Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
HEZ-EZ

Senai Demirci

Recommended Posts

Senai Demirci Kimdir? Hayatı ve Biyografisi...

biyografi.jpg

 

Dr. Senai Demirci, (doğum. 11 Kasım 1964) . Tıp doktoru, yazar, radyo ve televizyon programları yapımcı ve sunucusu.

 

1964'de Samsun'un Terme ilçesinde dünyaya geldi. Samsun'da başladığı tıp öğrenimini İstanbul'da sürdürdü ve 1990 yılında Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdi. Evli ve üç çocuk babasıdır.

 

Sağlık Ocağı, Yaşama Gücü ve Yürüyüşler, Ramazan Sevinci adlı televizyon programlarının yapımcılığını ve sunuculuğunu ve çeşitli radyo programları yaptı. Zafer dergisi ve dualar. com sitesinde makaleleri yayınlanmaktadır. Ondan fazla kitabı yayınlanmıştır. Engin Noyan tarafından seslendirilen '99 Esma 99 Dua' adlı eseri bunlar arasında en tanınmışıdır.

 

yildiz.gif Senai Demirci'nin Kitapları

Birinci Söz

99 Esma 99 Dua 1

99 Esma 99 Dua 2

99 Esma 99 Dua 3

Aşka Adanmış Öyküler

Aşka Dair Öyküler

Bilimin Öteki Yüzü

Can Kırığı

Cevşen & Binbiresmaşiiri

Çocuğumla Her Güne Bir Dua (B. Boy)

Dar Kapıdan Geçmek (Karakalem Y. )

Hac Günlüğü: Sevgili'nin Evine Doğru

Her Güne Bir Dua / dua sözleri & dua öyküleri & dua ayetleri

Hoşgeldin Bebeğim / Anneler İçin Anneler Diliyle

Kalbimizi Yeniden Yazmak

Modern Tıbbın Ötesi

Mutluluk Öyküleri

Risale Düşünceleri

Sağlık Sırları

Şöyle Garip Bencileyin

Ve Aşk Evliliğin Ellerinde Tuttu

Çocuğumla Her Güne Bir Dua (K. Boy)

Çocuğumla Her Güne Bir Dua (Ciltli)

Dar Kapıdan Geçmek (Nesil Y. )

Kaos'tan Düzene (Çeviri)

Su Üstüne Yazı Yazmak (Çeviri)

Kıl Beni Ey Namaz

İnternet Sayfası

 

 

Kendini Nasıl Anlatıyor?

Bugün doğdu, ömrünü bugün biliyor. İlk taze nefesini bugün aldı. Sonunu sonsuzluğa göre hazırlamaya çalışıyor.

 

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Senai Demirci: Varlığa şiirimle katılmaktır derdim

 

 

Ocak 2, 2011

Senai Demirci’nin kelimelerle ve gönlüyle olan yolculuğuna şahit olduk..

senai-demirci-300x240.jpg

Senai Demirci deyince aklımıza; merhametli bir doktor, kalemi kuvvetli bir yazar, iyi bir radyocu, sesi güzel bir sunucu, fedakar bir baba, duyarlı bir eş, hayırlı bir evlat, samimi mü’min geliyor. Pekiyi Senai Bey’e sorsak kimdir Senai Demirci ?

Aman sorma, çünkü tanımam Senai Demirci’yi. Senai Demirci, Senai Demirci kimdir, bilmez. Aklınıza gelen Senai Demirci olmak için çabalayan biridir sadece. Kardeşlerimin hakkımdaki şahitliğini kendim için bir dua olarak biliyorum. Sessiz ve sürekli, sözsüz ve içten bir duadır bu. Saydığınız sıfatların bende olmadığı ortaya çıktığında, ben mahcup olacağım siz de mahzun olacaksınız. Beni “iyi” sanan kullarını mahzun etmemek için, Rabb-i Rahîm’den ümidim o ki beni mahcup etmeyecek bir hâle getirsin. Her işini hikmetli yapan, her kuluna merhamet eden Rabbimizin, beni mahcup edecek sizi de mahzun edecek bir seçeneği dilemeyeceğini ümit ediyorum. Rahmetinden ümit kesmiyorum: “Rabbim beni sizin bildiğiniz gibi eylesin. Sizi de beni bildiğinizce eylesin.”

