Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mütereddid

Admin
  • Content Count

    625
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    70

Posts posted by mütereddid


  1. Ayasofya Hitabesinden cümleler:

    - Yalnız manayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofyanın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır.

    - Bizi, şiltesi üç kıt'ayı kaplayan devi, cüceleştirdiler. Sonra ona iki santim boy ilâve edip, Batının bat pazarı veya bit pazarı elbiselerini giydirdiler. Peşinden de: "İşte sana lâyık (özgürlük) ve (uygarlık) budur!" dediler.

    - Bizi bu hâle getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlâkımızı Paris'in dünya çapındaki (Şabane) kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekâmızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 129 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, mukaddesat odamız... Ayasofya budur!

    - 129 yıl boyunca, dışarıdan Batı emperyalizmasının, içeriden de onların sâdık ajanları sıfatiyle kozmopolitlerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde, adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofya'yı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türkün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu.

    - Türkün mukaddesatına frengili bir surat gibi bakan bu insanlardır ki, "frengi" mefhumunun tâ kendisidirler ve ciğerlerine kadar frengilidirler... !

    - Demek ki, Ayasofya, ne taş, ne çizgi, ne renk, ne cisim, ne de madde senfonisi; sadece mâna, yalnız mâna...

    - Ayasofya, bir mananın zıt manaya taarruz ve onu zebun edişinin, bütün dünyada eşi olmayan âbidesidir

    - 10 milyon kilometre karelik bir servet ve nimet zeminini 700 bin kilometre kare fakir bir anavatan kadrosuna kadar indiriyorlar, fakat bütün bu olanlara rağmen, Fatih'in o kadar maharetle yerine oturttuğu mili söküp atamıyorlar, çekip alamıyorlar. Zira İstanbul ve Ayasofya, muazzam nasibi icabı, anavatana bitişik ve onun içinde kalıyor; hiçbir şey yapılamayınca da, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiş bir felâkete yol açılıyor.

    - Ayasofya Türk'ün öz evi ve anayurdu içinde güya Türk'lerin eliyle mânasından koparılıyor, duvarlarından Allah ve Resulünün mukaddes isimleri indiriliyor, iç sıvaları kazınıp putlar meydana çıkarılıyor ve hilâlden ziyade salibin faziletlerini ilâna memur bir müze, yani içinde İslâmiyetin gömülü olduğu bir lâhid haline getiriliyor.

    - Artık o, basit bir taş yığınıdır. Öyle bir taş yığını ki, sadece kendisinde kıyılan ulvî mânanın katillerini ilân ve ihtarla kalmıyor, üstelik her an salibin ağzından salyasını akıtıcı bir iştah telkiniyle, Türk'ün, ruhiyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu hıristiyanlık âlemine peşkeş çeken, "buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin!" diyen bir hava yaşatıyor.

    - Ayasofya'nın hilâl hâkimiyetinden uzaklaştırılmasıyla düşmana aşılanan gayret, bir ordunun harp plânlarını satmaktan beter bir tehlike ve suç belirtir.

    - Eğer o kökünden traş edilse ve yıkılsa bir şey değil de, bu haliyle, bütün bir milleti ve tarihi her an öldürüp yine dirilten ve tekrar öldüren bir felâket...

    - Batı dünyasının bize içimizden, içimizdeki ajanları vasıtasıyla yaptırdığını, ne Haçlılar yapabildi, ne Moskof, ne de Ayasofya'nın gözü dönmüş şehvetlisi Yunanlılar...

    - Ayasofya'nın kapatılması, Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna ihanetlerin en büyüğü şeklinde meydana gelmiştir. Türk'ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve (klik) zihniyeti, Ayasofya ile Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır.

    - Allah diyen bu millet mutlaka kalacak; ve kalacağına göre, öteki dünyadakinden evvel, bu dünyada hesap gününü açacaktır.

    - Ayasofya, muayyen bir idare ve zihniyetin getirdiği, ruhî, ahlâkî, içtimâi, iktisadî, idarî, siyasî felaketler eliyle Batı dünyasına takdim edilen hediye kutusu üzerindeki fiyonklu kordelâdır. Topyekûn şahsiyetlerini düşmana teslim edici böyle hediyeleri veren milletler ise, hediyeyi alanlar nazarında hakir ve zelildir.

    - Batılıdan, sığıntısı olmak yoluyla sağlanabilecek hiçbir himaye mevcut değildir.

    - Türk İstiklâl Savaşı'nın temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklâli topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir.

    - Kendi öz mukaddesat ve târihini kendi öz yurdunda maskara edenlere, o mukaddesat ve tarihin düşmanları hürmet etmez, tiksintiyle bakar.

