Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

ssimeranya

Üye
  • Content Count

    68
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    3

Posts posted by ssimeranya


  1.  

    Eylemcilerin hükümetten istedikleri 7 şey:

    - Gezi Parkı park olarak kalmalıdır. Gezi Parkı'na topçu kışlası veya başka bir yapı yapılmayacağının açıklanmasını,

    - AKM'nin yıkımından vazgeçilmesini,

    - Başta İstanbul, Ankara ve Hatay valileri ve emniyet müdürleri olmak üzere olayların yaşanmasına neden olan sorumluların görevden alınmasını,

    - Gaz bombası ve benzeri materyallerin kullanımının yasaklanmasını,

    - Gösterilere katılan ve gzaltına alınan kişilerin derhal serbest bırakılmasını,

    - 1 Mayıs alanı olan Taksim ve Kızılay başta olmak üzere Tükiye'deki tüm meydanlarda toplantı, gösteri yasaklarına son verilmesini,

    - İfade özgürlüğünün önündeki tüm engellerin kaldırılmasını talep ediyoruz.

     

    Komedya. Kesinlikle tam bir komedya. Normal bir vatandaşın istemeyeceği bir madde görememek mi? Düpedüz çapulcu kardeşlerimiz hükümete meydan okumuş, bu maddelerle. Bir tanesine bile kulak asılsa var olan ve olması gereken tüm otorite, saygınlık ayaklar altına alınır. Kendi içimizi geçtim, salyalarını akıtarak baştan beri tüm olayları noktasına virgülüne takip eden dış basına ve mecranın da ekmeğine yağ sürmüş oluruz. Rezillik cabası. O sokaklara dökülen eylemcilerin, tek dertlerinin bu 7 madde olduğuna inanıyor musunuz Allah aşkına? Ben inanmıyorum. Safsata hepsi. Bu maddeler yerine getirilmeye kalksa, alacakları güçle 'Oligarşi mezara halk iktidara' naraları atmaya başlamayacak mı sevgili kardeşlerimiz? Durun ya zaten buna benzer bir şeylerin çığırtkanlığını yapıyorlardı de mi? Bu kadar masumca sebeplerden ötürü yakıp yıkmaları, halk darbesi ayaklarıyla ellerinde tencere tava gezmeleri 7 tanecik maddenin önemini bir kez daha vurguluyor. Yersen!


  2. basbakan uslup sorunu yasiyor. Ağa gibi pasa gibi ulke yonetiyor. Her defasinda muhalefeti eziyor. Al sana en kallavi muhalefet halkın çıktı.

     

    Başbakan üslup sorunu yaşıyor? Nasıl olmalıydı üslubu peki?... Şu anda muhatap alınmak istenen çapulcu arkadaşlar, öyle bir güruh ki, başbakan kaale alıp ya da geri adım atmayı deneyip anlaşma şartları sorsa, kendi aralarında iç savaş çıkartılar.

     

    Hangi halk burada mevzu bahis ayrıca? Başbakan evlerinde zorla tuttuğum %50'lik kesim derken, eleştirenler çok oldu, ama iş bi güç gösterisine, sokaklara kimin daha çok adam dökeceğine girerse, ben ortaya gerçek halkın o zaman çıkacağına inanıyorum. Evet %50'lik bir kesim var. Evlerinde zorla tutulan Başbakan'dan gelecek ufak bir hareketi bekleyen bir kesim. Başbakan sert giriyor, doğru. Fakat o bu şekilde girmese malum sağ kitle hala şaşkınları oynayacak, polisin avrupa bilmem ne haklarına aykırı olduğunu iddia ettiği uygulamalarını sosyal medyada eleştirmeye devam edecekti. Toparlanma sağladı. Başbakan bu üslubuyla, toparlanmamızı sağladı. Kafasında henüz birkaç kişi haricinde kimsenin tam olarak çözemediği planları olduğuna eminim. Onu dünyaya tanıtan en önemli özelliği stratejik hareketlerindeki başarısıyken, benim senin onun kısacası halkın gördüğünü görüp de anlayamayacak, kadar basit adımlar atacağını açıkçası benim kafam almaz. Muhalif de olsam, apolitik de olsam almaz.

    Tüm bu olaylar başlamadan birkaç gün önce saatlerce arkadaşıma Ak Parti’nin yanlış bulduğum uygulamalarını anlatmıştım. Ufak çapta da bir tartışma yaşamıştık. Oy kullanmayı falan düşünmüyordum ki tüm bunlar patlak verdi. Başbakan’ın her hareketine gözü kapalı ‘he’ diyelim’i savunmuyorum ben. Bunu yapanların da muhakeme gücünü kaybetmiş şu anda sokaklara dökülmüş güruhtan hiçbir farkı olmadığına inanıyorum. İnsandır yanlış yapabilir, yaptığı yanlış da eleştirilir/melidir de. Fakat şu anda olaylar, sebep sonuç ilişkisi, amaç bu kadar açık ve netken, -sağ ve müslüman kesimin asla kabullenemeyeceği şekilde- netken. Hala ‘Efendim halkın istediği de, paşalık da, diktatörya da bilmem ne de’ diye muhalifliği sürdürme çabaları pek mantıklı gelmiyor bana.

     

    Tüm bunların iyi bir ders mi yoksa Başbakan'ın ve Davutoğlu'nun kafasındaki planların bir parçası mı olduğunu zaman gösterecek sanırım. Şimdilik seyirde kalmak en güzeli. :)


  3. Başbakan Gemileri Neden Yaktı?

     

    Gezi Parkı üzerinden başlayan gerilimin ilk gününde gidişatı, ne olduğunu, neler oluyor olabileceğini anlamaya çalışırken ‘Başbakan herhalde bıktı ve siyaseten intihar ediyor’ diye düşündüğüm bir an oldu. Silkinip Erdoğan’ın gemileri yakmasının altında farklı bir neden olabileceğini düşünmek biraz zamanımı aldı. İki neden olabilirdi; Başbakan ya delirmişti ya da bir yol haritası üzerinde yürüyor olmalıydı. İlkinin olma ihtimalinin çok düşük olduğuna bugün itibarıyla eminim. Erdoğan’ın bugün üstüste yaptıği ve harareti gitgide artırdığı konuşmalarından sonra vardığım sonuç, bazı yerlere çok sert bir mesaj gönderdiği, hatta alenen tehdit ettiğiydi. Ek olarak bu yerlerin, iç siyasetten beklentimiz ana muhalefet CHP olmadığı kesindi.

    Bu hafta uzun zamandır ilk defa politize olan kesim bilmese de diğerleri Başbakan’ın stratejik ve taktik söylemlerini de riskli hamlelerini de iyi bilir. Bu şekilde masayı kaldırıp fırlatması çok büyük bir hamle ve bu restin kime olduğunu doğru okumak gerekiyor.

    Son ABD ziyareti sonrası, bu gezinin sonuçlarının birkaç hafta sonra alınabileceğini biliyorduk. Bilindiği gibi Başbakan ve heyeti, ABD’ye ‘no fly zone’ isteyerek gitti, Cenevre dayatmasıyla döndü. Cenevre’ye hiç de hevesli olmayan Erdoğan, döndüğünde de Cenevre’ye hevesli görünmedi. ‘Tamam, gideriz, bölge ülkeleriyle de görüşürüz’ cümleleri hep yarım ağızlıydı. Hatta AB’nin Suriyeli muhaliflere silah ambargosunu devam ettirmeme kararı bile yüksek sesle olumlanmadı.

