî'yi ona verdi. O kimse de hediye olarak iki yüz akçe vermek istedi. Almamak için çok uğraştı ise de, sonunda kabûl etmek mecbûriyetinde kaldı. Bir müddet daha gittikten sonra, bir konakta Kur'ân-ı kerîmini çaldılar. Kudüs'e kadar parası kendisine yetişti. Ahmed Buhârî hazretleri bundan sonrasını şöyle nakletmektedir:

     

    "Kudüs-i şerîfte idim. Mescid-i Aksâ imâmı bize muhabbet edip, Kudüs Medreselerinin birinde bir oda ayırdı ve orada günlerimi geçirmeğe başladım. Medresenin kayyımı, hizmetlisi bize iki ekmek getirirdi. Bir gün dedi ki: "Bu ekmek, odanın hissesidir." O zaman içime bir sıkıntı düştü. Vakıf ekmeğini yemeyi kabûl etmeyip; "İhtiyâcım yoktur, istemiyorum." dedim. Kayyım da; "Öyle söylüyorsun ama, görenler seni zengin zannederler ve odadan çıkarırlar. Ekmeği al, yemezsen bir başkasına verirsin." dedi. Ben de; "Senin olsun." dedim. Ondan sonra hatırıma; "Bir kazanç yolu olsa da ondan günde bir akçe gelir olsa ve onunla nafakamı temin etsem." düşüncesi geldi. O anda içeri bir köylü girdi. Bana; "Efendim! Yazı yazmayı bilir misin?" dedi. "Biraz okumuşluğumuz var." dedim. Bir kitap göstererek; "Bunu yazarsan, her yaprağına bir akçe vereceğim. İstediğin kadar yazabilirsin. Hepsi de kabûlümdür." dedi. Kalem, kağıt ve mürekkep de getirdi. O kitaptan hergün bir yaprak yazardım ve bir akçe alır, onu nafakamda kullanırdım. Hiç kimseden sadaka almazdım. Bey gibi geçinip giderdim. Sonra artan paralarla hac yolculuğuna devâm ettim. Mekke-i mükerremeye gittiğimde, hergün yedi defâ tavâf yedi defâ da sa'y yapacağıma nezr etmiştim. Sayı olarak kırk dokuz sa'y ediyordu. Gece yarılarına kadar devâm ederdim. Gece yarısı harem-i şerîfe karşı ayakta durarak duâ ederdim. Bâzan da oturarak duâda bulunurdum. Sonra tavâfa devâm ederdim. Hiçbir gün yatıp uyuduğumu hatırlamıyorum." Seyyid Emîr Ahmed-i Buhârî, bir sene kadar Kudüs-i şerîfte, bir sene de Mekke-i mükerremede kaldı. Hocası Abdullah-i İlâhî, Simav'dan hacca gidenlere tenbih ederek, Ahmed'in artık gelmesini buyurdu. Haberi alan Ahmed; "Başüstüne!" diyerek, o sene hacılarla berâber Simav'a geldi.

     

    Hac dönüşü bir müddet daha Simav'da hocasının hizmetinde bulunan Ahmed-i Buhârî, bir gün hocasına; "Efendim! İstanbul evliyâsını merâk eder dururum. Müsâade ederseniz, gitmek istiyorum." dedi. Hocası da; "Bizi de sık sık İstanbul'a dâvet ediyorlar. Vezîr, kâdıasker Manisalı Çelebi, hediyeler ve haberciler göndermiş, gelmemi istemişler. Sen önce git, bize oradan haberler gönder. Durum nedir öğrenelim." buyurdu. Ahmed-i Buhârî hemen yola çıktı ve İstanbul'a geldi.

     

    Emîr Ahmed-i Buhârî hazretleri bu yolculuktan sonra hâlini şöyle anlatır: "İstanbul'a geldim. Fakat ne bir kimse beni tanırdı, ne de ben bir kimseyi. Vefâ'ya gittim. Şeyh Vefâ hazretlerinin câmiine vardım. İkindi namazını bir köşede kıldıktan sonra, beklemeye başladım. Şeyh Vefâ, mihrâb içindeki kapıyı açıp girdi. Talebelerine imâm oldu. Namazdan sonra, talebeleriyle Allahü teâlâyı zikre başladılar. Sessizce, herkes kendi hâlinde cenâb-ı Hakk'ın ismini anıyordu. Onları uzaktan seyre daldım. Hocaları Vefâ hazretlerine bakmak isteyince, o da başını kaldırıp bana doğru bakıyordu. Zikrleri bitince, yerimden kalkıp, hocaları ile müsâfeha etmek istedim. Şeyh de yerinden kalkıp, bana doğru geldi ve beni kucaklayıp bağrına bastı. Epey zaman konuşmadan oturdum. Sonra talebelerine dönerek; "Seyyid Ahmed, bizim misâfirimizdir. Hak ve hukûkuna riâyet ediniz." diyerek ayrıldı. O gece rüyâmda Vefâ hazretlerinin câmiinin direklerinden birinde bir kandil yanıyor gördüm. Fakat alevi parlak değildi. Benim de elimde bir mum vardı. Mumu o kandilden yakmak istedim ve uzattım. O anda kandil ortadan kayboldu. Yerime geldim. Oturdum. Direğe baktığımda, kandil yine orada duruyor, sönük bir vaziyette yanıyordu. Tekrâr mumu yakmak için gittim, yine kayboldu. Bu şekilde üç defâ tekrar ettim. Mumu yakmaya muvaffak olamadım. Ertesi gün Vefâ hazretlerinin sohbetlerine katıldım. Bir gün daha orada kalıp, izin alarak ayrıldım. İstanbul'un durumunu bildirir bir mektup yazarak, hocam Abdullah-i İlâhî'ye gönderdim. İstanbul'un durumunu bildiren mektupta;

     

    Burada kişi gönül rahatlığında ama, gerçekte

    Dostun eteklerine yapışmış sohbeti özlemekte

     

    diyerek hocasına hasretini bildirmekte ve dâvet etmekteydi.

     

    Abdullah-i İlâhî hazretleri, bu mektuptan bir müddet sonra İstanbul'a geldi. O sırada pâdişâh İkinci Bâyezîd idi. Vezîr Manisavîzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi, Abdullah-i İlâhî ve talebeleri için yer tahsîs etti. Fakat bunu kabûl etmeyip, Zeyrek Câmiinin boş ve virân hâle gelmiş medresesine yerleşti. Âlimler ve diğer insanlar, onun câna cân katan sohbetlerine koştular. Ondan feyz aldılar. Abdullah-i İlâhî, Seyyid Ahmed'i Buhârî'ye burada icâzet, diploma verdi. Evranos Beyin oğlu Ahmed Bey, Rumeli'de Vardar Yenicesi'ne Abdullah-i İlâhî'yi dâvet etti. Abdullah-i İlâhî, yerine Seyyid Ahmed-i Buhârî hazretlerini vekil bırakarak Vardar Yenicesi'ne gitti ve orada vefât etti.

     

    Bundan sonra Emîr Ahmed-i Buhârî, İstanbulluları irşâda, yetiştirmeğe başladı. Her taraftan talebeler huzûruna koşuyordu. Bereketli sohbetleriyle, talebelerin dünyâya meyilleri azalıyor, hidâyete kavuşarak, âhirete yöneliyorlardı. Talebeleri çoğalınca, Fâtih Câmiinin batısında bir yere mescid ve talebelerin kalacağı bir ev yaptırdı. Orada ders vermeye başladı. Talebesi daha da çoğalınca, Balat'a yakın bir yerde, Galata'ya karşı birçok odalar yaptırdı. Talebeler, orada ikâmet ederek derslerine devâm ettiler.

     

    Talebeleri, huzûrunda çok edepli otururlardı. Dâimâ gösterişten uzak durur, kalben Allahü teâlâyı zikrederlerdi. Seyyid hazretleri, sohbetlerinde hiç dünyâ kelâmı konuşmazdı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarından, Resûlullah efendimizin mübârek sözlerinden, âlimlerin hallerinden başka şey anlatmazdı. İnsanların kalbinden geçenleri, evliyâlık nûru ile keşfederdi. Çok kimse arzusunu söylemeden cevaplarını alır, tatmin olur giderlerdi.

     

    Seyyid Emîr Buhârî hazretleri, talebelerine, yollarının esaslarını şöyle bildirdi: "1) Ruhsatlardan sakınarak, nefse zor gelenleri yapmak, 2) Dinde Peygamber efendimiz ve dört büyük halîfe devrinde olmadığı halde sonradan çıkarılmış âdet ve uygulamaları, bid'atleri terketmek, 3) Sünnet-i seniyyeye sıkı sarılmak, 4) Gösterişten uzak olmak, 5) İnsanlarla ihtiyacı kadar görüşmek, 6) Az konuşmak, az yemek, az uyumak, 7) Geceleri ibâdet etmek, 8) Gündüzleri oruç tutmak."

     

    Seyyid Emîr Ahmed-i Buhârî, 1516 senesi Cemâzil-âhir ayının bir Pazartesi günü, kuşluk vaktinde talebelerine vasiyetini yaptı. Vasiyetlerinden biri de; "Mezarımı, mescidimin güneyindeki duvarın dibine kazınız. Yanındaki defne ağacını kesmeyiniz." şeklindeydi. Talebeleriyle vedâlaştı ve onlara son nasîhatlarını yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.

     

    Mahmûd Çelebi anlattı: Hocamız Seyyid Buhârî hazretleri vefât edince, mübârek bedenini bu fakîr yıkadım. Bir talebe arkadaşım da su döküyordu. Yıkama esnâsında, üç defâ mübârek gözlerini açıp, hayattaki gibi baktılar. Mezara indirip toprak üstüne koyunca, kıbleye doğru sağ yanı üzerine döndü. Orada olanlar hayret ederek salevât getirmeye başladılar. Mezarı kapandıktan sonra, talebe arkadaşlarım üzerini örtmek istediler. Bunun için de ağacı kesmeyi onunla mezarın üzerini örtmeyi uygun gördüler. Ben müsâade etmedim. Onlar çok ısrâr ettiler. Ben de; "Ben gideyim, siz bildiğiniz gibi yaparsınız." dedim ve oradan ayrıldım. Gittikten sonra ağacı kesmişler. Kabrin etrâfını duvar yapıp üzerini örtmüşler. Fakat bir müddet sonra, o taşların arasından aynı ağaç çıkıp, büyümeye başladı."

     

    Mezarı, Fâtih Câmiinin batısındaki Emir Buhârî Câmiinin kenarındadır. Yol tarafına pencere açıldı. Ziyâret edenler, onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmektedirler.

     

    Anadolu kâdıaskeri Ahmed Paşanın oğlu Hızır Bey Çelebi, kaplıca müderrisi iken vazîfeden ayrılıp, Emîr Ahmed-i Buhârî hazretlerinin talebesi olmuştu. Hızır Bey Çelebi, hocasının vefât târihini şöyle düşürdü:

     

    Zorlu imiş ayrılığın, pek zor, âh Şeyh. Nere gitti bilmem ki, Hakka eren Şeyh. Bu ayrılık, hasret, keder ve hâlete.

     

    Gönlüme dedim de târih. Dedi: "Vâh Şeyh."

     

    Lâmiî Çelebi de şöyle söyledi:

     

    Hani o hakîkat güneşi, Hakkın lütfu, ihsânı.

    Tarîkat yolunun kutbu, pâdişâhların mürşidi.

    Işık salmıştı Buhârâ'dan doğarak Rûm üstüne,

    İftihârıydı ecdâdımın, şâh idi din mülküne.

    Ahbâbın yıldız gibi koydu, ay misâli batınca,

    Gam bulutlarıyla dolu, yeryüzü olur kapkara.

    Çünkü bu sevdâ buharı can dimağını kapladı.

    Dil dedi târih: "Ey Seyyid Ahmed-i Buhârî âh-vâh."

     

    Emîr Ahmed Buhârî hazretlerinin en büyük halîfeleri Bursalı Mahmûd Lâmii Çelebi, tıb sâhasındaki mahâreti ve Hakîm Çelebi adıyla meşhur olan Şeyh Mahmud bin Seyyid Ahmed ile dâmâdı Şeyh Mahmûd Çelebi idi. Emir Ahmed hazretleri, Halîfe-i Hâmidî'yi Eğridir ve havâlisinde, Lâmiî Çelebi'yi Bursa ve çevresinde, dâmâdı Mahmûd Çelebiyi de Edirnekapısı dışındaki zâviyede şeyhliğe tâyin etmek sûretiyle pekçok talebe yetiştirmelerine sebeb olmuştur.

     

    İYİLEŞEN HASTA

     

    Seyyid Ahmed-i Buhârî'nin dâmâdı Mahmûd Çelebi anlattı: "Oğlum Necmi Çelebi, şiddetli hastalığa yakalandı. Öyle ki, şehrin doktorları ilaç bulmaktan âciz kaldılar. Artık iyi olacağından ümidi kesmiştik. Yakınlarımızdan biri, Ahmed-i Buhârî hazretlerine duâ etmeleri için haber vermiş. Hemen gelip, hastanın yanına oturdular. Hastanın nabzı çok hafif atıyor, ölü gibi yatıyordu. Gözleri de kapalıydı. Seyyid Ahmed-i Buhârî, hastaya teveccüh etmeye, Kur'ân-ı kerîm okumaya başladı. Sonra duâ etti. O anda hasta, gözlerini açtı. Emîr Buhârî'yi görünce, hemen doğrulup ellerini öptü. O da hastaya bir tesbîh verip, istigfâr ve tövbe etmesi için emir buyurdu. Hasta bir-iki günden sonra tam olarak sıhhatine kavuştu."

     

    1) Nefehât-ül-Üns; s.465

    2) Sicilli Osmânî; c.1, s.195

    3) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.362

    4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1156

    5) Tâc-üt-Tevârih; c.2, s.587

    6) Mir'ât-ı Kâinât; c.3, s.101

    7) Hadîkat-ül-Cevâmî; c.1, s.42

    8) Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.31

    9) Menâkıb-ı Emîr Ahmed Buhârî (Esad Efendi, No: 3622)

    10) Hadâikü'l-Verdiyye; s.707

    11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi;c.14, s.33


  15. ŞEMS-İ TEBRÎZÎ

     

    Konya'ya gelen büyük velîlerden. İsmi Muhammed bin Ali'dir. Tebriz'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Şems-i Tebrîzî lakabıyla meşhûr oldu. 1247 (H.645) târihinde Konya'da şehîd edildi. Mevlânâ'nın medresesinde defnedildi.

     

    Şemseddîn-i Tebrîzî hazretleri, Tebriz'de ilim öğrendi ve edeb üzere yetişti. Daha küçük yaştayken mânevî hallere, üstün derecelere kavuştu. Kendisi şöyle anlatır:

     

    "Henüz ilk mektepteydim. Daha bülûğ çağına girmemiştim. Peygamber efendimizin sevgisi bende öyle yer etmişti ki, kırk gün geçtiği halde, O'nun muhabbetinden aklıma yemek ve içmek gelmedi.Bâzan yemeği hatırlattıklarında, onları elimle yâhut başımla reddederdim. Göklerdeki melekleri ve yerde gayb âlemini, kabirdekilerin hallerini müşâhede edebilirdim. Hocam Ebû Bekr, hallerimi başkalarına haber vermekten beni men ederdi. Bir gün babam bu hallerimden ürktü ve beni karşısına alıp; "Yavrucuğum! Ben senin acâyip işlerinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak? Korkarım ki sana bir zarar erişir?" dedi. Ben de ona; "Babacığım! Bir tavuğun altına konan bir ördek yumurtasından çıkan ördek yavrusunun dereye dalıp yüzdüğü gibi ben de mânevî deryâya dalmış bir haldeyim." diye cevap verdim."

     

    Şems-i Tebrîzî hazretleri, Ebû Bekr-i Kirmânî'den ve Bâbâ Kemâl-i Cündî'den feyz aldı. Onunla berâber, Bâbâ Kemâl'in yanında, Şeyh Fahreddîn-i Irâkî de ders aldı. Şeyh Fahreddîn, her keşf ve hâlini, şiirler hâlinde Bâbâ Kemâl'e arz eder bildirirdi. Birgün Bâbâ Kemâl, Şemseddîn-i Tebrîzî'ye; "Sana esrârdan ve hakîkatlerden bir şey hâsıl olmuyor mu? Neden hiç söylemiyorsun?" dedi. Cevâbında; "Ondan daha çok oluyor. Fakat, ben onun gibi şiir söyleyemiyorum." dedi. Bunun üzerine Bâbâ Kemâl; "Allahü teâlâ, sana öyle bir arkadaş ihsân eder ki, o senin adına her mârifet ve hakîkatleri söyler." buyurdu.Şems-i Tebrîzî hocalarını çok sever, derslerine çok çalışırdı. Bu bağlılık ve çalışmalarının sonunda, mânevî ilimlerde yüksek derecelere ulaştı.

     

    Şems-i Tebrîzî hazretleri dünyâya hiç kıymet vermez, haram ve şüphelilerden son derece sakınır, mübâhların fazlasını terk ederdi. Bir yerde durmaz, talebelerin bulundukları yerlere giderek onları yetiştirirdi. Bu şekilde bıkmadan, yorulmadan pekçok yerler dolaştı. Bunun için kendisine "Uçan güneş" dediler. Şems-i Tebrîzî hazretleri seyâhat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulunması için duâ ederdi.

     

    Kendisi anlatır: "Bir zaman Rabbime, beni kendi velîleri arasına koyup onlara arkadaş et diye yalvarırdım. Bunun üzerine bir gece rüyâmda bana; "Seni bir velîye arkadaş edeceğiz." dediler. Ben de; "Peki o velî zât nerede bulunur?" dedim. Bana; "Aradığın velî Rum diyârındadır." dediler. Sonra onu bir zaman aradım. Bana rüyâmda; "Daha bulacağın zaman gelmedi." dediler. Bir zaman geçtikten sonra bana; "Ey Şems-i Tebrîzî! Senin en şerefli dostun ve arkadaşın Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleridir." diye ilhâm edildi. Bundan sonra Rum diyârına gitmek ve o sevgili zât ile görüşmek ve yolunda başımı fedâ etmek üzere yollara düştüm."

     

    Şems-i Tebrîzî hazretleri bu ilhâm üzerine tam bir doğruluk ve büyük bir aşkla Tebriz'den Anadolu'ya hareket etti. ÖnceŞam'a oradan Konya'ya geldiği de rivâyet edilmiştir. Bu yolculuğu esnâsında başından birçok hâdiseler geçti.

     

    Şems-i Tebrîzî hazretleri uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra 1244 senesi Ekim ayında Konya'ya geldi.Büyük kapıdan şehre girerek bir han sordu. Gösterilen Şekerrîzân Hanına yerleşti.

     

    Şemseddîn-i Tebrîzî önceleri çok riyâzet eder, nefsini ıslâh ile uğraşırdı. On veya on beş günde bir kerre iftar ederdi. Gıdâsı yarım bayat çörek parçasıydı. Onu da paça suyuna doğrar, tirid yapardı. Bir gün çorba pişiren onun bu hâlini öğrenip çorbaya biraz fazlaca yağ karıştırmıştı.Şemseddîn hazretleri bunu görünce o dükkan sâhibiyle bir daha alış-veriş yapmadı.

     

    Şems-i Tebrîzî hazretleri Konya'ya geldiğinde halk onun hakkında; "Acabâ bu zât Allahü teâlânın bir velîsi midir?" dediler ve onun sohbetlerini dinlemeyi arzu ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri kimseyle görüşmek istemedi. Konuşmalar çoğalınca, mecbur kalıp; "Benim bir huyum vardır. Nedir derseniz! Ben bir yahûdî ve hıristiyan gördüğümde onlaraHak teâlânın hak yola kavuşturması için duâ ederim. Bir kimse ki bana sövse, rencide etse ben yine ona duâ edip; "Yâ Rabbî! O kimsenin dilini sövmekten kurtar, iyiye çevirip sövmek yerine tesbihle, tehlille meşgûl olsun demekten başka işim yoktur. Ben velî olsam olmasam size ne?" buyurdu ve bir zaman insanlarla görüşmekten uzak durdu.

     

    Şems-i Tebrîzî hazretleri günlerini orada geçirirken, bir gün kapıda oturmuş Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlindeki, Şems hazretlerine baktı, ona selâm verdi. Ve yoluna devâm etti. Kendi kendine de; "Bu, yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var." diye düşünürken âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Atı durduran Mevlânâ hazretleri, elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce; "Buyurunuz! Bir arzunuz mu var?" dedi. O da; "İsminizi öğrenmek istiyorum." deyince, Mevlanâ; "Celâleddîn Muhammed." diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; "Bir suâlim var. Acabâ Muhammed aleyhisselâm mı, yoksaBâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür?" diye sordu.Böyle bir soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ hazretleri; "Elbette ki Muhammed aleyhisselâm büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd O'nun hürmetine yaratıldı." dedi. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî; "Peki, Muhammed aleyhisselâm; "Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî!" dediği hâlde, Bâyezîd-i Bistâmî, niçin "Sübhânî, benim şânım ne yücedir" diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz?" diyerek tekrar sordu. Mevlânâ hazretleri, buna da şöyle cevap verdi: "Peygamber efendimizin mübârek kalbi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar mârifet, aşk-ı ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır, kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip;"Yâ Rabbî! Verdiğin bu nîmetleri daha da arttır." buyurdu. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî'nin kalbi o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemeyerek ufak bir tecelli ile dolup taşardı. Az bir feyzle taşınca da böyle şeyler söylerdi." Bu îzâhata hayran kalan Şems-i Tebrîzî, "Allah" diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî'yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta çok ısınmıştı, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet ve edeb ile evine götürdü. Bu zâtın, geleceğini ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; "Ey muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlinize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır." diyerek hizmetine koşmaya başladı. Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinlemeye başladı. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara câmide vâz ü nasîhata gitmiyordu. Yanlarına dahî, hizmetlerini görmek üzere büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Her gün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekküre dalarlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakk'ı zikrederek muhabbetlerini tâzelerlerdi. Bir gün Mevlânâ havuz kenarındaydı. Yanında kitaplar vardı. Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip, kitapları sordu ve hepsini suya attı. Kitapların suya atılması üzerine, Mevlânâ; "Âh babamın bulunmaz yazıları gitti." diyerek çok üzüldü. Şems-i Tebrîzî hazretleri elini uzatıp kitapların her birini aldı. Hiçbiri ıslanmamıştı. Mevlânâ "Bu nasıl işdir?" dedi. "Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın." buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'nin bu kerâmetini görünce, ona olan bağlılığı daha da artıp, sarsılmaz bir kale gibi oldu.

     

    Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled, onların hâllerini şöyle anlatır: "Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, onun nûrunda yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etraflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî, babama mârifetten, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden ve O'na muhabbetten bahsediyordu. Babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu.

     

    Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam, Şems'e uyar oldu. Şems babamı muhabbete dâvet ettikçe, babam, Allahü teâlânın muhabbetinden yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir ân ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam pek büyük mânevî derecelere yükseldi."

     

    Şems-i Tebrîzî, Peygamber efendimizin güzel ahlâkını örnek alıp, bütün işlerini, âdetlerini, ahlâkını O'na uydurmaya gayret ederdi. Şâyet bir kimseden rahatsız olsa; "Yâ Rabbî! Bu kimsenin malını ve çocuklarını çok eyle" derdi. Çünkü, Peygamber efendimiz de böyle duâ ederdi. Resûlullah efendimizin bedduâ etmek âdetleri değildi.

     

    Şems-i Tebrîzî hazretleri; "Eğer bir kimse bana âhiretim ile ilgili bir defâ iyilik edip, dünyâ ile ilgili binlerce kötülük etse, ben onun bir defâ yaptığı iyiliğe nazar ederim. Çünkü iyi ahlâk bunu icâbettirir." buyururdu.

     

    Şems-i Tebrîzî hazretleri her nerede bir cenâze görse; "Âh! Bu cenâzenin yerinde ben olsaydım. Onun yerine beni defnetselerdi." derdi. Bunu işitenler; "Niçin böyle söylüyorsun?" dediklerinde, onlara; "Âşık olanlar mâşuklarına bir an önce kavuşmak isterler. Maksatlarına en kısa zamanda ulaşmaları makbûl değil midir?" diye cevap verirdi.

     

    Kendisine bir şey ikrâm etseler veya bir şey istediğinde getirseler, onlara mutlaka karşılığında bir şey verirdi. Ayrıca bu iyiliği yapanlara teveccüh ve duâ ederdi. Onun duâsına kavuşanların kalb gözleri açılır, keşif, kerâmet sâhibi olurlardı.

     

    Şems-i Tebrîzî hazretleri güzel halleri ve kerâmetleri ile meşhûr oldu.

     

    Sirâceddîn anlatır: "Kış mevsiminin ortasıydı. Bir kimse bahçesine gül dikmişti. Bunu Şems-i Tebrîzî'nin bulunduğu bir mecliste; "Efendim! Ben bu günlerde bahçeye gül ağacı diktim. Acaba tutup gül verir mi? Yoksa emeğim boşa mı gider?" diye sordu. Bu kimsenin tereddütlü hâlini gören Şems-i Tebrîzî; "Cenâb-ı Hak isterse, böyle sebepsiz de yaratır." derken, hırkasının altından bir demet gül çıkardı. Orada bulunan bizler bu kerâmeti görünce, hayretimizden şaşırıp kaldık."

     

    Sultânın bir oğlu vardı. Çok yiğit ve yakışıklı idi. Fakat bir şeyi hemen ezberleyemez çok kısa zamanda da unuturdu. Hocaları, onun unutkanlığından usanmışlardı. Babası bir gün Şems-i Tebrîzî'nin huzûruna gelip, oğlunun durumunu anlattı ve himmetini istirhâm edip, Kur'ân-ı kerîm öğretmesini istedi. Şems-i Tebrîzî de kabûl buyurup; "İnşâallah her gün Kur'ân-ı kerîmin bir cüzünü (yirmi sahife) ezberler." dedi. Orada bulunanlar, bu söze şaşırdılar. Ertesi günden îtibâren, çocuk derse gelmeye başladı ve her gün yirmi sahife ezberledi. Bir ayda Kur'ân-ı kerîmin tamâmını ezberlemiş oldu.

     

    Şems-i Tebrîzî hazretleri ile Mevlânâ, mehtaplı bir gecede medresenin damında oturmuş sohbet ediyorlardı. Bir ara Şems, etrâfına bir göz gezdirerek; "Hiçbir pencereden ışık görünmüyor, herkes ölü gibi yatıyor. Keşke uyanık olsalar da, âhiret için birazcık çalışıp, kıyâmet gününde güç durumda kalmasalar. Yoksa bu hâlleriyle ölüden farkları yok." dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hemen ellerini kaldırıp; "Yâ Rabbî! Şems-i Tebrîzî hazretlerinin hürmetine bu uykuda ölü gibi yatan kullarını uyandır!" diye duâ etti.Duânın akabinde, gökyüzünde bir anda bulutlar toplanmaya, şimşekler çakmaya ve gök gürlemeye başladı. Bu şiddetli gürültülerden uyuyan herkes uyandı. Yakın evlerden "Allah!Allah!" sesleri gelmeye başladı. Bir müddet bu sesleri dinlediler ve Şems; "İnsanların, Rabbimizin hıfz-u emânında (korumasında) olabilmeleri için, âlim, kâmil bir rehbere ihtiyaçları vardır. Ancak böyle bir rehbere kavuşanlar, yer ve gök âfetlerinden, maddî ve mânevî bütün zararlardan korunabilirler. Görüldü ki, şu insanların uykudan uyanıp "Allah! Allah!" demeleri, gök gürlemesinden dolayıdır. Onun gibi, bu insanların hakîkî uykudan uyanmaları, cenâb-ı Hakk'ın sevdiği bir âlimi veya velîsi sebebiyle olmaktadır." buyurdu.

     

    Mevlânâ bir gün talebelerine, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin üstünlüklerinden, bâzı kerâmetlerinden ve onun üstün vasıflarından bahsetti. Bunları işiten Sultan Veled şöyle anlatır; "Babam Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'yi o kadar çok medhetti ki, hemen Şems'in huzûruna koştum. Geldiğimi görünce; "Ey Behâeddîn! Baban Mevlânâ'nın hakkımda söyledikleri doğrudur. Fakat, Mevlânâ'nın yanında bin tâne Şems, onun yanında zerreler gibi kalır. Bunun için onu bırakıp da benim hizmetime gelmek münâsib olmaz." buyurdu."

     

    Şems-i Tebrîzî hazretleri bir gün kalb gözüyle gayb âlemini seyrederken, kırk bin talebesi olan evliyânın büyüklerinden birini gördü. Ellerini açmış, büyük bir gönül kırıklığı içerisinde cenâb-ı Hakk'a; "Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!" diye duâ ediyordu. Öyle bir yalvarışı vardı ki, bütün rûhlar, onunla birlik olmuşlar, "Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!" diyorlardı. Şems-i Tebrîzî de o anda cenâb-ı Hakk'a münâcaat edip, yalvardı. Bu sırada yalvarışlarına cevap olarak; "İste ey Şems!Bütün dileklerin yerine getirilecek." diyen bir ses işitti. Bunun üzerine Şems-iTebrîzî; "Yâ Rabbî! Sana bütün rûhlarla birlikte"Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!" diye yalvaran bu velî kuluna ihsân eyle." dedi. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu şefâatiyle, o velî, derhal isteğine kavuştu.

     

    Mevlânâ Celâleddîn ileŞems-i Tebrîzî hazretlerinin zâhiri ve bâtınî çalışmaları devam ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemeyen ve Mevlânâ'nın kendi aralarına katılmamasına üzülen bâzı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ'nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki: "Bu kimse Konya'ya geleli, Mevlânâ bizi terk etti. Gece gündüz hep birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar. Yanlarına kimseyi de koymuyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-ulemâ'nın oğlu olsun da, Tebrîz'den gelen ve ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın. Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile (Mevlânâ hazretlerinin memleketi) Tebrîz toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir." Bu söylentilere Mevlânâ; "Hiç toprağa îtibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye gâlip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı?" diyerek cevap verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya'da kalamıyacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbâbını bırakarak Şam'a gitti.

     

    Şems-i Tebrîzî hazretlerinin gitmesi Mevlânâ'yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyor, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems'in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. "Şems! Şems!" diyerek ciğeri yakan kasîdeler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı mektupları Şam'a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu. Eğer bir kimse; "Şems-i Gördüm." diye yalan söylese, ona müjdelik olarak üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defâsında birisi; "Şems-i Tebrîzî'yi Şam'da gördüm. Sıhhati yerindeydi." dedi. Mevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepsini verdi. Orada bulunanlardan biri; "O, Şems-i Tebrîzî'yi görmedi. Yalan söylüyor" deyince, Mevlânâ da; "Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakîkî haberini getirene canımı veririm." diye cevap verdi. Böylece aylar geçti. Mevlanâ artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu SultanVeled'i Şam'a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp; "SüratleŞam'a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın. O, Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir. Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir. İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşriflerini tarafımdan istirhâm et." dedi. Sultan Veled, hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam'da, babasının târif ettiği handa, Şems-i Tebrîzî'yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı.Konya'da bu hâdiseye sebeb olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ'dan çok özürler dilediklerini de sözüne ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya'ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasında yaya olarak yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in ata binmesi için ne kadar ısrâr ettiyse, o; "Sultânın yanında hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık almaz." diyerek ata binmedi. Sultan Veled, Konya'ya yaklaştıklarında Mevlânâ'ya haberci gönderip, Konya'ya girmek üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ hazretleri müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki, o kimse zengin oldu. Konya'da tellâllar bağırtılarak, Şems'in Konya'yı teşrif etmek üzere olduğu bildirildi. Konya'da başta pâdişâh olmak üzere, ileri gelen vezîrler, hâkimler, zenginler ve bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası içinde Şemseddîn Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde, başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler, büyük bir heyecana kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems'in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstâdının ellerinden sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli hâfızlar Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz içinde Kur'ân-ı kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini öptüler. Sonra Mevlânâ'nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleriMevlânâ'ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; "Benim bir serim (başım) bir de sırrım vardır. Başımı sana fedâ ettim. Sırrımı da oğlun Sultan Veled'e verdim. Eğer Sultan Veled'in, bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle geçirse, ona verdiğim sırra, yâni evliyâlıkta yükselmesine sebeb olduğum derecelere kavuşamaz." dedi.

     

    Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi sokmadan, mânevî bir âlemde ilerlemeye başladılar. Halk, Şems gelince Mevlânâ'nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasîhat edeceğini, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederlerken, tam tersine, eskisinden daha fazla Şems'e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler.

     

    Şems-i Tebrîzî hazretleri,Mevlânâ'yı velîlik makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyor, her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırıyordu. Günler bu şekilde devâm ederken, halk, Mevlânâ'nın hiç görünmemesinden dolayı Şems'e kızmaya başladı. Bir gün bu söylenenleri Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled'e; "Ey Veled!Hakkımda yine sû-i zan etmeye başladılar. Beni Mevlânâ'dan ayırmak için, söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak!" dedi.

     

    1247 senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlâna ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyorlar, Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli velîlik makamlarından anlatıyorlardı. Bir ara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ'ya; "Beni katletmek için çağırıyorlar." dedi ve dışarı çıktı. Dışarda bir grup kimse, bir anda üzerine hücûm ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin "Allah!" diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı, fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled'i uyandırıp, durumun tetkîkini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bu cinâyeti işleyenler yedi kişi idi. İçlerinde, Mevlânâ'nın oğlu Alâeddîn de vardı.Yedisi de kısa bir süre sonra çeşitli belâlara yakalanarak öldüler. Bir gece Sultan Veled, rüyâsında Şems-i Tebrîzî'nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Şems-i Tebrîzî hazretleri ona; "Ben falan yerdeki kuyudayım. Beni buradan alıp defneyleyin." buyurdu. Sultan Veled uyanınca, yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç bozulmamıştı. Bulunduğu yerden alıp cenâze hizmetlerini gördüler ve Mevlânâ'nın medresesine defnettiler.

     

    Şems-i Tebrîzî'nin kıymetli, hikmetli sözlerinden bâzıları şöyledir:

     

    Şems-i Tebrîzî hazretlerine bir kimse; "Efendim! Mârifeti bana anlatır mısınız?" dedi. O da; "Bir gönül ki, Allahü teâlânın muhabbetiyle yanıp, onunla hayat buluyorsa, bu mârifettir." buyurdu. Soruyu soran; "Peki ben ne yaparsam bu mârifeti elde edebilirim?" diye tekrar sordu. "Bedeni terk ederek. Çünkü Allahü teâlâ ile kul arasındaki perde, kişinin bedenidir. Allahü teâlâya vâsıl olmasına mâni olacak şey dört tânedir: 1) Şehvet, 2) Çok yemek. 3) Mal ve makam, 4) Ucb ve gurûr. İşte bu dört şey, kulun cenâb-ı Hakk'a ulaşmasına mânidir." buyurdu.

     

    Bir defâsında da; "Velîler, Allahü teâlâyı zikretmekten yorulmazlar ve O'nun muhabbetine doymazlar. Onların yanında dünyânın hiçbir kıymeti yoktur. Onlar, her an Allahü teâlâyı zikrederler, şükrederler, ibâdete devam ederler. Bir kalpten bütün arzu ve istekler çıkarsa, orada Allahü teâlânın sevgisinden başka bir sevgi kalmaz." buyurdu.

     

    "İlim üç şeydir: Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden."

     

    "Perhizi olmayan bir vücûd, meyvesiz bir ağaç; utanması olmayan bir beden, tuzsuz bir aş; gayreti olmayan bir vücûd, sâhipsiz bir köle gibidir." buyurdu.

     

    Şems-i Tebrîzî hazretlerine; "İnsanların en üstünü, kıymetlisi kimdir?" dediler. Cevâbında; "Şu dört kimsenin kıymeti, Allahü teâlâ katında yüksektir: 1) Şükreden zengin, 2) Kanâatlı ve sabreden fakir, 3) İşlediği günâhlara pişmân olup, Allahü teâlânın azâbından korkan kişi, 4) Takvâ, verâ, zühd sâhibi; yâni haramlardan sakınıp, şüpheli korkusuyla mübahların çoğunu terkederek dünyâya zerre kadar meyletmeyen âlimdir." buyurdu. "Bu kıymetli insanların içinde en üstünü hangisidir?" diye sordular. Buyurdu ki: "İlim ve hilm (yumuşaklık) sâhibi âlimlerdir."

     

    Cömertliği sordular, buyurdu ki: "Dört türlü sehâvet, cömertlikvardır: 1) Mal cömertliği; zâhidlere, dünyâya kıymet vermeyenlere mahsustur. Onlar malı verirler, mârifeti, Allahü teâlâyı tanımayı alırlar. 2) Beden cömertliği; müctehid olan âlimlere mahsustur. Onlar da Allahü teâlânın yolunda vücutlarını harcarlar ve hidâyeti alırlar. 3) Can cömertliği; şehidlere mahsustur. Onlar da canlarını vererek Cennet'i alırlar. 4) Kalb cömertliği; âriflere mahsustur. Onlar da gönül vererek muhabbeti alırlar."

     

    "Dünyâ, insanı hevâ ve hevesine kaptırır, nefsin arzularına uydurur. Netîcede Cehennem'e götürür."

     

    "İnsanoğlunun edepten nasîbi yoksa, insan değildir. İnsan ile hayvan arasını ayıran edeptir."

     

    "Âhireti kazanmak için çalışmak lâzımdır. Bu, insanı Cennet'e götürüp, Allahü teâlânın cemâlini görmekle şereflenmesine sebeb olur."