    - Eğer Abdülhamid'e, Ayasofya'yı müze yapması karşılığında bütün dünya hazinelerini vereceklerini söyleseler, nefretle reddeder, imparatorluğunu elinden almakla tehdit etseler son damla kanına kadar akıtmakta tereddüt etmezdi.

    - İnkarcı (Volter)in Allah'ın Sevgilisine ait piyesini Fransız tiyatrolarından Fransa devleti marifetiyle kaldırtan, yoksa bunun harp sebebi olacağını Fransa hükümeti'nin suratına çarpan, Ulu Hakan Abdülhamid Han'dan başka kim olabilmiştir?

    - O Abdülhümid Han ki, bunca ordusundan yalnız bir tanesiyle birkaç gün içinde Atina kapılarında görünüvermiş ve küçücük bir Yunan şımarıklığını, onlara Ayasofya'dan bahsettirmek yerine (Akropol) önünde ordugâh kurmakla cezalandırmıştı.

    - Ayasofyanın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler; ruhumuzu kilitlemek için Ayasofyayı kilitlediler

    - Nasıl bütün yollar Romaya çıkarsa, Türk manevi kurtuluş davasının bütün meseleleri de Ayasofyaya ve onu müzeleştiren ellere çıkar.

    - Ayasofya açılmalıdır. Türkün bahtıyla beraber açılmalıdır

    - Ayasofyayı kapalı tutmak, manada bütün camileri ve cami mefhumunu kapalı tutmaktır. Çünkü onların hepsi birer mekân, Ayasofya ise ruh.

    - Ayasofya'yı kapalı tutmak, Yunanlıya "ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!" demekten farksızdır.

    - Ayasofyanın manasını, Yunanlı kadar olsun idrak edemiyoruz.

    - Ayasofya'yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk'ün semâları tutuşturan lanetine hedef olmaktır.

    - Ayasofya'yı kapalı tutmak, Allah'a sövmeye, Kur'ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur.

    - Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem! Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.

    - Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek...

    - Ayasofya'yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak...

    - Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak...

    - Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın Her yağmurun arkasında bir sel vardır Hepimiz şöyle diyelim, O selin üstünde bir saman çöpü olsam daha ne isterim.

    - Gençler, kayaları biçecek, ormanları tıraş edecek ve betonarmeleri söküp götürecek olan bu sel yakındır. Allah, mukaddes zatının ve Resulü'nün dostlarıyla beraberdir...

    Fatih ve Onun Yeni Nesline Selam!

    Necip Fazıl Kısakürek (Ayasofya Hitabesi'nden)


  2. Ayasofya Hitabesi’nden cümleler:

    • Yalnız manayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofya’nın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır.

    • Bizi, şiltesi üç kıt'ayı kaplayan devi, cüceleştirdiler. Sonra ona iki santim boy ilâve edip, Batının bat pazarı veya bit pazarı elbiselerini giydirdiler. Peşinden de: "İşte sana lâyık (özgürlük) ve (uygarlık) budur!" dediler.

    • Bizi bu hâle getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlâkımızı Paris'in dünya çapındaki (Şabane) kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekâmızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 129 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, mukaddesat odamız... Ayasofya budur!

    • 129 yıl boyunca, dışarıdan Batı emperyalizmasının, içeriden de onların sâdık ajanları sıfatiyle kozmopolitlerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde, adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofya'yı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türkün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu.

    • Türkün mukaddesatına frengili bir surat gibi bakan bu insanlardır ki, "frengi" mefhumunun tâ kendisidirler ve ciğerlerine kadar frengilidirler... !

    • Demek ki, Ayasofya, ne taş, ne çizgi, ne renk, ne cisim, ne de madde senfonisi; sadece mâna, yalnız mâna...

    Ayasofya, bir mananın zıt manaya taarruz ve onu zebun edişinin, bütün dünyada eşi olmayan âbidesidir…

    • 10 milyon kilometre karelik bir servet ve nimet zeminini 700 bin kilometre kare fakir bir anavatan kadrosuna kadar indiriyorlar, fakat bütün bu olanlara rağmen, Fatih'in o kadar maharetle yerine oturttuğu mili söküp atamıyorlar, çekip alamıyorlar. Zira İstanbul ve Ayasofya, muazzam nasibi icabı, anavatana bitişik ve onun içinde kalıyor; hiçbir şey yapılamayınca da, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiş bir felâkete yol açılıyor.

    • Ayasofya Türk'ün öz evi ve anayurdu içinde güya Türk'lerin eliyle mânasından koparılıyor, duvarlarından Allah ve Resulünün mukaddes isimleri indiriliyor, iç sıvaları kazınıp putlar meydana çıkarılıyor ve hilâlden ziyade salibin faziletlerini ilâna memur bir müze, yani içinde İslâmiyetin gömülü olduğu bir lâhid haline getiriliyor.