    Birkaç gün sonra İstanbul’da toplanan Suriye Ulusal Koalisyonu hararetli tartışmaların ardından önemli kararlar aldı. İlk haber Teksas menşeili Gassan Hito’nun geçici hükümet başkanlığıyla devam edilip edilemeyeceğinin tartışılmasıydı. Daha sonra açıklandığı üzere, geçici başkanlık seçimi bir sonraki toplantıya ertelendi. Malum, Muaz-el Hatip’in istifasının ve geri dönüşünden sonraki sert çıkışlarının, muhaliflere pasif destek veren bazı ülkelerin Hito dayatmasına karşı olduğu tahmin ediliyordu.

    Koalisyon toplantısının sonunda yapılan açıklamaya göre, sosyalist geçmişe sahip Michel Kilo’nun listesinden ve sahada savaşan liderlerden hatırı sayïlır oranda isim koalisyona katıldı. Suriye Ulusal Koalisyonu büyüyerek ve genişleyerek güç kazandı. Cenevre Konferansı’na katılmak için ‘mutlak çözüm’ şartı getirildi. Bu Batı’nın dayattığı Cenevre Konferansı’na verilen en net cevaptı.

    Başbakan’ın Fatih Altaylı’ya verdiği röportajda ‘Beşar’, ‘o adam’ diyerek ne kadar öfkeli olduğunu belli ettiği Esad için direkt olarak ‘gidecek’ demesi, Suriye rejiminin ‘Esad 2014’e kadar hükümetin başında. 2014’te tekrar aday olabilir’ açıklamasına yanıt olduğu belliydi. Ancak Başbakan, ‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla’ misali Esad üzerinden ABD ve Rusya’ya ağır bir mesaj gönderdi. Mesaj kısaca şuydu: ‘Bana öyle el-Kaide’yle falan bir şeyler dayatma. Bu ülkeyi gerekirse Orta Doğu batağïna bir anda sokarım. Benim dünyadaki her ülkeyle ticaretim var, burada her ikinizin de kıyamet kadar yatırımı var. Ben yanarsam herkes yanar.’

    Bu tehditin lafta kalmaması için de Orta Doğu’dan bir parça ateşin Türkiye’de yakılmasını göze aldığına neredeyse emin olduğum Başbakan, Altaylı röportajında bu ana mesajın yanında bir taşla başka kuşlar da vurdu:

    1. El Kaide’den Hizbullah’a Hamas’tan Müslüman Kardeşleri’ne yoğunlukla müslüman olan tüm Orta Doğu aktörlerine ‘Ben müslümanım. Laik değilim.’ mesajını verdi.

    2. Tüm dünyaya Arap Baharı başladığından beri bana ‘hakem’ muamelesi çektiniz. Faul yapana ses çıkarmayıp, meydanı boş bulanların bana saldırmasına müsaade ettiniz. Hadi bakalım.’ dedi.

    3. İran’a ‘Yıllardır ben her yerde seni savunurken sen beni ‘Tarafını seç’ diyerek sıkıştırdın ve ‘Ya benden yanasın ya ABD’den’ diyerek tehdit ettin, şimdi de vuruyorsun. Ne sendenim ne ABD’den’ dedi.

    4. Bu hamleyi cok büyük ihtimalle sadece 2-3 kişiyle paylaştı. Bu sayede yıllardır ve muhtemelen bürokratlarından, son zamanlarda daha da fazla yaşadığı İran’a ve İsrail’e sızdırmaların önünü aldı. Bu, ofisini dahi dinleyen içeridekilere de ‘Oyununuzu bozarım’ mesajıydı.

    5. Baas rejimine artık gizleme gereği bile duymadan aleni şekilde çalışanlara ve Reyhanlı patlamasında parmağı olduğu ortaya çıkanlara ‘Aniden bir karışıklık çıkabilir. Kimbilir bir gece ansızın sizi de Silivri’de misafir ederim’ dedi.

    6. Ülke içinde konformistlikleri nedeniyle savaş karşıtı olan hemen herkesi direnişçi yapıp ‘iç savaş’ naraları attırarak ‘fake’ savaş karşıtlığını deşifre etti. Ayrıca herkesi istediği zaman psikolojik olarak savaşa hazırlayabileceğini yedi düvele gösterdi.

    Burada özellikle, Suriye’de devrimin bu hale gelmesinde başrolü oynayan gizli özne İran’a özellikle değinmekte yarar var. İran açık alanda belirgin söylevlerle savaşmıyor ama ‘odadaki görünmeyen fil’ misali her yerde var ve bu savaşı o yönetiyor. İran’ın Suriye’deki pozisyonunun Baas rejimini savunmakla bir alakası yok. İran, Suriye’yi, en güçlü rakibi olarak gördüğü El Kaide’yi yok etmek İçin bir sıçrama tahtası olarak görüyor. Neden düşmanı değil de rakibi diyorum: Mehdi’nin geldiği fikri, Türkiyelilere fantastik gelse de, Şii inancında çok önemli bir yer tutuyor. Öyle ki, Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken yüzü yeşil bir örtüyle kapatılmış erkek fotoğrafları, ‘Mehdi yakında yüzünü gösterecek’ cümleleriyle İran medyasında yer buluyor. Kral Abdullah’ın ölümünü son alamet olarak yorumlayan Şia, Sünniler arasında kısmen yer bulan ‘Mehdi Afganistan’dan çıkacak’ düşüncesini yok etmek istiyor. ‘Mezhepler Mehdi gelene kadar vardır’ inancı, İran için bu rekabeti kazananın mezhep savaşını da kazanması anlamına geliyor. İstanbul’daki üçüncü köprüye Şah İsmail’le savaşan Yavuz isminin verilmesinin de, bizim medyada Türkiyeli Alevilerin hassasiyetleri açısından alınıp farklı algılansa da, İran’a bir gözdağı olarak yorumlanıyor.

    Öte yandan, 3 yıldır Arap Baharı’nı, 2 yıldır Occupy Wall Street’i yakından izleyen biri olarak, dezenformasyonun bu kadar hızlı yayıldığına şahit olmamıştım. Bu durum, yurt dışından bu olayları takip eden uzmanların gözünde, yaşananların kurgu olması ihtimalini güçlendirdi. Özellikle ‘polis bir direnişçiyi öldürüp kalbini yedi’ye varacak kadar saçma haberler, Nazi Almanyası benzetmeleri, kimyasal silah asparagasları bu tür olayların gerçekleşme biçimlerini bilimsel olarak ele alanlar tarafından farklı yorumlamalara yol açtı. Olayların kopuş biçimi değil ancak dezenformasyonun geometrik artış hızı bu farklı yorumları artırdı.

    Başbakan’ın içki ve çevrecilik gibi, etnik unsur, rejim değişikliği gibi ciddi özellikler barındıran diğer ayaklanmalara oranla masum ve hatta PR bile sayılabilecek bir konuyla protesto ediliyor olması, bu yazıda bahsettiğim teoriyi güçlendiren bir durummuş gibi duruyor. Böyle ortaları bekleyen, ‘Bu başka, gelin’ciler de Erdoğan’ı hiç yanıltmıyor.

    Kısacası son iki haftada siyasi dilini sertleştiren, muhafazakar düzenlemeleri hiç yapmadığı kadar yüksek doja çıkaran Başbakan, kontrolü dışına çıkacak olayları göze almış olsa da burjuvanın sokağa çıkmasına bilerek ve isteyerek izin vermiş görünüyor. ‘Ağaç’ deyince aklına ‘darağacı’ gelenlerin devrinin geçtiğini bilse de, ufak da olsa var olan bu riski bile göze almış olduğu anlaşılıyor. Cemaat gazetecilerinden ve polis görünümlü sosyal medya hesaplarından gelen yorumlara dikkat etmek ama fazla kulak asmamak lazım. Onlar bir yıl önce oyun dışı kaldilar, şu anda standart bir muhalefet yaparak rol kapabilir miyim düşüncesindeler.