     

    Şems-i Tebrîzî hazretlerinin aşkla söylediği beytlerinden bâzıları şöyledir:

     

    Bihamdillah direm Allah

    Alıp aklımı fikrullah

    Dilimde zâtın esmâsı

    Bana üns oldu zikrullah

    Salâtullah selâmullah

    Aleyke yâ Resûlallah

     

    Bu tevhidden murâd ancak

    Cemâl-i zâta ermektir

    Görünen kendi zâtıdır

    Değil sanma ki gayrullah

    Salâtullah selâmullah

    Aleyke yâ Resûlallah

     

    Ben ol pervâneyim geldim

    Düşüp aşk oduna yandım

    Yanuban küllü yandım

    Beni yaktı aşkullah

    Salâtullah selâmullah

    Aleyke yâ Resûlallah

     

    Gönül âyinesin sûfî

    Eğer kılar isen sâfî

    Açılır sana bir kapı

    Ayân olur Cemâlullah

    Salâtullah selâmullah

    Aleyke yâ Resûlallah

     

    Şems-i Tebrîz bunu bilir

    Ehad kalmaz fenâ bulur

    Bu âlem küllü mahvolur

    Hemen bâkî kalır Allah

    Salâtullah selâmullah

    Aleyke yâ Resûlallah

     

    YAPACAĞIM BİR ŞEY YOK

     

    Şems-i Tebrîzî hazretleri Şam'danKonya'ya gelirken, yol üzerinde bulunan bir hana uğrayarak burada yatmak istedi. Fakat uğradığı bütün hanların dolu olduğunu, hiç kalacak yerlerinin olmadığını öğrenince, câmide sabahlamak istedi. Câmiye gidip yatsı namazını cemâatle kıldı. Cemâat dağıldığında, o hâlâ duâya devâm ediyordu. Duâsını bitirdiğinde, câmide kimse kalmamıştı. Cübbesini çıkarıp başının altına koyarak uzandı. Günlerce süren yolculuğun verdiği yorgunlukla hemen kendinden geçti. Bir müddet sonra câminin kapılarını kilitlemek üzere gelen görevli, camide birinin yattığını görünce, yanına yaklaşarak: "Burada yatılmaz kalk!" dedi. Şems-i Tebrîzî hazretleri doğrularak: "Benim kimseye bir zararım dokunmaz. Garibim, uzak yoldan geliyorum. Hanlarda da yatacak yer yokmuş, başka kalacak bir yerim de yok. Bırak da burada sabahlıyayım." dedi. Câmiyi kilitlemek için gelen kişi; "Beni uğraştırma, sana kalk dışarı çık dedim, yoksa yaka paça seni dışarı atmasını bilirim." diye karşılık verdi.

     

    Şems-i Tebrîzî hazretleri, bu son sözler üzerine bir tuhaf oldu. Hemen ayağa kalktı. Cübbesini toplayarak sessizce kapıdan dışarı çıktı.Câmiden çıkmasını isteyen görevli, onun arkasından bakarken, âniden boğuluyormuş gibi oldu. Bunun üzerine; "İmdât boğuluyorum!" diye bağırmaya başladı. Bu sesi işiten imâm efendi koşarak geldi ve ona; "Ne oldu, niye bağırıyorsun?" diye sordu. Kayyum durumu anlatınca, imâm efendi hemen câmiden çıkıp koşarak, Şems-i Tebrîzî hazretlerine yetişti. Kendisine; "Efendim, o câhildir, bir terbiyesizlik etmiş. Ne olur onu affedin!" dedi. Şems-i Tebrîzî hazretleri imâm efendiye baktı. Üzüntülü bir şekilde: "Onun işi benden çıktı. Benim yapabileceğim birşey yoktur. Ancak îmânla ölmesi için duâ edebilirim." buyurdu.

     

    ÜÇ SUÂL VE BİR CEVAP

     

    Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî'ye havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî; "Sorun!" buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı: "Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım." Şems-i Tebrîzî hazretleri; "Öbür sorunu da sor!" buyurdu. O; "Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi?" dedi. Şems-i Tebrîzî; "Peki öbürünü de sor!" buyurdu. O; "Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!" dedi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu.Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamânın kâdısına gidip, dâvâcı oldu. Ve; "Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu." dedi.Şems-i Tebrîzî; "Ben de sâdece cevap verdim." buyurdu. Kâdı bu işin açıklamasını istedi.Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı: "Efendim, banaAllahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim." O kimse şaşırarak; "Ağrıyor ama gösteremem." dedi. Şems-i Tebrîzî; "İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana; "Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın?" buyurdu. Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü.

     

    GAFLETTEN UYANMAK İÇİN

     

    Mevlânâ otururken, bir havuz kenarında,

    GeldiŞems-i Tebrîzî ve oturdu yanında.

     

    Gördü ki Mevlânâ'nın, yanında kitaplar var,

    Onları göstererek, sordu ki: "Nedir onlar?"

     

    Arz etti ki: "Babamın, yazdığı kitaplardır,

    Hepsi de inci gibi, kıymette bî-bahâdır."

     

    Şems onları isteyip, aldı kendi eline,

    Ve kaldırıp hepsini, attı suyun içine.

     

    Mevlânâ çok üzülüp, dedi: "Eyvâh, pederden,

    Kalan kitaplarımın, tamamı gitti elden."

     

    Lâkin Şems-i Tebrîzî, elini uzatarak,

    Çıkardı herbirini, hem de kuru olarak.

     

    Mevlânâ görünce de, ondan bu kerâmeti,

    Daha da sağlam oldu, ona teslîmiyeti.

     

    Öyle ki sarsılmaz bir kale gibi oldu tam,

    Sohbetine daha çok, aşk ile etti devam.

     

    Evlâdı Sultan Veled, der ki: "Şems-i Tebrîzî,

    Ansızın gelip gördü, bir gün pederimizi.

     

    Öyle ki, babam onun, dururken huzûrunda,

    Yok olmuştu gölgesi, o velînin nûrunda.

     

    Önce herkes babama, tâbi iken, bu sefer,

    Babam Şems'e uydu ve oldu onda cansiper.

     

    Şems ona anlattıkça, Allah'ın sevgisinden,

    Babam şevkle dinleyip, geçerdi kendisinden.

     

    Bu şekilde aylarca, devam etti bu sohbet,

    Çok yüksek makamlara, erdi babam nihâyet."

     

    Şems-i Tebrîzî ile, Mevlânâ hazretleri,

    Sohbet ediyorlardı, geceleri ekserî.

     

    Yine bir gün gecenin, bir mehtaplı ânında,

    Sohbet ediyorlarken, medresenin damında,

     

    Baktı Şems-i Tebrîzî, etrafına birazcık,

    Buyurdu: "Hiç bir evde, görünmüyor az ışık,

     

    Ölü gibi, gafletle, uyuyor bu kimseler,

    Keşki kalkıp Allah'a, ibâdet eyleseler,

     

    Zirâ kim, az sıkıntı, çeker ise bu günde,

    Görmez fazla ızdırap, yarın mahşer gününde."

     

    O böyle söyleyince, hazret-i Mevlânâ da,

    Ellerini kaldırıp, duâ etti o anda.

     

    Dedi: "Şems-i Tebrîzî, hürmetine İlâhî,

    Uyandır ölü gibi, yatan bu ahâlîyi."

     

    Mevlânâ hazretleri, edince böyle duâ,

    Başladı gök yüzünde, bulutlar toplanmağa.

     

    Şimşek çakıp, kuvvetle, gök gürledi peşinden,

    Uyandı şehir halkı, bu gök gürlemesinden.

     

    Civardaki evlerden, sesler yükseliyordu,

    Herkes korkularından, "Allah Allah" diyordu.

     

    Hazret-i Şems buyurdu: "Nasıl şimdi insanlar,

    Bu yalancı uykudan, bu sesle uyandılar,

     

    Hakîkî uykudan da, uyanmaları için,

    Teveccühü gerekir, bir veliyy-i kâmilin,

     

    Bir Allah adamının, mevcûdiyeti ile,

    Gafletten uyanırlar, bir şehir halkı böyle."

     

    BAŞKA ÇÂRE YOK

     

    Şems-i Tebrîzî hazretleri, bir gün dostlarına şöyle nasîhatta bulundu: "Âhireti terk edip, dünyâya tâlib olup muhabbet edenlere, mal kazanıp zengin olmaktan başka çâre yoktur. Âhirete tâlib olan kimselere de, ölmeden önce ibâdet yaparak, dîn-i İslâma hizmet ederek gayretle çalışmaktan başka çâre yoktur. Allahü teâlânın tâlibi olan kimselere, O'na kavuşmak arzusu içinde olanlara, mihnet, meşakkat, dert ve belâlara katlanmaktan başka çâre yoktur. İlmi taleb edenlere, yâni âlim olmak isteyenlere, herkesin gözünde hakîr olmak ve yalnız, kimsesiz, garip kalmaktan başka çâre yoktur. Çünkü, kim ilim öğrenmek arzusunda olursa, onun üzüntüsü çok olur. Onu rencide ederler. Huzura kavuşması için her türlü derde, belâya sabretmesi lâzımdır. Her kim kendini üstün görürse, onun sonu zillete düşmektir. Hesapsız, sonunu düşünmeden malını sarfedenler, fakir olurlar. Her kim fakirliğe sabreder, kanâatkâr olursa, sonunda zenginliğe ulaşır. Her kimsenin, kendisinde bulunan iki şeyin birisini öldürüp, birisini diri tutmaya çalışması lâzımdır. Öldürmesi îcâb eden şey nefsidir. Çünkü nefsi öldürmedikçe, rahata ermek düşünülemez. Diri tutması lâzım gelen şey de, gönüldür. Çünkü gönlü ölü olanların mesûd ve bahtiyâr olması düşünülemez."

     

    1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1150

    2) Rehber Ansiklopedisi; c.16, s.69

    3) Nefehât-ül-Üns; s.520

    4) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.16

    5) Kâmûs-ül-A'lâm; c.4, s.2872

    6) Menâkib-ül-Ârifîn; c.1, s.82

    7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.283

    8) Menâkıb, Millet Kütüphânesi, Feyzullah Efendi Kısmı, No: 2142

    9) Risâle-i Sipahsalar


  16. Seyyid Abdulkadir-i Geylani /// Kısım - V

     

    Sâlih kimselerle beraber ol. İnsanların en akıllısı, Allahü teâlâya itaat edendir. İnsanların en câhili ise, Allahü teâlânın emirlerine karşı gelendir. Sâlih kimselerle beraber olduğun ve onları sevdiğin zaman, kalbin nifaktan ve nifak ehlinden uzaklaşır. Münâfık iki yüzlü kimsedir. Amelinde ihlâs üzere ol. İnsanlara gösteriş için, onların rızâlarını almak için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabûl etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyâya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neş’eni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Çünkü sen, hüzün evinde ve dünyâ hapishânesindesin. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), dâima tefekkür ederdi. Sevinçleri az, hüzünleri çok idi. Az gülerdi. Sâdece başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı.

    Câhillerle beraber olma, yoksa sana onların cehâletinden bulaşır. Ahmak ile beraber olmak, onunla oturup konuşmak, aldanmaktır. İlmi ile amel eden, îmânı sağlam mü’minlerle arkadaşlık et. Mü’minlerin hâli, bütün işlerinde güzeldir. Onlar nefsleriyle mücâdelede, onu kahretmekte pek kuvvetlidirler. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) mü’min hakkında; “Mü’minin sevinci yüzündedir. Hâlbuki onun kalbi mahzûndur” buyurmuşlardır. Mü’minin kuvvetindendir ki, insanlara karşı yüzlerinde sevinçli olduklarını gösterirler. Allahü teâlâya karşı mahzûn durumlarını, insanlardan gizleme gücüne sahiptirler. Mü’min, devamlı düşüncelidir. Mü’minin tefekkürü ve ağlaması çok, gülmesi azdır. Mü’min, yüzünün tebessümü ile kalbindeki hüznünü gizler. Zâhiri, geçimini teminle uğraşıyor görünür, bâtını ile Rabbine yönelmiştir. Zâhiri ile çoluk-çocuğuyla uğraşıyor görünür, kalbi Rabbi iledir. Sırrını, çoluk-çocuğuna, komşusuna ve hiç kimseye açmaz.

    Altıncı Meclis: Kardeşinin sana yapmış olduğu nasihatini kabûl et. Ona muhalefet etme. Çünkü o, senin kendinde göremediğin şeyleri görür. Bunun için Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Mü’min, mü’minin aynasıdır” buyurmuştur. Mü’min, din kardeşine yapmış olduğu nasihatlerde samimîdir. Onun göremediği şeyleri ona bildirir. Ona, iyilikler ve kötülükler arasındaki farkı gösterir. Ona, lehinde veya aleyhinde olan şeyleri anlatır.

    Ey cemâat! Kibirlenmeyi terk edin. Seviyenizi ve mertebenizi biliniz. Mütevâzi olunuz. Başlangıcınız bir damla su, sonunuz, atılmış bir leştir. Tama’ına göre hareket eden, hevâ ve hevesine uyarak, ezelde kendisi için takdîr ve taksim edilmemiş şeylerin peşinde koşan veya ezelde takdîr edilen şeyleri de, mal ve mülk sahiplerinden zillet ile isteyenlerden olma. Sen zanneder misin ki, dünyalıklara sahip olanlar, ezelde sana takdîr edilmemiş birşeyi verebilsinler. Şayet böyle bir zanna sahip isen, bu senin kalbine oturmuş olan şeytanın vesvesesinden başka birşey değildir. Sen, bu hâlin ile Allahü teâlânın kulu değil, nefsinin, hevânın, şeytanın ve paranın kölesi ve kulu olmuşsun. Onun için, bu hâllerden kurtuluncaya kadar çalış. Büyüklerden birisi, “Kurtuluşa ermiş kimseyi görmiyen, kurtuluşa kavuşamaz” buyurdu. Evet, sen kurtuluşa ermiş kimseyi görüyorsun, fakat ona kalb ve sır gözü ile değil de, baş gözüyle bakıyorsun.

    Ey oğul! Eğer dünyâ düşüncelerinden kurtulabilmen mümkün ise, hemen kurtul. Kurtulamıyorsan, kalbinle Rabbine koş. O’nun rahmetine yapış. Böylece dünyâyı kalbinden çıkarmaya çalış. Çünkü Allahü teâlâ herşeye kadirdir ve herşey O’nun kudretindedir. O’nun kapısından ayrılma. O’ndan, kendisinden başkasının sevgisini kalbinden çıkarmasını, kalbini îmânla, ma’rifetle ve ilimle doldurmasını, kalbine yakîn vermesini, a’zâlarını kendisine tâatle meşgûl kılmasını iste. Ne istersen O’ndan iste, başkasından isteme.

    Yedinci Meclis: Ey cemâat! Dünyâ, musibet ve âfetlerle doludur. Fakat istisnalar olabilir. Hiçbir ni’met yoktur ki, ondan sonra üzücü bir durum olmasın. Hiçbir sevinç ve rahatlık yoktur ki, ondan sonra bir keder ve üzüntü olmasın. Hiçbir genişlik hâli yoktur ki, onunla beraber bir darlık olmasın. Dünyâdaki nasîblerinizi, Allahü teâlânın emir ve yasakları dâiresinde te’min ediniz.

    Onuncu Meclis: Takvâ sahibi mü’minler, Allahü teâlâya ibâdet ederken, zorlanmaya hacet kalmadan yapar. Çünkü ibâdet onun tabiatından olmuştur. O, Allahü teâlâya, içi, dışı ve bütün varlığı ile ibâdet eder. Münâfıklar, ibâdetlerini zâhiren zorlanarak yapar, bâtınen ise ibâdetlerden pek uzaktırlar. Ey münâfıklar, nifakınızdan tövbe ediniz. Allahü teâlâya dönünüz. Şeytanı nasıl kendinize güldürür, ondan kendinize şifâ beklersiniz. Yazık sana, Kur’ân-ı kerîmi ezberlersin, fakat onunla amel etmezsin. Sünnet-i seniyyeyi ezberlersin, onunla amel etmezsin, öyleyse bunları niçin ezberliyorsun? Sen, insanlara iyi amelleri yapmalarını emredersin. Fakat kendin yapmazsın. İnsanlara kötü şeyleri yasaklarsın, kendin sakınmazsın. Her kap, içindekini sızdırır. Ameller, insanın nasıl i’tikâd ettiğine delâlet ederler. Dışın, içine delîldir. Senin için (ya’nî kalbin ve rûhun) Allahü teâlânın ve O’nun seçkin kulları katında ma’lûmdur Allahü teâlânın yakın kullarından birisi yanında bulunursan, ona karşı edebli ol. Onunla, buluşmadan önce, günahlarına tövbe et. Onun yanında küçük ol. Ona tevâzu göster, sâlihlerle tevâzu ettiğin zaman, Allahü teâlâya tevâzu etmiş olursun. Tevâzu sahibi ol. Çünkü Allahü teâlâ, tevâzu edeni yükseltir. Kendinden büyüklere tevâzu et. Çünkü Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Bereket, büyüklerinizdedir” buyurdu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bu hadîs-i şerîflerinde, sâdece yaşça büyük olanı kasdetmedi. Burada; Allahü teâlânın emirlerine uymak ve yasaklarından sakınmak husûsunda takvâ sahibi olmak, dîne uymak da kasdedilmiştir. Yoksa, öyle yaşlı kimseler vardır ki, onlara hürmet etmek, onlara selâm vermek asla caiz değildir. Hattâ onları görmekte bile bereket yoktur. Büyük kimseler, takvâ ve vera’ sahibi, sâlih, ilmiyle âmil olanlar ve amellerinde ihlâs üzere olanlardır. Büyüklerin kalbleri, ma’nevî kirlerden arınmış, Allahü teâlâdan başkasından yüz çevirmiş, ma’rifet ile dolu ve Allahü teâlâya yakındır. İçinde dünyâ sevgisi olan kalb, perdelenmiştir. İçinde Allahü teâlânın sevgisi olan her kalb de, Allahü teâlâya yakın, dünyâya rağbeti derecesinde perdeli ve Örtülüdür. Dünyâya sevgisi nisbetinde, âhırete olan rağbeti azalır.

    Ey oğul! Ömrünü ilim kitapları arasında ve onları ezberlemekle zayi ettin. Bunlarla amel etmedin. Amelsiz, kuru kuruya ilim öğrenmen sana ne fâide verecek?

    Onbirinci Meclis: Ey oğul! Yarın gelecek. Belki sen, o zaman hayatta olmıyacaksın. Öyleyse, bu ne gaflet? Bu ne katı kalb? Ben de, başkası da size bunları söylemekte. Fakat siz hâlâ aynı hâl üzeresiniz.. Yine size Kur’ân-ı kerîm, Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) gelen haberler ve geçenlerin hayatları size okunuyor, siz hâlâ ibret almıyorsunuz. Kötülüklerden sakınmıyor, amellerinizi değiştirmiyorsunuz.

    Ey oğul! Allahü teâlânın velî kullarını aşağılamak, onları hakîr görmek, Allahü teâlâyı tanımanın azlığındandır. Ölüm meleği gelip, rûhunu almadan önce tövbe et.

    Yirmisekizinci Meclis: Ey oğul! Allahü teâlânın kaderine karşı çıkan münâfıklardan yüz çevir. Akıllı ol. Bu zamanın insanlarının çoğundan uzak dur. Çünkü onlar, elbiseli kurtlardır. Tefekkür aynasını al ve ona bak. Allahü teâlâdan, sana kendini ve zamane insanlarını tanıtmasını dile. Ben, insanların yanında kötülük, cenâb-ı Hakkın yanında iyilik buldum.

    Îsâ aleyhisselâm, İblîs’e; “En çok kimi seviyorsun?” diye sorunca, “Cimri olan mü’mini” dedi. “En çok kime kızıyorsun?” deyince, şeytan; “Cömert olan günahkâra” dedi. Îsâ aleyhisselâm, İblîs’e bunun sebebini sorunca, İblîs; “Çünkü ben, cimri mü’minin cimriliği sebebiyle günâha düşmesini ümid ediyorum. Günahkâr, fakat cömert olan kimseden korkuyorum, çünkü cömertliği sebebiyle günahları yok olabilir” dedi.

    Ey oğul! Rızkını başkası yiyemez. Cennet ve Cehennemdeki yerine, senden başkası oturamaz. Fakat gaflet sana mâlik olmuş. Hevân (arzu ve isteklerin) seni esîr etmiş. Bütün düşüncen; yemek, içmek, uyumak ve diğer isteklerine kavuşmak olmuş.

    Ey zavallı! Kendine ağla. Dînin gidiyor, aldırış etmiyorsun. Bunun için ağlamıyorsun. Sana, melekler bile, senin dinindeki zararından dolayı ağlıyorlar. Dünyâ gidiyor, ömürler bitiyor, âhıret yaklaşıyor. Hâlbuki sizin düşünceniz âhıret değil, hep dünyâ ve onu toplamaktır.

    Ey cemâat! Kendiniz toksunuz, komşularınız aç. Bununla beraber, mü’min olduğunuzu iddia ediyorsunuz.

    ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

    1) Menâkıb-ı Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (Mûsâ bin Yünûnî)

    2) Behcet-ül-esrâr (Ali bin Yûsuf)

    3) Kalâid ül cevâhir fî menâkıb-i Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî

    4) Tefrîc-ül-hâtır fî menâkıb-ı Şeyh Abdülkâdir

    5) Tenşîd-ül-hâtır fî menâkıb-i Gavs-ül-a’zam

    6) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 89

    7) Tabakât-ül-kübrâ (Şa’rânî) cild-1, sh. 126

    8) Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile cild-1, sh. 290

    9) Nefehât-ül-Üns sh. 587

    10) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 198

    11) Hadîkat-ül-evliyâ 2. kısım sh. 32

    12) El-A’lâm cild 4, sh. 47

    13) Mir’ât-ül-haremeyn cild-3, sh. 139

    14) Nûr-ül-ebsâr sh. 224

    15) El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 52

    16) Fevât-ül-refeyât cild-2, sh. 2

    17) Gunyet-üt-tâlibîn cild-1, sh. 122, 151, 160

    18) Fütûh-ül-gayb sh. 6, 11, 30, 87, 92, 113, 150, 154, 158, 166, 167

    19) Feth-ur Rabbanî sh. 3, 9, 13, 48, 22, 27, 29, 34, 39, 96

    20) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî cild-3, 123, Mektûp

    21) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 974

    22) Reddi Vehhâbî sh. 40

    23) Tabakât-ül-evliyâ sh. 246

    24) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 59

    25) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 307

    26) Rehber Ansiklopidisi cild-1, sh. 36

    27) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 15


  17. Seyyid Abdulkadir-i Geylani //// Kısım - IV

     

     

    Allahü teâlâya, rızâsı için yapılan sabırlar ve tahammüller, asla karşılıksız kalmaz. Onun için bir ân olsun sabrediniz, mutlaka senelerce bu sabrın mükâfatını görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhûr olan, bu lakabı, bir anlık cesâreti neticesinde kazanmıştır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle beraberdir” buyuruyor (Bekâra-153). Allahü teâlânın bu beraberliği, Allahü teâlânın sabreden kuluna yardım etmesi ve onu zafere ulaştırması demektir, öyleyse, Allah için sabırlı olunuz. O’nun için uyanık olunuz. O’ndan gâfil olmayınız. Uyanmayı, ölüm vaktine bırakmayınız. Çünkü o sıradaki uyanma fâide vermez, ölüm gelmeden önce uyanınız, ölüm gelip, acıklı hâlini gördükten sonra hâsıl olan uyanıklıktan, fayda vermeyecek olan pişmanlıktan önce uyanınız. Kalblerinizi ıslâh ediniz. Çünkü kalbleriniz iyi olursa, diğer hâlleriniz de iyi olur. Bu sebeble Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ). “Âdemoğlunda bir et parçası vardır ki, o iyi olunca, vücûdun diğer a’zâları da iyi olur. O bozulursa, vücûdun diğer a’zâları da bozulur. O et parçası kalbdir” buyurdu. Kalbin iyiliği; takvâ ile Allahü teâlâya tevekkül, hakkıyla O’nun bir olduğunu söylemek ve amelleri de, insanların rızâsı için, gösteriş için değil de, sırf Allahü teâlânın rızâsını gözeterek ihlâsla yapmakla olur. Bunlar olmazsa, kalb bozulur. Kalb, beden kafesinde bulunan bir kuştur. Şişe içinde bulunan bir inci, hazînede saklı bulunan kıymetli bir eşya gibidir. Bütün bunlarda kıymet ve i’tibâr, kafesteki kuşa, şişedeki inciye ve hazînedeki maladır. Yoksa, kuş olmadan kafesin, inci olmadan şişenin, mal olmadan hazîne yerinin hiç kıymeti yoktur.

    Allahım! Hayâtımız boyunca, gecelerimizde, gündüzlerimizde, a’zâlarımızı senin râzı olacağın işleri yapmakla, kalbelerimizi seni tanımakla meşgûl eyle. Bizleri, daha önce yaşıyan sâlih kullarına dâhil eyle. Onları rızıklandırdığın şeylerle, bizleri de rızıklandır. Onlara yardım ettiğin gibi, bize de yardımını ihsân eyle! Âmin.

    Ey cemâat! Sâlih kimseler gibi, siz de Allahü teâlânın yolunda olun. Eğer böyle yaparsanız, Allahü teâlâ onlara yardım ettiği gibi, size de yardımını lütfeder. Eğer Allahü teâlânın size yardım etmesini istiyorsanız, O’nun râzı olduğu işlerle meşgûl olunuz. O’nun rızâsını kazanmak için sabırlı olunuz. Gerek sizin, gerekse başkalarının hakkındaki işlerine rızâ gösteriniz. Sâlih kimseler, dünyâya rağbet göstermediler. Dünyâdaki nasîblerini aldılar. Fakat haramlara ve şüphelilere dalmadılar. Sonra âhıreti istediler. Âhıretlerini iyi edecek amelleri yaptılar. Nefslerinin arzu ve isteklerine karşı çıktılar. Rablerine itaat ettiler. Hem kendilerine, hem de başkalarına nasîhatta bulundular.

    Evlâdım! önce kendine, sonra başkalarına nasihat et. Nefsine dikkat et. Nefsini terbiye etmeden, başkasını ıslâh etmeye çalışma. Çünkü, daha senin ıslâha muhtaç yerlerin var. Yazıklar olsun sana, başkasına nasıl kurtulacağını öğretiyorsun, fakat kendin körsün. Bu durumda başkasına nasıl yol gösterebilirsin: Ancak basiretli kimse insanlara yol gösterir ve onları ıslâh edebilir. Nitekim, denizde boğulmak üzere olanları da, ancak iyi bir yüzücü kurtarabilir, İşte insanları da Allahü teâlâya, ancak Allahü teâlâyı tanıyan ma’rifet sahipleri ulaştırabilir. Allahü teâlânın tasarrufları hakkında sen konuşamazsın, Allahü teâlâyı seveceksin, başkası için değil, sâdece O’nun için amel yapacaksın. Yalnız O’ndan korkacaksın. Bunlar ise, kalb ile olur, dil ile olmaz. Yazık sana, dilin takvâ sahibi, fakat kalbin günah işliyor ve kötülük yapıyor. Dilin şükrediyor, fakat kalbin i’tirâz ediyor.

    Ey insan! Yazık sana ki, sen Allahü teâlânın kulu olduğunu iddia ediyorsun, lâkin O’ndan başkasına itaat ediyorsun. Eğer sen, gerçekten iyi bir kul olsaydın, Allah için buğzeder, O’nun için severdin. Hakîkî mü’min, nefsine, şeytana ve hevâsına itaat etmez. Şeytan ile zâten alâkası olmadığı için, ona itaat etmez. Dünyâya i’tibâr etmez ki, ona boyun eğsin. Bilakis o, dünyâya önem vermez. O, âhıreti ister. Onun için dünyâyı terk etmek mümkün olup, Rabbinin rızâsını kazanınca, artık her zaman yaptığı ibâdetleri sırf Allahü teâlâ için yapma mertebesine erer.

    Allahü teâlânın yarattıkları ile O’na ortak koşma. Allahü teâlânın birliğine olan îmânını sarsacak şeylerden sakın. O, her şeyin yaratıcısıdır. Herşey O’nun kudretindedir. Ey isteklerini Allahü teâlâdan başkasından isteyen, sen akıllı değilsin. Allahü teâlânın hazînelerinde olmıyan birşey varımı ki, sen O’ndan başkasını istiyorsun?

    Ey oğul! Kaza ve kadere rızâ göster. Bu niçin böyle oldu? diye karşı çıkma. Rahatlık zamanının geleceğini bekliyerek ibâdet et. Böyle yaparsan Allahü teâlânın öyle ni’metlerine ve ihsânlarına kavuşursun ki, istemekten ve temennisinden bile haya ettiğin şeylere bile nail olursun.

    Ey cemâat! Geliniz, Allahü teâlâya, O’nun kaderine ve bütün yaptıklarına boyun eğelim, hepsine rızâ gösterelim, içimizle ve dışımızla baş eğelim. Kaderine muvafakat gösterelim.

    Ey oğul! Takvâya iyi sarıl, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uy. Nefsine, hevâya, şeytâna ve kötü arkadaşlara uyma. Onlara muhalefet et. Mü’min, onlarla devamlı mücâdele içindedir. Bunun için, başından miğferi çıkarmaz. Kılıcını kınına koymaz, atının sırtı, semerden hiç kurtulmaz. Onlar, uykuyu yenmek için uyurlar. Nefse karşı çarpışmak için yerler. Zarûret olmadan konuşmazlar. Onların âdeti umûmiyetle susmaktır. Nasıl Kıyâmet gününde Allahü teâlâ a’zâları konuşturduğu gibi, onları da Allahü teâlâ konuşturur. Allahü teâlâ, onlara konuşmaları için sebebler hazırlar, onlar da konuşurlar. Allahü teâlâ, emir ve yasaklarını bildirmek, kullarına doğru yolu göstermek için peygamberler ve nebiler gönderdi. Onlar vefât edince, Allahü teâlâ onların yerine, ilimleriyle amel eden âlimleri getirdi. Onlar, peygamberin vekîli olarak, Allahü teâlânın kullarına dünyâ ve âhıret saadetlerine vesile olacak şeyleri anlattılar. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Âlimler, peygamberlerin vârisleridir” buyurdu.

    Ey Allahü teâlânın ni’metleri içerisinde dönüp duranlar! Hani nerede bu ni’metlere şükrünüz? Allahü teâlânın verdiği ni’metleri ba’zan başkasından gelmiş gibi görürsünüz. Onlara sâdece siz sâhib olur, elinizde bulunmayanlar için de, bekler durursunuz. Ba’zan da, o ni’metleri, Allahü teâlânın yasak ettiği, râzı olmadığı işleri yapmak için bir vâsıta edinirsiniz.

    Ey oğul! Sana bir hastalık geldiği zaman, onu sabırla karşıla, ilâcı buluncaya kadar sükûn üzere ol. Feryâd ve figân edip şikâyette bulunma. İlâcını bulunca da, Allahü teâlâya şükret. Böyle yaparsan, hayâtın güzellik kazanır.” Cehennem korkusu, mü’minlerin ciğerlerini yakar, yüzlerini söndürür, kalblerini mahzûn eder. Bu hâller mü’minlerde yerleşince, kalblerine, Allahü teâlânın feyz, rahmet ve lütuf suları akar. Onlara âhıretin kapıları açılır.

    Ey oğul! Senin düşüncen, yiyecek, içecek, giyecek ve dünyâ lezzetleri olmasın. Bütün bunlar, nefsin ve insan tabiatının istediği şeylerdir. Kalbin düşüncesi nerede, nefsin ve tabiatın istekleri nerede? Kalbin düşüncesi Allahü teâlâdır. Senin düşüncen, Rabbin ve O’nun katında bulunan ni’metler olmalıdır. Dünyâdan (Haram ve şüphelilerden) ne terkedersen, mutlaka bunun karşılığında âhırette ondan daha hayırlısı vardır. Ömründe sâdece şu içerisinde bulunduğun günün kaldığını farz et de, âhıret için hazırlık yap. Sen, genişlik ve ni’met zamanında Allahü teâlâyı sevdiğini söylersin, fakat sana bir belâ geldiği zaman da, O’nu sevmiyormuş gibi O’na isyan edersin. Şüphesiz, kulun sevgisinde samîmi olup olmadığı, başına belâ ve musibet geldiği zaman ortaya çıkar. Allahü teâlâdan gelen bir belâ ile karşılaştığında, eğer sabır ve sükûn üzere olarak hâlini muhafaza edebiliyorsan, sen, Allahü teâlâyı gerçekten seviyorsun. Eğer hâlinde değişiklik olursa, Allahü teâlâyı seviyorum demekle, yalancı olduğun ortaya çıkar. Birisi, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) gelip; “Ey Allahın Resûlü! Ben seni seviyorum” deyince, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Fakirlik için bir elbise hazırla” buyurdu. Bir başkası gelip Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ); “Ben Allahü teâlâyı seviyorum” deyince, Resûl-i ekrem; “Belâ için elbise hazırla” buyurdu. Allahü teâlâyı ve Resûlullahı ( aleyhisselâm ) sevmek, fakirlik, belâ ve musibetler ile yanyanadır. Bunun için sâlihlerden birisi; “Sâdece dil ile sevme iddiasında bulunulmaması için, belâ, sevgiye vekîl yapıldı. Böyle bir sevgiyi, belâ ve musibet ta’kib eder. Eğer böyle olmasaydı, herkes Allahü teâlâyı sevdiğini iddia ederdi. Belâ ve fakirlik zamanında sebat gösterebilmek, bu sevgiye delîl ve alâmet yapıldı.

    İkinci Meclis: Aldanma içerisinde bulunuşun, seni Allahü teâlâdan uzaklaştırdı. Bu bakımdan, hor ve hakîr olmadan, belâ ve musibet yılanları ve akrebleri sana musallat olmadan, Rabbine dön. Belâ ve musibetleri tatman, seni Allahü teâlâya karşı aldanmaktan korur. Sahip olduğun iyi hâllerden dolayı sevinme. Çünkü bunlar, kısa zamanda geçen ve yok olan şeylerdir. Allahü teâlânın indinde bulunan şeylere sabırla kavuşulur. Bunun için, Allahü teâlâ sabrı emretti. Fakirlik ve sabır, ancak mü’minde biraraya gelir. Allahü teâlâyı ve Resûlünü ( aleyhisselâm ) sevenler, belâ ve musibetlerle karşılaşırlar. Fakat sabrederler. Belâ ve musibet içerisinde olmakla birlikte, Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yaparken, Rablerinin indinden zaman zaman gelen belâ ve musibetlere tahammül ederler.

    Ey oğul! Sen, dünyâda devamlı kalmak için yaratılmadın, öyleyse, Allahü teâlânın râzı olmadığı işleri bırak. Allahü teâlâya tâatta, sâdece “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” sözünü söylemekle kanâat ettin. Sâdece bunu söylemekle iş bitmiyor. Sen “La ilahe illallah” dediğin zaman, birşey iddia etmiş oluyorsun. Bu durumda sana, “Ey bu sözü söyliyen! Senin için bu sözüne delîl var mı? Bu delîlin nedir?” denir. Elbette bu delîl, Allahü teâlânın emirlerine uymak, yasaklarından sakınmak, başa gelen belâ ve musibetlere sabretmek ve kadere rızâ göstermektir, imân edip bu amelleri de yaptığın zaman, yine başka birşey daha lâzımdır. Bu da, bütün yaptıklarını ihlâsla ve sırf Allahü teâlânın rızâsını gözeterek yapmandır. Ameller, ancak bu takdîrde kabûl olur. (İmân, amelle parlar, ameller, ihlâs ve sünnet-i seniyyeye uygun olmakla kabûl olur.) Elinizde bulunan, Allahü teâlânın size ihsân ettiği şeylerle fakirlere yardım edin. Az veya çok birşey vermeye gücünüz yetiyorsa, sizden birşey istiyeni geri çevirmeyiniz. Allahü teâlâ, vermeyi sever. Bu husûsta, Allahü teâlâya muvafakat gösteriniz. Sizi vermeye muktedir kıldığı için O’na şükrediniz. Sen vermeye muktedir iken, Allahü teâlânın hediyesi olan istiyen birisini geri çevirirsen, yazık sana. Hâlbuki şimdi sözümü dinliyor ve ağlıyorsun. Sana fakir geldiği zaman kalbin katılaşıyor ise, bu senin dinleyip ağlamanın Allah için olmadığını gösterir. Yanımda, Allahü teâlâdan başkasından kalbini temizlemiş olarak bulun. Böylece kalbin, Allahü teâlânın yakınlığına ulaşır. O’nun fadl ve ihsânına kavuşmuş olursun. Böyle yaparsan, kalb, Allahü teâlânın nûru ile nurlanır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Îmân sahibinin firâsetinden sakının, çünkü o, Allahü teâlânın verdiği nûr ile bakar” buyurdu.

    Ey günahkâr kimse! Günahların ma’nevî kiriyle kirlenmiş olduğun hâlde mü’minin yanına girme. Çünkü mü’min, Allahü teâlânın nûru ile bakar. Bu yüzden, sendeki nifak ile bozukluğu anlar. Giydiğin elbise, seni onların nazarından saklıyamaz. Birisi yanındakine, “Ma’nevî körlüğüm ne zamana kadar devam edecek?” diye sordu. Arkadaşı da; “Sen bir ma’nevî tabib bul. Onun eşiğine baş koy. Onun hakkında iyi zan sahibi ol. Kalbinden onun hakkındaki yanlış düşünceni sil. Çoluk çocuğunu al, onun kapısına oturt. Onun sana verdiği kalb hastalıklarına dâir ilâçların acılığına sabret. Böyle yaparsan, gözlerinden ma’nevî körlük gider” dedi. Allahü teâlâya boyun eğ, ihtiyâçlarını O’na arz et. İşlerinde nefsine pay çıkarma. Günahkâr olduğunu bilip, kusurlarından dolayı Allahü teâlâdan af dile. Fayda veren de, zarar veren de, mâni olan da Allahü teâlâ olduğuna bütün kalbin ile inan, o zaman kalb gözündeki körlük gider, görme meydana gelir.