    • Artık o, basit bir taş yığınıdır. Öyle bir taş yığını ki, sadece kendisinde kıyılan ulvî mânanın katillerini ilân ve ihtarla kalmıyor, üstelik her an salibin ağzından salyasını akıtıcı bir iştah telkiniyle, Türk'ün, ruhiyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu hıristiyanlık âlemine peşkeş çeken, "buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin!" diyen bir hava yaşatıyor.

    • Ayasofya'nın hilâl hâkimiyetinden uzaklaştırılmasıyla düşmana aşılanan gayret, bir ordunun harp plânlarını satmaktan beter bir tehlike ve suç belirtir.

    • Eğer o kökünden traş edilse ve yıkılsa bir şey değil de, bu haliyle, bütün bir milleti ve tarihi her an öldürüp yine dirilten ve tekrar öldüren bir felâket...

    • Batı dünyasının bize içimizden, içimizdeki ajanları vasıtasıyla yaptırdığını, ne Haçlılar yapabildi, ne Moskof, ne de Ayasofya'nın gözü dönmüş şehvetlisi Yunanlılar...

    • Ayasofya'nın kapatılması, Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna ihanetlerin en büyüğü şeklinde meydana gelmiştir.
    Türk'ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve (klik) zihniyeti, Ayasofya ile Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır.

    • Allah diyen bu millet mutlaka kalacak; ve kalacağına göre, öteki dünyadakinden evvel, bu dünyada hesap gününü açacaktır.

    • Ayasofya, muayyen bir idare ve zihniyetin getirdiği, ruhî, ahlâkî, içtimâi, iktisadî, idarî, siyasî felaketler eliyle Batı dünyasına takdim edilen hediye kutusu üzerindeki fiyonklu kordelâdır. Topyekûn şahsiyetlerini düşmana teslim edici böyle hediyeleri veren milletler ise, hediyeyi alanlar nazarında hakir ve zelildir.

    • Batılıdan, sığıntısı olmak yoluyla sağlanabilecek hiçbir himaye mevcut değildir.

    • Türk İstiklâl Savaşı'nın temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklâli topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir.

    • Kendi öz mukaddesat ve târihini kendi öz yurdunda maskara edenlere, o mukaddesat ve tarihin düşmanları hürmet etmez, tiksintiyle bakar.

    • Eğer Abdülhamid'e, Ayasofya'yı müze yapması karşılığında bütün dünya hazinelerini vereceklerini söyleseler, nefretle reddeder, imparatorluğunu elinden almakla tehdit etseler son damla kanına kadar akıtmakta tereddüt etmezdi.

    • İnkarcı (Volter)in Allah'ın Sevgilisine ait piyesini Fransız tiyatrolarından Fransa devleti marifetiyle kaldırtan, yoksa bunun harp sebebi olacağını Fransa hükümeti'nin suratına çarpan, Ulu Hakan Abdülhamid Han'dan başka kim olabilmiştir? O Abdülhümid Han ki, bunca ordusundan yalnız bir tanesiyle birkaç gün içinde Atina kapılarında görünüvermiş ve küçücük bir Yunan şımarıklığını, onlara Ayasofya'dan bahsettirmek yerine (Akropol) önünde ordugâh kurmakla cezalandırmıştı.

    Ayasofya’nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler; ruhumuzu kilitlemek için Ayasofya’yı kilitledirler…

    • Ayasofya açılmalıdır. Türk’ün bahtıyla beraber açılmalıdır…

    • Ayasofya’yı kapalı tutmak, manada bütün camileri ve cami mefhumunu kapalı tutmaktır. Çünkü onların hepsi birer mekân, Ayasofya ise ruh.

    Ayasofya'yı kapalı tutmak, Yunanlıya "ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!" demekten farksızdır.

    • Ayasofya’nın manasını, Yunanlı kadar olsun idrak edemiyoruz.

    Ayasofya'yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk'ün semâları tutuşturan lanetine hedef olmaktır.

    • Ayasofya'yı kapalı tutmak, Allah'a sövmeye, Kur'ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur.

    • Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem! Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.

    • Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek...

    • Ayasofya'yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak...

    • Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak...

    Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın… Her yağmurun arkasında bir sel vardır… Hepimiz şöyle diyelim, “O selin üstünde bir saman çöpü olsam daha ne isterim”.

    • Gençler, kayaları biçecek, ormanları tıraş edecek ve betonarmeleri söküp götürecek olan bu sel yakındır.

    Fatih ve Onun Yeni Nesline Selam!