    Sonuç itibarıyla, CNNInternational, BBC, RT, Anonymous Erdoğan’ı ne kadar çok eleştirirse onun için işler o kadar yolunda görünüyor. Her uluslararası yayın, dev sermayedarların kendi hükümetlerini sıkıştırıp ‘Noluyor? Orada benim yatırımım, şubem, çalışanım, nakitim, taşınacak malım var’ diyerek sıkıştırmasına sebep oluyor.

    Yüzbinlerce insanın öldüğü, milyonlarca insanın sığınmacı olduğu, kaybolduğu, işkence ve tecavüze uğradığı olaylara kayıtsız kalan, hatta bu insanlara fiziksel görünümlerinden ötürü ‘terörist’ diyebilen insanların alkol, çevre gibi faktörler yüzünden şehir terörüne başvurması ve bunu insan hakları ihlaline dayandırması hayatın bir ironisi gibi. “Polis şiddetini kınıyorum” gibi resmi cümleler yazmıyorum. Orayı aştık. Erdoğan haklı mı haksız mı tartışmasına girmiyorum. Keyifli bir yol değil ama eğer düşündüğüm gibiyse yanındayım. Yanıbaşımızdakiler katlediliyorken ‘evim huzurlu olsun’ diyememenin kahramanca bir güzelliği var. Savaşlar kirlidir, tek lekesi bu olsun. Bunu ulusal bir vaka olarak görmek varolduğun coğrafyadan da dünyadan da bihaber olmak demek. Ben de artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını umuyorum. Hayırlısı neyse o olsun.

     

    Merve Şebnem Oruç

    • Like 1

  4. Daha önce dikkatimi bu kadar çekmemişti Mevlana İdris. Okur geçerdim. Twitter hesabını aktif olarak kullanmasından sonra araştırdım ve olaylar hızla gelişti. Güzel yazanlardan. Şair yönünü biliyordum, ve Eski Kafa'sını. Aynı zamanda da neyzenmiş kendisi. Çocuk masalları da yazıyormuş. Çok yönlü bir kişilik.Ve en önemli ayrıntı benim için, Maraşlı olması sanırım. Ordan kötü yazar çıkmaz kolay kolay. İyi biliriz. Twitter hesabını buradan takip edebilirsiniz. Aktif kullanıcılardansanız muhakkak ediyorsunuzdur zaten. Ya da dikkatinizi çekmiştir. Romantik İslamcı deyip geçilemeyecek kadar güzel akıtıyor bana sorarsanız timeline'ı. Dikkate değer şahsiyet. Sizler de bi göz atın derim.

     

     

    Ellerimizin Büyük Boşluğu

     

    Burası dünya ve biz artık çok sıkıldık.

    Oyun bitti, zifiri karanlıkta belalar uçuşuyor
    Dünyanın yalanları, uçakları ve bombaları arasında solup giden ömrümüzü
    Kuşa çeviren yasalardan, yönetmeliklerden, nizamnamelerden sıkıldık
    Telefon seslerinden, akıp giden televizyon görüntülerinden, bilgisayar tıkırtılarından, gazete hışırtılarından
    Alıp başımızı gitmek istiyoruz
    Alıp başımızı sana gelmek istiyoruz
    Sana gelmek
    Sana gelmek, orada kalmak istiyoruz
    * * *
    Çok unuttuk hatırlamak istiyoruz
    Başımızın okşanmasını, gözyaşımızın silinmesini, kolumuza girilmesini istiyoruz
    Yağmurunu ve meleklerini yeniden istiyoruz
    Rüzgârın sesini, ırmağın sesini,
    Dağların dağ, denizlerin deniz, kadınların kadın, çocukların çocuk
    Erkeklerin erkek, ekmeğin ekmek, nanenin nane olduğu bir dünyayı yeniden isterken
    Seni istiyoruz aslında Bunu söyleyemiyoruz
    * * *
    Her yer gece, çok gece
    Ve biz meleklerini istiyoruz Rabbim
    Çok yenildik yetmez mi
    Bir bankanın önünde, bir koltuğun altında, bir ziyafetin ortasında, bir günahın tenhasında
    Büyütüp durduk siyahı
    * * *
    Kuşlar gibi bakarken
    Kuşlar gibi vurulan çocuklarla
    Çok yenildik yetmez mi
    Bir mermiyle değişirken dünyamız
    Kulağımızda uluslararası bir kınama
    Büyük büyük yokluk yurdunun uğuldayan sorusuyla giriyoruz toprağa
    Dünya değişti ama kapı nereye açılacak
    Biteni biliyoruz şimdi ne başlayacak
    * * *
    İşaretler ortadayken çöllere daldık
    Kalp verdin korkunç yaralandık
    Akıl verdin, iyiliği esir aldık
    Ekranda kıtadan kıtaya atılan bir füze
    Gazetede karşı kaldırıma geçerken çiğnenen bir adam
    Durmadan dönen bir dünyada nerede olunabilirse
    Orada bile değiliz ve bilmiyoruz böyle nasıl
    Çamur olabilir kan olabilir karanlık olabilir böyle nasıl
    Ele geçirir dünyayı gece
    Gece gece gece
    Her yağmur tanesini bir melek indirirken yeryüzüne
    Her yalanı yüz şeytan taşıyor olabilir mi
    Bilmiyoruz
    Çünkü
    Bilincimiz içerken binlerce yılın karmaşık şurubunu
    Kameraya bakıp kalabalık şeyler söylemek ve gülümsemekle meşgulüz şu an
    Sonra oturup düşüneceğiz bütün bu olanları
    * * *
    Bu olanlar! Çok şey şüphesiz
    Ama vaktimiz kalırsa oturup düşüneceğiz
    Yusuf’u düşüneceğiz, Ya’kub’u, Musa’yı
    İsa’yı düşüneceğiz, Nuh’u ve öbürlerini
    Ve Efendimizi
    Efendimiz
    Kuyular kuyular kuyular kazdık
    Bir nefes üflemen için yeryüzü bataklığında sazdık
    Kestik kendimizi deldik yaktık
    Sonra sana değil dünyaya aktık
    Dünya ki mescittir, biz ona otel yapmışız
    Kalktı ki yenilmişiz değişmişiz azmışız
    Bir sızı kalmış içimizde başka bir şey yok
    Bu sızıdan yol bulup kapına dayanmışız
    Bir çocuk oyuncağını alamamış
    Bir kız sevdiğini saramamış
    Bir anne yıllardır kolları açık bekliyor oğlunu
    Bir adam paramparça bir çift göz için
    Birisi ekmek götürememiş evine
    Birisi aşk
    Birimiz dünyayı kurtaracak
    Birimiz yarını
    Birimizin aklı tutuşmuş yanıyor
    Birimiz bomboş kalbine bakıp birini anıyor
    Birimiz ayrılığın ilk günü gibi her akşam kanıyor
    Birimiz kıyametin koptuğuna inanıyor
    Birimiz çekip gitmiş yeryüzünden ellerini hâlâ açık sanıyor
    * * *
    Geldik işte bunlar ellerimiz
    Açılmış bak, bilirsin ne diye
    Ki bilirsin, biz bu ellerle neler işledik
    Açtık işte bunlar ellerimiz
    Burası dünya
    Şu biziz
    Bunlar da ellerimiz
    Öyle açık, öyle acemi, öyle boş
    Öyle mahcup, öyle dalgın, öyle boş
    Öyle boş
    * * *
    Senin değil miyiz hepimiz
    Senin değil mi her şey
    Alırsın kime ne verirsin kime ne
    Ve bu açtığımız eller senin değil mi
    Senin değil miyiz hepimiz Rabbim
    Bir yıldız bir ağaç bir buğday tanesi kadar
    * * *
    Bize dokun
    Dokunmazsan uçacağız tozlar gibi uzayın derin soğukluğuna
    Kahire’den Bombay’a, İstanbul’dan İsfahan’a, Kudüs’ten Paris’e
    Sensiz neye baktıksa örgütlü bir yalnızlıktı
    Ne yaptıksa sensiz, bir şarkısızlıktı
    Hayatın bir durağından öbür durağına
    Bir sevgili olmadan yürümek!
    Bunu yapamıyoruz
    Kundağı çıkarıp kefeni giymeden önce
    Adına hayat dediğimiz o büyük sarhoşlukta
    Bir ölüm adımıyla geçerken dünyanın bütün içlerinden
    Ellerimizi açmış bekliyoruz
    Açmış bir çiçeğin değil miyiz senin
    Haber göndermedin mi bize
    Şahitlerin değil miyiz
    Müziğin değilsek bu sesler ne
    * * *
    Kimsesiziz kime gidelim
    Yaralarımız var kime
    Sıcak bir şey arıyoruz, kime
    Merhamet istiyoruz, kime
    Bağışlanmak istiyoruz, kime gidelim
    Sorumuz ve cevabımız sen değil misin
    Yorgunuz, kaybetmişiz, dalgınız, kırgınız, küsmüşüz
    Bu çocuklar birer birer kaybolurken sisler içinde kime gidelim
    Çok yürüdük yollar kayboldu yol bulduk sana geldik
    Ne getirdin deme bize, senden başka neyimiz varsa o bizim yokumuzdur
    Geldik işte bunlar ellerimiz
    Bunlar da ellerimizin büyük boşluğu
    * * *
    Altı yönüm harab, beş duygum harab
    On parmağımda on acı Ya Râb
    Denize dalan bir desti nasıl tahammül etsin suya
    Fırlattın beni dünyaya
    Yeniden al kucağına, çağır beni yeniden
    Bu saman çöpünü kasırgada bırakma.
    * * *
    Bağışla bizi diyebilir miyiz bilmiyoruz
    Dilimiz varır mı buna
    Affet bizi diyebilir miyiz
    Bunu deniyoruz şimdi
    İçimizin ve dışımızın bütün cehennemlerinin uzağında bir bekleyiş bizimki
    Büyük bir kapının önünde bir karınca, vurmuş kapıyı bekliyor
    Kapı açılacak, yoksa niye var
    Rahmet örtecek günahı
    Geride kalacak gazabın adımları
    Duyulacak büyük bahçenin o büyük şarkıları
    Sunulan şarabı çekinmeden içeceğiz
    Görüneceksin durmadan kendimizden geçeceğiz
    Görüneceksin her şeyimizle sana göçeceğiz
    Değil mi
    Değil mi
    Değil mi
    * * *
    Ol dedin olduk senden
    Gel dedin geldik sana
    Yaptıklarımız için
    Yapmadıklarımız için
    Elimizi
    Dilimizi
    Allah’ım
    Bağışla bizi
    Bağışla bizi
    * * *
    Başımız yerde
    Açtık elimizi sevgilinle birlikte
    Bize bak çekip çıkalım uçurumlardan
    Bize bak çıkalım dünyanın bütün kulluklarından
    Parçansak al bizi bir daha ayırma evinde uyuyalım
    Yabancıysak dost ol bize senden ayrılmayalım
    Elimiz açık ve ruhumuz secdede durmuş bekliyoruz
    Sevdiklerin aşkına sevenlerin aşkına
    İnşirah inşirah inşirah
    Ayetin değil miyiz senin Yâ Allah
    (Mevlana İdris)