    Allahü teâlânın ni’metlerini şükürle karşılayınız. O’nun emirlerine ve yasaklarına kulak verip, onlara riâyet ediniz. Zorlukları sabırla, kolaylığı şükür ile karşılayınız. Geçen Nebiler, Resûller ve sâlihler, Allahü teâlânın ihsân ettiği ni’metlere böyle şükretmiş, belâ ve musibetlere de öylece sabretmişlerdir. Rahatlık ve genişlik zamanlarında, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet ediniz ve O’na şükrediniz. Zorluk ve meşakkatli durumlarda karşılaştığınız zaman da, günahlarınıza tövbe ediniz. Nefsinizi hesaba çekiniz. Allahü teâlâ kullarına asla zulmetmez. Ölümü ve ölüm ötesinde başınıza gelecekleri hatırlayınız. Allahü teâlâyı ve O’nun kullarını hesaba çekmesini ve sizi gördüğünü devamlı hatırlayınız. Bu gaflet uykusunun, bu cehâletin, bâtıl ve boş şeylerle uğraşmanın, nefs ve hevânın, isteklerin ne zamana kadar devam edeceği husûsunda uyanık olunuz. Allahü teâlâya ibâdette, O’nun emir ve yasaklarına uymakta, niçin O’na karşı edebinizi muhafaza etmezsiniz?

    Ey oğul! İnsanlar arasına gafletle, ma’nevî körlükle ve cehâletle karışma. Onlar arasında basiret, ilim ve uyanıklık haliyle bulun. Onların senin hakkında beğendikleri birşeyi görürsen, ona iyi sarıl. Sende kötü gördükleri şeyden de uzak dur. Onları da o kötü hareketten alıkoy. Siz, Allahü teâlâdan gâfil bulunuyorsunuz. Sizin uyanmanız, câmilere devam etmeniz, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) çok salât-ü selâm getirmeniz lâzımdır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Eğer gökten ateş yağmış olsa idi. Ondan sâdece câmilere devam eden, namaz ehli kurtulurdu” buyurdu. Namazda gevşek olmayınız. Gevşek olduğunuz zaman, Allahü teâlâ ile olan irtibâtınız kesilir, kaybolur. Bunun için Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Kulun Allahü teâlâya en yakın olduğu an secde hâlidir” buyurdu.

    Yazık sana, devamlı ruhsatlara sarılıyor, işlerini doğru görmek ve göstermek için çâreler arıyor, te’vile başvuruyorsun. Keşke azîmetlere sarılsaydık. İcmâ’ya bağlansaydık. Keşke amellerimizde ihlâs üzere olsaydık. Şimdi azîmete yapışanlar kalmadı. Artık ruhsatlara yapışılıyor. Zaman, riya ve gösteriş zamanı oldu. Mallar haksız yere alınıyor. Namaz kılanlar, oruç tutanlar, hacca gidenler ve zekât verenler ve hayır işleri yapanlar çok, fakat bunlar Allah için değil, insanlara gösteriş için yapılıyor. Hepiniz, kalbleri ölü, fakat nefsleri pek canlı, arzu ve istekleri dünyâ olan kimselersiniz! Kalb, ancak insanların beğenmesi, onların övmesi düşüncesinden kurtulmakla Allahü teâlâ ile beraber olabilir. Evet! Kalb, Hakkın emrine uyup yasaklarından sakınmak, O’nun kaza ve kaderine, O’ndan gelen belâ ve musibetlere sabır ile diri ve canlı kalır.

    Ey oğul! Allahü teâlânın takdîrine râzı ol. Çünkü birşey önce temele, sonra binaya muhtaçtır, işlerinin ve hâlinin nasıl olduğuna iyi bak. Eğer durumunda bir iyilik ve güzellik görürsen, Allahü teâlâya şükret. Kötü birşey görürsen, o hâlinden dolayı tövbe et. Böyle yaparsan dînî hayâtın canlı kalır, şeytanın ölür. Bunun için Peygamberimiz ( aleyhisselâm ); “Bir anlık tefekkür, bütün bir geceyi ibâdetle geçirmekten hayırlıdır” buyurmuştur.

    Ey Muhammed aleyhisselâmın ümmeti! Allahü teâlâya şükrediniz. Çünkü, sizden öncekiler pekçok amel yaptılar. Hâlbuki, Allahü teâlâ sizin için az ameli kâfi gördü. Sizler en son gelen ümmetsiniz. Kıyâmet günü ise önde olacaksınız. Siz iyi olduğunuz zaman, sizin gibisi yoktur. Sizler idâreci veya emîr durumundasınız. Diğer ümmetler ise, idâre edilen halk derecesindedir. Eğer siz nefsinize, hevânıza, şehvetinize uyarsanız, riya ve iki yüzlülükle insanların ellerinde bulunan şeyleri elde etmek gayretine kapılırsanız, dünyâya düşkün olursanız, kalbinizle Allahü teâlâdan başkasına bağlanırsanız, bu yüksek dereceye kavuşamazsınız. Yâ Rabbî! Bizi senin ile beraber olmaya lâyık eyle.

    Üçüncü Meclis: Ey fakîr! Zenginliği temenni etme. Belki bu, senin helakine sebeb olabilir. Ey hasta! Sıhhate kavuşmayı büyük bir arzu ile isteme. Belki sıhhatli hâlin, helakine vesile olabilir. (İnsan, umûmiyetle sıhhat hâlinde iken Rabbini unutur. Azgınlık ve taşkınlığa dalar. Hastalık hâlinde böyle şeylere pek fırsat bulamaz. Bu bakımdan, insanın hastalığında da hikmetler vardır. Yalnız, burada hasta olmaya teşvik durumu yoktur.) Akıllı ol. Elinde bulunanla kanâat et. Fazlasını isteme. Allahü teâlâdan affını, dünyâ ve âhıret saadetini ve iyiliğini çok iste. İsteme husûsunda bununla kanâat et. Allahü teâlâya hiçbir şeyi tercih etme. Çünkü O, seni korumaktadır. Allahü teâlâya ve Onun kullarına karşı, gençliğin, kuvvetin ve malın ile kibirli olma. Eğer böyle yaparsan, Allahü teâlâ geçmiş kavimler arasında böyle yapanları acı azâbıyla cezalandırdığı gibi, seni de cezalandırır.

    Senin dilin güzel ve tatlı; yüzün ise kötülüklerden kurtulmuş gibi gülüyor, ya kalbinin hâli nasıl? Cemâat içinde iyi görünüyorsun, ya yalnız iken, yanında kimse yok iken nasılsın? Göründüğün gibi değilsin. Sen namaz kıldığın, oruç tuttuğun, hayır işleri yaptığın zaman, eğer bunları sırf Allahü teâlânın rızâsını gözeterek yapmazsan, nifak üzere ve Allahü teâlâdan uzak olacağını bilmiyor musun? Şimdi Allah için yapmadığın bütün işlerin, bütün sözlerin, âdî ve bayağı niyetlerin için tövbe et.

    Sağlam îmân sahibi olanlar, gerçekten Allahü teâlânın birliğine inananlar, ihlâs sahibi kimseler, Allahü teâlâdan gelen belâ ve musibetlere sabredenler, O’nun ni’metlerine ve ihsânlarına şükredenlerdir. Onlar, Allahü teâlâyı dilleriyle andıkları gibi, kalbleriyle de hatırlarlar. Onlara insanlardan bir belâ isâbet ettiği zaman, yüzlerinde tebessüm görülür. Onlar, dünyânın ve âhıretin sahibi olan Allahü teâlâ ve O’nu sevenler ile beraberdirler. Onlar şu ilâhi hitabı can kulağı ile dinlemişlerdir: Meâlen; “Beni anın ki, ben de sizi anayım” (Bekâra-152). Öyleyse, siz de Allahü teâlâyı anın ki, O da sizi ansın. Size, amel etmediğiniz ilim fâide vermez. Siz, ilminizle amel etmek zorundasınız. Bu, Allahü teâlânın hükmüdür. Eğer ilminiz ile amel ederseniz, meyvesini görürsünüz.

    Ey oğul! ilim sana, “Eğer benim ile amel etmezsen, senin aleyhine şahidim. Eğer benim ile amel edersen, senin lehine şâhidlik edeceğim” diye sesleniyor. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte: “İlim, ameli çağırır. Amel, onun çağırışına uyarsa iyi, uymadığı takdîrde, sahibinin boynunda çekilmez vebal olur” buyurdu. İlim ile amel edilmeyince, ilmin bereketi gider. Sâdece zahmeti kalır. Rabbinin indinde şefaatçi olmaz, ilim ile amel edilmeyince, ilim kabuk olarak kalır. Hâlbuki, ilmin özü ameldir. Buyurdukları ile amel edilmediği müddetçe, Resûl-i ekreme uymak mümkün olmaz.

    Ey oğul! ilim, sana kendisi ile amel etmen için sesleniyor. Fakat sen, onun sesini işitmiyorsun. Çünkü sende kalb yok (kararmış) da ondan. Bu sebeble ilmin sesini kalb kulağı ile dinle. Onun sözü istikâmetinde hareket et, faydasını görürsün, ilmin zekâtı; onu yaymak ve insanları, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından sakınmaya da’vet etmektir.

    Çalışarak kazandığını ye. Dînini satarak geçimini te’min etme. Kazandığından başkasına da yardım et.

    Ey zavallı! Sana fâide vermiyen şeyler hakkında konuşmayı bırak. Dünyâ ve âhırette sana fâide verecek işlerle uğraş. Kalbinden dünyâ düşüncelerini çıkar. Çünkü yakında sen dünyâdan alınacak, âhırete götürüleceksin. Dünyâda rahat ve hoş bir hayat arama. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Hayat, âhıret hayatıdır” buyurdu.

    Emelini kısa yap. Dünyâ hakkında zühd sahibi ol. Zühd, uzun emel sahibi olmamaktır. Kötü arkadaşları terket. Onlara sevgi duyma. Sâlih kimseleri sev. Yakının bile olsa, kötü arkadaştan uzak dur. Uzak bile olsa, iyi arkadaşlarla beraber ol. Kimi seversen, seninle onun arasında bir yakınlık hâsıl olur. Bu bakımdan, sevgi beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi bak. Ey oğul! Yaratılanlar üzerinde tefekkür edersen, onların yaratıcısına varırsın. Hakîkî îmân sahibi mü’minin, iki zâhirî, iki tanede bâtınî gözü vardır. Zâhirî gözü ile Allahü teâlânın yeryüzünde yarattıklarını görür. Bâtınî gözü ile de, Allahü teâlânın göklerde yarattıklarını görür. Sonra, kalbinden perdeler kalkar. Yüksek derecelere kavuşur. Ona çok şeyler ma’lûm olur. Fakat sözü edilen bu perdeler, mahlûklara gönül bağlamaktan, nefsten, onun arzu ve isteklerinden, şeytanın aldatmasından kurtulmuş olan kalblerden kalkar.

    Ey oğul! Allahü teâlâ hakkında, bana şöyle şöyle musibetler verdi diyerek, kullarına şikâyette bulunma. Bilakis durumunu Allahü teâlâya arz et. Çünkü O, kudret sahibidir. Kullar ise âcizdir. Musibetleri ve sadakayı gizlemek hayır hazînelerindendir. Sağ elin ile verdiğin sadakadan, sol elinin haberi olmamasına çalış. Dünyâ denizinden çok sakın. Çünkü burada, çok kimseler boğuldu. Ondan çok az kimse kurtulabildi. Dünyâ denizi çok derin bir denizdir. Ondan ancak, Allahü teâlânın dilediği kimseler kurtulacaktır. Allahü teâlâ, kıyâmet gününde mü’min kullarını Cehennemden kurtaracaktır. Cehennem üzerinden herkes geçecek, ondan ancak Allahü teâlânın dilediği kimseler kurtulacaktır. Allahü teâlâ ihlâslı, Rabbini seven ve başkasına rağbet etmeyen mü’min kulları Cehennem üzerinden geçerken. Cehenneme “Serin ve selâmet ol!” buyurur. Nitekim Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmı yakmak için Nemrûd’un yaktığı ateşe de böyle buyurmuştu. İşte bunlar gibi, Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmı ve kavmini Kızıldeniz’de boğulmaktan kurtardığı gibi, ihlâslı, dünyâya rağbet etmeyen, düşüncesi Allahü teâlâ olan kullarını da dünyâ denizinde boğulmaktan kurtarır. Allahü teâlâ, dilediği kullarına lütuf ve ihsânını verir. Hayrın hepsi Allahü teâlânın kudretindedir. Dilediğine verir, dilediğine vermez. Dilediğini zengin, dilediğini fakir yapar. Bütün bunlar, Hak teâlânın kudretindedir. O’ndan başka kimse bunlara kadir değildir. Akıllı kimse, O’nun kapısına yapışır. O’ndan başkasının kapısına gitmez.

    Ey insanoğlu! Görüyorum ki, kullardan râzısın, fakat onların yaratıcısına kızıyorsun. Dünyânı îmâr edeyim derken, âhıretini yıkıyor, harâb ediyorsun. Kısa zamanda Allahü teâlânın acı azâblarıyla karşılaşacaksın. O yüksek makamından ayrılacaksın. Hastalık, zillet ve fakirlik ile karşılaşacaksın. Sıkıntı ve kederlerin içine düşeceksin. Kendilerinden râzı olduğun, o insanların da dillerine ve ellerine düşeceksin. Allahü teâlâ, bütün mahlûkunu sana musallat edecektir. Ey uyuyan insan, uyan! Allahım bizi gaflet uykusundan uyandır. Âmin.

    Acele etme. Acele eden, ya hatâ yapar veya hatalı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli hareket eden, o işte ya isâbet kayd eder veya isâbet etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek, Allahü teâlâdandır. Umûmiyetle aceleye sebeb, dünyalık toplama hırsıdır. Kanâat sahibi ol. Kanâat bitmeyen bir hazînedir. Sana ezelde takdîr edilmemiş, sana ayrılmamış bir rızkı nasıl ister, nasıl onun peşine düşersin. Böyle bir şeye, (ne kadar uğraşsan) kavuşamazsın. Nefsine fırsat verme. Allahü teâlâdan ve O’nun kaza ve kaderinden râzı ol. Allahü teâlâdan başkasına rağbet etme. Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına riâyet etmeye iyi sarıl. Böyle yaparsan, Allahü teâlâyı tanıma ni’metine kavuşursun. O zaman, başında bütün ağırlığı ile duran dünyâ hafifler. Allahü teâlâdan başka herşey, gözünde küçülür. Herkesin yanında kadrin ve kıymetin artar.

    Eğer önünde hiç kapalı bir kapı kalmamasını istiyorsan. Allahü teâlâdan kork, takvâ üzere ol. Takvâ, her kapının anahtarıdır. Gerek şahsın, gerek hanımın, malın ve yaşadığın zamandaki kimseler hakkında, Allahü teâlâya i’tirâz etme, karşı gelme. Allahü teâlâya, senin veya başkasının içinde bulunduğu bir durumu değiştirmesini emretmekten, kendini, Allahü teâlâdan daha âlim ve daha hikmet sahibi görme durumlarına girmekten utanmıyor musun? Hâlbuki sen ve başkaları, hepiniz O’nun kullarısınız. Eğer dünyâda ve âhırette Allahü teâlânın rızâsına kavuşan, yakın kullarından olmak istiyorsan, sükûn üzere ol ve sükûtu tercih et. Kısaca, dilsiz ol. Herşey hakkında olur olmaz konuşma. Çünkü Allahü teâlânın velî kulları, Allahü teâlâya karşı edebi gözetirler. Allahü teâlâ tarafından kalblerine açık bir izin gelmedikçe, ne bir hareket ederler, ne de bir adım atarlar. Onların mübah şeylerden yemeleri, giyinmeleri ve diğer işleri de böyle bir izin ile olur.

    Dördüncü Meclis: Ey cemâat! Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyâdan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganîmet biliniz. Tövbe kapısı açık iken ve elinizde bu imkân var iken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Duâ etmeye imkânınız varken, duâ ediniz. Sâlih kimselerle beraber olmayı fırsat biliniz.

    Ey cemâat! Bozduklarınızı tekrar yapınız. Kirlettiğiniz şeyleri yıkayınız. Bu kadar kaçmanızdan ve uzaklaşmanızdan sonra Rabbinize dönünüz.

    Ey oğul! Tenbel olma. Çünkü tenbel kimse, devamlı mahrûm kalır. Pişmanlıktan kurtulamaz. Amellerini güzelleştir. İnsanlara iyi muâmele et. Duâyı elden bırakma. Rabbinin bütün işlerine rızâ göster. Dilin ile duâ ederken, kalbin i’tirâzcı olmasın. Kıyâmet gününde insan, dünyâda hayır ve şer olarak bütün yaptıklarını hatırlar. Fakat, orada pişmanlık fâide vermez, ölüm geldiği zaman uyanırsın, fakat bu uyanma da sana fâide vermez. Allahım! Senden gâfil olanların ve seni tanımıyanların uykusundan bizi uyandır. Âmin.

    Ey oğul! Kötü kimselerle düşüp kalkman, seni, iyi kimseler hakkında kötü zanna düşürür. Allahü teâlânın kitabının ve Resûlünün sünneti seniyyesinin gölgeleri altında yürü, felah bulursun.

    Ey cemâat! Allahü teâlâdan hakkıyla haya ediniz. Gaflette olmayınız. Zamanınız, zayi olup gidiyor. Hâlbuki siz, yiyemiyeceğiniz şeyleri toplamak, ulaşamıyacağınız şeylerin peşinde koşmak, oturamayacağınız binâları kurmakla meşgûl oluyorsunuz. Bütün bunlar size, Rabbinizin huzûrunda hesap vermek için duracağınızı unutturuyor. Hâlbuki Allahü teâlâyı anmak, âriflerin kalblerinde yerleşir. Onların kalblerini kuşatır. Onlara, Allahü teâlâyı hatırlamaya mâni olan herşeyi unutturur.

    Ölümü hatırlamaya, âfetlere karşı sabra, bütün hâllerde Allahü teâlâya tevekküle yapışınız. Bu üç haslet tamam olunca, şu üç haslete kavuşursunuz. Ölümü hatırlamakla, zühdün doğru olur. Sabırlı olmakla, Rabbinden dilediğine nail olursun. Tevekkül sahibi olursan, kalbinden Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisi çıkar, sâdece Rabbinin rızâsını kazanmayı düşünürsün.

    Beşinci Meclis: Kabirleri ziyâret ediniz. Sâlih kimseleri de ziyâret ediniz. Hayırlı işler yapınız. Böyle yaparsanız, durumunuz düzelir. İnsanlara nasihat edip, kendisi bu nasîhata uymayanlardan işittiği hâlde bununla amel etmiyenlerden olma.

    Dört şey dîninize zarar verir. Bunlar; bildiklerinizle amel etmemek, bilmediğinizi yapmak, bilmediğinizi öğrenmeyip câhil kalmak, insanların bilmediklerini öğrenmelerine mâni olmaktır.

    Ey cemâat! Siz. Allahü teâlânın anıldığı, rızâsına uygun işlerin yapıldığı yere, istifâde etmek, öğrendiklerinizle yanlış bir hareketinizi düzeltmek için değil, sâdece ferahlık ve bir teselli bulmak için gelirsiniz. Nasihat edenin nasihatinden yüz çevirir, onun hatâsını ve dil sürçmesini kollar, onlarla alay eder, onlara gülersiniz. Böylece Allahü teâlânın gazâbına dokunur, başınızı derde sokarsınız. Onun için, böyle durumlarınızdan tövbe edin. Allahü teâlânın düşmanlarına benzemeyiniz. İşittiğiniz şeylerden istifâde etmeye çalışınız.

    Allahü teâlâ, insanları ve cinleri, heves için, oyun için, yemeleri ve içmeleri için, uyumaları için yaratmadı. Nitekim Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Ben, insanları ve cinleri, ancak bana ibâdet etsinler (tanısınlar) diye yarattım” buyuruyor (Zâriyat-56).


  18. Seyyid Abdulkadir-i Geylani /// Kısım - III

     

    Allahü teâlâ, mü’mini, îmânının kuvvetine göre imtihan eder. İmânı kuvvetli ise, imtihanı da çetin ve büyük Olur. Resûlün imtihanı, Nebîninkinden daha çetindir. Çünkü Resûlün îmânı daha kuvvetlidir. Nebinin imtihanı, ebdâlin imtihanından daha büyüktür. Ebdâlin imtihanı, velîlerin imtihanından daha büyüktür. Bu mes’ele, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) şu hadîs-i şerîfi ile açıklanmıştır: “Biz Peygamberler topluluğu, en çetin imtahanlara tâbi oluruz.” Allahü teâlâ, o büyüklerde belâyı eksik etmez. Onlar devamlı bir huzûr ve uyanıklık hâline kavuşuncaya kaçlar, Allahü teâlâ, onlara belâ göndermekte devam buyurur. Çünkü Allahü teâlâ onları sever. Onlar muhabbet ehlidir. Hakkı severler. Seven sevdiğinden başka birşeyi tercih etmez. Belâlar onların kalblerini tutar, onların nefsleri için bağdır. Onları, Allahü teâlâdan başkasına meyletmekten men eder.

    Onlardaki şehevî arzular, lezzet ve rahatlıklara meyil, onlardan alınır. Onların kalblerinde verilene kanâat ve belâlara karşı sabır hâli meydana gelir.

    Belâ ve musibetler, kalbi ve kalbin yakînini kuvvetlendirir, nefsin arzu ve isteklerini zayıflatır. Çünkü mü’mine elem ve acılar gelince, mü’min sabır, rızâ ve Allahü teâlâdan gelene teslimiyet gösterince, Allahü teâlâ o kulundan râzı olur ve ona yardım eder ve onu muvaffak kılar. Hattâ Allahü teâlâ, o kuluna yardımını arttırır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Eğer şükrederseniz, verdiğim ni’metleri elbette arttırırım” buyuruyor (İbrâhim-7).

    İnsanlar dört kısımdır. Birincisi: Onun ne dili vardır, ne de kalbi, o âsîdir. Günahlara dalmıştır. O ahmak ve aldanmıştır. Allahü teâlâ ona kıymet vermez. Onda hayır yoktur. O ve benzerleri, ağırlığı olmayan bir çöp gibidirler. Belki bunlara Allahü teâlâ merhamet eder de, onların kalblerine îmânı, bedenlerine de tâatı nasîb edebilir. Böyle kimselerden olma. Onlar arasına katılma. Çünkü onlar, Allahü teâlânın azâbına müstehak kimselerdir. Onlar, Cehennemliklerdir. Onlardan Allahü teâlâya sığınırız. Eğer Allahü teâlâyı tanıyan âlimlerden, hayrı öğretenlerden, insanları Allahü teâlânın dînine da’vet eden bu yoldaki rehberlerden isen, onlara yaklaşabilirsin. Onların yanına gidince, onları Allahü teâlânın râzı olduğu şeylere da’vet et. Onları kötülüklerden sakındır. O zaman Allahü teâlânın katında basiret sahibi olarak yazılırsın. Sana, Resûllere ve Nebilere verilen sevâblar verilir. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), Ali bin Ebî Talibe ( radıyallahü anh ); “Allahü teâlânın senin vâsıtanla bir kişiyi hidâyete kavuşturması, senin için, güneşin üzerine doğduğu bütün şeylerden hayırlıdır” buyurdu.

    İkinci kısım kimselerin; dili var, fakat kalbsizdirler. Hikmetle konuşurlar, fakat onunla amel etmezler. İnsanları, Allahü teâlâya da’vet ederler, fakat kendileri Allahü teâlâdan kaçarlar. Başkasının ayıbını, çirkin işlerini görürler, fakat kendi yaptıklarını görmezler. Böyle kimseler, üzerine elbise giymiş kurt gibidir. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) böyle kimselerden sakınılmasını şu hadîs-i şerîfte açıklamıştır: “Ümmetim hakkında en korktuğum, dili olan münâfıktır.” Diğer bir hadîs-i şerîfte ise; “Ümmetim hakkında en korktuğum, kötü âlimlerdir” buyurmuştur. Bundan Allahü teâlâya sığınırız. Böyle kimselerden uzak dur. Tatlı sözleri ile sana te’sîr edip, seni çarpmaması için, ondan sür’atle kaç. Yoksa, kötülüklerinin ateşinde seni de yakarlar, içinin ve kalbinin pis kokusuyla seni öldürür.

    Üçüncü sınıf kimsenin; kalbi vardır, fakat konuşmaz. O, öyle bir mü’mindir ki, Allahü teâlâ onu insanlardan gizlemiş, onu himâye etmiş, ona nefsinin ayıplarını görmeyi nasîb etmiş, kalbini aydınlatmış, insanların arasına karışmanın ve lüzumsuz, fâidesiz ve fazla konuşmanın zararını, istenmiyen durumlardan kurtulmanın susmakta ve yalnızlıkta olduğunu bildirmiştir. Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) şu mübârek sözüne iyi kulak ver: “Susan, kurtulur.”

    Âlimlerden birisi de şöyle buyurmuştur: “İbâdet on parçadır. Dokuz parçası susmaktır.” Sözü edilen bu üçüncü kısımdaki kimse, Allahü teâlânın velîsidir. Allahü teâlâ onu insanlar arasında gizlemiş ve korumuştur. Bunlar, akıllı kimselerdir. Selâmettedirler. Allahü teâlânın ni’metleri içerisindedirler. O’nun katında her türlü hayır vardır. O hayırlardan kendine al. İhtiyâçlarını gidermek, hizmetlerinde bulunmak sûretiyle onlarla beraber ol. Onları sev. Allahü teâlâ da seni sever. Seni, sevdiği sâlih kulları arasına katar.

    Dördüncü kısımdakiler; melekler âleminde Azîm diye isimlendirilmiştir. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Kim öğrenir, öğrendiğini öğretir ve bununla amel ederse, melekler âleminde Azîm diye çağrılır” buyurdu. Bu kimse, Allahü teâlâyı ve âyetini bilen kimsedir. Allahü teâlâ, onun kalbine ince bilgileri koymuş, onu gizli sırlarına muttali kılmış, onu kullarının arasından seçerek, yakın kulları arasına almıştır. Allahü teâlâ, bu kulunu derin âlim, insanları Allahü teâlâya da’vetçi, onları korkutucu, insanlara doğru yolu gösterici ve Peygamberlerine (aleyhimüsselâm) vâris kılmıştır. Bu mertebe, peygamberliğin dışındaki en yüksek mertebelerdendir. Böyle kimselere yapış. Onlara muhalefet etme. Onlara düşmanlık yapma. Onlardan uzaklaşma. Onun nasihatini terk etme. Çünkü kurtuluşun, onun söylediklerindedir. Helak ve dalâlet, onun sözünün dışındaki sözlerdedir.

    Dünyâ ile âhıretin beyânı ve yapılması lâzım olan şeyler: Âhıreti sermâyen, dünyâyı bu sermâyenin kazancı yap. Zamanını, önce âhıreti elde etmek için sarf et. Geri kalan vaktini, geçimini te’min için harca. Sakın dünyânı sermâye, âhıretini onun kârı şeklinde yapma. Böyle yaparsan, dünyâdan artan zamanını, âhıretin için sarf edersin. Bu zaman zarfında namazlarını kılmaya çalışırsın. Fakat, çabucak kılayım diye, rüknlerine riâyet etmezsin. Sonra dünyâ işlerinden dolayı yorulur ve bitkin düşersin. Geceleri kaza namazı kılmaya fırsat bulamazsın. Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de faydasız olursun. Nefsine, hevâna ve şeytâna tâbi olursun. Âhıretini dünyâya karşılık satarsın. Nefsinin kölesi ve onun bineği olursun. Hâlbuki sen, nefsine binmek, onu tekzib etmek ve onu selâmet yoluna sokmakla emrolunmuşsun. Bunlar âhıret yolu, Rabbine îtâat yoludur. Sen, nefsinden gelen istekleri kabûl etmekle, kendine zulmettin, ipini onun eline verdin, isteklerinde, lezzetlerinde, hevâsında ona uydun. Sonunda dünyâ ve âhıretin hayırlısını kaçırdın. Dünyâ ve âhıretini zarara soktun. Kıyâmet günü din ve dünyâ bakımından insanların en müflisi ve en zararda olanı olursun. Nefsine uymakla, dünyâdan fazla birşeye ulaşmadın. Eğer nefsini âhıret yoluna soksaydın, âhıretini esas ve sermâye kabûl etseydin, dünyâ ve âhıretini kazanırdın. Sen, nefsin kötülüklerinden korunur, iyilerden olurdun. Eğer dünyâya rağbet etmiyerek, kötülüklerden uzak kalarak Allahü teâlâya itaat edersen, Allahü teâlânın has kullarından ve muhabbet ehlinden olursun. Senin için âhırette, Cennet ve Allahü teâlânın yakınlığı nasîb olur. Bu sefer, dünyâ sana hizmetçi olur. Dünyâda, sana takdîr edilen nasîbin gelir. Eğer dünyâ ile meşgûl olur, âhıretten yüz çevirirsen, Allahü teâlâ sana azâb eder. Âhıretini kaçırırsın. Dünyâ sana karşı gelir. Nasîbini elde etmen için kendini yorarsın. Allahü teâlâya âsî olanlar alçaktır. Allahü teâlâ, kendisine itaat edenlere bol ihsânlarda bulunur.

    İnsanlar iki kısımdır. Birisi dünyâyı taleb eder. Diğeri ise âhıreti taleb eder. İnsanlar kıyâmet gününde de iki gruptur. Birincisi Cennet, diğeri ise Cehenneme gider. Bir kısım insanlar, hesabın uzunluğundan dolayı bekler. O zaman bir gün, dünyâ senesiyle bin senedir. Bir kısmı Arşın gölgesindedir. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Siz kıyâmet gününde, Arşın gölgesinde olursunuz (orada sizin için) üzerinde en güzel yiyecekler ve meyvalar vardır. Oradaki bal ise, kardan daha beyazdır” buyurdu. Diğer bir hadîs-i şerîfte ise; “Onlar, Cennetteki yerlerine bakarlar. Nihâyet mahlûkâtın hesabı bitince, Cennete girerler. Sizden birisi dünyâdaki yerine gider gibi, onlar da Cennetteki yerlerine giderler” buyuruldu. Onlar bu mertebeye, dünyâyı terk edip, âhıreti ve Allahü teâlâyı taleb etmek sûretiyle kavuşurlar. Ey insanoğlu! Sen kendine birazcık acı da, nefsin için, dünyâ ve âhırette hayırlı olan şeyleri seç. Onu, insan ve cin şeytanlarından olan kötü arkadaşlardan muhafaza et. Kitap ve sünneti kendine rehber edin. Onlarla amel et.

    Hasedin kötülenmesi ve onun terkedilmesinin emredilmesi: Ey mü’min! Ne oluyor ki, seni, komşunu (yemede, içmede, giymede ve başka şeylerde) kıskandığını görüyorum. Bu nasıl iş böyle? Bilmiyor musun ki, bu senin îmânını zaîfletir. Mevlânın gözünden düşürür. Seni, Allahü teâlânın gazâbına uğratır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) “Allahü teâlâ, “Hasedci kimse ni’metimin düşmanıdır” buyurdu” diye bildirmiştir. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, hased de, iyilikleri yer” buyurdu. Sen, hased ettiğin kimseyi, hangi ve ne husûsta hased ediyorsun.

    Ey miskin! Onun kısmeti için mi, yoksa kendi kısmetin husûsunda mı hased ediyorsun? Eğer onu, Allahü teâlânın ona kısmet olarak verdiği şeyde hased ediyorsan, sen ona haksızlık etmiş olursun. Hased ettiğin kimse, Allahü teâlânın kendisi için takdîr ve taksim ettiği ni’metin içerisinde bulunmaktadır. Sen onu, Allahü teâlânın bu ihsânından dolayı hased etmekle, ne kadar haksızlık ve cimrilik yaptığını, ne kadar akılsızlık ettiğini biliyor musun? Eğer onu, sana takdîr edilenin onun eline geçeceğinden endişe ederek kıskanıyorsan, bu senin çok câhil olduğunu gösterir. Çünkü senin kısmetini başkası yiyemez. Muhakkak ki, Allahü teâlâ sana zulmetmez. Allahü teâlâ, senin için takdîr ettiğini, sana nasîb olarak verdiğini, neden senden alıp başkasına versin?

    Mü’minin meşgûl olması gereken şeyler: Mü’minin, en önce farzları yapması lâzımdır. Farzları bitirdikten sonra, vâcib ve sünnetleri yapar. Ondan sonra, nafilelerle meşgûl olur. Farz borcu varken sünnet ile meşgûl olmak, ahmaklıktır. Farz borcu olanın, sünnetleri kabûl olmaz. Ali bin Ebî Tâlib’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyuruyor ki: “Üzerinde farz borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazasını ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun nafile namazlarını kabûl etmez.” Mü’min, bir tüccâra benzer. Farzlar onun sermâyesi, nafileler de kazancıdır. Sermâye kurtarılmadıkça, kazancı olamaz.

    Allahü teâlâya duâ etmek emrolunmuştur. “Allahü teâlâya duâ etmiyeceğim. Çünkü, istiyeceğim şey ezelde taksim edilmiş ise, istesem de istemesem de gelecektir. Eğer ezelde takdîr edilmemiş ise, istesem de bana verilmeyecektir” deme. Bilakis haram ve bozuk bir şey olmamak üzere, Allahü teâlâdan dünyâ ve âhıretin bütün hayırlarını ve bütün dileklerini iste. Çünkü Allahü teâlâ, kendisinden istemeyi emretti ve buna teşvik etti. Sakın, “Ben istiyorum, fakat Allahü teâlâ vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim” deme. Duâya devam et. Eğer istediğin şey ezelde senin için takdîr edilmiş ise, sen Allahü teâlâdan istedikten sonra, Allahü teâlâ onu sana gönderir. Bu durum, senin îmânını kuvvetlendirir ve Allahü teâlâdan başkasından istemeyi bırakıp, bütün hâllerinde Allahü teâlâya dönmeni sağlar. Eğer istediğin o rızık, ezelde, senin için takdîr edilmemiş ise, Allahü teâlâ seni o şeye muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rızâ gösterme ni’metini ihsân eder. Eğer Allahü teâlâ ezelde senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allahü teâlâya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsan, Allahü teâlâ sana öyle bir hâl verir ki, sen bu hâlinden memnun kalırsın. Eğer ezelde senin borçlu olman takdîr edilmişse, sen de Allahü teâlâya borçtan kurtulman için duâ edersen, Allahü teâlâ alacaklıyı sana kötü muâmele etme hâlinden, yumuşaklık ve borcunu ödemeyi genişlik zamanına uzatmaya, hattâ borcundan azaltma veya hepsini bağışlama hâline çevirir. Eğer, dünyâda borçlu hâlden seni kurtarmazsa, buna karşılık sana bol sevâb verir. Çünkü Allahü teâlâ Kerîmdir, ganîdir ve Rahimdir. Allahü teâlâ kendisinden isteyeni, dünyâda da, âhırette de boş çevirmez. Allahü teâlâdan isteyen, ya dünyâda veya âhırette mutlaka karşılığını görür. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte: “Mü’min, kıyâmet günü, amel defterinde dünyâda iken yapmadığı ve bilmediği bir takım iyilikler görür. Ona “Onları biliyor musun?” denir. O da, “Onların defterime nereden yazıldığını bilmiyorum” der. Bunun üzerine ona, “Dünyâdaki duâlarının karşılığıdır” denir” buyurdu.

    Nefsle mücâdele: Ne zaman nefsinle mücâdele etmeye kalkıp, ona üstün gelip, onu öldürürsen, Allahü teâlâ, senin nefsinle mücâdele edip sevâb kazanman için, o nefsi tekrar diriltir. Nefsin seninle kavgaya başlar, isteklerini yerine getirmeni ister. Sen nefsine karşı çıkıp onunla mücâdele ettikçe, sana sevâb yazılır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) müşriklerle muharebeden döndüklerinde, Eshâb-ı Kirâma (r.anhüm) “Küçük cihâddan, büyük cihâda döndük” buyurdu. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) büyük cihâdla, nefsle mücâdeleyi murâd buyurdular. Çünkü nefs, devamlı olarak kendi arzu ve isteklerinin yerine getirilmesini ister. Nefs günahlara pek düşkündür.