  3. "Nefsimmiş Meğer" başlıklı bu şiir, Üstad Necip Fazıl Kısakürek'e değil, şair Cengiz Numanoğlu'na aittir.

     

    Yıllardır kendimi, güyâ tanırdım;

    Sanık ben, yargıç ben, hep aklanırdım.

    Şeytanı, en büyük düşman sanırdım;

    Ondan da beteri.. Nefsimmiş meğer...

     

    Gönlümü, hevâya kaptıran oymuş,

    Şuûru şehvete saptıran oymuş,

    Tutkuları, putlar yaptıran oymuş,

    En sinsi düşmanım.. Nefsimmiş meğer...

     

    Övgü dolu sözlerine kanmışım;

    ''Kalbin temiz'' demiş, gerçek sanmışım.

    Hakk'ı ancak, zor günümde anmışım,

    İçimdeki nankör.. Nefsimmiş meğer...

     

    Öyle sevdirmiş ki,dünyayı bana;

    Saraylar kurmuşum, üç günlük cana.

    Hevâ heves denen, çöplükten yana

    Beni sürükleyen.. Nefsimmiş meğer...

     

    Meyhâne meyhâne, hayâl kurmuşum,

    Çamurlu yollarda, yalpa vurmuşum,

    Adresi hep, münâfıktan sormuşum;

    Koynumdaki yılan.. Nefsimmiş meğer...

     

    Dalmışım.. Her akşam cümbüşle meşke,

    Kalmamış dilimde, riyâdan başka.

    Bir kadehlik, ömrü olan bir aşka;

    Beni kul eyleyen.. Nefsimmiş meğer...

     

    Tutkuya döndükçe, giyim markası,

    Yerde paspas olmuş, hayâ hırkası.

    Kuşatmış kaleyi, şeytan fırkası;

    İçindeki casus.. Nefsimmiş meğer...

     

    Ne kadar soyarsa, insan bedeni;

    O kadar olurmuş, güyâ medenî.

    Bu afyonu, bir çağdaşlık nedeni,

    Diyerek yutturan.. Nefsimmiş meğer...

     

    İkbâl korkusuyla, kıstırmış beni,

    Kur'ân kapısına, küstürmüş beni,

    Zulüm karşısında, susturmuş beni;

    Nefsimin zâlimi.. Nefsimmiş meğer...

     

    Namaza, ''Bayramlık'' fetvâsı veren,

    Kullukta, ''Mevlid''i yeterli gören,

    Farz dururken, nâfileyi gösteren;

    Dalâlet rehberi.. Nefsimmiş meğer...

     

    Ağzım bağlı, güya oruç tutmuşum,

    Haramları, gözlerimle yutmuşum.

    Seher vakti, yorgan döşek yatmışım;

    Secdeye musallat.. Nefsimmiş meğer...

     

    Bağ bahçede, hasat vakti gelince;

    Hesaplar yapmışım, inceden ince,

    Lâkin, Allah için zekât denince;

    Elimi bağlayan.. Nefsimmiş meğer...

     

    Vermişim, ''Ne cömert'' desinler diye;

    Üç beş çürük çarık, güyâ hediye.

    Arkasından, dilenmişim medhiye;

    Bu alkış delisi.. Nefsimmiş meğer...

     

    Komşuda katık yok, ben tok yatmışım,

    ''Tembel'' demiş, gıyâbında çatmışım,

    Şevkât dersi vermiş, nutuk atmışım;

    Bu sahtekâr maske.. Nefsimmiş meğer...

     

    Kur'ân ehli görmüş, küçümsemişim,

    Üstelik cür'etle ''Yobaz'' demişim.

    Nice kul hakkını, böyle yemişim;

    Oysa gerçek yobaz.. Nefsimmiş meğer...

     

    CENGİZ NUMANOĞLU


  4. ÜSTAD NECİP FAZIL'I AĞLATAN OLAY

     

    Said Nursinin Zübeyr Gündüzalp Ağabeye okutturup dinlediği dergiler arasında, Necip Fazılın Büyük Doğusu da vardır.

     

    Bir sayısında Büyük Doğu, acı bir haber verir: Gelecek sayının çıkması bile tehlikededir. Çünkü yayın için ayrılan para bitmiştir. Okuyucuları acilen yardım etmezse Büyük Doğu çıkmayacaktır

     

    Bu mealdeki yazıyı dinleyen Bediüzzaman, çok duygulanır, bir süre düşünür. Sonra da, Zübeyr, Büyük Doğuya yardım edelim der. Zübeyr Ağabey, Peki üstadım diye cevap verir. Fakat, Bu yardım nasıl ve ne ile yapılacaktır? diye de düşünmeye başlar. Ancak Üstad, bu haberden çok duygulanmış ve yardıma kesin karar vermiştir.