    **************************

     

     

     

     



  5. HIRSIZ, POLİS VE KOMÜNİST




    Polis meydandadır; hırsız gizli...

    Polis cemiyetin kötüye karşı nefret ve şiddetini temsil ettiği için apaçık iş görür. Bu âşikarlığı ifade için de üniforma giyer ve gece fenerlerinin altında kolunu salaya sallaya dimdik gezer. Çünkü hak ve kuvvet akar sular gibi açık ve her yana diktiği nöbet kulübeleri ve karakollar da, çeşmeler ve sebiller kadar boldur.

    Hırsız, polisin belli olduğu derecede gizlidir. İnsanların, evlerine hava ve güneş girsin diye açtıkları pencerelerden girer ve duman çıksın diye kurdukları bacalardan süzülür. Bu bakımdan hava, ışık ve dumandaki esnekliği andıran bir çevikliği, bir fevkaladeliği vardır.

    Daima tabiinin üstündeki tecellilere aşık, daima hakikatin maverasına hasretli, daima esrarlının vaadettiği ihtimale tutkun insan ruhu, gizliyi nerede bulursa alakalıyı ve cazibeliyi orada bulur.

    En basitinden, en giriftine kadar her insan için bu böyledir, ama olgun insanla ham insan arasında şu fark vardır :

    Olgun insan, gayesi öz cazibeden ziyade evimizdeki kilimden başka bir şey olmayan hırsızın iç yüzüyle, vazifesi tutmak ve cezalandırmaktan başka bir şey olmayan polisin cazibeden vareste dürüst çehresini görebildiği halde, ham insan, cazibesi hilesinden doğma hırsızı bir kahraman ve cazibesizliği vazifesinden gelme polisi bir aciz farzeder.

    Bilmez ki, hırsızdaki bütün fevkaladelik, aslının değil tarzının eseridir. Çarşı ustalarının ihtiyar Amerikalılara yutturmak için bir saniyede yaptıkları on bin senelik tarihi taşlar taklidinden daha adi olan bu zanaat hilesini ne kadar anlatsanız yine tesirini kuş beyninden söküp atamaz.

    Komünistin doktrinleriyle şu anda işimiz yok.. Yalnız onu büyük ve bilgisiz kalabalığa sempatik göstermekte doktrinlerinden çok fazla iş gören bir makyaj oyununu işaret etmek istiyoruz.

    Üstü çöp ve mısır koçaniyle dolu Haliç akıntıları gibi bir yerde ancak hafif insanları sürükleyen menfi bir cereyan gördünüz mü hemen dikkat ediniz!

    Etrafa yaydığı cazibe dalgası, mayasındaki güzellik ve doğruluk cevherinden mi, sırtındaki fantamo elbisenin büyüsünden mi geliyor?

    27 Ocak 1939



  6. Siyaset yapmak, yemek yapmaya benzer. Eldeki malzemeyle yapılır. Mutfak bütçeye ve manava, siyaset coğrafyaya ve tarihe mahkumdur.


    İdeolojiler ise yemek kitapları gibidir. Tabağımızdakilerle kıyaslanacak olursa, yemek kitabındaki fotoğraflar veya ideolojik sloganlar, her zaman gerçeklerden 'daha iyi' görünürler. Çünkü en güzel anlar, dondurulmuş, fotoğraf olmuştur.

    Yeri gelmişken, Frenk gavuru kardeşlerimizin hakkını teslim edelim: 'En iyi, iyinin düşmanıdır.' İdeolojilerinin birbirine zıt olması yanıltmasın, bu memleketin okumuşu Frengistanlıdır. Nereden anlarız bunu? Mükemmeliyetçidirler.

    'İster Frengistan'da ister içerde', en iyisinden bahsederek, mükemmel olmadığı için iyi şeyleri hafife alırlar. 'Türk kafası'na yakıştırdıkları ve her fırsatta aşağıladıkları 'kervan yolda düzülür' zihniyeti, evrim teorisinin eski adıdır oysa.

    Bizim onlara hak verdiğimiz gibi, umuyorum onlar da bir gün hakkı teslim ederler. İdeolojilerle sorunları çözmeye çalışmak, yemek kitabının fotoğraflarına bakarak karın doyurmaya benzer. Eskilerin 'gelen gideni aratır' dediğine, günümüzde ideoloji diyorlar. Bu beyhude çabalar, değil saf bir dimağın sorularına doyurucu cevaplar vermek, midenin sesini bile susturamazlar. 'Pratik ve denenmiş' olsalar da, karın doyurmazlar.