    Mağfireti, ismeti, tevfîki, rızâ ve sabrı istemek: Allahü teâlâdan, geçmiş günahlarını affetmesini, gelecek günahlardan muhafaza buyurmasını, O’nun emirlerine uymayı ve güzel tâata muvaffak kılmasını, başına gelen belâ ve musibetlere güzel bir sabırla sabretmeyi, kaza ve kadere rızâ göstermeyi, verdiği bol ni’metlere karşı şükretmeyi, son nefeste îmânla ölmeyi, âhırette Peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihler ile bulunmayı dile. Çünkü onlar, güzel bir arkadaştır. Allahü teâlâdan dünyalık isteme. Sana takdîr ve taksim edilen ne ise, ona rızâ göstermeyi nasîb etmesini iste. Allahü teâlâdan, içinde bulunduğun hâlde, sana verdiği belâ ve musibet içersinde, başka bir duruma veya afiyete kavuşmaya kadar seni korumasını dile. Çünkü sen, hayrın fakirlikte mi, yoksa zenginlikte mi, belâ ve musibet içerisinde olmakta mı, yoksa afiyette olmakta mı olduğunu bilemezsin. Bu bilgiler sana gizlidir, işlerin hangisinin faydalı, hangisinin bozuk ve kötü olduğunu, sâdece Allahü teâlâ bilir. Hazreti Ömer, “Hiçbir durumda endişem yoktur. Çünkü hangisinin hakkımda hayırlı olduğunu bilmem” buyurdu. Eğer nefsini zelîl ve mağlûb edersen, isteklerin ve gayelerin senden kaybolur. Allahü teâlânın sevgisinden başka herşey kalbinden çıkar. Kalbin, Allahü teâlânın sevgisi ile dolar. Allahü teâlânın rızâsını talebindeki isteğin samîmi olur. Sana lütuf ve ihsânda bulunursa, O’na şükredersin. Sana vermediği zaman, O’na kızmazsın. Çünkü senin isteğin, O’nun emrine uymak içindir.

    Şükür ve noksanlığı i’tirâf: Yaptığın işlerde, nasıl ucub sahibi olursun, işlerini nasıl beğenirsin, nefsine nasıl pay çıkarır onlara karşılık beklersin. Çünkü bütün yaptıkların, Allahü teâlânın tevfîki, yardımı, kuvvet vermesi, dilemesi ve ihsânı iledir. Eğer bir günahı terk etmiş isen, Allahü teâlânın muhafazası, koruması ile terk ettin. Öyleyse, nerede bunun şükrü. Hani sana verdiği ni’metleri i’tirâf. Bu, ne cehâlet ve ahmaklık böyle?

    Çarşıya girildiğinde dikkat edilecek husûslar: Bir insan, gerek Cum’a namazını veya cemâatle namaz kılmak gibi Allahü teâlânın bir emrini yerine getirmek, gerekse bir ihtiyâcını gidermek için çarşıya gittiği ve orada nefsinin arzu ettiği ve istediği şeyleri, çeşitleri, lezzetleri gördüğü zaman kalbi onlara takılır ve kalbinde çeşitli fitneler meydana gelir. Bu ise, ibâdeti terketmesine, nefsinin arzu ve isteklerine uymasına sebeb olur. Bu durumdan, ancak Allahü teâlânın rahmetiyle ve O’nun korumasıyla kurtulmak mümkün olur. Bunların helakine sebeb olacağını gören kimse, aklına ve dînine döner. Bu lezzetleri terketmenin acılığına katlanır, insanlardan bir kısmı, o şehveti ne görür, ne de onun farkına varır. Onlar, Allahü teâlâdan başkasını görmezler. O’ndan başkasına sığınmaz. Onlardan ba’zıları çarşıya çıktığı zaman, kalbi devamlı Allahü teâlâyı anar. Kendisini, çarşı ehlinin ellerindekilere bakmaktan alıkor. Çarşıya girişinden çıkışına kadar, çarşı ehline duâ, istiğfar, şefaat, rahmet ve şefkat hâlinde olur. Gözleri dalgın, dili sena halindedir. Allahü teâlâya verdiği ni’metlerden dolayı hamd eder.

    Sana, Allahü teâlâdan korkmayı, O’na tâatı, dînin emir ve yasaklarına sarılmayı, gönlü, Allahü teâlânın râzı olmadığı şeylerden kurtarmayı, cömertliği, güler yüzlülüğü, eli açık olmayı, başkasına eziyet etmemeyi, âlimlere ve tasavvuf büyüklerine hürmette kusur etmemeyi, dostlara alâka göstermeyi, küçüklere ve büyüklere nasihat etmeyi, başkasından gelen eziyet ve sıkıntılara katlanmayı tavsiye ederim. Fakirliğin hakîkati, senin gibi olan kimselere muhtaç olmamaktır.

    Ey Allahü teâlânın kulları! Her zaman Allahü teâlânın zikrine sarıl. Çünkü Allahü teâlâyı zikr, her çeşit hayrı içine alır. Dîne sarıl. Sana şimdi en lâzım olan şeyle meşgûl ol. Kendini boş işlerle uğraşmaktan muhafaza et. Müslümanlar hakkında hüsn-i zan sahibi ol. Onlar hakkındaki niyetini düzelt. Her türlü hayır işleri yapmaya koş. Bilmediğin husûslarda âhıret âlimlerine sor. Allahü teâlâdan haya et!

    Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin, va’z ve nasîhatlarını toplandığı Feth-ür-Rabbânî adlı eserinden ba’zı bölümler:

    Birinci Meclis: Kader başa geldiği zaman, bu niçin böyle oldu? Nasıl böyle olur? gibi suâllerle Allahü teâlâya i’tirâzda bulunmak îmâna zarar verir, tevhîd inancını sarsar, tevekkülü ve ihlâsı bozar. Çünkü mü’minin kalbi, bu niçin böyle oldu? Nasıl oldu? gibi sözleri bilmez. Bildiği tek şey, “Evet, başüstüne” demek, hiç i’tirâzda bulunmamaktır. Nefs ise, dâima i’tirâz eder ve her başına gelene karşı çıkar. Öyleyse, kim kendisinin iyiliğini isterse, şerrinden (kötülüğünden) kurtuluncaya kadar, nefsiyle mücâdele etsin. Nefs bütünüyle şerdir. Bu bakımdan, nefsle mücâdele edilip, onun itminan hâli te’min edilince, bu sefer nefs, bütünüyle hayr olur ve hayrı ister. Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapıp, Allahü teâlânın yasak ettiği şeyleri terk etmeye dikkat eder. Bunun mükâfatını, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildiriyor: “Ey mutmainne nefs, râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön!” (Fecr-27, 28). Artık bundan sonra, bu nefse i’timâd edilebilir. Çünkü eski kötü hâlinden, Allahü teâlâdan başka mahlûka bağlanmaktan kurtulmuştur. Böylece, İbrâhim aleyhisselâm gibi olur. Çünkü o da nefsinden kurtulmuş ve nefsinin arzu ve isteklerinden temizlenmişti. Ateşe atılacağı zaman, İbrâhim aleyhisselâmın kalbi çok rahattı. Çeşitli varlıklar kendisini ateşten kurtarma husûsunda yardım teklifinde bulundukları hâlde, o bunlara şöyle diyordu: “Ben sizin yardımınızı istemiyorum. Çünkü Allahü teâlâ benim hâlimi biliyor.” Çünkü o gerçekten Allahü teâlâya teslim olmuş, tam bir tevekkül mertebesine kavuşmuş, Allahü teâlâya hakkıyla güvenmişti. Hazreti İbrâhim’in, bu teslimiyet ve tevekkülünden dolayı, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Biz de dedik ki: Ey Ateş! İbrâhim’e karşı serin ve selâmet ol!” buyuruyor (Enbiyâ-69) Bu dünyâda, sabırlı kullara Allahü teâlânın yardımı sayılamayacak kadar çoktur. Âhıretteki ni’metleri de sayıya ve hesaba sığmaz. Allahü teâlâ, Zümer sûresinin onuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; “... Ancak (Allah yolunda) sabredenlere mükâfatları hesabsız verilecektir” buyuruyor.


  19. Seyyid Abdulkadir-i Geylani /// Kısım - II

     

     

    Yine Allahü teâlâ, İnsan sûresinin onüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Onlar, Cennette sedir ve tahtlar üzerinde otururlar. Orada asla güneş ve zemherîr görmezler” buyurdu. Ya’nî onlara güneşin sıcağı ve zemherîrin (karakışın) soğuğu olmaz. Zîrâ Cennette kış ve yaz yoktur, insan sûresinin ondördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Cennet ağaçlarının gölgeleri onlara yakın olup, meyveleri de onların emrine amade olup, mü’minler, istedikleri şekilde onlardan ayakta, oturur veya yatar hâlde yerler” buyurdu. O meyveleri yemek istedikleri zaman, o ağaç ve meyveler kendilerine eğilerek yaklaşırlar, onlardan alırlar, sonra o ağaçlar yine doğrulup yerine giderler, insan sûresinin onbeş ve onaltıncı âyet-i kerîmelerinde meâlen; “Onların Cennette, büyük ve küçük, gümüşten billur gibi içleri görünen kâse ve testiler ile etrâflarında dolaşan sâkîler, diledikleri kadar onlara verirler” buyurdu. Onyedinci âyet-i kerîmede meâlen; “Onlara Cennette, şevk verici zencefil ile karışık şarab sunulur” buyurdu. Onsekizinci âyet-i kerîmede meâlen; “Cennette bir pınar vardır ki, Cennet-i Adn’den çıkar, Cennetin her tarafından geçer. Cennetliklerin emrinde olduğundan nereye isterlerse, oraya gider” buyurdu. Ondokuzuncu âyet-i kerîmede meâlen; “Gençlikleri gitmiyen bir hâlde bulunup, ebedî helak olmıyan Cennet, Gılmân ve Vildanları etrâfında dönerler. Hizmetlerine devam ederler ki, sen onları gördüğün zaman, güzellik ve beyazlıkta inci, sayı bakımından kalabalık olmalarından ötürü sayıları bilinmiyen, sedeften saçılmış inciler zannedersin” buyurdu. Yirminci âyet-i kerîmede meâlen; “Cennette hangi tarafa bakarsan, orada anlatılamıyan ni’metler, büyük ve geniş mülk görürsün” buyurdu. “İşte bu geniş mülk, Cennet ehlinden bir kimse içindir. Onda bir köşkü, içinde de ayrıca yetmiş kasır vardır. O kasırların herbirinde inciden yetmiş oda vardır. Her odanın uzunluğu ve eni birer fersahdır. O oda üzerinde, altından dört bin kapı vardır. İçinde inci ve yakutla süslenmiş serir ve seririn sağ ve solunda altından binlerce kürsî vardır. Kürsîlerin ayakları kırmızı yakuttandır. Serîr üzerinde binlerce yatak ve yaygı vardır. Hepsinin rengi başkadır. O kimse sedir üzerinde otururken, beyaz ipekten yetmiş hulle giymektedir. Önünde zeberced ve rengârenk mücevherlerle süslü takye vardır. Her cevherin rengi başkadır. Başında altın taç vardır. Bu tacın yetmiş yüzü vardır. Her yüzünde öyle bir inci vardır ki, kıymeti, doğu ile batı arasındaki malın kıymeti kadardır. Elinde üç bilezik vardır. Yanında binlerce hizmetçi vardır. Dâima aynı hâldedirler. Yaşları ilerlemez, ihtiyârlamazlar. Önüne kırmızı yakuttan bir sofra konur (ve önceki hadîs-i şerîflerde bildirilen yemek, su ve zevceler kendilerine takdim edilir.)”

    Ali bin Ebî Tâlib’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu: “Eğer Cennetin câriye ve hizmetçilerinden birisi, dünyâya çıkarılsa, insanlar onun için birbirleri ile kavga ve savaş ederlerdi. Hattâ hepsi ölürlerdi. Eğer hûr-i ayndan birinin saçları dünyâya getirilseydi, onun nûrundan, güneşin nûru ve ziyası elbette görünmez olurdu.” Bir kimsenin Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ), Cennette hizmet edenle, hizmet edilen arasındaki fark nasıldır? diye sorunca: “Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hizmet edenle, hizmet edilen arasındaki fark, ondördüncü gecedeki ay ile, sönük bir yıldız arasındaki fark gibidir” buyurdu.

    Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Cennet ehli, serîr ve tahtlar üzerinde huzûr ve safa ile otururken, Allahü teâlâ bir melek gönderir. O meleğin yanında, ayrı ayrı renkte çok ince ve latif yetmiş hulle vardır. Parmakları arasında görünmez gibidirler. Kendisi Allahü teâlânın selâmını ve rızâsını bildirmeğe me’mûrdur. Gelip o kimsenin köşk ve sarayının kapısında durup, kapıda durana: “Ben âlemlerin Rabbinin tarafından gönderilmişim. Allahü teâlânın sevgili kulunun yanına girmeme bana izin ver” dediğinde, kapıdaki kimse: “Ben, o velî kulun yanına gidip ona arzedemem, ancak seni burada hizmet edenlerden benden üstün bulunana bildiririm” der. Bu sûretle her görevli kendisinin bir üsttekine başvurarak, yetmiş kapı ve şahıstan sonra, o kimseye haber ulaştırırlar: “Ey Allahın sevgili kulu. Âlemlerin Rabbinin elçisi kapıda duruyor” dendiğinde, o meleğin girmesine izin verilir. Melek yanına girince: “Esselâmü aleyke, ey Allahü teâlânın velî kulu, izzet ve celâl sahibi olan Rabbim sana selâm söylüyor ve senden râzıdır” diyerek, Allahü teâlânın selâmını ulaştırıp, Allahü teâlânın ondan râzı olduğunu beyân edince, o kimse, öyle bir sevinç ve sürura müstağrak olur ki, eğer Allahü teâlâ, o kimsenin ölmeyeceğine hüküm vermemiş olsaydı, sevincinden elbette ölürdü.” Yine Allahü teâlâ, yukarıda bildirilen âyet-i kerîmede: “Cennette hangi tarafa bakarsan, orada anlatılmaz ni’metler görürsün” ve “Allahü teâlâ tarafından gönderilen melek de, onun yanına ancak izin ve müsâade ile girer. Büyük ve geniş mülkü görürsün” âyet-i kerîmeleri bunu göstermektedir.

    Aynı sûrenin yirminci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Onların üzerindeki elbiseler, yeşil sündüs ve istebraktır” buyuruldu. Âyet-i kerîmenin devamında; “Cennet ehli, kollarına gümüş bilezikler takarlar” buyuruluyor. Diğer bir âyet-i kerîmede, bileziklerin üç türlü, gümüş, altın ve inciden olduğu beyân ediliyor. Sonra aynı sûrede meâlen buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, Cennet ehline, kötü düşünce ve yaramaz huylardan temizleyici şarâb-ı tahûr içirir.” Bu şarâb-ı tahurdan içmek şöyle olur: Cennetin kapısında bir ağaç vardır. Dibinden iki su çıkar. Bir kimse Sıratı geçip o iki suya doğru gidince, önce bir pınara varır. Orada yıkanır. O zaman kokusu miskten güzel, boyu ise Âdem aleyhisselâmın boyu kadar ya’nî otuz metre olur. Cennette bulunan erkek ve kadınların yaşı, Îsâ aleyhisselâmın yaşı kadar, ya’nî otuzüç olur. Küçüklerin yaşı otuzüçe yükselir, ihtiyâr ve yaşlı olanların yaşı otuzüçe iner. Cennette bulunan erkek ve kadınların güzelliği, Yâ’kub aleyhisselâmın oğlu Yûsuf aleyhisselâmın güzelliği gibidir.. Sonra diğer pınardan içip, kalbindeki kıskançlık, gam, gussa, hüzün ve keder gider. Allahü teâlâ, o kimsenin içtiği bu su sebebi ile kalbini temizler. Cennette olanların dili, Muhammed aleyhisselâmın dili üzere Arabî olur. Sonra o pınardan Cennet kapısına vardıklarında, Cennet melekleri onlara; “Pak ve temiz oldunuz mu?” derler. Hepsi birden: “Evet pak ve temiz olduk” derler. Cennet melekleri onlara; “Sonsuz kalmak üzere Cennete giriniz” derler ve Cennette sonsuz kalacaklarını ve bir daha çıkmıyacaklarını, daha girmeden kendilerine müjdelerler. Cennet kapısından giren kimsenin, dünyâda iken amelini yazan Kirâmen kâtibîn melekleri de yanında olup, ayrıca yanlarında, kırmızı yakuttan yaratılmış bir at bulunan bir melek de vardır. O atın dizginleri de kırmızı yakuttandır. O atın üzerinde bir eyer vardır ki, önü ve arkası inci ve yakuttan, iki tarafı altın ve gümüştendir. O meleğin yanında, yetmiş kat hulle vardır. Bu hulleleri Cennet kapısında o kimseye giydirir, başına taç koyar. O kimsenin beraberinde, sedef içindeki inci gibi binlerce hizmetçi vardır. O melek kendisine: Ey Allahü teâlânın velî kulu, bu ata bin, bu at senindir. Senin için buna benzer daha binekler vardır der. O kimse ata biner. O atın iki kanadı vardır. Adımlarını, gözünün gördüğü yere basar. Yanında onbin hizmetçi ve dünyâda kendisiyle beraber olup amelini yazan Kirâmen kâtibîn melekleri de beraber bulunduğu hâlde, onun üzerinde seyrederek köşk ve saraylarına ulaşır. Orada iner, sonra Allahü teâlâ: “Sizin için vasfeylediğim ni’metler, güzel sevâblardan amelinize karşılık ve mükâfat olup, gayret ve ameliniz makbûl oldu. Allahü teâlâ size karşılık olarak Cenneti ihsân eyledi” buyurdu.

    Tövbe bahsinden seçmeler: Câbir bin Abdullah ( radıyallahü anh ) der ki: Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir Cum’a günü bize dönüp; “Ey insanlar, vakit geçirmeden Allahü teâlâya tövbe ediniz. Ona dönünüz. Fırsat elde iken sâlih ameller yapınız. Allahü teâlâ ile aranızda olan hakları yerine getiriniz ki, se’âdete eresiniz. Çok sadaka veriniz ki, rızıklı olasınız. Ma’rûf ile emrediniz ki, korunasınız. Münkeri yasaklayınız ki, yardım olunasınız” buyurdu.

    Resûlullah ( aleyhisselâm ) çok kere; “Yâ Rabbî, beni mağfiret eyle. Tövbemi kabûl eyle. Tövbeleri ziyâde kabûl eden ve rahîm olan ancak sensin” derdi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu: “Şeytan, yeryüzüne indirildiği vakit, cenâb-ı Hakkın izzet ve celâline yemîn ederek, Âdem’in çocuklarının rûhları cesedlerinde bâki oldukça, onları iğvadan asla geri durmam dediği zaman, Allahü teâlâ, izzet ve celâlime yemîn ederim ki, Âdem’in evlâdını, son nefeslerine kadar tövbeden men etmem buyurdu.”

    Muhammed bin Abdullah Sülemî’den ( radıyallahü anh ) bildirilir. Dedi ki: Medîne-i münevverede, Resûlullahın Eshâbından bir cemâatle oturdum, sohbet ettim. Onlardan birisi dedi ki: Resûlullahın ( aleyhisselâm ) “Bir kimse ölümünden yarım gün önce tövbe etse, Allahü teâlâ onun tövbesini kabûl eder” dediğini işittim. Bir başkası, ben Resûlullahın ( aleyhisselâm ) “Bir kimse, can boğaza gelmeden ve can çekişmeden Önce tövbe etse, Allahü teâlâ tövbesini kabûl eder” buyurduğunu işittim, dedi. Muhammed bin Mutraf’dan bildirilir: “Allahü teâlâ, insanoğlunun hâline esef olunur. O günah işler, benden mağfiret ister. Ben de onun günâhını af ve mağfiret ederim. İnsanoğlunun hâline şaşılır ki, yine günâha dönüp, benden af ve mağfiret ister, ben de onu affederim. Yine insanoğlunun hâline şaşılır ki, günâhı terketmez, benim rahmetimden de ümidini kesmez. Şâhid olunuz, ben onu mağfiret ettim buyurdu.”

    Enes ( radıyallahü anh ) der ki: Hûd suresindeki: “Rabbinize istiğfar eder ve sonra tövbe ederseniz” meâlindeki âyet-i kerîme indirildikten sonra, Resûlullah ( aleyhisselâm ) her gün yüz kere istiğfar eder ve istigfârlarında (Nestagfirullahe ve netûbü ileyh) ya’nî (Allahü teâlâya istiğfar ve tövbe ederiz) derdi. Resûlullaha ( aleyhisselâm ) bir kimse gelip, yâ Resûlallah! Bir günah işledim dediğinde, Resûlullah ( aleyhisselâm ) ona: “Allahü teâlâya istiğfar eyle” buyurmasıyla, o kimse: Tövbe ederim, yine yaparım, dediğinde, Resûlullahın ( aleyhisselâm ): “Her günah işledikçe tövbe eyle. Şeytan ümidsiz ve üzüntüde oluncaya kadar” buyurması üzerine o kimse: Yâ Resûlallah, günahım çoğaldığı zaman ne yapayım, dedi. Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Allahü teâlânın affı senin günahlarından çoktur” buyurdu.

    Hasen ( radıyallahü anh ): Sen, tövbesiz mağfiret ve amelsiz sevâb temennisinde bulunma! “Gaffar ismine kanma, zîrâ aynı zamanda intikam alıcı ve kahhârdır” sözü gereğince, Allahü teâlânın yalnız affına mağrur olman, senin her zaman, Allahü teâlânın gazâbında bulunup, cenâb-ı Hakkın râzı olacağı ameli terketmeni ve bunun üzerine mağfiret arzusunda bulunmanı gerektirir. Bu hâlde emniyet edilecek şeyler, seni aldatıp, Allahü teâlânın azâbına düçâr olacağından korkulur. İşitmedin mi ki, Allahü teâlâ, sûre-i Hadîd’in ondördüncü âyetinde bunu bildiriyor. Tâhâ sûresinin seksenikinci âyetinde meâlen; “Tövbe edip îmân eden ve sâlih ameller işleyip hidâyet yolunu bulanlara, ben çok mağfiret ediciyim” buyuruyor. A’râf sûresinin yüzellialtıncı âyetinde meâlen; “Rahmetim herşeyi içine almıştır. Rahmetim, Allahtan korkup, zekâtlarını verenlere ve âyetlerimize inananlaradır” buyuruyor. Anlaşılıyor ki, tövbe ve takvâsız, rahmet ve Cennet arzusunda bulunmak ahmaklıktır, cahilliktir, aldanmışlıktır. Çünkü bu iki âyet-i kerîmede mağfiret tövbe ile ve rahmet de takvâ ile bağlanmıştır.

    Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Mü’min olan, kendi günâhını, güya dibinde durduğu ve üzerine düşeceğinden korktuğu bir dağ gibi görür. Fâcir ise, günâh ve hatâlarını, burnuna konan ve küçük bir hareket ve ses ile uçacak kara sinek gibi görür” buyurdu.

    Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Kul bir günah işler ve o günah onu Cennete sokar” buyurduğu zaman, Eshâb-ı Kirâm (aleyhimürrıdvân): Ey Allahın Peygamberi! Günah insanı nasıl Cennete sokar? diye sordular. “Günah, o kimsenin nasb-ı aynî (çok fazla tutkun bulunduğu bir şey) olur. Yapınca da pişman olur. Tövbe ve istiğfar eder. O günah onu Cennete sokmağa sebeb olur” buyurdu.

    Hadîs-i şerîfte: “Geçmiş günahlar için, onların tedâriki için, sevâb işlemekten güzel bir şey görmedim” buyuruldu. Âyet-i kerîmede meâlen; “Muhakkak ki sevâblar, iyilikler; günahları, kötülükleri giderir” buyurulmuştur. Yine hadîs-i şerîfte geldi ki: “Bir kimse bir günah işlediğinde, kalbinde siyah bir nokta meydana gelir. O kimsenin tövbesi, inlemesi, feryâd ve istiğfar etmesi olmazsa, günah üzerine günah, siyah üzerine siyah olur. Hattâ, o siyah noktalar kalbini kaplayıp, kalb gözü kör olur. Bu hâl üzere ölür.” Âyet-i kerîmede meâlen; “Hayır, belki işledikleri günahlar kalblerini karartır” buyuruldu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Günahı terk, tövbe etmek istemekten kolaydır. O hâlde, ölmeden önce hayatta bulunduğun zamanı ganîmet bil, günahları terketmede acele davran.”

    İbn-i Ziyâd ( radıyallahü anh ): Sizden biriniz, kendisini ölmüş, âhıretini, her türlü hâllerini görmüş ve Allahü teâlâdan, yalnız O’na ibâdet etmek için, tekrar dünyâya gönderilmesini istemiş, Allahü teâlâ da onu, bu şekilde dünyâya göndermiş durumda düşünsün de, ona göre cenâb-ı Hakka tâat ve ibâdete gayret etsin demiştir.

    Abdülmelik bin Mervân’ın huzûruna sâlihlerden biri gelince, bana nasihat eyle dedi. Sâlih kimse: Ölüm sana aniden gelirse, hazırlıkta bulundun mu? dedi. Abdülmelik, hayır dedi. Bulunduğun hâllerden Allahü teâlânın rızâsını gerektirecek diğer hâllere niyet ettin mi? buyurdu. Abdülmelik yine, hayır dedi. Öldükten sonra Allahü teâlâyı kendinden râzı ve hoşnud edecek, başka bir yer var mıdır? buyurdu. Abdülmelik, hayır dedi. Ölüm sana gâfil iken gelmiyeceğinden emîn misin? buyurdu. Abdülmelik yine, hayır dedi. Bunun üzerine o sâlih: “Akıllı olan kimse bu huy ve ahlâka razı olmamalıdır. Ölümden önce tövbe ve tedârik üzere bulunmalıdır” dedi.

    Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Pişmanlık tövbedir” buyurdu. Yine buyurdu: “Bir kimse bir günah işlese, sonra pişman olsa, pişmanlığı, o günaha keffârettir.”

    Hasen-i Basrî ( radıyallahü anh ): “Tövbe dört esas üzerinedir: 1- Dil ile istiğfar, 2-Kalb ile pişmanlık, 3- A’zâ ve organlar ile günahları terk, 4- O günahları bir daha yapmıyacağına niyet ve kasdetmektir” dedi ve yine Hasen-i Basrî ( radıyallahü anh ) buyurdu: Nasûh tövbesi;bir günâha tövbe etmek ve bir daha, tövbe ettiği şeyi yapmamaktır.

     

    Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Günahtan tövbe eden kimse, hiç günahı olmayan kimse gibidir.”

    “Günahtan istiğfar edip yine günaha devam etmek, Rabbi ile alay etmek gibidir.”

    “Bir kimse, sana istiğfar ve tövbe ederim deyip günahdan istiğfar etse, sonra yine o günahı işlese, sonra yine istiğfar etse, sonra üçüncü defa olarak o günahı işlese, dördüncüsünde o kimsenin işlediği o günah, büyük günahlardan yazılır” buyurdu.

    Fudayl bin Iyâd ( radıyallahü anh ); “Sen kendi nefsine nasihat edici ol. Kendine muhakkak lâzım olan şeyleri, sağ iken görüp yapmağa gayret et. İnsanları kendine tavsiye ve nasihat edici eyleme. Kendin dünyâda gâfil ve durgun durup da, öldükten sonra senin için, iyilik ve sevâb yapacaklarını ve senin için çalışacaklarını sanma. Zîrâ sen, dünyâda iken kendine, âhıretin için lâzım olacak işlere can çıkarcasına, çok gayret göstermediğin hâlde, başkalarının senin için iyilik yapacaklarına, sevâb işleyeceklerine nasıl inanabiliyorsun!” buyurdu. Tövbenin şartları üçtür: 1- Dînimize uymayan işlere pişman olmaktır. Nitekim Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Pişmanlık tövbedir” buyurup, pişmanlığın tövbe olduğunu beyân eylemiştir. Pişmanlığın doğruluğunun alâmeti, ince kalblilik ve çok gözyaşı dökmektir. Bunun için Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Çok tövbe edenlerle bulununuz, çünkü onlar ince kalbli olurlar” buyurdu. Böylece çok tövbe edenlerle birarada oturunuz, onlarla sohbet ve arkadaşlık ediniz. Zîrâ onlar daha ince ve yumuşak kalbli ve anlayışlıdırlar diye emrediyor, uyarıyor.

    2- Her hâl ve zamanda, bütün kötülükleri ve kötü sözleri terk etmektir.

    3- Günah ve kötülükten yapmış olduğu şeyleri ve onlara benzer işleri bir daha yapmamağa azmedip, karar vermektir. Nitekim Ebû Bekr-i Vâsıtî’ye nasûh tövbesi nasıldır? diye sorduklarında: Nasûh tövbesi, gizli ve aşikâr, sahibi üzerinde günah iz ve te’sîrlerinden bir iz ve lekenin kalmamasıdır, buyurdu. Pişmanlık, azm ve kasd meydana getirir. Azm: işlenilen günaha bir daha dönmemektir. Çünkü günahlar, kulu Rabbinden uzaklaştırır. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Kul, kendisine erişen günah sebebiyle bol rızıktan mahrûm olur” buyurulmuştur.

    Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin Fütûh-ülgayb isimli eserinden ba’zı bölümler:

    Her mü’mine lâzım olan üç şey: Her mü’minin bütün hâllerinde üç husûsa riâyet etmesi lâzımdır. Bunlar; Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak, kadere rızâ göstermektir. Mü’min, hayâtında bu üç şeyin dışına çıkamaz. Öyleyse mü’minin, kalbiyle, nefsiyle ve bütün a’zâları ile her hâlinde bu üç şeyi yerine getirmesi lâzımdır.

    Nasihatler: Sünnet-i seniyyeye uyunuz. Dinden olmayan, dinde sonradan çıkarılıp, din imiş gibi kabûl edilen bid’atleri yapmayın. Allahü teâlânın emirlerine itaat edin. O’nun emirlerine karşı gelmeyin. Allahü teâlâya ortak koşmayın. Hakkı olduğu gibi kabûl edin. Onu herhangi bir şeyle lekelemeyin. Hâlinizden şikâyette bulunmayın. Sabredin, feryâd etmeyin. Doğruluk üzere devam edin. İsteyin, istemekle bıkkınlık göstermeyin. İçinde bulunduğunuz istenmeyen hâllerden dolayı ümitsizliğe düşmeyin. Dâima ümitli olun. Birbirinizle düşman değil kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin. Günahlarınızdan tövbe ederek temizlenin. Günah işliyerek kirlenmeyin. Rabbinize karşı ibâdet ve tâatla süsleniniz. Rabbinizin kapısından ayrılmayınız. O’na yönelmekten yüz çevirmeyin. Tövbe etmeyi geciktirmeyin. Her zaman, Rabbinizden özür dilemekten bıkmayın. Belki o zaman merhamete kavuşursunuz. Cehennemden uzaklaşmaya çalışınız.

    Bir rü’yâmda, kendimi, mescide benzeyen bir yerde gördüm. Orada bir cemâat vardı. Kendi kendime; “Keşke şunları terbiye edip, onlara yol gösterecek birisi olsa” dedim ve içlerinden birisine işâret ile onların yanıma gelmelerini te’min ettim. Fakat konuşmuyordum. Onlardan biri “Niçin konuşmuyorsun?” dedi. Bunun üzerine ben, “Konuşmamı ister miydiniz?” deyip şöyle devam ettim: “Mahlûkattan alâkanızı kesip, kendinizi tamamen Hakka adadığınız zaman, insanlardan dilinizle birşey istemeyiniz. Bunu başardığınız zaman, kalbinizle de birşey istemeyiniz. Biliniz ki; Allahü teâlâ, her gün birini diğerinin yerine getirir. Bir kısım cemâati en yüksek derecelere yükseltir. Onlar, Allahü teâlânın kendilerini en aşağı derecelere düşürmesinden korkarlar. Bulundukları mertebede kalmayı, Allahü teâlânın kendilerini muhafaza etmesini umarlar. Allahü teâlânın kendilerini en aşağı derecelere düşürdüğü kimseler ise, Allahü teâlânın kendilerini bu derecede devamlı bırakmasından korkup, en yüksek derecelere çıkarılmalarını ümid ederler.”


  20. SEYYİD ABDÜLKÂDİR-İ GEYLÂNÎ // KISIM - I

     

    Büyük İslâm âlimlerinden ve evliyânın en meşhûrlarından. Künyesi Ebû Muhammed’dir. Muhyiddîn, Gavs-ül-a’zam, Kutb-i Rabbanî, Sultân-ı evliyâ, Kutb-i a’zam, Bâz-ül-Eşheb gibi lakâbları vardır. 470 (m. 1077) senesinde İran’ın Geylân şehrinde doğdu. Bu sebeple de Geylânî denilmiştir. 561 (m. 1166)’de 91 yaşında iken Bağdad’da vefât etti.

    “İnne bi iznillahi sultân-ür-ricâl, Câe fî aşkin, teveffâ fî kemâlin.” “Şüphesiz ki, insanların sultânı “aşk” ile geldi, “kemâl” ile vefât etti” ma’nâsında söylenen beyitte; “aşk” kelimesi ile ebced hesabına göre (470) doğum târihi ve “kemâl” kelimesi ile de 91 sene olan ömrüne işâret edilmiştir. Türbesi Bağdad’dadır. Babası Ebû Sâlih bin Abdullah’dır. Abdülkâdir-i Geylânî doğduğunda, babası 60 yaşında idi. Annesi de yaşlı idi. Annesi, Fâtıma binti Ebû Abdullah Seyyidedir. Ümm-ül-hayr, Amînet-ül-hayr lakâbları vardır. Babası, Hazreti Hasen’in oğlu olan Hasen-i Mü’sennâ’nın oğlu Abdullah’ın soyundandır. Bu Abdullahın annesi, Hazreti Hüseyn’in kızı Fâtıma’dır. Hem baba tarafından, hem de ana tarafından Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) soyundan olup, hem şerîf hem seyyiddir. Annesi ve babası evliyâ idiler. Abdülkâdir-i Geylânî, fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Tasavvufta ise çok yüksek bir evliyâ ve mürşid-i kâmillerin en başta gelenlerindendir.

    Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri doğmadan önce, Bağdad’da bulunan âlim ve evliyâ zâtlar, onun doğacağını müjdelemişlerdir. Babası, Abdülkâdir-i Geylânî doğmadan önce, rü’yâsında Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ), Eshâb-ı Kirâmı ve evliyâyı gördü. Peygamber efendimiz ona; “Yâ Ebâ Sâlih! Allahü teâlâ bu gece sana çok kâmil bir erkek evlâdı ihsân etti. O benim evlâdımdan, soyumdandır. Onun derecesi ve şânı başkalarından çok üstün ve yüksek olacak” buyurarak müjdeledi. Annesi şöyle anlatmıştır: “Oğlum Abdülkâdir doğduğunda, Ramazân-ı şerîf başlamıştı. Birinci gün, imsak vaktinden güneş batıncaya kadar süt emmedi. Bu hâli, diğer günlerde de devam etti. Ramazân-ı şerîf boyunca, gündüzleri hiç süt emmedi. Anladım ki, Ramazân-ı şerîfe hürmet ediyor, oruç tutuyordu.

    İkinci sene, Şa’bân ayının son günlerinde hava çok bulutlu geçmişti. İnsanlar hilâli göremedikleri için, Ramazân-ı şerîf ayının girip girmediğini tesbit edememişlerdi. Abdülkâdir’in, Ramazân-ı şerîfte süt emmediğini bilenler, bana gelip sordular. O gün, imsak vaktinden beri süt emmemişti. Bu durumu gelenlere söyledim. Anlaşıldı ki, Ramazân-ı şerîf başlamıştı.”

    Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, önce doğduğu yerde ilim öğrenmeye başladı. Daha küçük yaşta iken, Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Daha sonra Bağdad’a gidip, zamanın meşhûr âlimlerinden ilim tahsiline devam etti.

    Bağdad’a tahsil için gidişini kendisi şöyle anlatmıştır: “Küçük idim, Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim. Bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve dönüp bana; “Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın” dedi. Korktum geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat’ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip, “Beni Allahü teâlânın yolunda bulundur, izin ver, Bağdad’a gidip ilim öğreneyim. Sâlih zâtları ve evliyâyı ziyâret edeyim” dedim. Annem sebebini sordu, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan mîrâs kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını da bana verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı. “Haydi Allah selâmet versin oğlum. Allahü teâlâ için senden ayrıldım. Kıyâmete kadar bir daha yüzünü göremem” dedi. Ben de, küçük bir kâfile ile Bağda’da gitmek üzere yola çıktım. Hemedan’ı geçince, altmış atlı eşkiya çıka geldi. Kâfilemizi bastılar. Kervanı soydular, içlerinden biri benim yanıma geldi. “Ey fakir! Senin hiçbir şeyin var mı?” dedi. Ben de yalan söylemek istemedim. “Kırk altınım var” dedim. “Nerededir?” dedi. “Elbisemin koltuğunun altında dikilmiştir” dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti, ikisi birden reîslerine gidip, bu durumu söylediler. Reîsleri beni çağırttı. Bir yerde, kâfileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim. “Altının var mi?” dedi. “Kırk altınım var” dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. “Neden bunu söyledin?” dediler. “Annem, ne olursa olsun doğru söylememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim, ihânet edemem” dedim. Eşkiyanın reîsi, bunu duyunca ağlamaya başladı ve: “Bu kadar senedir ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim söze ihânet ediyorum” dedi. Bu pişmanlığından sonra tövbe edip, eşkiyalığı bıraktığını söyledi. Yanındakiler de, “İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reîsimiz idin, şimdi tövbe etmekte de bizim reîsimiz ol” dediler.

    Sonra, hepsi elimde tövbe ettiler. Kâfileden aldıkları malları sahiplerine geri verdiler. İlk defa elimde tövbe edenler, bu altmış kişidir.”

    Bağdad’a gittiğinde 18 yaşında bulunuyordu. Orada bulunan meşhûr âlimlerden ders almak sûretiyle hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti. Fıkıh ilmini; Ebû Hattâb Mahfûz, Ebü’l-Vefâ, Ali bin Ukayl, Ebû Hüseyn bin Kâdı Ebû Ya’lâ ve diğer fıkıh âlimlerinden öğrendi. Hadîs ilmini; Hasen-i Bâkıllânî, Ebû Sa’îd Muhammed bin Abdülkerîm, Ebû Gânim Muhammed bin Muhammed, Ebû Bekr Ahmed bin Muzaffer, Ebû Ca’fer, Ebû Kâsım bin Ali, Ebû Tâlib Abdülkâdir, Ebû Bekr Hibetullah İbni Mübârek, Ebü’l-İzz Muhammed bin Muhtâr, Ebû Nasr Muhammed, Ebû Gâlib Ahmed, Ebû Abdullah Yahyâ ve diğer hadîs âlimlerinden öğrendi. Tasavvuf ilmini ise; babası Ebû Sâlih hazretlerinden, Şeyh Ebû Sa’îd Mahzûmî’den ve Hammâd-i Debbas’tan almıştır.

    İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, va’z ve ders vermeye başladı. Hocası Ebû Sa’îd Muharrimî’nin medresesinde verdiği dersleri ve va’zları, çok büyük bir alâka ile ta’kib edilirdi. Onu dinlemek üzere toplananlar o kadar kalabalık olurdu ki, medreseye sığmaz sokaklara taşıp, çevresini de doldururdu. Bu sebeble, onun ders verip sohbet ettiği, bu medresenin çevresinde bulunan evler de medreseye ilâve edilmek sûretiyle genişletildi. Bu iş için Bağdad halkı çok yardımcı oldu. Zengin olanlar para vererek, fakir olanlar ise bizzat çalışmak sûretiyle yardım etmişlerdir. Hattâ bir kadın, kocasından alacağı olan mehir bedelini, kocasının orada çalışması şartıyla ödenmiş kabûl etti. Onun derslerine devam edenler arasında, pekçok âlim ve sâlih yetişti. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, bir müddet ders verip insanları irşâd ettikten sonra, ders ve va’z vermeyi bırakıp, inzivâya çekildi, yalnızlığı tercih etti. Daha sonra sahralara çıktı. Bağdad’ın Kerh harabelerinde yaşamaya başladı. Bütün vaktini, ibâdet, riyâzat ve mücâhede ile geçirmeye başladı. Buyurdu ki: “Yirmibeş yıl kadar, yalnız başıma sahralarda dolaştım. Kırk sene, yatsı namazından sonra, sabaha kadar Kur’ân-ı kerîm okudum. Bir gece, nefsim uyumak istemişti. Fakat, nefsimin bu isteğine i’tibâr etmedim. Kırk gün oruç tutup, sonra iftar ettim.” Yine şöyle anlatmıştır: “Münâcaatta idim. Yanıma birisi geldi. Kendisini tanımıyordum. Arkadaş olalım dedim. Fakat muhalefet etmemek şartıyla dedi. Muhalefet etmem dedim. Burada bekle, geleceğim dedi. Gitti, bir yıl sonra geldi. Aynı yerde onu bekliyordum. Bir müddet beraber oturduk. Kalktı gitti. Ben gelinceye kadar buradan ayrılma dedi. Yine bir sene bekledim. Geldi. Yanında ekmek ve süt getirdi. Ben Hızır’ım, bunları sana getirmemi söylediler ve “Kalk, Bağdad’a hareket et!” buyurdu. Beraber Bağdad’a gittik.” Yine bir hâlini şöyle anlatmıştır: “Yıllarca bir yerde durdum. Allahü teâlâya söz verdim, bana birisi yedirmeyince birşey yemeyeceğim dedim. Lokma lokma ağzıma koymazlarsa ve su vermezlerse, kendim yiyip içmeyeceğim dedim. Ve kırk gün yemedim. Kırk gün sonra birisi geldi. Bir parça yiyecek getirip, gitti. Nefsim yemeğe saldıracak gibi oldu. Çok acıkmış olduğum hâlde, Allahü teâlâya verdiğim sözü bozmayacağım dedim, içimden feryâd eden bir ses duydum. Açım, açım diyerek inliyordu. Aniden yanımda Şeyh Ebû Sa’îd Mahzûmî göründü. Bu sesi duyup, “Ey Abdülkâdir, bu ses nedir?” dedi. “Bu, nefsimin ızdırabıdır. Rûhum rahat ediyor. Rabbimi murâkabededir” dedim. “Bizim eve buyur” dedi. Nefsime, buradan ayrılmayacağım dedim. O sırada Hızır aleyhisselâm geldi. “Kalk, Ebû Sa’îd’in huzûruna git!” dedi. Kalkıp gittim. Ebû Sa’îd, evinin kapısında durmuş beni bekliyordu. “Ey Abdülkâdir, benim dediğim kâfi gelmedi de Hızır’ın söylemesini mi bekledin?” dedi. Beni içeri aldı. Hazırladığı yemeği, lokma lokma ağzıma koydu. Doydum. Sonra bana icâzet ve hilâfet verdi.”

    Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, Bağdad’daki derslerine ve va’zlarına ara verip, bir müddet yalnızlığı tercih ettikten sonra, tekrar ders, va’z ve fetvâ vermeye başladı. Pek meşhûr oldu. İnsanlar her taraftan onun sohbetine koşuştular. Âlimler, sâlihler toplanmıştı. Daha önce ders verdiği medresenin genişletilme işi, 528 (m. 1134) senesinde tamamlandı. Ders ve sohbetlerini bu medresede verdi. Oğlu Abdülvehhâb şöyle anlatmıştır: “Babam, haftada üç vakit ayırmıştı. Bu vakitler; Cum’a sabahı. Salı akşamı ve Cumartesi sabahı idi. Bu zamanlarda, bütün âlimler, sâlih kimseler toplanır, onun va’zlarını ve sohbetlerini dinler idi. Bu hâl kırk sene böyle devam etti. Ayrıca, kendi medresesinde de otuzüç sene müddetle talebelere ders verdi. Sohbetlerinde ba’zan birkaç kişinin, coşarak kendinden geçip vefât ettiği vâki olmuştur. Sohbetlerini dörtyüz kişi yazardı. Bunlar, ba’zan kalabalığın çokluğu sebebiyle birbirinin sırtlarında yazarlardı.” Onüç çeşit ilim ve fende ders vermiştir. Ayrıca isteyenlere, tefsîr ve hadîs dersleri de verirdi. Akşam ve sabah vakitlerinde usûl ve nahiv dersleri, öğleden sonra da kırâat dersleri yapılır, Kur’ân-ı kerîm okunurdu. Konuşması gayet net ve pek te’sîrli idi. Kalbi katı bir kimse, onu görse kalbi yumuşar, korku ve heybet hissederdi. Ders ve sohbetlerinde bulunanlar, sessiz ve büyük bir te’sîr altında anlatılanları dinlerlerdi. Dinlemeye gelenler, yakında da olsa, kalabalık sebebiyle çok uzakta da otursa, sesini hepsi aynı derecede işitirlerdi. Birisi onu görse, derhal te’sîri altında kalır, mübârek bir zâtı gördüğünü hissederdi. Cum’a günleri câmiye giderken halk sokaklara toplanır, bereketlenmek için görmek isterlerdi. Kendisinden fetvâ isteyenlere, gayet açık ve doyurucu cevaplar vererek müşkillerini hallederdi. Altıyüzelli talebesi vardı. Hergün onlara ders verir, okutur, kalemi olmıyana kendi kaleminden verirdi. İntisâb için gelene, kendi eliyle, mübârek silsileyi yazardı. Ehl-i sünnet i’tikâdını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Misâfırsiz gece geçirmezdi. Zaîflere yardım eder, fakirleri doyururdu. Talebesinin çeşitli suâllerini cevaplandırırken hiç kızmazdı. Onlara karşı son derece sabırlı idi. Yanında oturanlarda: “Ondan daha kerîm ve lütufkâr kimse olamaz” kanâati hâkim olurdu. Ahbâblarından biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alâkasını muhafaza ederdi. Kendisine kötü davrananları affederdi. Köleleri satın alıp, azâd ederdi. Verdiği sözü tutar, kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Anbarında, halâlden kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda ekmek elinde durur ve halka şöyle seslenirdi: “Yemek istiyen, ekmek istiyen, yatmak istiyen kimse yok mu? Gelsin!” Kendisine hediye gelse, yanında bulunanlara dağıtır, bir kısmını da, kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi.

    Allâme İbn-i Neccâr Cübbâî şöyle buyurduğunu bildirmiştir: “Bütün amelleri inceledim, yemek yedirmek ve güzel ahlâktan daha iyi birşey bulamadım. Bütün dünyâ bana verilse, hiçbir fakîr bırakmam, hepsini doyururum. Şu ânda bana bin altın verilse, bir gece bile bekletmeden tasadduk ederim.”

    Fakirlerin ve dervişlerin nafakasını satın almak için, vazîfeli hizmetçilerinin, bir başka işi olsa, yahut hastalansalar, kendisi çarşıya çıkar, Ceddi Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve selem) uyarak, ev için lüzumlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir yerde konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday öğütür, hamur yapar, ekmek pişirir, hepsine taksim ederdi. Kendini ziyârete gelenlere saygı gösterir, tevâzu ederdi. Çok günler, et ve yağ yemezdi. Birgün yedi çocuk, ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her biri yarım dirhemini eline koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri söylediler. Çarşıya gidip, herbirinin istedikleri şeyleri satın alıp, getirip çocuklara verdi. Gönüllerini hoş etti.

    Hergün gizli ve açık çeşitli kerâmetleri görülürdü. “Harikulade ve kerâmet, ancak bir hayır ve hikmet için gösterilir, kerâmetini gizlemiyen dünyâya düşkündür”, “Bana mürîd olan, yahut evlâdımdan ve halîfelerimden hilâfet alıp, kerâmet derecesine ulaşıp, maksadsız kerâmet izhâr edenin yüzü, iki dünyâda kara olur” buyururdu.

    Oğlu Seyyid Yahyâ hastalandığında, eliyle buğday öğütüp, ekmek pişirir, omuzunda güğümle su taşırdı.

    Hergün bin rek’at namaz kılar, Müzzemmil ve Rahmân sûrelerini okurdu, İhlâs sûresini okuyunca, yüz defadan az okumaz, her farz namazından sonra hatime devam ederdi. Gündüzleri ayrıca pekçok duâ okurdu.

    Asrının meşhûr âlimlerinden Şeyh Mûsâ Zevlî, oğlu ile birlikte hacca giderken Bağdad’a uğramıştı. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine öyle bir hürmet ve saygı göstermişti ki, o zamana kadar hiç kimseye böyle yapmamıştı. Oğlu bu hâlinin sebebini sorunca, “Şeyh Abdülkâdir bizim zamammızdaki insanların hayırlısıdır. O evliyânın ve âriflerin efendisidir. Huzûrunda, meleklerin bile edeble durduğu bir zâttır. Elbette hürmet göstermemiz lâzımdır” dedi. Ebû Sa’îd Kilevî şöyle anlatmıştır: “Ben, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin meclisinde iken, Resûlullahı ( aleyhisselâm ) ve enbiyâyı gördüm. Melekler onun meclisine gelmek için bölük bölük gök yüzünden inerlerdi. Bir defasında da Hızır aleyhisselâmı görmüştüm. Her kim dünyâda felah bulmak ve saadete kavuşmak isterse, Şeyh Abdülkâdir’in meclisine devam etsin buyurmuştu.”

    Ebü’l-Hasen Ali el-Mukrî, İbn-i Kudâme’den naklen şöyle söylemiştir: “561 (m. 1166) yılında Bağdad’a girdiğimizde, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini ilmin zirvesine yükselmiş olarak gördük. O, ilmi ile amel ediyor, kendisine sorulan çetin sorulara doyurucu cevaplar veriyor, ihtirâs sahibi olan kimselere karşı sabır ve metanet gösteriyordu. Bütün güzel huylara ve üstün vasıflara sâhib idi. Onun gibi bir zâta daha hiç rastlamadık.”

    İbrâhim bin Sa’d ed-Dârî şöyle demiştir: “Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri âlim elbisesi giyer, süslenir ata binerdi. Kürsiye çıkıp konuşurdu. Konuşması serî, açık ve seçik olup, gayet güzel anlaşılırdı. Konuştuğu zaman dinlenir, birşey emrettiğinde emri derhal yerine getirilirdi. Kalbi katı olan biri onu görse, derhal kalbi yumuşardı.”

    Abdullah el-Cübbâî, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin şöyle buyurduğunu nakletmiştir. “Her halükârda, dâima irşâd vazîfesi yapıyordum. Din hakkında konuşup anlatmasam, boğazım tıkanacak, boğulacak gibi olurdum. Va’z ve nasihat yaparken, önceleri yanımda birkaç kişi bulunurdu. Fakat daha sonra, halk duyunca kalabalıklaştı. Bulunduğum yer, gelenleri almaz oldu. Bâb-ül-Hibe’deki mescide gittim. Halk peşimi bırakmadı. Orada irşâd hizmetine devam ettim. Gelenler çok kalabalık olduğu için, dışarıya büyük ve yüksek bir kürsi koydular. Oradan va’z etmeye başladım. Halk, geceleri ellerinde kandiller ile toplanırlar, anlattıklarımı can kulağı ile dinlerlerdi. Daha sonra, burası da gelenlerle dolup taştı. Artık cemâati almaz oldu. Bu defa, büyük bir tepe üstüne bir kürsi koydular, orada va’z ve nasîhat ettim. İnsanlar, akın akın oraya toplandı. Atlar üzerinde gelip, beni aşk içinde dinlediler. Gelenler, ekseriya binlerce kişi olurdu.”

    Müerric bin Benhan şöyle anlatmıştır: ilimdeki şöhreti, keşf ve kerâmetleri her tarafa yayılıp duyulduktan sonra, yüz kişilik bir grup âlim, onu tecrübe etmek istemişlerdi. Herbiri ayrı bir suâl hazırlayıp sormak üzere Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin huzûruna geldiler. Onlar huzûruna gelince, öyle bir galeyana geldi ki, göğsünden nûrdan şimşekler ve kılıç gibi şeyler saçılmaya başladı. Suâl sormaya gelenler, hayret ve ızdırab içinde feryâd etmeye başladılar, öylesine bir inilti çıkardılar ki, işitenler zelzele oluyor zannetti. Sonra suâl hazırlayanların her birinin göğsüne basarak, “Senin suâlin şudur, cevâbı da şudur” buyurarak, hepsinin suâllerini cevaplandırdı. Daha sonra ben o âlimlerin herbirine, “Bu hâdisede size neler oldu?” dedim. “O anda, bildiğimiz herşeyi unutmuştuk. Göğsümüze basınca hatırladık. Bilmediğimiz birçok şeyi de öğrendik” dediler.

    Abdulkâdir-i Geylânî hazretleri, asrının en meşhûr âlimi ve mürşid-i kâmili idi. İnsanları rüşd ve hidâyete kavuşturmuş, nice gönüller onun feyizleriyle nurlanmıştır. Onun huzûrunda beşyüz yahudi ve hıristiyan müslüman olmuş, binlerce günahkâr onun sohbetleri sebebiyle tövbe etmiştir.

    Fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehiddi. Önceleri Şafiî mezhebinde iken, Hanbelî mezhebinin ortadan kalkmak üzere olduğunu görerek, Hanbelî mezhebine geçti. Böylece bu mezheb yayıldı. Tasavvufda en yüksek dereceye ulaşmıştır. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde, yüksek derecede âlim ve büyük bir mürşid-i kâmil idi. Kadirî tarikatının kurucusu ve mürşididir.

    Tasavvuf; bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimdir. Tıb ilmi, beden sağlığına âit bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf ilmi de, kalbin, rûhun kötü huylardan kurtulmasını öğretir. Kalb hastalığının alâmetleri olan kötü işlerden uzaklaşdırıp, Allah rızası için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlar. Zâten dînimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra öğrendiklerine uygun iş ve ibâdet yapılmasını ve bütün bunların da Allah rızâsı için olmasını emrediyor. Kısaca din; ilim, amel ve ihlâstan ibârettir, insanın ma’nen yükselmesi, dünyâ ve âhıret saadetine kavuşması, bir uçağın uçmasına benzetilirse, îmân ile ibâdet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi ya’nî benzinidir. Maksada ulaşmak için, uçak elde edilir. Ya’nî îmân ve ibâdet kazanılır. Harekete geçmek için de, kuvvet, ya’nî tasavvuf (ahlâk) ilminin yolunda ilerlemek gerekir. Tasavvufun iki gayesi vardır. Birincisi; îmânın vicdânîleşmesi, ya’nî kalbe yerleşmesi ve şüphe getiren te’sîrlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delîl ve isbât ile kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Ra’d sûresi 28. âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: “Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi, ancak ve yalnız zikr ile olur.” Zikr; her işte ve her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, O’nun rızâsına uygun iş yapmak demektir. Tasavvufun ikinci gayesi; fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve kolaylıkla yapılmasını ve nefsi emmâreden doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir, ibâdetlerin kolaylıkla seve seve yapılması ve günah olan işlerden de nefret ederek uzaklaşılması, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür. Tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrlar, rûhlar ve kıymetli rü’yâlar görmek için değildir. Tasavvuf ile elegeçen bilgilere, ma’rifetlere, bilgilere ve hâllere kavuşmak için, önce îmânı düzeltmek, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara uygun iş ve ibâdet yapmak lâzımdır. Zaten bu üçünü yapmadıkça, kalbin tasfiyesi kötü huylardan temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, terbiye edilmesi mümkün değildir. Tasavvuf bilgileri mürşid-i kâmiller tarafından öğretilir. Mürşid-i kâmil, yol gösteren, rehberlik eden yetişmiş ve yetiştirebilen âlimdir. Böyle olan âlimlerin, belli usûllerle gösterdikleri bu yollara tarikat denilmiştir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de büyük bir mürşid-i kâmil olup, onun insanları saadete kavuşturmak için tasavvufta ta’kib ettiği usûllere ve gösterdiği yola, “Kâdiriyye tarikatı” denilmiştir.

    Tarikatların çeşitli isimler alması, başka başka olmalarından değildir. Aynı mürşidin talebeleri, birbirlerini tanımak ve mürşidleri ile tanınmak, öğünmek için, bulundukları yola mürşidlerinin ismini vermişlerdir. Tarikatlar, başlıca iki kısma ayrılırlar:

    1. Sessiz zikr (Zikr-i hafî) yapan tarikatlar: Bu yol Hazreti Ebû Bekr’den gelmiş olup, mürşidlerinin adına göre (Tayfuriyye), (Yeseviyye), (Medâriyye), hakîkî olan (Bektâşiyye), (Nakşibendiyye), (Ahrariyye) (Ahmediyye-i Müceddidiyye) ve (Hâlidiyye) gibi isimler almışlardır.

    2. Yüksek sesle zikr (Zikr-i cehrî) yapan tarikatlar: Bu yolda, Hazreti Ali’den oniki İmâm vasıtasıyla gelmiştir. Oniki İmâmın sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ’dan Ma’rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdadî’nin çeşitli talebelerinin yolunda bulunan meşhûr mürşidlerin adı verilerek, kollara ayrılmışlardır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan (Kadirî), (Şâzilî), (Sa’dî) ve (Rıfâî) Ebû Ali Rodbârî yolundan, Ahmed Gazâlî ve Ziyâüddîn Ebû Nesîb-i Sühreverdî vâsıtaları ile (Kübrevî) meydana gelmiştir. İmâm-ı Ali’den Hasen-i Basrî vâsıtası ile (Edhemî) ve bundan (Çeştî) hâsıl olmuştur. (Bedevîye), Rıfâiyyeden hâsıl olmuştur.

    Tarikat, zikir ile Allahü teâlâya kavuşma yoludur. Zikir, Allahü teâlâyı hatırlamak demektir. Her sözünde ve her işinde O’nun emirlerine ve yasaklarına sarılmaktır. Yaklaşık olarak, son yüz seneden beri tarikat diyerek birçok şeyler uyduruldu. Hakîkî İslâm âlimlerinin, Eshâb-ı Kirâmın, Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) alıp bildirdikleri doğru yol unutuldu. Dinde câhil olanlar, hattâ İslâmiyetin emirlerine açıkça uymayanlar, şeyh ve tarikatçı ünvanı alarak, zikir ve ibâdet adı altında, dînimizin yasak ettiği birçok günahları ve bid’atleri işlediler. Bugün sahte, yalancı mürşidlere, müslümanları sömüren tarikatçılara, dîni siyâsete âlet edenlere çok rastlanmaktadır. Şeyh-ül-felâm Ahmed İbni Kemâl efendinin Risâle-i Münîre adlı eserinde yer alan bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyuruyor ki: “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü, yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat İslâmiyete uymayan bir iş yapsa, kerâmet sahibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!”

    İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât adlı eserinin üçündü cildi 123. mektûbunda, bu husûsla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

    “İnsanı Allahü teâlâya kavuşturan yollar ikidir. Birincisi, peygamberlerin yakınlığı gibi olan (Nübüvvet yolu) olup, insanı aslın aslına ulaştırır. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve bunların sahâbîleri bu yoldan kavuşmuşlardır. Ümmetlerinden sahâbî olmıyanlar arasından dilediklerini de bu yoldan kavuşmakla şereflendirirler. Fakat bunlar pek azdır. Bu yolda vâsıta, aracı yoktur. Ya’nî vâsıl oldukdan sonra, doğrudan doğruya asldan feyz alırlar. Hiçbiri, ötekine vâsıta olmaz, perde olmaz. İkinci yol, (Vilâyet yolu)’dur. Kutblar, evtâd, büdelâ ve nücebâ ve bütün evliyâ hep bu yoldan kavuşmuşlardır. Bu yol, (Sülûk) yoludur. Evliyânın cezbeleri de, bu yolun cezbeleridir. Bu yoldan kavuşanlar, birbirlerine vâsıta ve perde olurlar. Bu yoldan vâsıl olanların önderi ve en üstünleri ve ötekilere vâsıta olanı, hazret-i Ali Mürtedâ “kerremallahü teâlâ vecheh-ül-kerîm”dir. Bu yolda gelen feyzlerin kaynağı odur. Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) gelen feyzler, ma’rifetler hep onun vâsıtası ile gelir. Fâtımat-üz-Zehrâ ve hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn (r.anhüm), bu makamda, hazret-i Ali ile ortaktırlar, öyle sanıyorum ki, hazret-i Ali, dünyâya gelmeden önce de, bu makamda idi. Vefât etdikden sonra da, bu yolda her velîye gelen feyzler, hidâyetler, yine onun vâsıtası ile gelmektedir. Çünkü kendisi, bu yolun en yüksek noktasında bulunuyor. Bu makamın sahibi odur. Hazret-i Ali vefât edince, ondan yayılan feyzler, hazret-i Hasen ve sonra hazret-i Hüseyn vâsıtası ile geldi. Daha sonra oniki İmâmdan, sağ olanları da vâsıta oldular. Bunlardan sonra gelen evliyâya feyzler, bu oniki İmâm vâsıtası ile geldi. Kutblara, nücebâyâ da, hep bunlardan geldi. Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”, dünyâya gelip, velî oluncaya kadar hep böyle idi. Sonra, bu da bu vazîfeye kavuştu. Ondan sonraki kutblara ve nücebâya ve bütün Evliyâya oniki İmâmdan gelen feyzler ve bereketler, bunun vâsıtası ile geldi. Başka hiçbir velî bu makama kavuşamadı. Bunun içindir ki, “Önceki Velîlerin güneşleri battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, hiç batmıyacaktır” buyurmuştur. Hidâyet, irşâd feyzinin akmasını güneş ışıklarının yayılmasına benzetmiştir. Feyzin kesilmesine, güneşin batması demiştir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine oniki İmâmın vazîfeleri verilmiştir. Rüşd ve hidâyete vâsıta olmuştur. Kıyâmete kadar, her velîye feyzler onun vâsıtası ile gelecektir. (Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin bu vasfından dolayı, ona “Gavs-ül-a’zam” denilmiştir.)

    Her asırda gelen müceddidler, onun vekîlleridir. (Hazret-i Îsâ “aleyhisselâm” ve hazret-i Mehdî ve İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” (Nübüvvet yolu) ile vâsıl olduğundan, vâsıtaya ihtiyâçları yoktur. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, nübüvvet yolunda Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vekîlidir.)

    Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinden ilim ve feyz alarak yetişip, yükselen talebelerinden bir kısmı şu zâtlardır: Başta kendi oğullarından on tanesi gelmektedir. Bunlar: Abdülvahhâb, babasının vefâtından sonra kendi medresesinde ders vermek ve va’z etmek sûretiyle pekçok talebe yetiştirmiştir. Şeyh Îsâ, hadîs derslerini vermek ve va’z vermekle meşgûl olmuştur. Mısır’a gidip, orada da talebe yetiştirmiştir. Ebû Bekr Abdülazîz, ilimde yetiştikten sonra talebe yetiştirmekle meşgûl olmuş, pekçok kimse kendisinden feyz almıştır. Şeyh Abdülcebbâr, Abdurrezzâk, İbrâhim, Muhammed, Abdullah, Yahyâ ve Mûsâ bin Abdülkâdir. Bu oğullarından başka, torunlarından çoğu da ondan ilim ve feyz almışlardır. Ondan ilim ve feyz alan binlerce talebesi vardır. Aliyyül-Hallâvî isimli bir talebesi, Bağdad’dan çıkıp senelerce seyahat yapıp, birçok yeri gezdikten sonra Bağdad’a dönmüştü. Arkadaşları seyahat hâtıralarını sorduklarında şöyle anlatmıştır: “Şam, Mısır, İran ve Afrika’nın kuzeyindeki memleketleri gezip, gördüm. Üçyüzaltmış evliyâ ile görüşüp, sohbet ettim. Hepsinden işittiğim söz şudur: “Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri bizim mürşidimizdir. Rehbe-rimizdir. Bizi Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan odur.” Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin irşâd ile vazîfelendirdiği talebelerinden bir kısmı da şu zâtlardır: Şeyh Ebû Midyen Magribî, Şuayb bin Hüseyn, Seyyid Seyfeddîn Abdülvehhâb, Şeyh Seyyid Muhammed Şemseddîn, Ebû Abbâs Ârif, Seyyid Abdurrezzâk, Şeyh Bekâ bin Batû, Ali bin Hînî, Muhammed bin Kâyid Evânî, Ebû Suud bin Şiblî, Şeyh Kadîb-ül-Bân Mûsulî, Şeyh Yûnus Kusab bin Kâşimî’dir.

    Vefâtı: Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri vefât edeceği sırada, oğullarına: Yanımdan ayrılın! Çünkü zâhirde sizinle, bâtında sizden başkasıyla (ya’nî Allahü teâlâ ile) beraberim. Yine o esnada buyurdular: Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın! Yine buyurdu: Aleykümüsselâm ve rahmetullahi ve berekâtühü, Allahü teâlâ beni ve sizi mağfiret etsin! Allahü teâlâ benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin! Bismillah gayre müvedde’în. Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.

    Oğlu Şeyh Abdurrezzâk anlatır: Gavs-ül-a’zam, o esnada, ellerini kaldırıp, uzattı ve: “Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü! Tövbe ediniz ve size geliyorum denilenlerin safına giriniz!” buyurdu.

    Vefât ederken iki defa, Allahümme refîk’al a’lâ deyip: “Size geliyorum, size geliyorum” buyurdu. Tekrar buyurdu ki: “Durun!” Bunun ardından, ona ölüm ve sekerât hâli geldi. Bu hâlde iken: “Bana kimse birşey sormasın. Ben, Allahü teâlânın ilminde bir hâlden başka bir hâle geçmekteyim” buyurdu.

    Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr, babacığım, bedenin acı duyuyor mu? diye arz edince, “Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teâlâ iledir.”

    Oğlu Şeyh Abdülazîz hastalığınız nasıldır? diye arz edince; “Benim hastalığımı, insan, cin ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlıyamaz. Allahü teâlânın ilmi, hükmü ile nâkıs olmaz. Hüküm değişir, ilim ise değişmez. Allahü teâlâ, dilediğini siler, dilediğini yazar. Umm-ül-kitab O’ndadır, O’na yaptığından suâl olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur” buyurdu.

    Daha sonra, kudret ile hâkim, kullarına ölüm ile gâlib olan Allahü teâlâ, her ayıb ve kusurdan münezzehdir. Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlullah! Sonra, Allah Allah Allah... deyip sonra sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mükerrem rûhunu teslim eyledi.

    Vefâtı büyük bir üzüntüyle karşılandı. Cenâze namazını kılmak üzere, görülmemiş bir kalabalık toplandı. Cenâze namazını oğlu Abdülvehhâb kıldırdı. O kadar insan toplanmıştı ki, kalabalık sebebiyle ancak gece defn edilebildi, insanlar, büyük kalabalıklar hâlinde ziyâretine geldiler. Bu ziyâretler günlerce devam etti.

    Vasıyyeti: Oğlu Abdurrezzâk suâl edince şöyle vasıyyet eyledi:

    Ey oğlum! Allahü teâlâ bize ve sana ve bütün müslümanlara tevfîk (muvaffakiyet) ihsân eylesin! Sana Allahtan korkmanı ve O’na tâat üzere olmanı, dînimizin emir ve yasaklarına riâyet etmeni ve hududunu gözetmeni vasıyyet ederim.

    Ey oğlum! Allahü teâlâ bize, sana ve müslümanlara tevfîk versin! Bizim bu tarîkatimiz, Kitâb ve Sünnet üzere bina edilmiştir. Kalbin selâmeti, el açıklığı, cömerdlik, cefâ ve ezaya katlanmak ve din kardeşlerinin kusurlarını affetmek üzere kurulmuştur.

    Ey oğlum! Sana vasıyyet ederim! Dervişlerle beraber ol. Meşâyıha hürmeti gözet! Din kardeşlerinle iyi geçin! Küçük ve büyüklere nasihat üzere ol.

    Dinden başka şey için kimseye düşmanlık etme!

    Ey oğlum! Allahü teâlâ bize ve sana tevfîk versin! Fakrin hakîkati, senin gibi olana muhtaç olmaman, zenginliğin hakîkati ise, senin gibi olandan bir şey istememendir. Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile de ele geçmez. Dervişlerden, Allahtan başkasına ihtiyâç duymayan birisini görürsen, ona ilim ile değil, rıfk ile, güler yüz, tatlı söz ve yumuşaklıkla muâmele eyle! Zîrâ ilim onu ürkütür, rıfk ise çeker ve yaklaştırır.

    Ey oğlum! Allahü teâlâ bize, sana ve müslümanlara tevfîk versin! Tasavvuf sekiz haslet üzerine kurulmuştur: Cömerdlik, rızâ, sabır, işâret, gurbet, yün elbise giymek, seyahat etmek ve fakirlik, cömerdlik, İbrâhim aleyhisselâmın; rızâ, İshâk aleyhisselâmın; sabır, Eyyûb aleyhisselâmın; işâret Zekeriyyâ aleyhisselâmın; gurbet Yûsuf aleyhisselâmın; yün giyinmek, Yahyâ aleyhisselâmın; seyahat, Îsâ aleyhisselâmın; fakirlik, efendimiz ve şefaatçimiz Muhammed Mustafâ’nın ( aleyhisselâm ) hasletleridir.

    Ey oğlum! Zenginlerle sohbetin, görüşmen izzet ile, onlara değer vermiyerek, fakirlerle görüşmen ise, kendine değer vermiyerek olsun.

    İhlâs üzere ol! İhlâs, insanların görmesini hâtıra getirmeyip, yaradanın dâima gördüğünü unutmamaktır. Sebeblerde Allahü teâlâya dil uzatma. Her hâlde Allahü teâlâdan gelene râzı ve sükûn üzere ol. Allah adamlarının huzûrunda şu üç sıfat üzere bulun: Alçak gönüllülük, iyi geçinmek ve kötülüklerden arınmış bir kalb. Hakîkî yaşamak, nefsini öldürmenle olur. (Nefsini öldürmek; nefsinin arzularını, haram ve zararlı isteklerini yerine getirmemek demektir.)

    Menkıbeleri: Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kerâmetleri ve menkıbeleri pekçoktur. Onun ayaklarının, zamanındaki bütün evliyânın omuzları üzerinde olacağı haber verilmiştir. İmâm-ı Vâfî, Târih’inde, Abdülkâdir-i Geylânî’nin (kuddise sirruh) kerâmetleri ile ilgili olarak şöyle demektedir: Kerâmetleri, sayılamıyacak kadar çoktur. Dinde imamlık derecesine çıkanlardan, onun kerâmetlerinin tevâtür hâline geldiğini duydum. Bu dînin âlim ve velîleri söz birliği ile diyorlar ki, Abdülkâdir-i Geylânî’den görüldüğü kadar, hiçbir velîden kerâmet görülmemiştir.

    İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Abdülkâdir-i Geylânî, vilâyet-i Muhammediyyenin son noktasına ulaşmıştır. Bu ümmette en çok kerâmet ondan görülmüştür. Birgün hutbe okurken, Hızır aleyhisselâmın, kapının önünden geçmekte olduğunu görmüş ve: “Ey İsrâiloğlu, gel de, hazret-i Muhammed’in ( aleyhisselâm ) mübârek sözlerini dinle!” buyurmuştur.

    Gavs-ül-a’zam Abdülkâdir-i Geylânî ve menkıbeleri hakkında çok sayıda, kıymetli kitaplar ve risaleler yazılmış, tabakat kitaplarında uzun anlatılmış, çok kıymetli sözler söylenmiştir.

    Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, ilimde çok yüksek derecede idi. Birgün, biri huzûrunda Kur’ân-ı kerîm okudu. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de okunan âyet-i kerîmeleri tefsîr etmeye başladı. Çeşitli yönlerden tefsîr ediyordu. O mecliste okunan âyet-i kerîmelerin, tam kırk çeşit tefsîrini yaptı. Yaptığı her çeşit tefsîrinin delîlini gösterdi. Gösterdiği delîlleri de gayet geniş bir şekilde izah etti. Orada bulunanlar, yaptığı onbir çeşit tefsîri anlayabildiler. Bundan sonrası o kadar derindi ki, anlayamadılar. Orada bulunanlar, hayretler içinde kaldılar. Sonra da: Sözü bıraktım. Şimdi Kelime-i tevhîde geldik, “La ilahe illallah” dedi. Bunu söyler söylemez, orada bulunanları bir hâl kapladı, kendilerinden geçtiler. O hâl sebebiyle, sahraya dağıldılar.

    Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri buyurdu ki: “Yirmibeş sene sahralarda dolaşıp, yerden biten otları yemeden, derelerdeki sulardan içmeden ve bir kerre içince, bir yıl veya daha çok müddet susuz durmadan, insanlar içinde oturup, onları irşâda başlamadım. Ben sahralarda dolaşırken, “Ol” sözü ile ihsân olundum. Ondan sonra çok yiyecek maddeleri buldum, istediğimi yerdim. Dağdan bir parça koparınca elimde helva olurdu, yerdim. Kuma tuzlu su dökerdim, tatlı su olurdu içerdim. Sonra Allahü teâlâya karşı edebi gözeterek bunları terk ettim.”

    Mâşukluk makamında, gök kubbe altında, Gavs-ül-a’zam gibi bir kimse gelmemiştir ve gelmez. Şeyh Ebû Midyen Magribî buyurdu: Hızır aleyhisselâma rastladım. Asrımızdaki doğu ve batıda bulunan meşâyıhı sordum. Ferd-i efham ve Gavs-ül-a’zamı sordum. Cevâbında: “O, Sıddîkların İmâmı, âriflerin hucceti, ma’rifetin rûhudur. Evliyâ arasında şânı büyüktür” buyurdu.

    Abdülkâdir-i Geylânî ( radıyallahü anh ) birgün abdest almıştı. O anda, bir kuş üzerini kirletti. Başını kaldırdığında, kuş uçuyordu. Bakışı ile beraber, yere düşüp öldü. Elbiseyi temizleyip, sattırdı. Parasını sadaka olarak dağıttı. Üzerine sinek konmazdı. Bu husûsda da Ceddi Resûlullahın ( aleyhisselâm ) verasetine (mirasına) kavuşmuştu.

    Bağdad’ın âlim ve fâdıllarından biri, Cum’a namazından sonra, talebesi ile birlikte, kabirleri ziyârete ve ölüler için Fâtiha okumağa gidiyordu. Yolda siyah bir yılan gördü ve elindeki bastonuyla vurup öldürdü. O anda uzun bir duman gelip onu örttü. Gözden kayboldu. Talebesi şaştı kaldı. Bir saat sonra kaybolan o zâtı geliyor gördüler. Karşılamağa gittiler. Üzerinde gayet süslü kıymetli bir elbise gördüler. Hâlini ve elbisesini sordular. Şöyle anlattı: Duman beni Örtünce, beni kapıp tuttukları gibi bir adaya götürdüler. Denizin dibine indirdiler. Cinlerin pâdişâhının huzûruna götürdüler. Pâdişâh, elinde kınından çekilmiş bir kılıçla taht üzerinde oturuyordu, önünde ise, başı ezilmiş ölü bir genç vardı. Başından gövdesine doğru kan akıyordu. Benim için, adamlarına; “Bu kimdir?” diye sordu. Bu gencin katilidir dediler, öfkeyle bana baktı ve: “Ey şehrin üstadı, bu genci niçin sebebsiz yere öldürdün?” dedi. Reddettim ve: “Allah korusun! Onu ben öldürmedim. Bana iftira ediyorlar” dedim. Cin pâdişâhına, onun öldürdüğünün alâmeti, elindeki bastonudur. Buyurun bakın, bastonu kanlıdır dediler. Bastonumdaki kanı görüp: “Bu kan nedir?” dedi. Bu bastonla bir yılan öldürdüm, onun kanıdır dedim. “Ey insan, o yılan benim bu oğlumdur” dedi. Sonra sustu, bir an durdu ve kadıya dönüp: “Bu adam, adam öldürdüğünü ikrâr etti. Sen de katline hükmet” dedi. Kâdı katlime karar verdi. Müftî de, hükme uygun fetvâ verdi. Kılıcı ile bana vurmak istedi. Kalbimden iltica edip, şeyhim, üstadım, Gavs-üs-Sakaleyn Abdülkâdir-i Geylânî’den yardım istedim. O anda bir adam göründü. Nûr yüzlü idi. “Bu adamı öldürme! Çünkü o, evliyânın Sultânı Gavs-ül-a’zam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî’nin ( radıyallahü anh ) talebelerindendir. Bunun yüzünden sana sitem eder, gücenirse, o hazrete ne cevap verirsin?” dedi. Gavs-ül-a’zamın ismini duyar duymaz, kılıcı elinden attı ve: “Ey şehrin üstadı, Gavs-ül-a’zama olan hürmetimden seni affettim. Şimdi bize İmâm ol ve oğlumun cenâze namazını kıldır ve mağfiret olunması için duâ eyle” dedi. Sonra bana, süslü, değerli bir elbise giydirdi ve beni, buradan kapıp götürenlerle buraya gönderdi.