     

    Der ki: İki yorganım var, biri bana kâfi Diğerini satın, parasını Büyük Doğuya gönderin. Biri yazlık, ince: diğeri kışlık, daha kalınca iki yorgan Ve biri Büyük Doğuya kurban

     

    Bunu Üstad Necip Fazıl'a anlattığımda yüzünü pencereye çevirdi ve hıçkıra hıçkıra ağladı.

     

    Vehbi Vakkasoğlu


  5. DÜVEL-İ MUAZZAMA

     

    Eskiden bir düvel-i muazzama korkusu vardı. Tanzimattan bu yana, Osmanlı İmparatorluğunun ihtilâç devrinde...

     

    - Aman, düvel-i muazzama ne der?

    - Aman, düvel-i muazzama payitahta donanma gönderir!

    - Aman, düvel-i muazzama bizi taksim eder!

     

    Ve bu mazeret altında, nefsine hiçbir hayat hakkı tanınmamış bir beslemenin, yemeğini ödü patlıyarak ve sezdirmiyerek çiğnemesi gibi, devlet, en basit icraatında bile kekeme bir tavır alır, hele cüret mevzularında hiçbir şey yapamazdı...

     

    - Aman, düvel-i muazzama duymasın; aman, düvel-i muazzama görmesin!

     

    Epey zamandan beri böyle bir korku kalmamıştır. Fakat uzun zamandan beri devlet ve hükümetin, ruhundan söküp atamadığı bu ukdeyi, şimdi muhalefet sefil ve âdi bir hesap ve istismar unsuru olarak kalplere yerleştirmeye bakmaktadır.

     

    Dünkü düvel-i muazzamanın yerinde şimdi Birleşmiş Milletler ve Amerika var... Bütün istedikleri ve umdukları demokrasi kutuplarından hükümetimizin yüzüne bir sille vurulması, yahut bu korkuyla hükümetin kendilerine eyvallah demesi... Vatanlarını müstemleke ve ecnebileri bu topraklarda hak ve hakikat jandarması sananların hali!

     

    Bugün bizdeki muhalefet, iktidarı düşürmek şartıyle vatanı düşürmeye bile razıdır...

     

    Necip Fazıl Kısakürek

    16.4.1956

    (Çerçeve 3)


  6. Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi naklediyor:

    Tahir Hoca Efendi’nin vaazlarının ne kadar güzel ve dolgun olduğu, kendisini Burdur’da dinlemiş olan büyük edip ve şair Necip Fazıl Kısakürek Bey’in beğenmesinden de anlaşılabilir. Necip Fazıl kendisini Burdur’da dinledikten sonra tebrik etmiş ve şunları şöylemiş:
    “ Tahir Büyükkörükçü’yü, bir çölde, bir çorak vadide yetişmiş güle benzettim. Tevhid-i Tedrisat kanunundan sonra Arapça okumak, din ilimlerini tahsil etmek şöyle dursun, Kur’an’ı Kerim’in bile yasak edildiği bir devirde, böyle bir vaiz, böyle anlayışlı bir insan, söylediklerini, benim gibi müşkilpesent bir kimseye dahi dinletebiliyorsa, bu kabiliyeti bir deha eseri ve bunu İslam’ın bir mucizesi olarak sayarım… İslam meyvelerini vermeye ve mucize şafağı ufuklardan sökmeye başladı…”

    Ali Ulvi Kurucu - Hatıralar / Tahir Büyükkörükçü / Necip Fazıl Bey'in Sözleri

  7. Tahir Hoca Efendi’nin Burdur hatıralarının en önemlilerinden biri de Üstâd Necip Fazıl’la tanışmasıdır. Konferans için Burdur’a gelen üstâd, halkın sitayişkâr övgülerle kendisinden bahsettikleri hocalarını yakından tanımak ister. Akşam kaldığı evde banttan bir vaazını dinler. Ertesi gün verdiği konferansında da bizzat tanışırlar. Kolay kolay kimseyi beğenmeyen üstâd, Tahir Hoca Efendi’yi çok sever ve onun hakkındaki o ilk ve meşhur yazısını yazar. Bu ilk tanışmadan sonra karşılıklı, çok seviyeli bir dostluk üstâdın vefatına kadar devam eder.
    Necip Fazıl kendisini dinledikten sonra tebrik etmiş ve şunları söylemiştir: “Tahir Büyükkörükçü’yü, çölde, bir çorak vadide yetişmiş bir güle benzettim. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndan sonra, Arapça okumak, din ilimlerini tahsil etmek şöyle dursun, Kur’an-ı Kerim’in bile yasak olduğu bir devirde, böyle bir vaiz, böyle anlayışlı bir insan, söylediklerini, benim gibi müşkülperest bir kimseye dahi dinletebiliyorsa, bu kabiliyeti bir deha eseri ve bunu İslâm’ın bir mucizesi olarak sayarım. İslâm, meyvelerini ve mucize şafağını ufuklardan sökmeye başlamıştır.’’
    Üstâd, Burdur’da ilk karşılaştıklarında, “Noktalama” köşesinde İstanbul’a şu kısa notu geçer:
    DİN ADAMI
    Bu vatanın kaldırımları fildişinden ve evleri billûrdan, hayal üstü bir madde ve mânâ kemâline ulaşmış bir başkenti, sitesi (metropolis)i olsaydı da, bu başkentin 1 milyon kişilik büyük mâbedinde, her evin her odasında bir hoparlör içinde sesi uğuldayan bir üstün kelâm ve hakikat vâizi bulunsaydı, onu bile bana hor gösterecek çapta, gerçeklikte ve derinlikte bir din adamına, 25.000 nüfuslu Burdur Kasabası’nda rastladım.
    Gelince anlatırım.