    Bir uçtan diğer uca savrulmak riskine karşı, şu noktanın altını çizmekte fayda var. 'Yemek kitaplarını hafife alıyorsa, mutlaka fast-foodcudur' veya 'ideolojilere karşıysa kapitalisttir' ikilemine hapsolmaya gerek yok. Pratik ve denenmiş ideolojik kitapların üstünü çizen bir insan, kapitalizmin altını çiziyor değildir. Ya ne yapıyordur? Bu ikilemi reddediyor ve kavşakta sizden ayrılıyordur.

    Özgeçmişlerin ve internette paylaşılan fotoğrafların yalancısıyım: Seyahat etmeyi sevmeyen yok gibi. Sırt çantanızı alıp yollara düşmek, yeni yerler görmek, yeni kültürleri tanımak ve yeni insanlarla tanışmak sizin için bir yaşam tarzıysa, belki siz bana yardımcı olabilirsiniz. Yerinde duramayanların, düşüncelerinin yerinde saymasının nedeni nedir? Bedenlerini ülke ülke gezdirirken, düşüncelerinin 'mahalle sınırları'nın dışına çıkamaması nedendir?



    Eskilerin deyişiyle söylersek: 'Düşünmek, yola çıkmaktır.' Yollara düşmek insanın yaşam tarzıysa eğer, niçin bir sorunun peşinden kitaplar boyu yolculuk edildiğini pek göremiyoruz? Seyahat gerçekten yaşam tarzım olsaydı, bu tarz, düşüncelerimde de bariz olarak görülürdü.


    Nereye giderlerse gitsinler, yurttaturist, cihanda turisttirler. 'Orta-doğu'daki ülkelerin başkentlerini bile sayamazken, 'Büyük Ortadoğu Projesi'nin maddelerini tek tek saymaya kalkarlar. Amerikan emperyalizmine karşı çok dikkatlidirler güya. Trajikomiktir ki, emperyalistlerin diliyle konuşurlar. Türkiye'nin güneyine 'orta-doğu' demekteki tuhaflığı bile farkedemezler.

    İlkokul seviyesinde coğrafya görmüşler bile, Türkiye'nin doğusunun ortasının, yani orta-doğusunun Asya olduğunu bilir. İddia ettiğiniz gibi, emperyalistlere karşıysanız, dünyaya onlar gibi bakmıyorsanız, niçin güneyimize 'orta-doğu' diyorsunuz? 'Bilad-ı Şam' dediğimizde, niçin

    yüzümüze boş gözlerle bakıyorsunuz? Sadece Londra'dan, Paris'ten veya Washington'dan bakanlar için, orası doğunun ortasıdır, 'orta-doğu'dur. Daha kurduğun cümleyi değiştiremiyorsan, neyi değiştirebilirsin ki!


    Devletçilik oynamaktan devlet hakkında okumaya ve düşünmeye pek vakit bulamayanlara hatırlatmak lazım: Büyük devletlerin planları da büyük olur. Yıllardır Amerika›nın «Büyük Ortadoğu


    Projesi»ni eleştirerek, daha ne kadar özeleştiriden kaçacağız?



    Türkiye büyük devlet olsaydı, büyük planları olurdu. Halkıyla uğraşan her devlet, küçüldükçe küçülür. Asıl mesele şu değil mi: Türkiye, niçin bugüne kadar kendi 'Büyük Ortadoğu Projesi'nin hazırlamadı? Bütün büyük devletlerin, 'orta-doğu' hakkında büyük planlarının olması, devlet olmanın alamet-i farikasıdır.



    Amerika'nın 'Büyük Ortadoğu Projesi' olması normal, Türkiye'nin 'Büyük Güney Projesi' olmaması anormaldir. Konuşacaksak, bunu konuşalım. Köpeğin köpeği ısırması ne zaman haber oldu?



    Yazının devamını haftaya okuyabilirsiniz.

     

     

    http://yenisafak.com.tr/yazarlar/IbrahimPasaliPazar/seni-bir-kizla-gormusler---i/37224


  7. Bir adam düşünün. Geçmişini sadece utançla hatırlayan ve geleceğe güvenle bakmanın tek yolunun da geçmişinden kurtulmakta bulacağını düşünen bir adam. Bunun için adını değiştiren, konuşmasını, davranışlarını, kılık kıyafetini hatta yüzünü değiştiren bir adam. Sizce böyle bir adam gerçekten özgüvenle geleceğe bakabilir, yepyeni bir birey haline gelebilir mi? Geçmişin ondan kurtulmaya çalıştıkça peşinden tüm azametiyle koşturan bir hayalete dönüşeceğini anlaması kaç yılını alır? Ya da geçmişini inkâr etmenin aslında kendini inkâr etmek olduğunu anlaması?

    O adamı bilemem ama Osmanlı geçmişine ait her şeyi silmeye çalışıp, kendimizden bambaşka bir toplum yaratmaya çalışanların bunu idrak etmesi 80 yıl sürdü. Darbelerle idrak sürecini uzattılar ama kaçınılmaz hakikat işte geldi çattı. İyi de oldu. Osmanlı geçmişinin bizi, biz yapan bir gerçeklik olduğu sadece Cumhuriyet elitleri değil, dünya tarafından da sonunda kabullenilmeye başlandı.

    Ünlü yazar Timothy Garton Ash, 'Avrupa, Suriye'yi açıkça Osmanlı bir kadere bıraktı' ('Europe has left Syria to a distinctly Ottoman fate') başlıklı Guardian'da yayınlanan makalesinde şöyle diyordu:

    'Hükümetin 'stratejik derinlik' doktrini, Türkiye'yi, Avrupa, Ortadoğu ve Orta Asya'ya uzanan bölgesel bir güç olarak görüyor; tahmin edin, kim gibi... Hatırlayalım, Türkiye'nin pek konuşkan ve hiper enerjik Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 'yeni Osmanlıcı' olduğu suçlamasını resmen reddetmişti, fakat aynı zamanda 'Ben sadece bir ulus devletin bakanı değilim' demişti.' (Radikal, Yorum, 13.04.2012)

    Cumhurbaşkanı Gül'ün Hollanda ziyareti sırasında yaptığı açıklamaların satır aralarını da bu çerçevede özetlemek mümkün. Zira geçmişiyle barışmayanın, ondan feyz ve ders almayanın 'büyümesi' mümkün değildir. En önemlisi geçmişini reddedenin özgüven sahibi olması imkânsızdır.

    Çok dilli ve kültürlü olan, sınırları geniş imparatorluktan tek dilli ve tek kültürlü olması amaçlanan, 'küçük olsun, bizim olsun' ulus-devletine geçişin böyle sınırlayıcı bir etkisi vardı elbet. Olabildiğince içe kapanan ve vatandaşını asimile ederek kendini gerçekleştiren ulus devletin, 'iç düşman' algısını güçlendirmesi şarttı. Zira sadece on yılda on beş milyon genç 'yaratılmamıştı', aynı zamanda Alevisinden Kürdüne, Müslümanından gayri Müslimine, işçisinden köylüsüne nerdeyse zulmedilmeyen vatandaş kalmamıştı. Bu yüzden farklı toplumsal gruplardan vatandaşların da birbirini tehdit unsuru olarak algılaması sağlandı ve 'böl-parçala-yönet' taktiği uzun yıllar oldukça işe yaradı. Böylelikle kendi gölgesinden korkan, içe kapanık, biraz amnezik biraz paranoyak bir ülkeye dönüştük. (Ülkeyi bu durumdan çıkarmaya uğraşan Menderes ve Özal'ın başına gelenler de malumunuz...) Galiba bu kendinden emin olamama, 'Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur' anlayışıyla herkesten korkma hali sebebiyle en bilinen ve okullarda hep en başta olan sözlerden birisi 'Türk, övün, çalış, güven'dir. Kökünü reddedenin övünmesi de kendisine veya çevresine güvenmesi de oldukça zordur çünkü...