    İmâm-Hasen-i Askeri ( radıyallahü anh ), seccadesini eshâbından birine emânet bırakıp, Gavs-ül-a’zama ulaştırmasını vasıyyet etti. Onu muhafaza edip, ömrünün sonunda, güvenilir birine emânet edip, aynı vasıyyeti yapmasını, böylece elden ele, hicrî beşinci asrın ortalarında, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî ismi ile meşhûr Gavs-ül-a’zam zuhur edince, ona verilmesini ve kendisinden ona selâm söylemesini tavsiye etti.

    Gavs-ül-a’zam, Medîne-i münevvereden Bağdâd-ı Dârüsselâma gelirken, yolda hırsızlardan birine rastladı. Hırsız soyacak adam arıyordu. Gavs-ül-a’zam ona: “Sen kimsin?” buyurdu. Hırsız, ben çölde yaşıyanlardanım dedi. Gavs-ül-a’zam ona, isminin ma’siyet (günah) mürekkebi ile yazılmış olduğunu açıkladı. Hırsızın kalbinden, bu heybet ve azamet sahibi kişinin Gavs-ül-a’zam olması muhtemeldir düşüncesi geçti. Hırsızın kalbinden geçeni hırsıza söyledi ve: “Evet, ben Abdülkâdir’im” buyurdu. Hırsız, derhal düşüp mübârek ayaklarına kapandı ve dilinden: “Ey Seyyid Abdülkâdir, Allah için bana bir ihsânda bulun!” sözleri çıktı. Gavs-ül-a’zam, hâline acıdı ve kalbinin düzeltilmesi için, Allahü teâlâya duâ etti. Hitâb geldi: “Ey Gavs-ül-a’zam, hırsızı doğru yola götür. Onu sevgililer hidâyetine irşâd eyle, onu kutublardan biri eyle!” Hırsız, eşsiz teveccühleri ile kutublardan oldu.

    Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, değerli, nefis, süslü elbise giyerdi. Bir defa yedibin dinarlık, bir sarık yaptırdı. Bir muhtaç gördü ve bu sarığı ona hediye etti.

    Temiz bir hanım, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine tâbi olup talebesi olmuştu. Talebe olmasından önce, bu kadına, ahlâksız bir adam âşıktı. Bu kadın dağda iken, bir ihtiyâç için bir mağaraya girdiğinde o adam da, ardından mağaraya girdi. Kadına yanaşıp, onun namusunu kirletmek istedi. Kadın kaçacak, saklanacak bir yer bulamadı. Gavs-ül-a’zamın ismini söyleyip: “Yardım et (yetiş, imdâd) ey Gavs-ül-a’zam, ey insanların ve cinlerin gavsı, yardımcısı, yetiş! Yetiş ey Şeyh Muhyiddîn (dînin ihyâ edicisi), yetiş ey Seyyid Abdülkâdir!” deyip feryâd etti. O anda Gavs-ül-a’zam medresede abdest alıyordu. Ayaklarında tahtadan na’linler vardı. Onları çıkarıp mağara tarafına savurdu. Ahlâksız, arzusuna kavuşamadan, na’linler kafasına ulaştı ve ölünceye kadar başına vurdular, vurdular. Ahlâksız öldü ve na’linler vurmağı bıraktılar. Kadın, o mübârek na’linleri alıp, hazret-i Gavsa getirdi ve başından geçeni anlattı.

    Birgün bulunduğu mezhebden başka mezhebe geçmek hakkında düşündü. O gece, bütün eshâbı ile beraber Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizi rü’yâda gördü. Bu arada İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’i ( radıyallahü anh ) gördü. Bir eliyle sakalını tutmuş, Resûlullah efendimizden rica ediyor ve: “Ey Allahın Resûlü, oğlun Muhyiddîn Seyyid Abdülkâdir’e buyur da, bu zaîf ihtiyârı himâye etsin” diyordu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) tebessüm buyurarak: “Ey Seyyid Abdülkâdir, bu şeyhin ricasını kabûl et” buyurdu. Resûlullahın emri ile, onun ricasını kabûl etti ve sabah namazını Hanbelîlerin namazgahında kıldı. Hâlbuki o gün Hanbelî namazgahında İmâmdan başka kimse yoktu. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri oraya gelince, çok kimseler de ardından gelip, mescidde boş yer kalmadı. Râvî der ki: Eğer Gavs-ül-a’zam hazretleri o gün, Hanbelî namazgahında hâzır olmasaydı, Hanbelî mezhebi unutulacaktı.

    Gavs-ül-a’zam birgün, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’in kabrini ziyâret etti. Yanında evliyâdan bir cemâat da vardı. Kabrin başında okudular. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel ( radıyallahü anh ), kabirden çıktı. Elinde gömlek vardı. Gömleği verdi ve birbirlerinin boynuna sarıldılar. Sonra İmâm-ı Ahmed: “Ey Seyyid Abdülkâdir, fıkıh, tasavvuf, helâlin, haramın ilmi sana muhtaçtır” buyurdu.

    Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.) buyurdu ki: “Hicrî beşyüzyirmibir senesi Şevval ayının onaltısı olan Salı günü Öğleden önce, Resûlullahı ( aleyhisselâm ) rü’yâmda gördüm. Ey oğlum, niçin konuşmuyorsun? buyurdu. Babacığım ben yabancıyım. Bağdad fasihlerinin yanında nasıl konuşurum? dedim. Ağzını aç! buyurdu. Ağzımı açtım. Yedi defa mübârek ağzının suyundan ağzıma saçtı ve: “İnsanlarla konuş, onları güzel hikmet ve va’zlar ile Rabbinin yoluna çağır.” buyurdu. Öğle namazını kıldım. Yanımda kalabalık insanlar gördüm. Nutkum tutuldu. Ali bin Ebî Tâlib’i ( radıyallahü anh ) gördüm. Mecliste benim karşımda ayakta duruyor ve bana: “Ey oğlum niçin konuşmuyorsun?” diyordu. Babacığım! Nutkum tutuldu, konuşamıyorum dedim. Ağzını aç buyurdu. Açtım. Ağzının suyundan ağzıma altı defa saçtı. Niçin yediye tamamlamadınız? dedim. Resûlullaha karşı olan edebimden buyurdu ve gözden kayboldu. Bundan sonra en fasih bir dille konuşmağa başladım.”

    Gavs-ül-a’zam birgün bir mahalleden geçerken bir müslümanla bir hıristiyanın münâkaşa ettiklerini gördü. Sebebini sordu. Müslüman: “Bu hıristiyan, bizim peygamberimiz, sizin peygamberinizden üstündür diyor, ben ise, bizim peygamberimizin üstün olduğunu söylüyorum” dedi. Gavs-ül-a’zam, hıristiyana: “Îsâ aleyhisselâmın Muhammed aleyhisselâmdan üstün olduğunu hangi delîlle isbât ediyorsun?” buyurdu. Hıristiyan, bizim peygamberimiz ölüyü diriltti dedi. Gavs-ül-a’zam ( radıyallahü anh ): “Ben peygamber değilim. Sâdece Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma uyan bir müslümanım. Eğer ölüyü diriltirsem, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma inanır mısın?” buyurdu. Hıristiyan, inanırım dedi. Gavs-ül-a’zam: “Bana, harâb olmuş, eski bir kabir göster ve Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) üstünlüğünü gör!” buyurdu. Eski bir kabir gösterdi. Gavs-ül-a’zam, hıristiyana: “Sizin peygamberiniz ölüyü diriltmek istediği zaman, hangi sözleri söylerdi?” buyurdu. Hıristiyan, “kum bi iznillah = Allahın izni ile kalk, diril” söylerdi, dedi. Bunun üzerine Gavs-ül-a’zam, ona: “Bu gösterdiğin kabirde yatan kişi, dünyâda şarkıcı idi. İstersen onu şarkı söyler hâlde dirilteyim, nasıl istersen öyle yapayım!” buyurdu. Peki, öyle olsun dedi. Gavs-ül-a’zam kabre döndü ve: “Allahın izni ile kalk!” buyurdu. Kabir açıldı ve ölü, şarkı söyler hâlde kalktı. Hıristiyan bu kerâmeti görünce, Peygamberimizin üstünlüğünü ikrâr edip, Gavs-ül-a’zamın elinde müslüman oldu.

    Gavs-ül-a’zam ( radıyallahü anh ) zamanında, Bağdad’da tâ’ûn hastalığı vâki oldu. Hergün binlerce erkek ve kadın ölüyordu. Bağdad ehâlisi, Gavs-ül-a’zama, bu öldürücü hastalıktan şikâyet ettiler. “Medresemizin avlusundaki otlardan döğünüz ve yiyiniz, Allahü teâlâ, hastalara bununla şifâ verir ve tâ’ûnu kaldırır” buyurdu. Buyurduğu gibi yaptılar, hastalar iyileşti ve Allahü teâlâ, onlardan tâ’ûnu kaldırdı. Hastalar çok olduğu ve izdiham had safhaya eriştiği için, Gavs-ül-a’zam: “Medresemiz suyundan bir damla içene, Allahü teâlâ şifâ verir” buyurdu. İsanlar, o mübârek medresenin suyundan içtiler ve tam sıhhate kavuştular. Zamanında Bağdad’da bir daha tâ’ûn hastalığı görülmedi.

    Ebü’l-Feth Hirevî anlatır: “Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî’ye kırk sene hizmet ettim. Bu müddet içerisinde, sabah namazlarını, yatsının abdesti ile kıldığını gördüm. Ne zaman abdesti bozulsa, o zaman abdest alır, iki rek’at namaz kılardı. Yatsı namazını kılıp, husûsî odasına girer, beraberinde o odaya kimse giremezdi. Sabahleyin odadan çıkardı.” Yine Hirevî anlatır: “Bir gece Şeyhin yanında yattım. Gecenin evvelinde namaz kıldığını gördüm. Namazı çok uzun sürmedi. Sonra gecenin üçde biri geçinceye kadar zikretti. El-Muhît, er-Rab, eş-Şehîd, el-Hasîb, el-Fa’âl, el-Hallâk, el-Hâlık, el-Bârî, el-Mûsâvvir derdi. Gördüm ki, zaîflemiş, küçülmüş idi. Ardından kendisini çok büyük gördüm. Ya’nî bir küçülüyor, bir büyüyordu. Sonra havada yükseliyor, yükseliyor, gözümden kayboluyordu. Sonra ayakta namaz kıldı. Uzun sûreler okudu. Gecenin üçde ikisi böyle geçti. Secdeleri, gerçekten çok uzun idi. Sonra müteveccih, müşâhid ve murâkıb olarak oturur, sabah vaktine yakın zamana kadar öylece dururdu. Sonra duâ eder, yalvarır, yakarır, kulluğunu Rabbine arz ederdi. O esnada, kendisini, bakan gözlerin dayanamıyacağı bir nûr kaplardı. Yanında, “Selâmün aleyküm, Selâmün aleyküm” seslerini duyardım. Kendisi bu selâmlara cevap verir; bu hâl sabah namazına çıkıncaya kadar devam ederdi. Hızır aleyhisselâmla çok defalar görüşmüştür.”

    Mısır’da bir tüccâr vardı. Gavs-ül-a’zam hakkında kuvvetli i’tikâd, hâlis ihlâs sahibi idi. Kalbinde, vasıtasız olarak, onun şerefli yolunda sülûk etme arzusu vardı. Ya’nî Gavs-ül-a’zamın huzûruna gidip, bizzat onun elinde tarîkatine girmek arzusundaydı. Çeşitli engeller sebebiyle kırk sene içinde bu niyet ve arzusuna kavuşamadı. Sonra yola çıkıp Bağdad’a vardı. Gavs-ül-a’zamın âhırete intikâl ettiğini işitti. Muradına kavuşamamaktan ötürü canına kıymak istedi. Kabrini ziyârete geldi. Ziyâret edebini takındı. Gavs-ül-a’zam kabrinden çıkıp, elini tuttu tövbe ettirdi ve onu talebeliğe kabûl etti. Bu zâtla üçyüz kişi irşâd şerefine kavuştu ve Allahü teâlâya vâsıl oldular, İslâm âlimleri bu şekilde olan intisabın sahih ve sâdık olduğunu söylemişlerdir.

    Gavs-ül-a’zam ( radıyallahü anh ), bir defa Medîne-i münevvereye geldi. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Ravda-i mutahharasını kırk gün ziyâret edip, ayakta durdu ve ellerini göğsünün üzerine koyup şu iki beyitle münâcaat etti:

    Günâhlarım denizin dalgalarından da çok,

    Yüce dağlara benzer, hattâ daha da büyük;

    Ve lâkin affedici kerîmin huzûrunda,

    Sinek kanadı kadar, hattâ daha da küçük.

    Bir başka zaman da gelip, Hücre-i şerîfenin yakınında bir dörtlük daha okudu. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mübârek eli göründü, müsâfeha etti, öpüp başına koydu.

    Bir kadın, çocuğunu, Abdülkâdir-i Geylânî’ye ( radıyallahü anh ) getirip: “Oğlumun kalbini size tutulmuş gördüm; bana hizmetinden onu azâd edip, size getirdim” dedi. Şeyh hazretleri bu genci yanına aldı. Ona mücâhede ile emretti. Tarikatta sülûke başlattı. Bu şekilde devam ederken, birgün annesi çıka geldi. Oğlunu, az yemek ve az uyumak sebebiyle, zaîf ve sararmış, arpa ekmeği yer hâlde buldu. Bu hâl ona dokundu. Çocuğunu bırakıp, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yanına girdi. Şeyh hazretleri oturmuş, tavuk yiyordu. “Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim oğlum ise, arpa ekmeği yer” dedi. Şeyh bunu duyunca, elini, tavuk kemiklerinin üzerine koyup: “Kum bi-iznillâh”, ya’nî Allahü teâlânın izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Şeyh, kadına hitaben: “Senin oğlun böyle olduğu zaman, dilediğini yesin!” buyurdu.

    Meclisinin üzerinde kırlangıç uçup, sesi ile, orada bulunanları meşgûl etti. Abdülkâdir-i Geylânî: “Ey rüzgâr, bu kuşun başını al!” buyurdu. Buyurması ile beraber, kuşun yere düşmesi bir oldu. Ama başı bedeninde değil, başka yere düşmüştü. Şeyh hazretleri kürsîden inip, o kırlangıcı eliyle aldı. Diğer eliyle de üzerini okşadı ve Besmele okudu. Kuş hemen dirildi ve uçtu.

    Yanından geçmekte olan ve sultâna âit şarabı taşımakta olan üç kişi ve bir emîr, ya’nî subay vardı. Şeyh onlara hitâben: “Durun!” buyurdu. Dinlemediler. Hayvana dur, buyurdu. Hayvan durdu. Hayvanın yanında olanlara kulunç ârız olup, bağrışmağa başladılar. Yaptıklarına tövbe ettiler, ağrıları geçti. Şarap ise, sirke olmuştu. Küpleri, damacanaları açınca, içlerinde şarap değil, sirke olduğunu ibretle gördüler. Meclisindeki talebelerinden biri rahatsızlandı. Hareket edemiyordu. Yardım ister gözle, hocasına baktı. Bunun üzerine Abdülkâdir-i Geylânî, hemen va’z kürsüsünün merdiveninden indi. Ama kürside insan başı gibi bir baş, sonra omuzları ve göğsü göründü. Daha sonra kürside Şeyhin şeklinde, onun konuşma ve sesinde birisi va’za devam ediyordu. Şeyh ise, o talebesiyle meşgûl oluyordu. Başını elbisesinin yeni ile örtmüştü. Talebe birden kendini sahrada gördü. Yanında akar su ve ağaç vardı. İhtiyâcını rahatça giderdi, dereden abdest aldı, namaz kıldı. Selâm verince, Abdülkâdir-i Geylânî, üzerindeki örtüyü kaldırdı. Şaşılacak şey! Kendini, mecliste arkadaşlarının arasında buldu. Şeyh ise, eskisi gibi, kürsüde durup va’z ediyordu.

    Ramazân-ı şerîfte birgün, ayrı ayrı yetmiş kişi, birbirinden habersiz, Gavs-ül-a’zamı iftara da’vet etti. Herbiri kendi evini şereflendirmek, bereketlendirmek istiyordu. Her birinin da’vetini kabûl etti. Aynı anda da’vet edenlerin evlerinde iftarda bulundu. Onlarla birlikte yemek yedi. Bu haber, bu büyük ve havsalaya sığmaz kerâmet, bir anda Bağdad’a yayıldı. Huzûrunda hizmet eden hizmetçilerden biri, Gavs-ül-a’zam o akşam tekkesinden çıkmadığı, iftarı burada yaptığı hâlde, o kimselerin evlerine girip, onlarla yemek yemesi ve bu yemeğin aynı anda olması nasıl olur? diye düşündüğü zaman, Gavs-ül-a’zam, o hizmetçisine dönerek: “Onlar doğru söylüyorlar, herbirinin da’vetinde bulundum, ayrı ayrı, fakat aynı zamanda herbirinin evlerinde yemek yedim” buyurdu.

    Gavs-ül-a’zam birgün, va’z için minberde oturuyordu. Birden sür’atle en son basamağa indi. Ayakta, elini elinin üstüne koyarak, mütevâzi bir şekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı ve eski yerine oturdu ve va’z ile meşgûl oldu. Orada bulunanlardan birisi, ne oldu diye suâl edince: “Ceddim Resûlullahı ( aleyhisselâm ) gördüm. Geldi ve minber önünde durdu. Haya edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeğe başlayınca, bana yerime oturmamı ve insanlara va’z etmemi emr etti, dedi.

    Gavs-ül-a’zam daha genç iken, Şeyh Hammâd’a geldi. Şeyh Hammâd ayağa kalktı ve Onu karşıladı: “Merhaba metin dağ, sarsılmaz tepe” deyip, onu yanına oturttu ve biraz konuştuktan sonra: “Sen, asrındaki âriflerin seyyidi, efendisisin” buyurdu.

    Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, bir Cum’a günü va’z ediyordu. Cemâat ise, onun dilinden saçılan ma’rifet ve sırlarla dolu kıymetli sözleri can kulağı ile dinliyorlardı. Cemâat arasında Şeyh Ali Hinî, Şeyh Baka, Şeyh Ebû Sa’îd Kaylevî, Şeyh Ebü’n-Necîb Abdülkâhir Sühreverdî, Şeyh Ebû Mükerrem, Şeyh Ebü’l-Abbâs Ahmed bin Ali, Şeyh İbrâhim Nehrevânî, Şeyh Câyegîr, Şeyh Kadîb-ül-Bân Mûsulî, Şeyh Hammâd bin Müslim Debbâs, Şeyh Mâcid, Şeyh Osman bin Merzûk, Hâce Yûsuf Hemedânî, Şeyh Arslan Müsekkî, Şeyh Sıdk-i Bağdadî, Şeyh Mübârek bin Ali, Şeyh Şehâbeddîn Sühreverdî ve diğer birçok büyük zât vardı. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri va’z ettiği sırada, bir ara; “Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir” buyurdu. Orada bulunan evliyâdan, önce Şeyh Ali Hinî, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin ayağını tutup, kendi boynu üzerine koydu. Diğerleri de böyle yaptılar. Hâttâ orada bulunmayan evliyâ zâtlar da böyle buyurduğundan haberdâr olup, onu tasdik ederek boyunlarını eğmişlerdir.

    Receb ed-Dârî şöyle anlatmıştır: Hicretin 616. yılında, Şam’da Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin oğlu Şeyh Mûsâ’dan dinledim. Şöyle anlatıyordu: Rahmetli babam birgün buyurdular ki: “Bir vakit Berye’ye (çöle) çıkıp orada bir müddet kaldım. İçecek su bulamadığım için çok fazla harâretlenmiştim. Allahü teâlâ üzerime bir bulut gönderdi. O buluttan yağmur yağdı. Kana kana su içtim. Sonra bir parıltı ve onun içinden bir sûret görür gibi oldum. O sûret tarafından bana şöyle bir hitâb geldi: “Yâ Abdülkâdir! Ben senin Rabbin ve Halikınım, senin için muharremâti ve senden başkaları için haram kıldığım şeyleri sana helâl kıldım.” Ben hemen: “E’ûzü -billahi- mineşşeytânirracîm” dedim. Ve yanımdan git mel’ûn diye onu kovdum. Sonra o gördüğüm nûr zulmete döndü ve o sûret de bir duman oldu. Nihâyet bana yine hitâb ederek: “Ey Abdülkâdir! Rabbinin hükmiyle senin ilmin ve yüksek derecelerine ve hakîkate vukûfunla benim vesvesemden ve aldatmamdan kurtuldun. Ben, şimdiye kadar tarikat ehlinden yetmiş kişiyi böylece kandırıp doğru yoldan çıkarmıştım” dedi. Ben de ona; “Ey mel’ûn, benim kurtulmam, ancak Rabbimin fadlı, lütfu ve ihsânı iledir” diye cevap verdim. Babama: “Bu sesin, şeytanın sesi olduğunu nasıl bildin?” diye sordukları zaman “Şeytanın (Sana haramları helâl kıldım) sözünden anladım” diye buyurdu.

    Ma’rifetler sahibi Şeyh Abdullah-i Belhî, Havârik-ül-ahbâb fî ma’rifetil-aktâb kitabının yirmibeşinci babında, Kutb-ül-ibâd Gavs-ül-bilâd Hâce Behâeddîn Muhammed Nakşibendî’yi ( radıyallahü anh ) anlatırken diyor ki: Hâcegî Sermest’ten duydum, o da Buhârâ’da yaşayan ve oturan kâmil meşâyıhdan duydu. Onlar şöyle anlatırlardı: “Gavs-ül-a’zam ( radıyallahü anh ), birgün bir cemâatle terasta durup, Buhârâ tarafına dönmüş, güzel bir koku almış ve: “Benim vefâtımdan yüzelliyedi sene sonra, Muhammedî meşreb birisi dünyâya gelir. İsmi Behâeddîn Muhammed Nakşibendî’dir. Bana mahsûs ni’metlere kavuşur” buyurdu. Gerçekten öyle oldu.

    Evliyânın büyüklerinden ve mürşid-i kâmillerin en meşhûrlarından olan bu zât, Muhammed Behâeddîn-i Buhârî Nakşibend hazretleridir. O, Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri hakkında şu şiiri söylemiştir.

    “Pâdişâhı her dû âlem Şah Abdülkâdirest.

    Server-i evlâd-ı Âdem Şah Abdülkâdirest.

    Âfitâb-ı Mâhitâb-ı Arş, Kürs ve Kalem,

    Nûr-i kalb ez nûr-i a’zam Şah Abdülkâdirest.”

    Tercümesi:

    “Her iki âlemin sultânı Şah Abdülkâdir’dir.

    Evlâd-ı Âdem’in serveri (reîsi) Şah Abdülkâdir’dir.

    Arş’ın, Kürsî’nin, Kalem’in, hem Güneş’i hem Ay’ı.”

    En üstün nûrdan bir kalb nûrudur, Şah Abdülkâdir.”

    Eserleri: Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin pekçok eserleri olup, başlıca eserleri şunlardır:

    1. Günyet-üt-tâlibîn, 2. Fütûh-ülgayb, 3. Feth-ur-Rabbânî, 4. Füyûzât-ür-Rabbâniyye, 5. Hizbü Beşâîr-il-hayât, 6. Cilâ-ül-hâtır, 7. Mevhib-ür-Rabbâniyye, 8. Yevâkît-ül-hikem, 9. Behcet-ül-esrâr, 10. Tuhfet-ül-müttakîn, 11. Hız-ür-recâ vel-intihâ, 12. Risâlet-ül-Gavsiyye, 13. Merâtib-ül-vücûd, 14. Mi’râc-i Latîf-i meânî, 15. Vusul ilallah, 16. Umdet-üs-sâlihîn, 17. Sittüm mecâlis, 18. Mektûbât-ı Geylânî, 19. Kenz-ül-a’zam, 20. Hizb-ül-hayrât, 21. Hizb-üt-tazarru vel-ibtihâl, 22. Beşâir-ül-hayrât, 23. Esrâr-ül-esrâr, 24. Mecmûa-i evrâd, 25. Delâil, 26. Manzûme-i lâmiyye, 27. Manzûme fit-tevessül bi esmâ-illah-il-hüsnâ, 28. Kasîdet-üt-tasavvufiyye bil-esmâ-il-hüsnâ, 29. Kasîdet-ül-latîfe, 30. Kasîde-i Tâiyye, 31. Kasîde-i mîmiyye, 32. Kasîde-i Ayniyye, 33. Muhtasar fî ilm-iddîn, 34. Risâletün fit-tevhîd, 35. Risâletün fil-vasiyye, 36. Sırr-ül-esrâr ve mazhar-ül-envâr, 37. Sırr-ül-vehhâc fî leylet-il-mi’râc, 38. Usûl-üs-seb’a, 39. Vasıyyetti Gavsiyye, 40. Virdü hısn-ül-hasîn, 41. Risâletün fî meâni-il-esmâ-il-hüsnâ, 42. Melfûzât-ı Geylânî, 43. Dîvân-i Gavs-ül-a’zam.

    Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin hayâtını ve menkıbelerini anlatan çok eser yazılmıştır. Onun hakkında yazılan ve büyüklüğünü anlatan eserlerden bir kısmı ve müellifleri şunlardır:

    1. Envâr-ün-nâzır (Allâme Ebû Bekr Abdullah bin Nasr Bağdadî).

    2. Behcet-ül-esrâr ve ma’den-ül-envâr (Şeyh-ül-İslâm Ebü’l-Hasen Ali Nûreddîn).

    3. Ravdât-ün-nâzır (Firûzâbâdî).

    4. Gıbdat-ün-nâzır (Şihâbüddîn Ahmed İbni Hâcer Askalânî).

    5. Hülâsât-ül-mefahir (Abdullah bin Es’ad Yâfiî).

    6. Esnel-mefâhir (Abdullah bin Es’ad Yâfiî).

    7. Dürer-ül-cevâhir (İbn-i Mülakin).

    8. Kalâid-ül-cevâhir (Şemsüddîn Muhammed bin Yahyâ el-Ensârî).

    9. Nüzhet-ül-hâtır (Ali bin Sultan).

    10. Dürr-ül-fakîr (Es-Seyyid Abdülkâdir bin eş-Şeyh Ayderûs Yemenî).

    11. Zübdet-ül-esrâr fî menâkıb-i Gavs-ül-ebrâr (Abdülhak Dehlevî).

    12. Zübdet-ül-âsâr fî ahbâr-i Kutb-ül-ahyâr (Abdülhak Dehlevî).

    13. Ravd-ün-nevâzır (Muhammed bin Sa’îd).

    14. Nüzhet-ün-nâzır (Ebû Muhammed Abdüllatîf bin Ahmed).

    15. Eş-Şeref-ül-Bâhir (Mûsâ bin Muhammed Bealbekî).

    16. El-Cenaddânî (Ca’fer bin Hasen).

    17. Ravad-ül-Besâtîn (Muhammed Emîn Tûnûsî).

    18. Sultân-ül-ezkâr fî menâkıb-i Gavs-ül-ebrâr (İbn-i Şah Hemedânî).

    19. Güldeste-i kerâmât.

    20. Nesr-ül-cevâhir (Muhammed Sıbgatullah).

    21. Zeyn-ül-mecâlis. Bunlardan başka çeşitli dillerde pekçok eser yazılmıştır.

    Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri buyurdu ki: “Hakîkî yaşamak, nefsinin arzularını, haram ve zararlı isteklerini yerine getirmemek demektir.”

    “Allahü teâlâya en yakın olan, ahlâkı güzel, kalbi rahat olandır. En üstün amel, kalbin Allahtan başkasına yönelmemesidir.”

    “Bid’at yoluna sapmayınız! İtâat ediniz, muhalif olmayınız! Sabrediniz, sızlanmayınız! Sabit kalınız, ayrılıp dağılmayınız! Bekleyiniz, ümit kesmeyiniz! özünüzü günahtan temizleyiniz, kirletmeyiniz! Hele Mevlânızın kapısından hiç ayrılmayınız.”

    “Şükrün esâsı, ni’metin sahibini bilmek, bunu kalb ile i’tirâf etmek ve dille söylemektir.”

    “Allah için hâline sabr eden fakir, Allaha şükreden zenginden daha değerlidir. Hâline şükredebilen fakir ise, şükreden zenginden ve sabreden fakirden daha üstündür.”

    “Nefsinin peşine düşüp de, rehberi, yol gösterici hakîkî âlimleri dinlemeyen kimse, gerçekten nasîbsizdir.”

    “İnsan, kendini Kelime-i tevhîd söylemeye, “La ilahe illallah” demeye alıştırmazsa, ölüm döşeğinde iken onu hatırlaması ve söylemesi güç olur.”

    “Allahü teâlâ, bir kulunu severse, ona fazla mal ve evlâd vermez. Böylece, Allaha olan muhabbetini engelleyecek bir ortak olmamış olur. Çünkü Allahü teâlâ Gayyur’dur. İbâdette olduğu gibi, sevgide de ortaklığı kabûl etmez.”

    “Kim insanlardan birşey istiyorsa, Allahı tanımadığı için istiyor, îmânı, ma’rifeti ve yakîni zaîf olduğu için istiyor.”

    “Kalb, dünyâ arzularından birine bağlı kaldığı ve onun geçici lezzetlerinden birinin peşine takılıp gittiği müddetçe, imkânı yok âhıreti sevmiş olamaz.”

    “İyi huy sahibi, insanlardan gelen şeylere aldırmaz. Bu hâl ise, herşeyin Allahü teâlânın dilemesiyle olduğunu bilmektendir. Böyle olan kimse, nefsini hakîr görür.”

    Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin, “Gunyet-üt-tâlibîn” adlı eserindeki Cennet, Cehennem ve tövbe bahsinden seçmeler:

    Biliniz ki, Cehenneme girmek küfür sebebi iledir. Azâbın arttırılması, derecelerin aşağı olması, günah ve çirkin ameller ve işlerledir. Cennete girmek ise, îmân iledir. Ni’metlerin arttırılması ve yüksek derecelere kavuşmak, sâlih ameller ve güzel ahlâk iledir.

    Âhırette olan çeşit çeşit azâblar, Allahü teâlânın, Cehennemlikler hakkındaki gazâb ve kızgınlığı, Cennette olan çeşit çeşit ni’metler ve lezzetler ve sürûrlar, Allahü teâlânın Cennetlikleri için olan rahmeti sebebiyledir.

    Allahü teâlânın kullarından, dünyâda kendine mübah edilen şeyi yiyen, ona şükreden, karşılık olarak Cennet lezzetlerinden istediği şey verilir. Bir kimse, dünyâda kendisine mübah kılınan şeyi yemese, Cennetin derecelerinden pay ve nasîbini kendine haram etmiş olur. Bir kimse Cenneti inkâr etse, Cennetten ve Cennetteki bütün ni’metlerden mahrûm olur.

    Ebû Hüreyre’den ( radıyallahü anh ) bildirilen hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Meydana gelmesinde asla şübhe edilmiyen kıyâmet günü olunca, insanlar mahşer yerine toplandıkları zaman, halkı bir karanlık kaplar. Âyet-i kerîme gereğince, karanlığın koyuluğundan insanlar birbirlerine bakamaz, birbirlerini göremezler. Ayakta dururlar, insanlar bu hâlde iken, Allahü teâlâ meleklere tecellî eder. İlâhî nûru ile mahşer yeri aydınlanır. Karanlık açılır, insanları, Rablerinin nûru kaplar. Melekler ise Arş’ın etrâfında tavaf etmekte, hamd edip cenâb-ı Hakkı tesbîh ve takdis etmektedirler. İnsanlar saf saf kıyâmda, her ümmet ve cemâat bir tarafta bulunmakta iken, amel defterleri ve mîzân getirilir. Amel defterleri konup, mizan, meleklerden birinin eline asılır. O melek, mizanı bir kere yükseğe kaldırır. Sonra aşağı indirir. Bu zaman Cennetten perde açılıp, Cennet rüzgârı gelmeğe, yayılmağa başlayınca, müslümanlar kendi terlerini misk gibi bulurlar. Hâlbuki kendileri ile Cennet arasında beşyüz yıllık mesafe vardır. Sonra Cehennemden de perde kaldırılır. Koyu bir duman ile Cehennem rüzgârı esmeğe başlayınca, mücrim ve müşrikler terlerini pis ve kerih bulurlar. Hâlbuki onlar ile Cehennem arasında beşyüz yıllık mesâfe vardır. Sonra Cehennem büyük bukağı ve zincirlerle bağlı olduğu ve “Üzerinde ondokuz melek vardır” âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi, ondokuz hâzin ve herbirinin emrinde yetmişbin melek olduğu hâlde itilerek Arasat meydanına getirilir. Ondokuz melekten her biri, kendi yardımcıları ile onu iterler, sağında, solunda ve arkasında yürürler. Her meleğin elinde demirden gürzler vardır.

    Cehenneme bağırıp, onu yürütürler. Cehennemin, merkeb anırması gibi, korkunç ve çirkin sesi, şiddet, karanlık ve dumanı, ehline gazâbının şiddetinden meydana gelen alevi ve korkunç taşması vardır. Bu hâl ile Cehennemi getirirler. Onu Cennet ile insanların durduğu yer arasına koyarlar.

    İnsanlara doğru bakıp, onları yutmak için, üzerlerine hamle ve hücum eder. Melekler bukağı ve zincirlerle ona mâni olurlar. Kendisinin insanları yutmaktan men’ edildiğini görünce, şiddetle öyle bir feveran ve galeyana gelir ki, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, “Gayz ve gazâbından parça parça olmak derecesine gelir.” Sonra yine bir çeşit avaz ile seslenir, insanlar Cehennemi böyle görünce, kendilerinde meydana gelen korkunç dehşet ile, yürekleri boğazına gelip ne olduklarını şaşırırlar.”

    Bir kimse Resûlullaha ( aleyhisselâm ) “Ey Allahın Peygamberi! Bana Cehennemi anlatınız” dediğinde, “Peki” buyurup, şöyle anlatmağa başladı:

    “Cehennem şu dünyânın yetmiş büyüklüğündedir. Çok karanlıktır. Yedi bölümü ve her bölümünde otuz kapısı ve her kapının üç gecelik genişliği vardır. Onu yetmiş bin melek tutar. Bu melekler çok kuvvetlidir. Yüzleri ekşi, gözleri ateş, renkleri ateş alevi gibidir.

    Burun deliklerinden büyük alevler, korkunç duman saçılır. Onlar Allahü teâlânın emrini ve buyruğunu beklerler” buyurdu. Yine Resûlullah buyurur: “Bu hâl ile Cehennem Allahü teâlâdan secde için izin ister. Secdesine izin verilince, Cehennem Allahü teâlânın dilediği kadar secde eder. Allahü teâlâ secdeden kalk buyurur ve:

    Hamd ve sena o Allaha mahsûstur ki, kendisine âsî olanlardan intikam almak için beni yarattı. Ve mahlûkatından hiçbir şeyi benden intikam almak için yaratmadı” der.”

    Hadîs-i şerîfte yine geldi ki: “Cehennem bundan sonra açık ve fasih bir dille: “Bundan bana hamd etmeyi nasîb eden Allahü teâlâya hamd olsun” der. Sonra büyük bir heybetle, şiddetli bir ses ile kükreyince, mukarreb meleklerden, Peygamberlerden ve Arasatta bulunanlardan her biri bu sesten ürkerler. Sonra ikinci defa kükrer. Mahşerdekilerin gözlerinden yaşlar akar. Üçüncü defasında, yüksek bir sesle öyle bağırır ki, insan ve cinden ne kadar çok ameli olursa olsun düşmiyen kalmaz. Dördüncü defa kükreyip bağırınca, kimsenin konuşmağa mecali kalmaz. Ancak Cebrâil ve Mîkâil ve İbrâhim Halîlullah Arş-ı a’lâya yapışıp, hepsi nefsî nefsî deyip cenâb-ı Hakka yalvarırlar.”

    Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) devamla; “Bundan sonra, Sırat, Cehennem üzerine kurulur. O Sırat için yediyüz bölüm ve uzun müddet eğlenip kalacak yer vardır. Her bölümün uzunluğu yetmiş yıllık yoldur. (Ba’zı rivâyette yedi bölüm vardır.) Sırat’ın boyu, birinci tabakadan, ikinci tabakaya kadar beşyüz yıllık yoldur. İkinciden üçüncüye, üçüncüden dördüncüye, dördüncüden beşinciye, beşinciden altıncıya, altıncıdan yedinciye kadar da beşer yüz yıllık yoldur. Yedinci tabaka, diğer tabakaların en sıcağı, en derini ve ateş bakımından yetmiş kere fazla ve şiddetlisidir. Dünyâ (Yâ’nî en yakın) tabakası ve Cehennemin birinci tabakasıdır. Onun alev ve ateşi Sırat’ın sağ ve solundan üç mil yükseğe çıkar. Her tabaka, üstünde bulunan tabakadan azâbların çeşidi, ateş ve hararet bakımından yetmiş kere fazla ve şiddetlidir. Her tabakada deniz, nehir, dağ ve ağaçlar vardır. Her dağın uzunluğu yetmiş bin yıllık mesafedir. Her tabakada yetmiş dağ vardır. Her dağın yetmiş bin bölümü vardır. Her bölümde yetmiş bin zehirli, dikenli ağaç vardır. Her ağacın yetmiş bin dalı, her dalında, yetmiş yılan ve akrep ve her yılanın boyu birkaç kilometredir. Akrepler büyük develer gibidir. Her ağaçta bin meyve ve her meyve, şeytanlar başı denilen, korkunç ve bed (çirkin) görünüşlü yılan gibidir. Her meyvede yetmiş kurt, her kurdun boyu yüz metre kadardır. Ba’zı meyvelerde kurt olmayıp, ancak diken vardır.” buyurdu.

    Yine buyurdu: “Cehennem yedi kapı ve yedi tabakadır. Her tabakada yedi vadi, her vadinin derinliği yetmiş bin yıllık mesafedir. Her vadinin yetmiş bin bölümü vardır. Her bölümde yetmişbin mağara vardır. Her mağarada yetmiş bin yarık ve çatlak vardır. Her yarık, yetmiş yıllık yoldur. Her yarıkta yetmiş bin yılan vardır. Her yılanın ağzında yetmiş bin akrep, her akrebin yetmiş bin kuyruğu vardır. Her kuyruğunda ayrı ayrı zehir ve ağu bulunur. Cehenneme giren kâfir ve münâfıkların hepsi, bunların herbirinin elem ve şiddetini tadacaktır.”

    Yukarıda açıklandığı şekilde, insanlar korku ve dehşetlerinden dizleri üzerine çökmüş oldukları hâlde, Cehennem azgın deve gibi harekete gelir. Bu durumda yüksek bir ses duyulur. Peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve velîler yerlerinden kalkarlar. Sonra kul haklarının görüldüğü bir yere, daha sonra bir başka yere gelirler. Üçüncüsünde Allahü teâlânın huzûruna çıkarılırlar. Bu durumda amel defterleri uçup gelir ve insanların eline düşer. Ba’zısının amel defteri sağ tarafından, ba’zısının sol tarafından, ba’zısının da arka tarafından verilir. Amel defteri sağından verilenlere, nûr-i ilâhîden nûr verilir. Hâllerinin iyiliği için kendileri tebrik edilir. Sıratı, Allahü teâlânın rahmeti ile geçerler. Cennete girerler. Cennet melekleri onlara, elbiseler, binekler ve buraklar ve onlara lâyık şeyleri, girecekleri cennetlerin kapıları önünde verip, onları karşılarlar. Onlar gidecekleri yerlere ayrılırlar. Köşk ve saraylarına sevinçle varırlar. Zevcelerinin yanlarına gidip, dillerin anlatamadığı, gözlerinin göremediği, kalblerinden getiremedikleri zevcelerine bakarlar. Yerler, içerler ve süslerini takarlar. Kendilerine ayrılan zevceleri ile sohbet ederler. Sonra kendilerinden hüzün ve kederi gideren, hesablarını kolaylaştıran yaratanlarına hamd ederler. Sonra Rablerinin kendilerine verdiği şeylere: “Bize hidâyet veren Allahü teâlâya hamd olsun. O hidâyet etmeseydi, hidâyete eremezdik” meâlindeki âyetini okurlar ve şükrederler.

    Dünyâda yakînleri, îmânları ve tasdikleri olduğundan, Allahü teâlâdan korkup, yine O’ndan ümid edenlerden oldukları hâlde, âhıret için öncelik verdikleri sâlih amelleri sebebiyle gözleri aydın olur. Bu durumda kurtulacaklar kurtulmuş, kâfirler veyl ve helake düçâr olmuş olurlar.

    Amel defterleri sol tarafından ve arkalarından verilenlerin yüzleri siyah, gözleri gök ve mavi olur. Burunlarına dağ (damga) vurulur. Cesedleri büyür, derileri kalınlaşır. Amel defterine bakıp, Kehf sûresi, kırkdokuzuncu âyet-i kerîmede bildirildiği üzere meâlen; “Küçük ve büyük günahlardan bir teki bile terkedilmeyip, hepsi sayılmış, yazılmış” gördüklerinde korkarlar ve kendilerine esef ederler, eyvah helak olduk derler. Hâl ve şanları kötü, zanları bozuk, ümîdleri kesilmiş, korku ve dehşetleri kuvvetli, gam ve kederleri artık ve haddinden fazla olur. Onlar kalbleri sarsan, gözleri ağlatan keskin ve şiddetli emri, ağlatan, inleten büyük olaylar gördüklerinden, dehşetin çokluğundan başları eğilmiş, gözlerini zül ve hakaret kaplamış, belleri bükülmüş oldukları hâlde gözlerini Cehenneme dikerler. Kendilerine bakamazlar. Bu durumda Rablerinin kulu olduklarını söylerler, günahlarını i’tirâf ederler. Onların bu ikrâr ve i’tirâfları, Mülk sûresinin onbirinci âyetinde bildirildiği gibi, ebedî Cehennemde kalmalarına hüküm verilmiş olmaktan başka hiçbir fâide vermez.

    Yine Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki:

    “İnsanlar, Allahü teâlânın huzûrunda dizleri üzerine çökerler. Günah ve kusurlarını i’tirâf ederler. Hayretlerinin çokluğundan ve dehşete kapılmalarından ötürü gözleri bulanıp görmez olurlar. Kalbleri anlıyamaz olur. A’zâ ve organları rahatsız ve kudretsiz olup, konuşamazlar. Âyet-i kerîmede bildirildiği şekilde, kendileri ile yakınları ve akrabaları arasında, yaklaşma ve birleşme kesildiğinden, birbirleriyle görüşmeğe, birbirlerinin hâlinden konuşmağa, onlara sormağa güçleri olmaz. Dünyâda iken inkâr ettikleri, inanmadıkları âhıret hâllerini, elem ve kederleri ve çeşit çeşit azâbları yakînen gördüklerinde, Secde sûresi onikinci âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi: “Yâ Rabbî, gördük ve işittik. Şimdi bizi dünyâya gönder de sâlih ameller işleyelim” derlerse de, istekleri kabûl olmaz. Cehennemde susuz kalırlar. Kendilerine su verilmez. Açtırlar, doyurulmazlar. Çıplaktırlar, giydirilmezler. Mağlûbdurlar, yardım olunmazlar, Mahzûndurlar, sevindirilmezler. Nefslerinde, çoluk-çocuk, mal ve kazançlarında zarar ve ziyandadırlar.

    İnsanlar bu hâlde iken, Allahü teâlâ Cehennem hazinedarlarına, bukağı, zincir ve gürzler alarak yardımcıları ile Cehennemden çıkmalarını emreder. Hemen Cehennemden çıkıp, Allahü teâlânın emrini gözetirler. Şakiler onlara bakıp, ellerindeki bukağı ve zincirleri ve elbiselerini gördüklerinde, parmaklarını ısırıp yerler. Kendilerine, eyvah helak olduk deyip, göz yaşlarını yerlere akıtırlar. Ayakları titrer. Her iyilikten me’yus ve ümidsiz olurlar. Bu anda Allahü teâlâ, Cehennem meleklerine, Elhâkka sûresinin otuzbirinci âyetinde olduğu gibi: “Onları tutunuz, zincir ve bukağılarla bağlayınız, sonra Cehenneme atınız” buyurur.

    Allahü teâlâ, şakileri Cehennemin hangi tabakasına atmak dilerse, o tabakada görevli zebanîleri çağırıp, onlara: “Bunları alınız” diye emredince, herbirine yetmiş melek yapışıp bağlarlar. Ağır bukağıları boyunlarına, zincirleri kızgınlık ve gadabla burunlarına takıp başları ile ayakları arasını arkaları tarafından bir araya getirirler. Bu durumda bel kemikleri kırılır.

    Bu durumda onlar gözlerini dikip, kapaklarını yummadan dururlar. Şah damarları şişer. Boyunlarındaki etler yanıp soyulur. Bukağıların kızgınlığı beyinlerine işleyip, beyinleri kaynar. Ayaklarına kadar derilerine te’sîr eder. Vücutlarından derileri sökülüp, etleri yeşil olup, etlerinden sarı sular akar. Bukağılar boyunlarına konduğu zaman, omuzları ile kulakları arasını doldurur, etlerini yakar. Dudakları yanıp dişleri meydana çıkar. Dilleri korkunç seslerle feryâd eder. Cehennemin yüksek alevleri onların damar ve sinirlerinde kan gibi akar, her parçasına işler. Boyunlarındaki bukağılar, bağlar ve demirlerin kızgınlıklarının çokluğu kalblerine işler. Yürekleri boğazına gelip boğazları şişer. Şişkinlikleri artar. Sesleri kesilir, derileri yanıp mahvolur. Bu durumda Allahü teâlâ Cehennem zebanîlerine, onlara elbise giydirmelerini emreder. Zebanîler, İbrâhim sûresi, ellibirinci âyetinde bildirildiği gibi, onlara siyah ve kokusu pis ve gayet kalın katrandan elbise ve don giydirirler. Bunların hararetinden öyle alevli ateş çıkar ki, bu ateş dağların üzerine konsaydı, büyüklük ve sertliklerine rağmen, erirlerdi.”

    Yine buyurdu: “Sonra Allahü teâlâ, Cehennem zebanîlerine, onları kalacakları yere ve herkesi kendi yerine götürünüz buyurur. Cehennem zebanîleri önce onlara vurdukları, taktıkları zincir ve bukağıların daha sert ve uzunları ile gelip, herbir melek o zincirlerden birini alıp bir grubu, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, birbirlerine yaklaşık olarak o zincire dizer, zincirin bir ucunu boynuna alır, onlara arkasını dönerek, onları yüzleri üzerine sürüyerek, o grubun arkasında yetmiş bin melek, onları demirden gürzlerle döverek gider. Onları, elleri boyunlarına, alınları ayaklarına bağlı, sertlik, şiddet ve gazâbla Cehennem kapısına iletip, orada durdururlar.

    Sonra melekler Tûr sûresi, ondördüncü âyet-i kerîmesi olan: “İşte bu, sizin dünyâda inanmadığınız ateştir. Bu gördüğünüz azâb büyü müdür? Yâhud siz onu görmez misiniz? Çünkü siz, dünyâda iken ona inanmaz, vahiy ve Kur’ân-ı kerîme büyü, azâba yalan derdiniz. Siz şu ateşe girin, ister o azâba sabredin, ister etmeyip feryâd ve figân edin. İkisi de eşittir. Orada sonsuz kalırsınız. O, dünyâda işlediğiniz şirk ve yalanın cezasıdır” derler.

    Cehennem kapısında durdurulduklarında, Cehennem kapıları, onlar için açılır. Şiddetli alev ve dumanlar çıkıp, gökteki yıldızlar kadar kıvılcımlar saçılıp, binlerce yıllık yol mikdarı yukarı çıkarlar. O yüksekten Cehennem ehlinin başlarına düşerler. Saçlarını yakıp, beyinlerini sarsar.”

    Yine buyurdu: “Sonra Cehennem yüksek sesle: “Ey Cehennemlikler, bana geliniz. Yakınen biliniz, Rabbimin izzet ve celâline yemîn ederim ki, elbette sizden intikam alırız” diye bağırır. Sonra Cehennem: “Allahü zülcelâl hazretlerine hamd ederim ki, buğz ve gadabı için beni insanlara gazâb edici kıldı. Beni düşmanlarından intikam alıcı kıldı. Yâ Rabbî, hararetim üzerine hararet ekle. Kuvvetime kuvvet ilâve et” diye sena ve duâ eder.

    Bu hâlde Cehennemden başka melekler çıkıp. Cehennemliklerden her grubu karşılayıp, onları elleri ile kaldırıp, hor ve zelîl olarak yüzleri üzerlerine atarlar. Yetmişbin yılda Cehennemdeki dağların başına varırlar. Oraya varmadan ve dağ başlarında kalmadan her birinin yetmiş kere derisi yanıp değişir.

    Onların Cehennem dağlarının başında ilk önce yedikleri, dışı çok sıcak, çok acı ve çok dikenli zakkumdur.

    Onlar o zakkumu çiğnemekte iken, melekler gelip onlara gürzler ile vururlar. Kemiklerini kırarlar. Sonra ayaklarından tutup başları aşağı Cehenneme atarlar. Onlar Cehennemin vadi ve derelerine doğru yetmişbin yıl bu hâl üzere giderler. Oraya varmadan herbirinin yetmiş kere derisi yanıp değişir.

    O zakkum, ağızlarında durur. Yutamazlar. O zakkum ile yürekleri boğazlarına gelip, boğazları tıkanıp kalınca, her biri su isterler. Bu hâlde Cehenneme akmakta olan vadileri görürler.

    O vadilere varıp, yüzleri üzere düşüp ondan içmek istediklerinde, o anda yüzlerinin derileri soyulup, o vadilerin içine düşer. O ateş pınarlı vadide, yüzleri üzere düşmüş oldukları hâlde, melekler gelip döverler. Kemiklerini kırarlar. Sonra ayaklarından tutup, yüz kırk yıllık aşağıda bulunan ateş ve duman içine yüzükoyun atarlar. O vadilerde durmadan herbirisinin yetmiş kere derisi yanıp değişir. Onlar, o vadilerdeki sıcak ve kaynar sudan içerler. O kaynar su, onların karınlarında kalmaksızın, derileri yanıp yedi kere değişir.

    O kaynar su, onların karınlarında karar kıldığında, bağırsaklarını doğrayıp arkalarından çıkar. Sinir ve damarlarına te’sîr eder. Etleri erir, kemikleri yarılır. Bu hâlde melekler gelip, yüzlerine, arkalarına ve başlarına demirden öyle gürzlerle vururlar ki, bu gürzlerin herbirinin üçyüz altmış ağzı vardır. Başlarına vurunca, beyinlerini keser. Bellerini kırar. Onları ateş içinde yüzükoyun sürüklerler. Cehenneme varırlar. Bu hâlde ateş, onların derilerine girip, kulaklarından çıkar. Ateşin alevleri burunları deliğinden ve eğe kemiklerinden çıkar. Bedenlerinden sarı ve kanla karışık sular akar. Gözleri yuvalarından çıkıp, yüzlerine gelir. Sonra tâat etlikleri şeytanları ile ve yardım istedikleri putları ile bir araya getirilip, birbirlerine yaklaşık olarak dar ve sıkışık yerlere atılırlar. Bu durumda, eyvah, helak olduk, mahvolduk, derler. Hattâ malları da getirilip kızdırılır. Tevbe sûresi, otuzbeşinci âyetinde bildirildiği gibi: “O mallar ile onların yüzleri, yanları ve arkaları dağlanır.” Cehennem ve şeytanların arkadaş ve ahbabı olurlar. Azâblarının şiddetli olması için, hatâ ve günahları arkalarına yükletilir. Onlardan birisinin uzunluğu bir aylık, eni de beş günlük, kalınlığı da üç gecelik yol kadardır. Başı da Filistin taraflarında bulunan Ekra’dağı gibidir Ağzında otuziki diş vardır. Ba’zısı yüksek tepe gibi onun başından, ba’zısı da çenesi ve burnu altından çıkar. Başının her kılının kalınlığı, pirinç sapı ve çoğu dünyâ ormanları gibidir. Üst dudağı yukarıya kalkmış ve alt dudağı otuzbeş-kırk metre aşağıya sarkmıştır. Elinin uzunluğu on günlük, kalınlığı bir günlük mesafedir. Uyluğu Verkan adındaki yer gibidir. Derisinin kalınlığı ise, onbeş-yirmi metredir. Bacağının uzunluğu beş gecelik mesafe, kalınlığı bir günlük mesafedir. Başı üstünden katran döküldüğü vakitte, gözünün bebeğinde ateş alevlenir”

    Soran, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, eğer bir kimse, boynunda ateşten bukağılar, ayağında bağ ve zincirler olduğu, elleri boynuna bağlı bulunduğu hâlde, zincir ve bukağıları sürüyerek dünyâya çıksa da, insanlar onu görmüş olsalardı, meydana gelecek korku ve dehşetten, insanların herbirisi bir tarafa savuşup kaçarlardı diye arz etti. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Cehennemin şiddetli hararetinden, gamından, çeşit çeşit azâb ve yer darlığından, Cehennemdekilerin etleri yeşil olur. Kemikleri parça parça olur. Beyinleri kaynayıp, derileri üzerine akar. Derileri yanar. A’zâları kesilir. Onlardan sarı su ve irinler akar. Bedenleri kurtlanıp, kurtlar kendisini yiyip kemirirler. Her biri yabanî eşek gibi olur. O kurtların kartal ve atmaca gibi pençeleri vardır. Onların derileri ile etleri arasını yolup ısırırlar, koparırlar. Etlerini yiyip, kanlarını içerler. O kurtların onlardan başka yiyip içecekleri yoktur. Sonra melekler, onları alıp yüzleri üzerine ateş ve taş üstünde sürükliyerek, binlerce yıllık mesafe olan Cehennem denizine çekerler. Cehennem denizine varmadan her gün birçok defa organları yanar, yeniden deri verilir. Cehennem denizine vardıklarında, Cehennem zebanîleri gelip, ayaklarından tutup Cehennem denizine atarlar. Cehennem denizinin derinliğini ve enginliğini, onu yaratandan başka bilen yoktur. Ba’zıları Tevrat’ın ba’zı cüzlerinde, dünyâ denizi Cehennem denizi yanında ufacık bir su birikintisi gibidir diye yazılı olduğunu beyân ettiler. Onlar bu denize atılıp, kendilerine ateş dokunduğunda, Cehennemliklerden bir kısmı, bir kısmına: Bundan önce azâb olunduğumuz ateş, buna göre çok az ve sanki rü’yâ gibi idi, derler” buyurdu.

    Yine buyurdu: “Cehennemliklerin, amellerine göre, Cehennem içinde yerleri vardır. Ba’zısına eni ve boyu bir aylık yol olan ateşle kızdırılmış yer verilir. Oraya başkası giremez. Kendisine mahsûs olur. Ba’zısına da eni ve boyu yirmidokuz gecelik mesafe olan yer verilir, Bunların yerleri gittikçe daraltılır. Hattâ bunlardan birisine eni ve boyu bir gün bir gecelik yer verilir. Böyle yerlerde azâb olunurlar. Bunlardan bazısı sırt üstü yatar, bazısı oturur, bazısı dizleri üzerine çökmüş, bazısı da ayakta, bazısı yüzü ve karnı üzerine yatmış oldukları hâlde azâb olunurlar. Bu yerlerin hepsi, içinde bulunanlara süngü demirinden daha dardır. Bunlardan ba’zısının ateş, topuklarına, ba’zısının dizlerine, ba’zısının beline, ba’zısının göbeğine, ba’zısının boynuna kadar olur. Ba’zısının ateşi de, kendisini gömer. Bir aylık mesafe olan dibine indirir. Yerlerine vardıklarında, yakınları ile görüşüp ağlarlar. Hattâ gözyaşları tükenir de, sonra kan ağlarlar. Şöyle ki, eğer gözlerinden akan kanlı yaşlarında gemi yüzdürülse, mümkün olurdu.”

    Yine buyurdu: “Cehennemdekilerin, Cehennem dibinde toplandıkları bir gün vardır. Sonra onlar için bir daha bir araya gelme yoktur. O gün gelip, toplanmalarına izin verildiğinde, Cehennemin dibinden birisi öyle seslenir ki, sesi en yükseğinden en aşağısına, en yakınından en uzağına kadar olanlara ulaşır. Bu duruma haşr denir. Bağırmasında: Ey Cehennemlik olanlar! Toplanınız der. Hepsi toplanırlar. Zebanîler de yanlarında bulunurlar.

    Onlar aralarında meşveret ederler. Dertleşirler. Zaîfleri büyüklerine ve başkanlarına, dünyâda size uyduk. Size uyup şirk ettik. Bugün, Allahü teâlânın azâbından bir parçasını bizden uzaklaştırabilir misiniz? derler. O gurûrlu başkanlar, emirlerinde olanlara: Hepimiz Cehennemdeyiz. Biz sizden azâbı nasıl giderebiliriz. Gücümüz olsa, kendi azâbımızı gideririz. Allahü teâlâ kulları arasında hükmetti. Herkesi lâyık olan yere gönderdi, derler. Yine onların başkanları, kendilerine uyan zaîflere; rahat yüzü görmiyeceksiniz ki, bizden yardım istersiniz derler. Tekrar zaîfler başkanlarına, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi: “Bilâkis o bedduâ, size olsun. Siz küfürde bizden önce idiniz. Sizin aldatmanızla, biz de Cehennemliklerden olduk, burası ne korkunç yerdir” derler. Sâd sûresi altmışbirinci âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi: “Ey bizim Rabbimiz! Bizi aldatarak Cehenneme takdim olunmamıza sebeb olanların azâbını Cehennemde kat kat arttır” derler. Tekrar büyükleri onlara İbrâhim sûresi, yirmibirinci âyetinde olduğu gibi: “Eğer Allahü teâlâ bize îmân hidâyet etmiş olsaydı, biz de size o yolu gösterirdik. Kurtuluş yolu kapandığından, feryâdda etsek, sabır da etsek aynıdır. Bizim için bu azâbdan kaçıp kurtulmağa çâre yoktur” derler. Yine zaîfleri büyüklerine ve başkanlarına Sebe’ sûresi otuzüçüncü âyetinde bildirildiği gibi: “Belki sizin gece-gündüz hileniz, oyunlarınızla bizim kâfir olmamıza, ona şirk koşmamıza emrederdiniz. Biz sizden, dünyâda bizi kendilerine ibâdete çağırdığınız şeylerden sakınırız” derler.

    Sonra onların başkanları, itâatlıları ve Cehennemliklerin hepsi, şeytanlardan arkadaşları tarafına yüzlerini, çevirip, bizleri doğru yoldan saptıran, hak yoldan ayıran siz idiniz diyerek üzerlerine yürürler. Kavga ve mücâdele, ayıblama, kötülemelerinin sonunda, şeytan yüksek sesle, Cehennemliklere ve şakilere hitaben âyet-i kerîmede bildirildiği gibi: “Allahü teâlâ size, haşır ve cezayı hak olarak va’d eyledi. Sizi doğru yola da’vet eyledi. Siz ise, o da’vete kulak vermediniz, onu kabûl ve tasdik etmediniz” ve: “Ben size hılâf olarak, kıyâmet ve haşır yoktur diye va‘d eyledim. Benim sizi zorla yenmem ve böyle bir huccetim yok idi. Ancak vesvese ile da’vet eyledim. Siz kabûl ettiniz. Siz beni kötülemeyin, ben düşmanlığımı yerine getirdim diye beni ayıblamayın. Belki kendinizi ayıblayın ki, Rabbinizi bırakıp, benim sözümü tuttunuz. Ne ben size yardım edebilirim, ne de siz bana yardımcı olabilirsiniz. Bundan önce bana uyarak, beni ortak tuttuğunuzu ve bana ibâdetinizi, ben bugün kötü görür, ondan teberri ederim der.

    Bu durumda, A’râf sûresi kırkdördüncü âyet-i kerîmede bildirildiği gibi: “Aralarında yüksek sesle, Allahü teâlânın la’neti, başkalarına ibâdet ile kendilerine zulmedenlere olsun” diyerek bir mü’nâdî bağırır.

    Bu anda, onlara uyanlar başkanlarına, başkanlar da kendilerine uyanlara la’net eder. Bunların hepsi de, şeytandan olan arkadaşlarına la’net eder. Şeytanları da onlara la’net eder. Sonra hepsi şeytanlardan olan arkadaşlarına: “Keşke, bizimle sizin aranız, doğu ile batı kadar uzak olsaydı. Siz bugün bize, ne çirkin ve kötü arkadaş oldunuz. Siz dünyâda bizim için ne kötü yardımcı oldunuz” derler. Bu hâlde birbirlerine bakıp, bir kısmı diğerine: “Geliniz Cehennem zebanîlerine yalvaralım. Belki Rableri katında bize şefaat ederler. Bir gün kadar olsun azâbımız hafifletilir” derler.

    Bunlar bu sıkıntılı hâlde iken, Cehennem meleklerine başvurmaları yetmiş sene sürer. Sonra meleğe başvururlar. Cehennem melekleri onlara: “Size dünyâda açık beyanlar ile peygamberlerimiz gelmedi mi, sizlere, hakkı ve bu hâlleri haber vermediler mi?” derler. Cehennemliklerin hepsi birden: “Evet” deyip, kendilerine dünyâda açık beyânlarla peygamber gelip, hakkı ve düçâr oldukları korkunç hâlleri haber verdiklerini söylerler. Cehennem melekleri onlara: “Siz duâ edin. Kâfirlerin duâsı kabûl olunmaz, dalâletten başka birşey değildir” derler. Bu zaman Cehennemlikler, Cehennem melekleri tarafından kendilerine iyi cevap verilmediğini gördüklerinde, Cehennem meleklerinin başı olan Mâlik’e “Ey Mâlik, Rabbine bizim için duâ eyle. Hakkımızda ölümle hükmetsin” derler. Bunun üzerine dünyâ ömrü mikdârınca durup onlara cevap vermez. Bir söz söylemez. Tekrar Mâlik’e başvururlar. Mâlik onlara: “Size ölümle hüküm olunmayıp sonsuz olarak Cehennemde kalırsınız” cevâbını verir. Mâlik’den de müsbet cevap alamadıklarını gördükte, Rablerine yalvarıp: “Yâ Rabbî! Bizi Cehennemden çıkar. Bir daha günah işlemeğe dönersek zâlimlerdeniz” derler. Mâlik-i Cebbar tarafından onlara yetmiş sene cevap verilmez. Sonra onları köpek seviyesine indirerek; sonsuz olarak Cehennemde kalacaksınız. Susunuz. Bana bir daha bir şey söylemeyiniz. Sizin için oradan çıkmak ve azâbın kaldırılması yoktur” buyurur.”

    Yine buyurdu: “Cehennemdekiler, Allahü teâlânın kendilerine rahmet etmiyeceğini, haklarında müsbet cevap vermiyeceğini anladıklarında, birbirlerine: “Bize şefaat edici, dost, arkadaş ve şefkat edici yoktur. Ne olurdu bir kere daha dünyâya dönseydik ve mü’minlerden olsaydık” derler.

    Bundan sonra zebanî melekleri, onları yerlerine döndürür. Hüccetleri bozulur. Diyecek sözleri kalmadığından Hakkın rahmetinden ümidsiz olurlar. Kendilerine büyük elem ve üzüntü gelip, dünyâda yaptıkları günah, kusur ve eksiklikleri için büyük zarar ve pişmanlıkla çağrışıp bağrışırlar. Kendilerinin ve kendilerine uyanların azâblarından hiçbir şey eksilmeden günah ve kusurlarını yüklenirler. İşleri çabuk, sözleri ağır, cesedleri büyük, yüzleri şimşek, gözleri ateş, renkleri alev gibi, dişleri sığır boynuzu gibi ağır ve uzun olur. Ellerinde gürzler bulunan zebanîler yanlarında olur. Eğer o gürzler ile dağlara vursalar, dağlar ufalanıp toprak olurdu. O gürzler ile, Allahü teâlâya âsî olanlara vururlar. Onların gözlerinden kanlı yaş akıtırlar. Zîrâ Cehennemlikler onlara ne kadar yalvarsa, kabûl etmezler. Ağlasalar, onlara rahmet etmezler. Su isteseler, içecek su vermezler. Ancak onlara erimiş bakır gibi su verilir. Ağızlarına götürürken, yüzlerini kebab gibi kızartır” buyurdu. Âyet-i kerîmede geldiği gibi: “Ne çirkin su ve ne kötü yerdir” derler.

    Yine buyurdu: “Cehennemliklerin her gün üzerlerine öyle büyük bulut gelir ki, onda gözleri kamaştırır şimşek ve yıldırımlar, belleri büken korkunç sesler, gürlemeler, göz gözü görmez karanlık ve onunla beraber zebanî melekleri vardır. Bu büyük bulut, açık bir ses ile Cehennemliklere hitâb edip: “Size yağmur yağdırmamı ister misiniz?” dediğinde, Cehennemlikler hep bir ağızdan bize serin yağmur yağdır derler. Bu hâlde bu bulut, onlara bir saat taş yağdırıp, o taş, onların baş ve beyinlerini yarar. Sonra bir saat kaynar sular ve ateş ve alev ve demir çengeller yağdırır. Sonra bir saat yılan, akrep, kan ve irin yağdırır.

    Bunlar Cehenneme yağdırıldığında, Cehennem denizi coşup gadaba gelir, dalgalanır. Bu anda Cehennem içinde dağ kalmaz. Dalgalar hepsini aşar. Cehennemdekilerin hepsi ölmeden denize gömülür.”

    Yine buyurdu: “Cehennem, içinde olan âsîlere, Allahü teâlâ tarafından azâb ve elem olmak üzere gayz ve gadabını, alev ve dumanını ve zulmetini artırır.” Biz, Cehennemden ve ona girmeği gerektiren amellerden, Cehennem ehline arkadaş ve yoldaş olmaktan Allahü teâlâya sığınırız. Ey bizim ve Cehennemin yaratıcısı olan Rabbimiz! Bizi Cehennem çukurlarına düşürme! Cehennemin zincir ve bukağılarını boynumuza vurdurma. Cehennem elbiselerini bize giydirme! Cehennem zakkumunu bize yedirme! Cehennemin sıcaklığı ve kaynar suyu ile bize su verme. Cehennem zebanîlerini üzerimize musallat etme! Cehennem ateşine bizi yedirme! Ancak rahmetinle bizi Cehennem üzerine kurulmuş Sırattan geçir! Cehennemin şer ve alevini bizden uzak et. Rahmetinle bizi Cehennemden, onun dumanından ve şiddetinden koru! Âmin, yâ Rabbel âlemin!

    Cennet bahsinden seçmeler: Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) bildiriyor ki: Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu: “Cehennem köprüsünün yedi ayağı vardır. İki ayak arası yetmiş senelik yoldur. Köprünün genişliği, kılıncın ağzı kadar incedir. Ondan ilk geçecek olanlar, gözlerini açıp kapayacak kadar zamanda geçerler. İkinci grup, şimşek gibi geçerler. Üçüncü grup, kuvvetli esen rüzgâr gibi geçerler. Dördüncü grup, kuş gibi uçarak geçerler. Beşinci grup, koşar at gibi geçerler. Altıncı grup, sür’atle yürüyen insan gibi geçerler. Yedinci grup, yürüyen adam gibi geçerler. Sonra bir kimse kalır ki, Cehennemin üstündeki köprüden en son geçecek olan odur. Ona Cehennem köprüsünden geç denir. Ayaklarını köprünün üzerine koyar, bir ayağı kayar, sonra köprünün üstüne binip dizleri üzerine sürünerek gider. Bu hâlde Cehennem, onun deri ve kıllarına te’sîr eder.

    O kimse yok olmayıp, karnı üzerinde sürünmekte, sarsılarak emeklemekte iken, yine bir ayağı kayar. Eliyle yapışıp, diğer ayağıyla asılır. Yine ateş kıllarına ve derisine dokunur. Kendisinin bu ateşten kurtulamıyacağını sanır. Devamlı karnı üzerine sürünerek ve sarsılarak gider. Böylece, köprüyü geçip, Cehennem ateşinden kurtulur. Cehennemden kurtulduğunda, Cehenneme bakıp der ki: Bütün mülkün tasarrufu kudret kabzasında olan, fayda, zarar, izzet ve zilletten herşeye kadir olan Allahü teâlâ, senden beni kurtardı. Allahü teâlânın bana ihsân ettiği yüksek ihsânı, geçmiş ve gelecekte hiç kimseye vereceğini sanmam. Cenâb-ı Hak, bana seni gördükten sonra kurtuluş verdi.

    Bu hâlde meleklerden bir melek gelip, o kimsenin elinden tutup, onu Cennet kapısının yanında bir göle getirip, bu gölde yıkan ve su iç der. O da yıkanır ve su içer. Kendisine Cennet kokusu erişir. Aynı melek onu alıp. Cehennem kapısı önüne getirir. Allahü teâlâdan izin gelinceye kadar burada dur der.

    O kimse Cehennemliklere bakıp, köpeklerin havlaması gibi seslerini duyar. Ağlayıp, yâ Rabbî! Cehennem ehlinden yüzümü çevir, senden başka şey istemem der. O melek, Allahü teâlânın katından gelip, o kimsenin yüzünü Cehennemden Cennet tarafına döndürür.

    O kimsenin bulunduğu yer ile Cennet kapısı arasında bir adım yer vardır. Bu durumda Cennet kapısına bakar. Cenâb-ı Hakka yalvarmağa başlayıp: “Yâ Rabbî, sen her türlü ihsânı bana verdin. Beni Cehennemden kurtarıp, yüzümü Cehennem ehli tarafından Cennet tarafına döndürdün, benimle Cennet kapısı arası ise bir adımlık yerdir. İzzet ve celâlin hakkı için beni Cennet kapısından içeri sok. Senden ancak bunu isterim, başka şey istemem. “Bu hâlde iken yine o melek, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın katından gelip, ey insanoğlu! Niçin yalan söylersin, başka birşey istemem dersin der.

    O kimse, Allahü teâlânın izzetine yemîn ederek, bundan başkasını istemedim der. Melek elinden tutup, Cennet kapısından içeri sokar. Sonra melek, Allahü teâlânın katına gider. Bu hâlde o kimse sağından ve solundan Cennete bakar. Bulunduğu yerden bir yıllık mesafede, ağaç ve meyveden başka birşey yoktur. Bulunduğu yerden Cennetin en aşağı ağacına ise bir adımlık yer vardır.

    O kimse, bu durumda Cennet ağacına bakıp, kökünün altından, dalı ve budaklarının beyaz gümüş ve yapraklarının, insanoğlunun dünyâda gördüğü en güzel giyeceklerden güzel olduklarını, meyvelerinin kaymaktan yumuşak, baldan tatlı ve misk kokusundan güzel olduğunu görünce, gördüğü şeylerden şaşar kalır.

    O kimse, o hâlde: “Yâ Rabbî, beni Cehennemden kurtarıp Cennete koydun. Her türlü ihsânı bana verdin. Benimle Cennetin bu ağacı arasında bir adım vardır. Senden onu isterim. Başka şey istemem” der.

    Melek yine gelip, ey insanoğlu, niçin yalan söylersin? Fazlasını istemem dedin. Bu istediğin nedir? Ettiğin yemîn, içtiğin and nerede kaldı? Haya etmez misin? der.

    O melek, o kimsenin elinden tutup onu en aşağı dereceye getirir. Orada bir yıllık mesafesi olan inciden bir köşk vardır.

    O kimse, o köşke varınca etrâfına bakar. Bir yer görür ki, güya o köşk ve onun ötesinde bulunanlar, şimdi gördüğü yerin yanında rü’yâ gibi kalır. Onu görünce, kendini tutamayıp hemen: Yâ Rabbî, şu makamı senden isterim, başka birşey istemem der.

    Bu anda meleklerden bir melek gelip, ey insanoğlu, sen başkasını istemem diye Rabbine yemîn etmiştin. Niçin yalan söylersin? Hadi burası da senin olsun der. O kimse o makama geldiğinde, oradan da diğer bir makam görür ki, biraz önce kavuşmuş olduğu makam yanında rü’yâ gibi kalır.

    O kimse yine duramayıp, şu makamı senden isterim yâ Rabbî! der. O melek yine gelip, ona; Ey insanoğlu! Verdiğin sözü tutmazsın. Başka şey istemem demiştin der. Fakat onu ayıblamaz ve hakaret etmez. Zîrâ o kimse, kendisine pek yakın şeyleri gördüğünden, şaşılacak hâllere kapılır. O melek ona: işte bu da senindir der.

    O kimse, o makamına da gelince, oradan da bir başka makam görür, önceki makamları onun yanında rü’yâ gibi kalınca, artık hayretle şaşıp kalır. Konuşmağa gücü yetmez.

    Bu hâlde ben o kimseye, sana ne oldu ki, Rabbinden istemiyorsun derim. O da, ey efendim ( aleyhisselâm ) Cenâb-ı Rabbil izzete and içtim. Bana korku geldi. Rabbimden istedim. Artık bana haya geldi. Utanır oldum der.

    Allahü teâlâ o kimseye hitaben, dünyâyı yarattığım günden, onu yok eylediğim güne kadar olan her türlü hazzı sende toplasam, sonra onun on katını sana versem, seni râzı kılar, hoşnut eder mi? der. O kimse, yâ Rabbî, benimle şaka mı edersin, hâlbuki Sen âlemlerin Rabbisin der. Allahü teâlâ ona, ben onu yapmağa ve ihsân etmeğe kadirim. Dilediğin şeyi benden iste buyurur.

    Der ki, yâ Rabbî, beni insanların yanında bulundur. O anda bir melek gelip, elinden tutup, onu Cennete götürür. Onu Cennet içinde gezdirir. Bu hâlde iken bir şey görünür ki, sanki ona benzer bir şey yoktur. O kimse secdeye kapanıp, secdesinde: Rabbim bana tecellî etti der. Yanındaki melek ona başını secdeden kaldır, bu gördüğün, senin derecenin en aşağısıdır der. O kimse, eğer Allahü teâlâ benim gözümü korumasaydı, şu köşkün nûrundan benim gözüm görmezdi der.