    Necip Fazıl Kısakürek [6]
    O seyahatinden İstanbul’a döndükten sonra “Çerçeve” de şunları yazar:

    TAHİR BÜYÜKKÖRÜKÇÜ

    Tahir Büyükkörükçü, şöhretini uzaktan duyduğum, fakat şahsıyla, eserini ve tesirini Burdur Kasabası’nda gördüğüm Tahir Büyükkörükçü, öteden beri vasıflarını hayalimde yaşattığım üstün din adamının hâlis örneği… Öyle ki, insan, döküm işiyle elde edilebilen bir varlık olsaydı, Tahir Hoca’yı kumda açılmış bir kalıp gibi, model diye gösterebilirdim. Bütün din adamları, madenlerinizi o kalıpta dondurup Tahir Hoca şeklinde meydana çıkın.
    Madde bakımından mümkün olmayan bu döküm işi, unutmayalım ki, ruh yönünden kabildir ; ve ruhların birbiri içinde erimesi, Allah’ın imkân âlemine bahşettiği bir keyfiyettir. O halde ruhlar, mâdenlerini yine Tahir Hoca’nın kalıbında dondurup şekillensin… Husûsiyle din telkinine memur insanlar…
    Tahir Büyükkörükçü, din adamında, ilmin ruha dönüşünü ve ruhun, bir taraftan en iyi ahlâka yuva oluşunu, bir taraftan da her mukavemeti eritici bir “nâr-ı beyzâ” potası haline gelişini, topuğundan saçına kadar heykelleştirmekte… O, büyük dâvânın mukaddes ölçülerini (pasif) bir nakil plânında geveleyen köhne bir ses ustuvanesi değil, aynı ölçülerin dost ve düşman bütün kutuplarını tanıyan ve cemiyetteki her tatbik şeklini bilen yepyeni bir nida hançeresi…
    Burdur gibi bir köşeye itilmiş, tıkılmış olan bu nida, kendisini 24 cami ile oradaki tugaya ve hapishaneye bağlayan, böylece bütün Burdur’u fıkır fıkır kaynatan nakil şebekesiyle, gönül isterdi ki, bütün Türkiye’yi filesi içine alsın…
    Burdur, bütün vatanın hasret çektiği din adamı örneğini koynunda barındırdığından, bütün vatan da, bunca ölü, sakat veya sapık misaller içinde numunelik şahsiyetin Burdur’da bulunduğundan haberli midir?”

    Necip Fazıl Kısakürek [7]
    1968 yılında bir siyasi parti liderinin Büyük Millet Meclisi kürsüsünde yaptığı konuşma üzerine de yine “Çerçeve” adlı köşesinde şunları yazmıştı:

    KONYA MÜFTÜSÜ
    Konya Müftüsünden ne isterler? Onu belli başlı bir şahıs olarak mı ele alırlar, bir makam veya bir sembol diye mi? Hakkında menfî sıfatların hepsini tükettiğimiz ve yenisini bulmakta âciz kaldığımız ihtiyar Paşa, asıl alâkalı isimleri anmaktan çekindiği için, “Konya Müftüsü”nü bir kere ağzına alır ve ondan sonra bu tabir sloganlaşır. Konya Müftüsü aşağı, Konya Müftüsü yukarı!.. Hattâ mâhut gazetenin yazarı, Konya Müftüsü’nü üç ayaklı sehpanın bir ayağı olarak göstermeye kadar gider; başka bir gazetede “günün ansiklopedisi” şeklinde, bu yedi başlı, kırk kollu ve yetmiş ayaklı canavarın kafa kâğıdını neşretmeye kalkar. Konya Müftüsü, Tahir Büyükkörükçü isimli, ruhta ve maddede genç ve dinç, derin ve gerçek bir Müslümandır; ve din adamları içinde vecd, ihlâs, irfan ve idrak bakımından sayısı birkaçı geçmeyen müstesnâ örneklerden biridir.
    Bu dâvânın (fors motris) dedikleri muharrik kuvvetlerin dile almaktan korkup da Tahir Büyükkörükçü’yü makam ismiyle hedef tutmak, din adamları tarafından kanunsuz bir hareket köpürtüldüğü yolunda bazı mercileri ve zümreleri kışkırtmak içindir ve her zaman olduğu gibi tâbiyelerin en denîsidir. Yalnız makam ismiyle anılan Tahir Büyükkörükçü, asıl bu ismin arkasındaki temsilci mânâ ile ele alınıyor, böylece şeriatin harekete geçtiği ve her şeyi silip süpürmek üzere olduğu tarzında bir hava yayılmak isteniliyor.
    Ve işin en hazin tarafı, cevap vermeye tenezzül etmeyecek olan bu makamın asîl sükûtu, kendilerince zaaf telâkkî edildiği için hücum istikameti kolayca o tarafa çevriliyor ve hakikatte mimledikleri hedef, üzerlerine yalın kılıç gelmesin diye bir ân görmemezliğe getiriliyor.
    Sevgili Tahir Büyükkörükçü!
    İslâm dâvasının, bokstaki antrenman yastığı gibi, tokatlanacak insanı olarak seni seçenlere teşekkür et ve bu halinden Allah’a hamdet!.
    Necip Fazıl Kısakürek [8]

    _____________
    KAYNAKÇA
    [6] K ısakürekNecip Fazıl, “Noktalama”, Yeni İstanbul Gazetesi, 17 Ocak 1965.
    [7] Kısakürek, Necip Fazıl, “Çerçeve”, Yeni İstanbul Gazetesi, 19 Mart 1965.
    [8] Kısakürek, Necip Fazıl, “Çerçeve”, Yeni İstanbul Gazetesi, 8 Mart 1968.

    NOT: Bu derleme bu adresten iktibastır: http://konyaarastirmalari.blogspot.com.tr/2016/12/sultanul-vaizin-tahir-buyuk-korukcu.html

  8. YOLLAR VӘ GÖYLӘR (YOLLAR VE GÖKLER)

    Üst-üstə, alt-altadır,
    Məndə göylərlə yollar.
    Göylər, qat-qat mavilik.
    Yollar, boy-boy sərvlik.
    Yollar haraya gedər,
    Nə düşünərlər göylər?
    Göylərin bir sirri var,
    Onu axtarır yollar.
    Göylər suda titrəyir,
    Yollar suda tükənir.
    Göylərin üzü yerdə,
    Yollarınkı göylərdə.
    Bu yollarda izimiz,
    Bu göylərdə gizlimiz.
    Yollar, məni çatdırın!
    Göylər tutub qaldırın!

    Nəcib Fazil Qısakürək



  9. GÖZLƏYƏN (BEKLEYEN)






    Sən, qaçan bir ürkək ceyransan dağda,



    Mən, dalınca düşmüş bir canavaram!



    İstərsən dünyanı çağır imdada;



    Sən varsan dünyada, bir də mən varam!






    Səni qorxudacaq keçdiyin yollar,



    Arxandan gələcək hey ayaq səsim.



    Sarıb vücudunu görünməz qollar,



    Canını yaxacaq atəş nəfəsim.






    Kimsəsiz odanda qış gecələri,



    İçin ürpərdiyi dəmlər məni an!



    De ki, odur döyən pəncərələri,



    De ki, külək deyil, odur hayqıran!






    Köksümdən havaya qatdığım zəhər,



    Solduracaq bir gül kimi ömrünü.



    Qaçıb dolaşsan da sən şəhər-şəhər,



    Mənə qalacaqsan yenə son günü.






    Ölərsən… Qapanar yollar geriyə;



    Mən məzarla sirdaş olar, gözlərəm.



    Çatılmaz xəyala işarət deyə



    Torpağında bir daş olar, gözlərəm…






    Nəcib Fazil Qısakürək - 1930








  10. QALDIRIMLAR 2 (KALDIRIMLAR 2)






    Başını bir əmələ satan qəhrəman kimi,



    Ətinlə, sümüyünlə küçələrin malısan!



    Qurulub üzərinə bir taxtı-rəvan kimi,



    Sonsuz məsafələrin üstündən aşmalısan!