Üslubunuz yediden yetmişe herkesi etkiliyor. Sizi hiçbir cemaat, etnik köken ayırmaksızın seviyor ve takip ediyor. Senai Demirci’nin başarısındaki sır nedir? Sizce neden Senai Demirci bu kadar seviliyor?

Benim yazarlığım Risale çizgisinde yürüdü. Bediüzzaman Said Nursî’nin vahyi okurken ve seslendirirken yürüdüğü üslubu bulmaya çabaladım. İslam’ı insan olmaktan başlayarak anlamakla başlıyor bu üslup. Hazır kalıpları ve şablonlar üzerinden değil, her defasında yeni yağan bir yağmur gibi, sıfır noktasından hareketle inşa edilen yazılar yazmaya çalışıyorum. Somutlaştırırsak: Risale-i Nur’da “bizim dinimize göre” diye başlayan ve süren bir cümle yoktur. Bir defa din “bizim”leştirilemez, herkese ait bir rahmettir. İkincisi, “dinimize göre” tabiri, örtük olarak başka türlü “…göre”leri de varsayar. Oysa “tevhid” Allah’ı bir bilmekten fazlasıdır, hükmü ve hakikati de “bir”leştirmektir. Diyoruz ki “bir” olanın “şeriki/ortağı” yoktur; amenna. Öyleyse varlığın tüm kodları, insan olmanın dokusu bütünüyle Allah’a aittir, başkalarına “göre”ler olamaz. Bu durumda, eğer hak ise, her türlü “..göre” zaten “Allah’a göre”dir. Din hayatın içinde “bizim” diyebileceğimiz özel bir “kompartman” değil, hayatı ihya eden, Said Nursi’nin “hayatın hayatı” diye bildiği kuşatıcı bir gerçekliktir. Tıpkı gökyüzü gibi nereye gidersen git hep oradadır. Yeryüzü gibi nereye varırsan var hep oraya varırsın.

Cemaatimi, gördüğün gibi saklamıyorum. İnsan yetiştiren tek kurum cemaatlerdir. En beğenmediğin cemaat bile adam yetiştirir. Cemaatli olunmalıdır; başka türlü yetişmek mümkün görünmüyor. Ancak cemaatçi olunmamalıdır. Bu konuda hiçbirimizin mazereti yok; çünkü cemaatli olmak fiziki bir eylemdir; cemaatçi olmak kalbi bir eylemdir. Sizi kimse cemaatçi olmaya zorlayamaz. Kalbini zorlayamaz çünkü. Ben olabildiğince “sivil” kalmaya çalışıyorum; cemaatimin emeğiyle kazandıklarımın ümmetin bütününün hakkı olduğunu düşünüyorum. Söylediklerimin karşılığında taraftarlık gibi bir ücret beklemiyorum. Risale-i Nur’u tavsiye ettiğimde –ki bana göre vahiyle bizi en doğrudan buluşturan diri bir metindir-bile kalbime bakıyorum. Tavsiyemin onu “bir şeyci” olmaya değil, birilerinin taraftarı olmaya değil, mümin olmaya yönlendirdiğinden eminim.

Yazarken, kendimi bulaşık yıkayıcısı gibi görüyorum. Bulaşık yıkamak daha yalnız ve duru bir eylemdir. Yemek masasını herkesle paylaşırsın ama bulaşıkta yalnızsındır. Bir sonraki yemek masasına hazırlıktır bulaşık yıkamak. Yemeklerin en önemli detayıdır aslında. Görülmez, bilinmez, takdir edilmez. Yemek herkesin gündemidir ama bulaşık öyle değil. Bu yüzden, bilinen gündemi değil yüzyıllar sonra da gündem olacak gündemi izliyorum. Bilinen gündeme dair yazsam da o bilinmeyen gündeme yoruyorum.

Yıllar önce muhterem Ahmet Taşgetiren’den duyduğum bir ifade vardı: “mürekkebi kalbine bandırarak yazmak” Ahmet ağabeyin bunu söylemekle kalmadığını yaşadığını da biliyorum. Kalbime değmeyen cümleler kurmamaya çalışıyorum.

Yazmak için insanın bir derdinin olmasının gerektiğini söylüyor büyüklerimiz. Senai Demirci’yi yazmaya iten dert neydi?

Varlığa şiirimle katılmaktır derdim. Dikkat: “Varlığa şiir katmak” demedim. Varlık zaten şiir. Bunu da tıp tahsilimde öğrendim. Söylenmemiş her güzel ifadeyi insanlığın kayıp hazinesi olarak bildim. Onların elinden tutmaya, ayağa kaldırmaya çalıştım.