    Ancak nihayet Türkiye, ulus devletin korkak ve sınırlı politikasından imparatorluk bakiyesi zenginlikleriyle barışık ve cesurca hareket edebilen bir ülke haline geliyor. Cumhurbaşkanı Gül'ün 'Bugün demokrasimizin sorunlarının önemli bir bölümü de geçmişten gelen kalıntılardır' demesi de buna işaret ediyor.

    Geleceğe güvenle bakmamızı sağlayan bu özgüveni en başta geçmişimizi hatırlamamıza borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Hollanda ziyareti sırasında verdiği yarım saatlik mülakatta, Cumhurbaşkanı Gül de imparatorluk bakiyesine vurgu yaptığı değişik yerlerde tam beş kez 'özgüven' kelimesini kullandı. Örneğin Atatürk milliyetçiliği ve üniter devlet yapısının anayasada olup olmaması gerektiğine ilişkin sorularımıza 'evrensel hukuku' hatırlatarak yanıt veren Cumhurbaşkanı, laiklik, cumhuriyet, demokrasi, insan hakları ve toplumsal bütünlükten taviz verilmemesi şartıyla gösterilmesi gereken tavrı şöyle tarif etti:

    'Bunun ötesinde rahat olmamız lazım. Geçen Harp Okulları'nda yaptığım konuşmada ki benim için konuşmamın en önemli yanlarından birisi de şuydu: Biz bir imparatorluk devamıyız. Biz de bir imparatorluk refleksi aslında var. Olması lazım. Yani biz bu anlayış ve özgüven içerisinde hareket etmeliyiz problemlerimizin çözümünde. Kendimizi daraltamayız. (...) Bizim de sınırlarımız belli ama devraldığımız kültür ve hasletlerimizi yok sayarsak kendimizi probleme sokarız. Onun için bu konularda özgüvenimizin büyük olması lazım.'

    Sizce bu özgüvenli bakışın, en büyük ilham kaynağı 'Büyük Doğu' olan bir cumhurbaşkanı döneminde hâkim olması tesadüf müdür?


  8.  

     

    Leblerimle emrine âmâdedir cânım benim
    Alda bir bûseyle öldür haydi cânânım benim

    Lâl olur birden dilim bilmem neden görsem seni
    Görmesem kalmaz karârım dinmez efgânım benim

    Hasta gönlüm çok zamandır iftirâkından harâb
    Olmadım bir lahza rahat geçti devrânım benim

    Mübtelâyım bir ümitsiz gizli derdin zehrine
    Bu sebepten her geçen gün düştü dermânım benim

    Yok teselliden nasîbim vermeyin zahmet bana
    Etmeyin bunca eziyet az mı hicrânım benim

    Kantutar sen her bakışta kastedersen cânıma
    Yâremi sar melhem ol da akmasın kânım benim

    Arif Emre her ne etse râzıdır fermânına
    Sahibimsin hem efendim hemde sultânım benim

    Süleyman Arif Emre

     


  9. Evet tam olarak okumadım yukarıdaki yazıyı. Ayrıntıyı da atlamışım çok teşekkürler bilgilendirme için. "Yarışmayı düzenleyen kurumlar" kısmındaki arkadaşları kasdetmiştim aslında ben falan diye kıvırmıyorum. :) Sadece ödül konu ve nitelik gibi kısımları okudum aceleyle.

     

    Katılacak arkadaşlara başta Mümin kardeşimiz olmak üzere başarılar. Dereceye giren kişinin site üyelerimizden çıkması gurur verici olurdu aslında. Cesaretimi toplarsam belki ben de denerim. Başka yok mu katılacak olan?

    • Like 1

  10. Kimse Gogol yazmamış sanırım. O adamın ince zekasına, zamanındaki sorunlara keskin bir ironiyle yaklaşmasına bayılıyorum. Rus edebiyatı denilince aklıma ilk gelen kişi olma özelliğini de taşıyor kendileri. Kelime oyunları, tasvir gücü, ve üslubu bir Rus'tan beklenmeyecek kadar fevkalade.

     

    Madem aykırı başladım, kimsenin sevmediği iki tane de kişisel gelişim kitabı koyayım kitaplığımıza. Birisini geçen sene dedemlerin evinde bulmuştum, babamın öğrencilik yıllarından kalmaymış. Kaplı, yazarı ve adı belli olmayan bir kitaptı. Bir merakla kaplığı yırttığımda Dale Carnegie-Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı yazılı bir kapakla karşılaştım. Kitap klasik bir kişisel gelişimden ne kadar öteye gidiyor, büyük bir iddiada bulunamam fakat, kolay kolay böyle yazar ve eserleri sallamayan birisi olarak beni etkilemeyi başardı. Uzun bir süre etrafımdaki insanlara karşı melek gibiydim. :) Genel olarak mottolarına göz attığımızda zaten bunun İslam Ahlakıyla birebir örtüştüğünü görmemek mümkün değil. Bu da tavsiyemdir kısaca. İsminden zaten anlaşılıyor konusu.

     

    Diğer kişisel gelişim kitabım Muhammet Bozdağ-Ruhsal Zeka olacak. Ki okuduktan sonra çevreme anlatmaya kalktığımda birçok kişinin bir vesileyle ya okumuş ya da duymuş olduğunu farkettim. Tamamıyla beni gaza getirmeyi başaramasa da, ihtiyacım olduğu bir anda karşıma çıkarak kötü bir dönemi atlatmama yardımcı oldu diyebilirim. O kadar da değil belki kalitesi. Ama bana tam olarak o kadar yardımcı oldu işte. Belki de belleğimdeki kişisel gelişim olayı çok az olduğu için, çabuk etkileniyorumdur. Bilmiyorum.

     

    Ah bir de, siyaset azıcık dahi ilginiz varsa Gürkan Zengin- Hoca ve Hüseyin Besli&Ömer Özbay-Bir Liderin Doğuşu kitaplarını tavsiye edebilirim. Muhakkak okumuştur eminim burdaki arkadaşlar da. Okumayanlar varsa kitaplıklarına eklesinler. Bir Liderin Doğuşu biraz hatta belki baya taraf olarak yazılmış bir kitap. Tamamen objektif diyemem, aksini düşünmediğim için beni rahatsız etmedi fakat rahatsız olanlar da muhakkak Takunyalı Führer'i okumuştur zaten. Dengeler bence fikir olarak birazcık dahi olsun.

     

    Şimdilik bunca yazılmış sayfadaki listedekilerden farklı olarak bunlar geldi aklıma...


  11. Kusura bakmayın arkadaşlar, yeni fırsat bulup yazabiliyorum. Öncelikle renk konusunda hafif oynamalar yapabilirsiniz. Maalesef hiç vaktim yok şu aralar ve fazla elimden gelmiyor bu tip işler, ancak fikir verebiliyorum. İkisinde de hatta amblemi de sayarsak üçünde de renkler hafif sırıtmış. Ünlem işareti, yani dikdörtgen olanda biraz abes duruyor. O olmasa hafif bir renk değişikliğiyle kullanılabilir. Amblemle sticker rengi de birbirine uyumlu yapılamaz mı biraz daha? Eğer son çareyse, yuvarlak olan en uygunu gibi... Bir de sitemizin adı sticker'larda geçmeyecek mi kafama takıldı? Belki üst mesajlarda yazılmıştır ama okuyamıyorum maalesef şu an. Naçizane fikirlerim bu arada. Aman ukalalık gibi olmasın... :)

     

    Başarılar...