    O kimse o saraya iner. O anda bir kimse ile karşılaşır. O adamın yüzünü ve elbiselerini gördüğünde hayretler içinde kalıp, onu melek sanır. Bu adam: Esselâmü aleyke ve rahmetullahi ve berekâtûhü diyerek hizmetinde bulunmak için geldiğini söylediğinde, selâmını alır ve sonra ona: Sen kimsin ey Allahın kulu? der. Ben senin en büyük hizmetçinim ve ben bu makamdayım ve senin için benim gibi bin büyük hizmetçi vardır ki, onlardan her biri senin köşklerinden bir köşktedir. Senin için bin köşk vardır. Her köşkte bin hizmetçi ve hûrîlerden de zevceler vardır, der.

    O kimse, o köşke girer. Orada beyaz inciden bir kubbe görür, içinde yetmiş bölüm vardır. Her bölümde yetmiş yüksek çardak ve her çardağın yetmiş kapısı, her kapı için inciden bir kubbe vardır. O kimse o kubbelere girip, onları açar. Hâlbuki kendinden önce onları mahlûkattan bir ferd açmamıştır. O kubbenin içinde kırmızı cevherden bir kubbe görür ki, boyu otuz metredir. Yetmiş kapısı vardır. Her kapıda, o kubbeye benzer kırmızı cevhere açılır ki, o kırmızı cevherin de yetmiş kapısı vardır. Kırmızı cevherde, onun sahibinin ve diğerinin rengine benziyen bir renk yoktur. Her cevherde, yüksek çardaklar, sedir, koltuk ve tahtlar vardır.

    O kimse o cevhereye girdiği zaman, içinde hûr-i ayndan bir zevce bulur. O zevce, ona selâm verip, o da selâmını alır. Sonra o kimse hayretle dururken, o zevce ona: Bizi ziyâretiniz bu vakit için takdîr olunmuştu. Ben senin zevcenim der. O kimse, onun yüzüne bakar. Sizden biriniz aynada yüzünü gördüğü gibi, zevcesinin yüzünün güzelliği ve temizliği sebebiyle, o kimse kendi yüzünü onun yüzü aynasında görür. Zevcenin üzerinde yetmiş hulle vardır. Her hulle yetmiş renklidir. O renklerde birbirine benziyen hiç bir renk yoktur. Elbise şeffaf olduğundan içi görünür. O kimseyi tiksindirecek hiçbir şey onda yoktur. Ancak zevcinin her bakışında, zevcenin güzelliği artar. Onlar birbirlerine bakınca, kendilerini gördükleri birer ayna kadar temiz ve saftırlar.

    Her köşkün, üçyüzaltmış kapısı vardır. Her kapı üzerinde, inci, yakut ve cevherden üçyüzaltmış kubbe vardır. Bunların hiç birinin rengi, diğerinin rengine benzemez. O kimse köşküne bakınca, gözü o kadar ilerilere ulaşır ki, onda yürüyecek olsa, yüz sene yalnız kendi mülkünde seyretmiş olur. Başka birşey görmez. Gördüğü hep kendi mülkü olur. Ra’d sûresinin yirmidört ve Meryem sûresinin altmışikinci âyetlerinde bildirildiği gibi, melekler o kimseye, her gün köşk ve saraylarının kapısından selâm ile ve Allahü teâlâ tarafından hediyelerle gelirler. O hediyeleri takdim edip selâm verirler. Bir meleğin elindeki hediye, diğerininkinden başkadır. Onlar için orada akşam-sabah rızıklar vardır.

    Cennet ehli, o kimseye miskin, zavallı derler. Çünkü Cennettekilerin hepsi, derece ve makam bakımından ondan yüksek ve üstündür. O miskin dediklerinin yemeğinde seksen hizmetçi vardır. Canı yemek istediği zaman, ona mahsûs sofralardan kırmızı yakuttan bir sofra kurarlar. Sarı yakutlarla donatılmış ve kuşatılmıştır. Sofranın altlığı incidendir. Çevresi yirmi mildir.

    O sofra üzerine yetmiş türlü yemek konur. O kimsenin huzûrunda seksen hizmetçi ayakta durur. Her birinin elinde yemekle dolu bir tabak, şarabla dolu bir kâse vardır. Her tabaktaki yemek ayrı, her kâsedeki şerbet diğerinden ayrıdır. Sofraya önce getirilen yemeği, sonunda verilen yemek gibi, sondakinin lezzetini baştakinin lezzeti gibi, tam arzu ve istekle duyar. Biri diğerine benziyor sanır. Sofrada bulunan her yemekten yer. O yemek önünden kaldırıldığında, ondan her hizmet edenin nasîbi verilir.

    Cennet ehlinden yüksek derecede bulunanlar, o kimseyi ziyâret ederler. O ise, onları ziyâret etmez. Cennettekilerden yüksek derecelerde bulunan herkesin hizmetinde sekiz bin hizmetçi çalışır. Her hizmetçinin elinde yemek dolu bir sini vardır. Hepsinde ayrı ayrı yemekler vardır. O sofrada bulunan her yemekten yer. Yemek önünden kaldırıldığında, ondan her hizmetçisinin payı verilir. Her bir kimse için hûr-i ayn ve dünyâ hanımları vardır. Her zevce için yeşil yakuttan bir köşk vardır. Ortası dâire şeklinde kızıl yakuttan donatılıp kuşatılmıştır. Köşkünün yetmiş bin kapısı vardır. Her kapıda inciden bir kubbe vardır. Zevcelerinin üstünde binlerce Cennet hullesi vardır. Her hullede binlerce renk vardır. Hiç biri diğerine benzemez. Zevcelerinden her birisinin yanında ihtiyâcını gören bir câriye, meclis içinde bin câriye vardır. Her câriyeyi kendi hizmetinde kullanır. Kendisine yemek getirildiği zaman, önünde yetmişbin câriye ayakta durur. Her bir câriyenin elinde, başkasının elinde olmıyan yemek dolu bir tabak ve şarabla dolu bir kâse vardır.

    O kimse, dünyâda Allah rızâsı için sevdiği bir mü’min kardeşini görmeği arzu edip, ona şefkatten dolayı, acaba helak mi olmuştur, düşüncesiyle, keşke kardeşimin ne olduğunu bilsem der. Allahü teâlâ o kimsenin kalbini anlayıp, meleklere, “Benim şu kulumla kardeşinin bulunduğu yere gidiniz” buyurur. O anda, bir melek, üzerinde nûrdan eyerle seçkin bir burak getirir.

    Bu melek, o kimseye selâm verir. O da selâmını alır. Melek ona: Kalk, bu buraka bin de, kardeşine gidelim der. O da buraka biner. Cennette bin yıllık uzaklığı, dünyâda en güzel bir atla bir fersah mesafeyi almanızdan daha kısa zamanda alır. Hemen kardeşinin makamına ulaşır.

    O kimse, o anda kardeşine selâm verip, kardeşi selâmını alır. Merhaba deyip, memnun olduğunu bildirir ve: Kardeşim, sen nerede kaldın? Senin için korkmuştum der. Bu hâlde birbirlerine sarılıp, sonra ikisi de: “Allahü teâlâya hamdolsun ki, bizi birleştirdi” diyerek, buluşmalarına güzel seslerle hamd ederler.

    Bu hâlde Allahü teâlâ onlara buyurur, ki: Kulum, bu zaman amel zamanı değildir. Selâm ve dilemek zamanıdır. Benden isteyiniz vereyim. Onlar da: “Yâ Rabbî! Bizi bu derecede bir arada bulundur” diyerek yalvarırlar.

    Allahü teâlâ o dereceyi inci ve yakutla süslenmiş bir çadır içinde onlara meclis yapar. Zevceleri için ondan başka makamlar ihsân eder. O mecliste yiyip, içip, zevk ve safâda olurlar.

    Cennet ehlinden bir kimse yemekten bir lokma alıp ağzına koyarken, aklına bir başka yemek gelirse, ağzındaki o lokma, aklına gelen yemek olur.

    Cennette olanların küçük ve büyük hepsinin boyları Âdem aleyhisselâmın boyu kadar olur. Onun boyu otuz metredir. Cennettekiler sakalı çıkmamış gençler gibi olup, hakkın kudreti ile gözleri sürmelidir. Letâfet ve temizlikte, hamamdan yeni çıkmış gibidirler. Kendilerinin ve hanımlarının boyları birdir.

    Cennet ehli bu durumda iken bir ses duyulur. Bu sesi Cennetin yüksek ve alçak, yakın ve uzağında olanların hepsi işitir. Der ki: “Ey Cennet ehli! Hepiniz makam ve yerlerinizden memnun musunuz?” Hepsi birden, evet diyerek râzı ve memnun olduklarını bildirirler. Allahü teâlâya yemîn ederiz ki, bize iyi yerleri ihsân eyledi. Bulunduğumuz yerlerin değişmesini istemeyiz. Yâ Rabbî, senin nidanı işittik, ona doğru sözle cevap verdik; Yâ Rabbî, mübârek cemâline bakmak isteriz, bize kendini göster. Çünkü senin yüksek katında en üstün sevâbımız ve büyük mükâfat ve karşılığımız, mübârek cemâline bakmaktır derler.

    Bu hâlde Allahü teâlâ, Dârüsselâm adındaki Cennete, süslen ve kullarımın beni görmelerine hazırlan diye emreder. Dârüsselâm, Allahü teâlânın emrine uyarak süslenir ve görecek olanlar için hazırlanır. Allahü teâlâ meleklerden birine, kullarıma söyle, gelsin beni görsünler buyurur. Allahü teâlânın bu yüksek emri üzerine, o melek, Allahü teâlânın katından ayrılıp yüksek ve tatlı bir sesle seslenir ve der ki; “Ey Cennet ehli ve ey Allahü teâlânın sevgili kulları, Rabbinizi görünüz.” Bu sesi Cennette bulunanların yüksekleri ve aşağıları işitip, hep birden bineklerine atlayıp, beyaz misk ve sarı za’ferandan yüksek bir tepenin üstüne çıkarlar. Orada kapının yanında selâm verirler. Selâmlarında; “Esselâmü aleynâ min rabbinâ” diyerek, izin isterler. Kendilerine Allahü teâlâ tarafından izin çıkınca, Dârüsselâmın kapısından girmek isterler. Bu hâlde Arş’ın altından Mesire adında bir rüzgâr esip, misk ve za’feran tepeleri üzerinden geçerek, kaldırmış olduğu misk ve za’feranı, cenâb-ı Hakkı göreceklerin üzerlerine saçıp, onların elbise, baş ve boyunlarını güzel kokularla muattar kılar. Bu hâl ile Dârüsselâm’a girer. Arş ve Kürsî’ye bakarlar. Henüz tecellî olmadan ve üzerlerine bir nûr parlamadan: Sübhâneke rabbenâ, kuddûsün rabbül melâiketi ver-rûh, tebârekte ve teâleyte emâ nenzurü vecheke diyerek, Allahü teâlâyı tesbih ve takdis ile cemâlini kendilerine göstermesi için yalvarırlar.

    Bu durumda, Allahü teâlâ nûrdan perdelere: “Çekiliniz” diye emredince, birbiri arkasında olan nûr perdeleri kalkar. Hattâ yetmiş perde kalkar. Her perde, bir sonrakinden nûr bakımından yetmiş kat kuvvetlidir. Bu hâlde Allahü teâlâ onlara tecellî eyler. Onlar Hakkın dilediği kadar secdeye kapanırlar. Secdede: “Sübhâne lekel hamdü vettesbîhu ebeden. Bizi Cehennemden kurtarıp Cennete koydun. Cennet ne güzel yerdir. Senden tamamen râzıyız, sen de bizden râzı ol” derler. Hamd, tesbih ve takdis ederler, Allahü teâlânın kendilerinden râzı olmasını isterler. Bu hâlde Allahü teâlâ onlara: “Kullarım, ben sizden her hâlinizle râzıyım. Şu an amel zamanı değildir. Ancak cemâlimi görmek, ondan lezzet almak ve ni’metlerim zamanıdır. İhsân ve lika zamanıdır. İstediğinizi dileyin vereyim. Temenninizi arzedin ki, fazlasını ihsân edeyim” buyurur.

    Cennet ehli, o zaman tekbîr ile başlarını secdeden kaldırırlar. Onu görürler. Fakat Allahü teâlânın nûrunun çokluğundan, ona bakamazlar. Bu durumda Allahü teâlâ onlara: “Merhaba ey kullarım, ey asfiyâm, ey ahbabım, ey evliyâm, ey seçkin kullarım” buyurur ve onları rahatlandırır.

    Allahü teâlâ, Cennettekilere hitaben: “Geliniz, makamlarınıza oturunuz” buyurduğunda, önce Resûller gelip minberler üzerine otururlar. Sonra nebiler gelir, kürsîler üzerinde otururlar. Sonra sâlihler gelip, kıymetli örtüler üzerine otururlar.

    Bu hâlde onlara, inci ve yakutla süslü yetmiş türlü renkle renklendirilmiş nûrdan sofralar kurulur. Allahü teâlâ, o sofraların hizmetçilerine, onları yediriniz buyurur. Onlara ziyâfet için konan her sofra üzerinde, inci ve yakuttan yetmiş bin tabak vardır. Her tabakta yetmiş çeşit yiyecek vardır.

    Allahü teâlâ: “Ey kullarım, yiyiniz” buyurur. Onlar da, Allahü teâlânın dilediği miktarda yerler. Birbirlerine, bizim esas makâmımızdaki yiyecekler, bu yiyeceklerin yanında rü’yâ gibi kalır derler. Allahü teâlâ hizmet edenlere, kullarıma su veriniz, buyurur. Sofrada hizmet görenler, onlara şarab getirirler. Cennet ehli ondan içerler. Birbirlerine, bizim makâmımızdaki şarablarımız, bunların yanında rü’yâ gibidir derler.

    Allahü teâlâ, yine sofrada hizmet edenlere, meyveler ikram ediniz buyurur. Hizmet görenler meyve getirirler. O meyveleri yedikleri zaman, yine birbirlerine, bizim kaldığımız yerdeki meyveler, bunların yanında rü’yâ gibidir derler.

    Allahü teâlâ onlara, kullarımı yedirdiniz, içirdiniz ve onlara meyva verdiniz. Şimdi hulleler giydiriniz. Hizmetçiler hulleler giydirirler. Yine birbirlerine, şu giydiğimiz hullelerin yanında, kendi makamımızda giydiklerimiz rü’yâ gibi kalır derler.

    Hulleleri ile kürsîleri üzerinde otururlarken, Allahü teâlâ onlara Arş’ın altından bir rüzgâr gönderir. O rüzgâra Mesire denir. O rüzgâr onlara Arş’ın altından, kardan beyaz, misk ve kâfur getirir. Onların elbise, yaka ve başlarını çok güzel kokutur. Sonra önlerindeki sofraları, üzerlerinde yemekler olduğu hâlde kaldırırlar. Allahü teâlâ onlara hitaben;şu anda benden dilediğinizi isteyiniz vereyim, arzunuzu beyân edin, fazlasını ihsân edeyim, buyurduğunda, hepsi birden: “Ey Rabbimiz, senden istediğimiz, ancak, zâtının bizden râzı olmasıdır” derler. Allahü teâlâ: Ey kullarım, ben sizden râzıyım buyurur.

    Bu durumda Cennettekilerin hepsi Sübhânallah ve Allahü ekber deyip, secdeye vardıklarında, Allahü teâlâ, kullarım, başlarınızı secdeden kaldırınız, bugün amel günü değildir. Bugün cemâlime bakınız, ni’metlerime kavuşmanız, sevinç ve lezzet içinde olmanız icâbeden gündür. Bu hâlde, Rablerinin nûruyla, yüzleri nurlanmış ve parlamış olup, başlarını secdeden kaldırırlar.

    Allahü teâlâ onlara, “Menzil ve makamlarınıza dönünüz” buyurmasıyla, oradan ayrılıp giderlerken, hizmetçilerini, binekleri hazırlamış bekler vaziyette bulurlar. Sonra bineklerine binerler. Her biri için yetmiş bin hizmetçi de onlar gibi bineklere biner. Onlardan isteyen, köşklerine kadar cemâat ve cem’iyyetle beraber gider. Sonra diğerleri de, bu şekilde diledikleri köşklerine giderler. Bunlardan biri köşküne varıp, zevcesi onu güler yüz ve tatlı sözle karşılayıp: “Şu anda bana, şimdiye kadar sende görmediğim bir güzellik, nûr, koku, elbise, hulle ve süsle geldin” der.

    Bu anda Allahü teâlânın katından bir melek yüksek sesle: “Ey Cennet ehli! Bunun gibi size, her zaman sonsuz ni’metler verilecektir” diye seslenir.

    Ra’d sûresinin yirmidördüncü âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi, Melekler onlara Cennetin her kapısından gelirler. Dünyâda sıkıntı ve günahtan ve her türlü kötülüklerden sabırları sebebiyle, Allahü teâlâ, onları her âfet ve kederden sâlim kıldığını ve Cennetin onlar için güzel son ve ebedî kalınacak yer ve makam olduğunu müjdeleyerek, Allahü teâlânın selâmını onlara ulaştırır. O melekler ile beraber, onlara Allahü teâlâ tarafından hediye olarak sunulacak her türlü yiyecek, içecek, elbise ve süsler de vardır. Onları da verirler.

    “Cennette yüz derece vardır. İki derece arasında bir emîr vardır. Cennet ehli O emîrin fazilet ve üstünlüğünü görürler. Cennette beyaz misk ve za’ferandan dağlar vardır. Cennet ehli, yemeklerini yiyip miskten güzel kokulu şarablarını içince, terlerler. Büyük ve küçük abdest bozmazlar. Tükürmezler, sümkürmezler. Başları ağrımaz. Hasta olmazlar.

    Cennetliklerin üstünleri ve aşağı derecede olanları yemek yiyip, iki saat dayanıp, otururlar, İki saat da, birbirlerinin üstün meziyetlerini sayarlar. Dört saat, kendilerini yaratanı temcîd ve takdis ederler. İki saat, birbirlerini ziyâretle meşgûl olurlar.

    Cennette bulunanların en aşağı dercede olanına, ihsân ve bahşiş vardır. Yanına insanlar ve cinler gelse, yanında insan ve cinlerin üzerinde oturup dayanacakları kürsîler, yatak ve yastıklar vardır. Sofra, tabak, hizmetçi, yiyecek ve içecekten bir kişinin payına düşecek kadar da fazla vardır.

    Cennet ağaçlarının ba’zısı altın, ba’zısı gümüş, ba’zısı yakut, ba’zısı da zeberceddendir. Budakları da böyledir. Yaprakları, sizden birinizin dünyâda gördüğü kumaşların en güzeli gibidir. Meyvesi kaymaktan yumuşak, baldan tatlıdır. Her ağacın uzunluğu beşyüz yıllık, kökünün kalınlığı yetmiş yıllık mesafe miktarıdır. Cennet ehlinden bir kimse, Cennet ağaçlarına bakınca, o ağacın gövde, dal ve yapraklarının ve meyvelerinin sonuna varıncaya kadar görür. Her ağaçta yetmişbin çeşit meyve vardır. Herbirinin renk ve tadı diğerinden başkadır. Cennet ehlinden biri, o meyvelerden birini arzu ettiğinde, o meyvenin bulunduğu dal, o kimse o meyveyi alsın diye, ne kadar uzakta olsa da eğilir. O kimse o meyveyi eliyle alamazsa, ağzını açar ve meyve ağzına düşer. O ağaçtan bir meyve koparıldığında, Allahü teâlâ onun yerinde, ondan daha güzel, daha üstün ve daha güzel kokulusunu yaratır. O kimse, o ağaçtan kendisine yetecek kadar alıp, aynı dal yine eski yerine gider. Cennette ba’zı ağaçlar daha vardır ki, ipek, hulle ve sündüs adı verilen ince dibalar ve eşsiz süsler onlardan meydana gelir. Cennette ba’zı ağaçlar daha vardır ki, tomurcuklarından misk ve kâfur saçılır.

    Cennet ehli her Cum’a günü Rablerini görürler.

    Eğer Cennet taçlarından bir taç semâdan sarkıtılmış olsaydı, güneşin ışığı elbette görünmez olurdu.

    Cennette köşkler ve kasırlar vardır. Onlarda su, süt, şarab ve baldan dört ırmak vardır. Sürahileri misk ile mühürlenmiştir. Cennet ehli onlardan, Cennet pınarlarından, ya’nî Zencefil, Tesnîm ve Kâfur çeşmelerinden birisiyle karıştırmaksızın saf olarak içmezler. Ancak mukarrebler bunlardan hiçbir şey karıştırılmadan, saf olarak içerler.

    Eğer Allahü teâlâ Cennettekiler arasında sevinç ve neş’elerinin çokluğundan ötürü, şarab dolu kâselerin sunulmasını, birbirlerine rağbet ve iştiyâk ile takdimlerini hükmetmemiş olsa idi, kâseyi hiçbir zaman ağızlarından çekmezlerdi.

    Cennet ehli, binlerce yıllık veya bundan fazla mesafeden gelip, birbirlerini ve kardeşlerini ziyâret ederler. Kardeşleri yanından döndükleri zaman, kardeşleri tarafından onların bulundukları yere hediyeler gönderilir.

    Cennet ehli, Allahü teâlâyı görüp, dönmek istedikleri zaman, herbirine yeşil birer nar meyvesi verilir. İçinde yetmiş tane vardır.

    Her tane diğerine benzemiyen bir renktedir. Dönüşte Cennetin çarşılarına uğrarlar. Orada alış-veriş yoktur. O çarşılarda, hulleler, sündüs, istebrak, ipek, inci ve yakuttan, eşi, benzeri olmıyan süsler ve asılmış taçlar vardır. Her çeşitten taşıyabildikleri kadar alıp giderler. Hâlbuki Cennet çarşılarından birşey eksilmez. Cennette, insanlardaki şekil ve güzellikten daha güzel sûretler vardır. Bir kimse, kendi sûretinin benim güzel sûretim gibi olmasını temenni eder, kendi yüzünün güzelliğinin, benim yüzümün güzelliği gibi olmasını isterse, Allahü teâlâ, onun yüzünün güzelliğini arzusuna uygun yapar diye, bu sûretlerin üzerinde yazılmıştır.

    Sonra onları, köşk ve makamlarına dönünce, hizmetçileri saf hâlinde ve ayakta, hoş geldiniz diyerek karşılar. Herkes yanındakine müjde vererek, dilden dile zevcesine ulaştırılır. Zevcesi sürûr ve neş’esinin çokluğundan, onu karşılamaya çıkıp, kapının yanında merhaba deyip selâm verir. Muhabbet ve sohbet hâlinde köşke varırlar.

    Cennet ehli, yemekten sonra öyle bir şarab içerler ki, daha içer içmez, yedikleri yemek ve içtikleri şerbetleri misk gibi eder. Ona (Şarâb-ı Tahûr) denir. Misk gibi kokusu çıkar. Karınlarında eziyyet verecek, rahatsız edecek bir hâl olmaz. Bunu içtikten sonra, yine yemek isterler. İşte Cennet ehlinin hâli böyledir, her zaman yenilenerek, ebedî olarak böyle devam eder.

    Cennet ehlinin binek hayvanları, beyaz yakuttan yaratılmıştır.

    Cennet üçtür: Cennet, Cennet-i Adn ve Dârüsselâmdır.

    Cennet, Cennet-i Adn’den milyon kere küçüktür. Cennet köşklerinin dışı altından, içi zebercedden, çıkma ve sundurmaları kırmızı yakuttan, şerefe ve balkonları incidendir.

    Cennet ehli, Cennette zevcesiyle sohbet edince, zevki yediyüz yıl devam eder. Eksilme ve değişme olmaz. Sonra öncekinden daha güzel zevcesi, sizinle kavuşma zamanımız gelmiştir der. O kimse ona, sen kimsin? der. Ben, Allahü teâlânın Secde sûresinin onyedinci âyet-i kerîmesinde vasfeylediklerindenim deyince, o kimse onun yanına gider. Onunla yiyip, içer, sohbet eder.

    Cennette, altından ırmaklar akan ağaç vardır ki, süvari bir kimse, onun gölgesinde yediyüz yıl yürüse sonuna erişemez. Dallarının herbirinde kurulmuş şehirler vardır. Bu şehirler binlerce kilometre uzunluğundadır. İki şehrin arası, doğu ile batının arası kadardır. Selsebil çeşmesi, Cennet köşklerinden o şehirlere akar. O ağacın bir yaprağının altında büyük bir cemâat gölgelenir.

    Cennet ehlinden bir kimse zevcesinin yanına vardığında, zevcesi ona: Beni sana ikram ve ihsân eden Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Cennette bana senden sevgili ve muhabbetli bir başka şey yoktur der.

    Cennette, anlatanların anlatamadığı, âlimlerin kalb ve hatırlarına gelmediği, dinleyenlerin kulaklarının duymadığı, insanların görmediği şeyler vardır.

    Dünyâda hiç bir menfaat ve karşılık beklemeden, yalnız Allah rızâsı için sevişenlere, Adn Cennetinde kırmızı yakuttan bir direk üzerinde makamlar vardır. O direğin kalınlığı binlerce yıllık mesafedir. Üzerinde binlerce bina ve her binada bir köşk vardır. O Allah için sevişenlerin alınlarında: “Bunlar, dünyâda Allah için sevişenlerdir” diye yazılıdır. Bunlardan birisi kendi köşkünde, Cennet ehline göründüğünde, güneşin ışığı yer yüzünün evlerini aydınlattığı gibi, onun nûrunun şua ve ziyası Cennettekilerin köşk ve saraylarını pür nûr ve ziyadar eder, aydınlatır. Cennettekiler onun yüzüne bakıp, onu tanırlar. Şu kimse, Allah için sevişenlerden olur” derler ve onun yüzünü, ondördüncü gecedeki Ay’ın nûru gibi görürler.

    Cennet ehlinden bir kimsenin, hizmetçisinden üstünlüğü, ondördüncü gecedeki Ay’ın parlaklığının diğer yıldızlardan olan üstünlüğü gibidir.

    Cennetteki kadınlar yemeklerden sonra güzel ve yüksek sesler çıkarıp, biz sonsuz olarak Cennetteyiz, ölmeyiz. Emniyetteyiz, asla korkmayız. Hakkın rızâsına kavuşmuşuz. Artık ebedî olarak Hakkın gazâbına düçâr olmayız. Biz genciz. Asla ihtiyârlamayız. Elbiseler ile örtülüyüz, hiçbir zaman çıplak olmayız. Bizler hayrân-ı hisânız, ya’nî huyları ve yüzleri güzel olanlarız. İyi insanların zevceleriyiz derler.

    Cennet kuşlarının yetmiş bin kanadı vardır. Her kanadının rengi ayrı ayrıdır. Her kuşun büyüklüğü, en ve boy olarak birer mildir. Mü’min olan kimse, onlardan kebab ve kızartma yapmak isteyince, kuş onun yanına gelip, tabak içine konup silkinir. Pişmiş ve kızarmış olarak, yetmiş çeşit yemek olarak ortaya çıkar. Tad ve lezzeti, kudret helvası denilen mennden iyi, hafiflik ve yumuşaklığı kaymaktan çok ve sütten beyazdır. Mü’min ondan yiyince, aynı kuş silkinip uçar, bir tüyü ve kanadı eksilmez. Cennet kuşları ve binekleri, Cennet bahçelerinde ve Cennet köşkleri etrâfında güdülürler.

    Allahü teâlâ, Cennette olanlara altın yüzükler ihsân eder. O yüzükleri takarlar. Bu yüzüklerin adı, sonsuzluk yüzükleridir. Bunlar Cennette sonsuz kalmağa alâmettir. Sonra Cennet ehli, Dârüsselâmda Allahü teâlâyı gördüklerinde, Allahü teâlâ, onlara inci ve yakuttan da yüzükler ihsân eder.

     

    Cennette bulunanlar, Dârüsselâmda Allahü teâlâyı görmek için toplandıkları zaman, yerler, içerler ve çeşit çeşit ni’metler ile ni’metlendirilirler. Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma: “Ey Dâvûd, o güzel sesinle beni temcîd ve takdîs eyle” buyurduğunda, Dâvûd aleyhisselâmın güzel sesini dinlemek ve ondaki lezzet ve te’sîre kapılmak ya’nî Cennet içinde onu dinlemek için susmayan bir şey kalmaz. Sonra Allahü teâlâ, onlara hulleler giydirir. Sonra Dârüsselâmdan kendi yerlerine dönerler. Cennette herkes için bir ağaç vardır. O ağaca Tûbâ denir. Cennette olanlardan biri iyi elbiseler giymek istediğinde, Tûbâ ağacının tomurcukları onun için açılır. Her tomurcuk altı renktir. Her renkte altmış renk vardır. Bir tomurcuk ve elbise, diğerine benzemez, istediğini alır.

    Cennet kadınlarının sinesinde: “Sen benim habîbimsin, ben de senin habîbinim. Ben senden şaşmam ve ayrılmam. Kalbimde de vesvese, endişe, kıskançlık, çekememezlik ve hıyânet yoktur” diye yazılıdır. Cennet ehlinden birisi zevcesinin göğsüne baktığında, kemik ve etlerinin arkasında, karaciğerini ve yüreğini görür. Zevcesinin ciğeri kendine, kendi ciğeri zevcesine ayna olur. Nitekim Errahmân sûresinde: “Cennet ehlinin zevceleri, beyazlık ve kırmızılıkta, saf yakut ve temiz mercan gibidirler” âyet-i kerîmesi bunu gösteriyor.

    Cennet ehli öyle bineklere binerler ki, onların ayağı, gözünün gördüğü son noktaya erişir. Bu binekler, yakut ve inciden yaratılmıştır. Büyüklükleri de yetmiş mildir. Dizginleri, inci ve zebercedden halkalar ile sıra sıra işlenmiştir.”

    Cennettekilerin hâli: İnsan sûresinin onbirinci âyet-i kerîmesinin tefsîri beyânındadır.

    Âyet-i kerîmenin başında: “Allahü teâlâ, kıyâmet günü, hesabının şiddetinden ve Cehennemin korkusundan mü’minleri korur.” Ya’nî o dehşet verici günde Cehennemin bukağı ve zincirlerle kuvvetlice bağlı olduğu “Üzerinde ondokuz melek vardır” âyet-i kerîmesinden anlaşılmaktadır. Her meleğin yanında yetmiş bin melek bulunduğu hâlde, itilerek Arasat meydanına getirilir. Ondokuz hâzin (melek yardımcıları) ile onu iterler. Ba’zan sağında, ba’zan solunda ve ba’zan arkasında yürürler. Her meleğin elinde demirden gürzler vardır. Cehenneme bağırıp, onu yürütürler. Cehennemin eşek anırması gibi, gayet çirkin ve korkunç sesi, koyu dumanı ve ehline gazâbının şiddetinden meydana gelen yüksek alevleri ve coşması vardır. İşte Cehennemi bu hâlde getirirler. Onu, Cennetle insanların durduğu yer arasına koyarlar. Bu durumda Cehennem insanlara doğru bakıp, onları yutmak için üzerlerine saldırıp, hücum ettiğinde, hâzinler, zincirler ve bukağılar ile onu zaptederler. İnsanlara ulaşamadığını görünce, şiddetle kaynar ve coşar ki, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi; “Gayz ve gazâbının çokluğundan, parça parça olmak derecesine gelir.” Sonra yine türlü sesler ile bağırır. Cehennemi bu hâlde gördüklerinde, meydana gelen korkunç dehşetle, yürekleri boğazına gelip, gözleri kararıp, kendilerini şaşırırlar. Sonra Cehennem büyük bir heybetle kükreyip, yüksek sesle bağırınca, bundan önce bildirildiği gibi hâller meydana gelir. Bundan sonra Cehennem gökteki yıldızların sayısı kadar kıvılcımlar saçar. Her kıvılcım büyük bulut gibidir. Beyân olunan kıvılcımlar, insanların başlarına düşerler, işte Allahü teâlâ, sözünü tutan ve Hakkın azâbından korkan mü’minleri bu Cehennem kıvılcımlarına ve azâbına hedef olmaktan korur. Allahü teâlâ tevhîd ve îmân ehlini ve Ehl-i sünneti o günün dehşetinden korumağa yeter ve onlara fadl ve ihsânı ile rahmetini saçar; hesablarını kolay eder. Onları Cennete sokup, sonsuz olarak Cennette bulundurur.

    Kâfirler, müşrikler ve putlara tapanların, kötülük üzerine kötülüklerini, korku üstüne korkularını, azâb üstüne azâblarını arttırıp, onları Cehenneme sokar ve devamlı orada bırakır.

    Âyet-i kerîmenin sonunda: “Allahü teâlâ onların yüzlerine parlaklık ve neş’e, kalblerine sevinç ve sürûr ihsân eder” buyuruyor, işte bu neş’e ve sürür, kıyâmette mü’minin kabrinden çıktığı vakittir ki, o anda mü’minin karşısına yüzü güneş gibi nurlu ve güzel, tebessümlerle gülen, üstünde beyaz örtüler ve başında taç olan bir insan gelir. O mü’mine yaklaşıp: “Ey Allahü teâlânın velî kulu” deyip selâm verir. O mü’min de selâmını alır. Sen kimsin, meleklerden bir melek misin? diye ona sorar. Hayır, melek değilim cevâbını verir. Sen peygamberlerden bir peygamber misin? der. Hayır, ben peygamber de değilim cevâbını verir. Sen mukarreblerden misin? der. Hayır, mukarreblerden de değilim cevâbını verir. Öyleyse kimsin? der. Ben senin sâlih amelinim. Seni Cehennem azâbından korumak ve Cennetle müjdelemek için geldim cevâbını verir. Benden ne istersin? deyince, o kimse, benim üzerime bin der. O mü’min: Sübhânallah! Senin gibi bir kimse üzerine binmek bana uygun olmaz dediğinde: O kimse, evet, sana, benim üstüme binmek yakışır. Zîrâ ben dünyâda, uzun zaman senin üstünde idim. Şimdi Allah için senin benim üzerime binmeni istiyorum der. O mü’min, ona biner. O kimse o mü’mine: Asla korkma, ben seni Cennete ulaştırmak için yol göstericiyim dediğinde, o mü’min ferahlanır ve bu neş’e yüzünden belli olup, yüzü nurlanır, parlar, kalbi de sürûr ve sevinç ile dolar. İşte Allahü teâlânın: “Allahü teâlâ, onların yüzlerine parlaklık ve neş’e, kalblerine sevinç ve sürûr ihsân eder” meâlindeki âyet-i kerîmenin sırrına, kıyâmet gününde mü’minin kavuşması böyle olur.

    Ama kâfir olan kimse kabrinden çıkıp, önüne baktığı zaman, karşısında yüzü çirkin, gözleri gök, kendisi ve elbisesi zift ve katrandan, siyah, dişlerini yere süren, yere bastığında gök gürültüsü gibi gürleyen, kokusu leşten fenâ olan bir kimse görür. O kâfir, o kimseye, sen kimsin, ey Allahın düşmanı? diyerek ondan kaçmak, uzaklaşmak istediğinde, o kimse ona: Ey Allahın düşmanı, bana yakın gel, ben senin, sen benimsin der. Kâfir ona: Eyvah! Sen şeytan mısın, ne çirkin ve fenâ kimsesin? diye sorar. Hayır ben şeytan değilim, ancak senin dünyâda işlediğin kötü amelinim der. Kâfir ona, benden ne istersin? sorunca, sırtına binmek, yüklenmek isterim cevâbını verir. Kâfir ona, Allah için olsun beni bırak, sen beni insanlar arasında rezil ve rüsvâ edeceksin diye yalvarınca, o çirkin kimse: “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ben bundan vazgeçemem, dediğim her şey olacaktır. Sen dünyâda uzun zaman bana bindin, ben de bugün sana bineceğim” deyip, hemen sırtına biner. En’âm sûresinin otuzbirinci âyet-i kerîmesinde bildirilen, meâlen; “Günahları sırtlarına yüklenir” ma’nası bunu gösteriyor. Sonra Allahü teâlâ, velîlerini, sevgili kullarını zikredip: “Allahü teâlânın velîlerinin karşılık ve mükâfatı, dünyâda çeşit çeşit belâlara, emirleri yapıp yasaklardan kaçmağa ve kadere teslime sabır ve tahammülleri sebebiyle, Cennetin meyve ve ni’metleriyle ve Cennetin ipek ve atlas elbiselerini giymeleridir” buyuruyor.


  21. Eset Nod 32 Smart Security 5.2.9.12' i tavsiye ediyorum. Kasmıyor ve kullanışlı. Bence tam koruma sağlar !..

     

    Bu arada Eset 6 çıkmış yeni baktım da. En iyisi ona geçelim :)

     

    Ama daha 6 beta en iyisi benim dediğim ;) Aynı zamanda dediğim Türkçe dil destekli sanırsam beta ingilizce...

     

    ----------------------------------------------------------------------------------

     

     

    Tam sürüm kazanın

     

    HER HAFTA 100 ŞANSLI

    • ESET Smart Security 6 Beta veya ESET NOD32 Antivirus 6 Beta sürümlerinden birini yükleyin
    • En azından bir makinenizi ESET Anti-Theft ile koruyarak 1 yıllık ESET Smart Security kazanma şansını otomatik olarak elde edin.
    • Yarışma 16 Mayıs ile 17 Haziran 2012 tarihleri arasında gerçekleşecek
    • Her hafta 100 kazanan açıklanacak (toplam 500)
    • Kazananların lisans detayları kayıtlı e-posta adreslerine iletilecektir
    • Ne kadar erken yüklerseniz şansınız o kadar artar!

    Yarışma Koşulları (PDF)

     

     

     

    ------------------------------------------------------------------------------------

     

     

     

    http://www.eset.com/tr/

     

    http://www.eset.com/tr/download/home/

×
×
  • Create New...