    Bəxtin qaldırımlara düşdüyü gündən bəri,



    Ərimiş ruhlarımız bir dərdin ortasında



    Sənin kölgəni içmiş onun göz bəbəkləri;



    Onun daşı ərimiş sənin qafa tasında.






    İkinizin də nə yar, nə arxadaşınız var,



    Sükut kimi kimsəsiz, çılğınlıq tək hürsünüz.



    Dünyada daşınacaq bir quru başınız var



    Onu da nə tərəfə olsa aparırsınız.






    Ömrünüz daş olsa da gedə-gedə yorular,



    Bir gün ölümə çıxar bu yolun qıvrımları.



    Nə qaldırımlar qədər səni anlayan olar,



    Nə sənin anladığın qədər qaldırımları…






    Nəcib Fazil Qısakürək - 1927







  11. QALDIRIMLAR (KALDIRIMLAR)






    Küçədəyəm, kimsəsiz bir küçə ortasında,



    Yürüyorum, arxama baxmadan yürüyorum.



    Yolumun qaranlığa qarışan nöqtəsində



    Sanki məni gözləyən bir xəyal görüyorum.






    Qara göylər kül rəngi buludlarla qapanıq;



    Evlərin bacasını qollayır ildırımlar.



    Bu gecə yarısında iki nəfər oyanıq:



    Biri mənəm, biri də uzanan qaldırımlar.






    İçimdə damla-damla bir qorxu birikiyor;



    Elə bil ki hər küçə başında durmuş divlər.



    Qapqara şüşələri üzərimə dikiyor



    Gözləri çıxarılmış bir yam-yam kimi evlər.






    Qaldırımlar, iztirab çəkənlərin anası,



    Qaldırımlar, içimdə yaşamış bir insandır.



    Qaldırımlar, duyulur səs kəsilincə səsi,



    Qaldırımlar, içimdə uzanan bir lisandır.






    Mənə düşməz can vermək yumuşak bir qucaqda,



    Mən bu qaldırımların əmzirdiyi cocuğam.



    Aman sabah olmasın bu qaranlıq sokaqda,



    Bu qaranlıq sokaqda bitməsin yolçuluğum.






    Mən gedəyim yol getsin, mən gedəyim yol getsin;



    İkiyanımdan axsın bir sel kimi fənərlər.



    Tak-tak, ayaq səsimi ac köpəklər eşitsin;



    Yolumda bir tağ olsun zülmətdən daş kəmərlər.






    Nə işıqda gəzəyim, nə gözə görünəyim;



    Gündüzlər sizə qalsın, verin qaranlıqları.



    İslaq bir yorğan kimi yaxşıca bürünəyim,



    Örtün, üstümə örtün, sərin qaranlıqları.






    Uzanıb qalsa gövdəm daşlara boydan-boya;



    Alsa bu soyuq daşlar alnımdakı atəşi.



    Dalıb küçələr qədər sehirli bir yuxuya,



    Ölsə qaldırımların qara sevdalı eşi…






    Nəcib Fazil Qısakürək




  12. KEÇƏN DƏQİQƏLƏRİM (GEÇEN DAKİKALARIM)






    Kim bilir hardasınız,



    Keçən dəqiqələrim,



    Kim bilir hardasınız?






    Qorxuram ulduzların



    Düşdüyü yerdəsiniz,



    Keçən dəqiqələrim.






    Əcəba ocaq çatsam



    Görünərmi üzünüz,



    Əcəba ocaq çatsam?






    Siz mənim üzümsünüz;



    Əyilib suya baxsam



    Görünərmi üzünüz?






    Getdi bütün gözəllər,



    Saralmış biri qaldı,



    Getdi bütün gözəllər.






    Gün gəldi, saat çaldı,



    Aranızda verin yer;



    Saralmış bir qaldı!..






    Nəcib Fazil Qısakürək





  13. TABUT






    Taxtadan yapılmış bir uzun qutu;



    Baş tərəfi geniş, ayaq ucu dar.



    Çaxanlar bilir ki, bu boş tabutu



    Biri gün özləri dolduracaqlar.






    Hər yandan kiçilən bir otaq kimi,



    Divarlar yanaşmış, tavan alçalmış.



    Sanki bir daş kukla qutuda kimi,



    Xəyalım içində uzanıb qalmış.






    Cılız bədənimə tam görünsə də,



    İçim bu dar yerə sığışmaz diyor.



    Dünyada qalanlar hey döyünsə də



    İnsan birər-birər yenə giriyor.






    Ölənlər yenidən doğarmış; gerçək!



    Tabut deyildir bu, bir taxta qundaq.



    Bu ağır hədiyyə kimə gedəcək,



    Örtülər-örtülməz üstünə qapaq?






    Nəcib Fazil Qısakürək


×
×
  • Create New...