  12. Heyecanlanmamak mümkün değil yukarıdaki yazılanlar sonrası. Kurulacak olan timler hem sanalda hem de reelde ciddi adımlara imza atılmasına yardımcı olabilecektir. İnanıyorum buna.Tek ihtiyacımız olan heyecan ve aksiyonerliğini bütünüyle kaybetmemiş, bir elin parmakları kadar da olsa genç beyin. Şu anda fazla başarılı olmayan sosyal medya yönetiminin biraz daha etkinleştirilmesiyle, bu genç beyinlerin aramıza katılmasını çok da uzakgörmüyorum. Akabinde; e-dergi, dernek, gerek gerçek hayata gerek de sanala yönelik olacak tüm hareketler peşi sıra gelecektir.

     

    Ben şahsen umutluyum. Ve elimden geldiğince yardımcı olmaya görev üstlenmeye hazırım. Alanıyla kıyaslarsak şu geçen 8 senede nfk.com’un başarısı, yönetimdeki arkadaşların överili çalışmaları inanılmaz. Şu sıralar belki de uzun bir dönemdir site sakin, durağan gözüküyor. Fakat en basit bir örnekle, Üstad’la tamamen alakasız olmasına rağmen edebi ve tarihi birçok aramam sonucu google ilk sıralarda çıkartmakta sitemizi. Geçmiş 8 senede yapılmış olan çalışmaların, üyelerin ve paylaşımların kalitesinin ve beğenildiği, güvenildiği için de tıklanıldığının göstergesi bu. Aynen devam edelim arkadaşlar. Bir 8 sene daha hedefleyelim sadece. Kim bilir neler başaracağız.



    Selametle…

    • Like 2

  13. Tamam ama bu mantık çerçevesinde 'kardeşim' hitabı da aynı yere uzanıyor. Karşımızdaki insanın aramızdaki en kuvvetli bağın İslam olduğunu düşüneceği yani... Hitap kullanılmadan metin yeniden düzenlese? O şekilde olmazsa bence de 'Gönüldaş' kullanılmalı. Kardeşim fazla geneli kapsamıyor sanki.


  14. Bugün Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın doğum günüymüş. Ah şu sosyal medya olmasa haberim bile olmayacak. Biraz önce de bu videoyu izledim. Ne biliyim duygulandım, gururlandım. Şöyle bir düşünüyorum da, tüm yanlışıyla, doğrusuyla ve hakkındaki manşetlere rağmen seviyorum bu adamı.

     

    Yolun açık olsun reyiz. Bu sefer senin için diyorum. :) Nice mutlu yaşlara.

     


  15. Şu anda yapılan birçok yapımda tarihin gerçekliğinden daha çok kitlenin istediğine yer veriliyor. Muhteşem Yüzyıl rezaletinden bir farkı olur mu olmaz mı bilemem ancak göz önünde tutulan reytingse muhakkak bu tip konular ön planda tutulacaktır. Eğer Adnan Menderes'e çapkın yaftasının vurulacağına dair sezginiz şu anda yayınlanmış iki fragmanıysa şahsen ben öyle düşünmedim. Mümin'in de dediği gibi var olmuş bir ilişki. Ve bunun üzerinden o dönemi işleyecek olabilirler. İzleyip görmeden konuşmak boş. Ama fena bulmadım şahsen fragmanları. Yakın tarihe dair fazla dizi-film arşivimiz de olmadığından belki, merak da ediyorum... Umarım hayal kırıklığıyla sonuçlanmaz.


  16. Kemâlizmin millet anlayışında dinin yeri yoktur -2-

     

    Kemalistler veya KAMALİSTLER, millet yaşayışımızda ve anlayışımızda İslâmiyeti yavaş yavaş silebilmek veya onu hafife almak için önce Amentüden işe başladılar. İslâmın Amentüsünde, imanın 6 şartı mı açıklanıyor; onlar da 1928 yılında, Hakimiyet-i Milliye Matbaasında bastırıp dağıttıkları Türk'ün Amentüsü'nde, seslerini şöyle yükselttiler: "Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklalini yoktan var eden Mustafa Kemal'e o'nun cengaver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahit analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim. İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, Gâzi'nin Allahın en sevgili kulu olduğuna, kalbimin bütün hulusuyla (samimiyetiyle) şahadet eylerim."

    Türk'ün yeni Amentüsünden sonra, sıra Kur'ana ve Hz. Muhammed'e geldi. 1931 yılında, İstanbul'da Devlet Matbaasında 4 ciltlik yeni bir tarih kitabı basıldı ve bu tarih kitabı, 1931 yılından 1950 yılına kadar bütün liselerimizde okutuldu. Bu 4 ciltlik tarih kitabını hazırlayanların %90'ı CHP milletvekilleriydi. Yalnızca biri Cumhurbaşkanı Genel Sekreteriydi, ikincisi, Atatürk Lâtife Hanımdan boşandıktan sonra Çankaya Köşkü'nün yeni sakini, bir taşbebek kadar güzel Afet Hanım, diğer ikisi de albay idi. CHP milletvekilleri şunlardı: (Bu kişiler, aynı zamanda Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti üyeleriydiler) Çanakkale Mebusu: Samih Rıfat Bey, İstanbul Mebusu Prof. Dr. Akçuraoğlu Yusuf Bey, Aydın Mebusu Dr. Reşit Galib Bey, Balıkesir Mebusu Hasan Cemil Bey, Balıkesir Mebusu İsmail Hakkı Bey, Kocaeli Mebusu Reşit Saffet Bey, Şarkikarahisar Mebusu Prof. Dr. Sadri Maksudi Bey, Sivas Mebusu Prof. Dr. Şemsettin Günaltay Bey, Eskişehir Mebusu Prof. Dr. Yusuf Ziya Bey... 4 ciltlik tarih kitabının 2. cildi İSLÂMİYET üzerineydi. Peki bu CHP milletvekilleri, Hazreti Muhammed ve Kur'an için ne diyorlar dı? Diyorlardı ki: "Muhammet, 40 yaşına geldiği zaman, vatandaşlarını, kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı yeni bir dine dâvete başladı. Bu dine İslâm denilmiştir." (Syf. 89) "Muhammet'in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba KUR'AN denir. O, Arapların, ahlâk ve âdetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğuna inanmış, bunları ıslah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisine vahiy ve ilhâm fikri doğmuştur." (Syf.90)

    SORUYORUM: Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Kur'an, Hazreti Muhammed'in mi eseridir? Siz de Allah'ı, Cebrail'i, vahyi inkâr mı ediyorsunuz? Etmiyorsanız öfkeniz neden?

    Atatürk ve Afet Hanım, 1931 yılında, Çankaya Köşkünde Yurttaşlık Bilgisi isimli bir kitap hazırladılar. Daha doğrusu Atatürk'ün söylediklerini Afet Hanım kaleme aldı. Kitap bittikten sonra Atatürk, Başvekil İsmet İnönü'ye bir mektup yazarak bu kitabın hem bütün okul öğrencilerine, hem de bütün vatandaşlarımıza okutulmasını önemle rica etti. Bu kitabın 12. sayfasında, millet bölümünde deniliyor ki: "Din birliğinin de, bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda, bunun aksini görmekteyiz. Türkler, İslâm dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra bu din bilâkis Türk milletinin millî bağlarını gevşetti. Millî hislerini, Millî heyecanlarını uyuşturdu. Bu pek tabii idi..."

    SORU: Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Türk milletinin millî hisleri, millî heyecanları İslâmiyet yüzünden gevşediği ve uyuştuğu için mi soyumuz dünyanın en muhteşem devletlerinden birini kurdu. Onu 23 milyon 337 bin 600 km2 üzerine yaydı. 624 yıl yaşattı ve tam 322 yıl, dünyada lider devlet olarak hükümran oldu? Dünyanın neresinde, millî hisleri uyuşan bir millet böyle zaferler kazandı? CHP Edirne saylavı (milletvekili) Şeref Aykut, milletimizin o tarih kitapları ve yurttaşlık kitapları sayesinde, İslâmiyetten ayrılmaya başladığına inandı. 1936 yılında, İstanbul'da KAMALİZM isimli bir kitap bastırdı. Bu kitabın daha ilk sayfasında KAMALİZM'in yeni bir din olduğunu ileri sürdü: "Kamalizm, yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir!" diyordu ve CHP'nin 6 okunu, Kamalizm Dininin 6 görüşü, inancı, imanı olarak açıklıyordu.

    SORU: Siz de Kamalizmi veya Kemalizmi yeni bir din olarak mı kabul ediyorsunuz. Cevabınız evet ise alın ve hayrını görün. "Sizin dininiz size, bizimki bize. Bu millet sizin taptıklarınıza tapmaz. Siz de bu milletin taptığına tapmazsınız.

     

    Yavuz Bülent Bakiler

    • Like 1

  17. 9n12ou4a.jpg

    Belki de tarih, uzun yürüyüşünü bu adanmışlarla sürdürür. Zenci Musa da o inanmış, adanmış ruhlardan biridir. Hayatı baştan ayağa bir fedakârlık..

     

    Tarih her zaman büyük kralları, güçlü komutanları, zeki taktikleri, usta stratejileri anlatmaz bize. Anlatılanların içinde en çok da yüreğinden, idealinden, adanmışlığından başka hiçbir şeyi olmayan kahramanların sımsıcak öyküleri sarıp sarmalar. Tek başına tarihi omuzlayan kavi omuzlar… Ömrünü inandığı değerler uğruna harcamaktan sakınmayan yiğitler… Ve ömürlerini feda ettikleri yolda hiçbir kazanç beklemeyen iman erleri… Belki de tarih, uzun yürüyüşünü bu adanmışlarla sürdürür. Ve geriye bir tek bu yiğitlerin yüreğimizde bıraktığı o namütenahi rüzgârlar kalır. İnsanlığa verdikleri o ulvi ders kalır geride. Ve sert dünyaya verdikleri ruh…

    Zenci Musa da o inanmış, adanmış ruhlardan biridir. Hayatı baştan ayağa bir fedakârlık… Aslen Sudanlı. Girit’te doğmuş. Dedesi tarafından Kahire’de yetiştirilmiş. Tam bir Osmanlı terkibi. Belki de Zenci Musa’yı Zenci Musa yapan o iksir bu terkiptir. Yetiştiği dönem ne yazık ki Osmanlı’nın ölüm kalım mücadelesi verdiği zamanlardır. Koca çınar yüzlerce cephede savaşmak zorunda kalmış ve adeta kurumaya yüz tutmuştur. Musa, Libya’da Osmanlı ordusu ve Şeyh Sunusi’nin İtalyanlara karşı verdikleri mücadeleyi duyar ve Kahire’den Libya’ya gider. İşte bundan sonra vatan için, din için, haysiyet için vereceği savaş hiç bitmez; ta ki ölünceye değin. Osmanlı nerede savaşıyorsa Zenci Musa da oradadır.

     

    O, sonuna kadar hak ettiği bir şeyi bile elinin tersiyle itebiliyor

    Zenci Musa Libya’da Kuşçubaşı Eşref’le tanışır ve birbirlerinden neredeyse hiç ayrılmazlar. Kuşçubaşı’nın emir eridir. Kuşçubaşı’yı adeta baba beller. Libya’daki mücadeleden sonra Batı Trakya Cumhuriyeti’nin kurulduğu ve Edirne’nin tekrar alındığı savaşın en öndeki kahramanlarındandır. Baş döndürücü bir hızla her yerde görünen, savaşan bir akıncı gibidir. Mehmed Akif, “Eşref Bey'in emir eri Zenci Musa/ İsa Peygambere omuzlarını ödünç verir/ Ve Peygamber bu sayede göğe tırmanabilir” diyerek anlatmaktadır Sudanlı Musa’yı.

    Musa, Kuşçubaşı’yla birlikte gizli bir görev için Arabistan’a gider. Üçyüzbin Osmanlı altınının Yemen’de Tevfik Paşa’ya teslim edilmesi gereklidir. Kuşçubaşı ve askerleri Hayber’de İngiliz/Bedevi askerleri tarafından kıstırılır. Eşref Bey İngilizlere esir düşer. O karmaşada Zenci Musa altınları kaçırarak yerine ulaştırır. Ulaştırır ama aynı zamanda Eşref’in esir edilmesi nedeniyle birbirlerinden ayrı düşerler. Yıllar boyu süren cephe arkadaşlığı, kardeşliği sona erer. Bir daha da görüşemezler.

    Musa, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle İstanbul’a gelir. Anadolu’daki istiklal mücadelesine destek için buradadır. Parası pulu, kalacak yeri yoktur. Devlet erkânından paşalar O’na emeklilik teklif ederler. O, “ben bu yoksul, garip milletten emekli maaşı alamam” diyerek reddeder. O kalacak yeri olmayan Sudanlı Musa’nın bu cevabı aslında çok manidardır. Bu ruha ne de çok muhtacız. Şimdi herkesin gözü makamda mevkide. Acaba bir koltuk kapabilir miyim hesabında insanlar. O, sonuna kadar hak ettiği bir şeyi bile elinin tersiyle itebiliyor. Daha sonra Karaköy Gümrüğünde kahyalık teklif edilir. “Ben kâhyalık yapmam. Onu yaşlı bir Müslüman yapsın. Ben hamallık yapsam da olur.” Karaköy Gümrüğünde hem hamallık yapar, hem de geceleri Anadolu’ya silah kaçırılmasını sağlar.

     

    İngiliz küstahlığına bir Müslüman şamarı

    İngiliz komutan General Harrington bir gün gümrükte gezerken Zenci Musa’yı gösterirler. Hani İngilizlerden üçyüzbin altın kaçırmıştı ya. Komutan, “bizimle çalışırsan seni altına boğarım” diyerek Musa’ya bir teklif yapar. Musa ise şu cevabı verir: “Her teklif herkese yapılmaz. Bu teklif beni rencide eder. Benim devletim Osmanlıdır. Bayrağım ay yıldızlı bayraktır. Komutanım Eşref Bey’dir. Bu iş bitmedi. Sizinle mücadelemiz devam edecek.” Evet, tarihî bir cevap, hiç akıldan çıkarılmayacak… Bir iman eri ancak böyle bir şey söyleyebilir. İngiliz küstahlığına bir Müslüman şamarı.

    22930.jpgBunca mücadele, bunca koşuşturmacada Musa’nın güçlü bünyesi zayıf düşer. Verem olur. Bir sanatoryuma yatırılma teklifini dahi kabul etmez. “Benim yerime orada daha muhtaç Müslümanlara bakılsın” der. Bavulunu alıp Özbekler Tekkesi’ne yerleşir. Bir süre sonra burada vefat eder. Bavulundan bir Mushaf’ı Şerif, Osmanlı haritası, Eşref Bey’in fotoğrafı ve kefen bezi çıkar.

    Sudanlı Zenci Musa Trablusgarp’ta, Balkan Cephesinde, Çanakkale’de, Kudüs’te, Yemen’de ve Anadolu’da İstiklal Harbinde canhıraş bir gayret ve emekle mücadele etmiştir. Kuşçubaşı Eşref O’nun ölümünü duyduğunda şunu söylemiştir: “Ben Malta’dan kurtulup, Milli Mücadele’nin bayrağını açanlardan biri olmak şerefine mazhar olduğum günlerde, Musa o benim Arabım, veremden ölmüş.”

    Selam olsun Zenci Musa’ya!...

    Muaz Ergü

    http://www.dunyabizi...musa-orada.html

×
×
  • Create New...