Gariptir tıbbı öğrenmek beni yazar olmaya teşvik etti. Belki de otuz yıl olmuştur. Kadıköy’deyim. Tıp fakültesi öğrencisiyim. Biraz burs param var elimde. Ya doktor dinleme aleti (stetoskop) alacağım-en iyi marka Littman ya da daktilo-en iyi markalardan biri Brother-alacağım. Seksenli yılların Kadıköy’ünde bir kırtasiye vitrininde gördüm o daktiloyu… Stetoskoptan vazgeçtim, Brother daktiloyu kaptım, evime döndüm. Sanıyorum o gün yazarlığı tercih ettim. Ama yine de doktor oldum. Baktım ki, kelimelere daha da düşkünüm, doktorluk tahsilini kesmeden yazmayı sürdürdüm. Hatta bir iki defa stajdan çaktım; hasta vizitlerinde hocanın anlattığına değil kullandığı kelime dağarcığına dikkat kesilirdim. Sonuçta “yazan Senai Demirci”nin “Dr. Senai Demirci”den daha çok derde deva olacağına inandım.

İlk yazınızın dergide yayınlanışında ve ilk kitabınızın kitapçı raflarında sergilendiğinde neler hissettiniz?

Çok ciddi bir onaylanmışlık hissi. “Aferin!”sesini duyuyorsun her hecede. Dergide yayınlanıyorsa, “olmuş” diyor birileri senin yazdığına çünkü. Kitapları görmek ise bambaşka… Ben dünyadan gitsem de ardım sıra konuşabileceğime inanıyorum. Kitabın kapağını, her halde, bir sarrafın değerli elmaslara dokunuşundaki keşif zevkiyle tutarım. Kâğıt kokusu ise bir sıla-yı rahim duygusu yaşatıyor.

Size yazmanız hususunda, teşvik eden birileri var mıydı? Varsa kimlerdi?

Olmaz mı? Bence hiç kimsenin yazı hayatı teşviksiz başlamaz. Benimle yaşıt oldukları halde Metin Karabaşoğlu yazı konusunda pirim kabul ederim. Murat Çiftkaya ile kader birliği ettik. Daha sonra Dr. Ali Mermer girdi devreye (şu anda Amerika’da). Yusuf Özkan Özburun da şairliğiyle bana yeni bir kanal açtı.

Kelimelerle yolculuğa başladığınızda ve noktayla sonlandırışınıza denk nasıl bir ruh haline bürünürsünüz?

Her defasında yazıya ürkerek başlarım. Ya olmazsa korkusu yaşarım. Sayfadan ve kalemden red cevabı almaktan korkarım. Ama bir başlayınca her zamanki yolu yürürmüş gibi hissederim. Kelimelerin içinde sürprizler vardır; onların suskunluğundan bir biçim ortaya çıkar. bir heykeltıraşın taşı yontmasında olduğu gibi bildik ama beklenmedik gelişmeler olur. Yazı çoğu kez planladığım gibi akmaz. Yazarken uğradığım bir detayda yeni bir yazı çıkar. Bazen konu çatallanır; bir türlü kalem oynatmaya cesaret edemediğim bir alanda akmaya başlar. O damarı da izlerim; gönlünü ederim. Gerekirse, o kısmı bir başka yazı olarak saklarım. Yazarken kelimeler şiirsel bağlarını kendileri kurarlar; ben sadece izlerim, akışına bırakırım. Bitirince ise o muhteşem doyum hali.. Bir hakikati daha kelimelere dökmüş olma mutluluğu. Elinde bir çoklarının arayıp bulamadığı, hatta aramasını bile bilmediği bir sır… Değerli bir hazine gibi. Bir an önce muhtaçlara gönderme telaşı.

Sürekli seyir halindesiniz. Kimi zaman imza günlerinde, kimi zamanda seminer nedeniyle sıklıkla yolculuk ediyorsunuz. Pekiyi Senai Demirci’nin içine doğru yolculuğu nasıl gidiyor?

Doğrudur; sürekli seyirdeyim. Ki şu anda bu cevapları da seyir halindeki bir arabada veriyorum. Yazma hızım şu anda 140 km/saat! Seyahat ve yazmak en çok sevdiğim iki şey. İçime yolculuğumu Kur’ân okuma saatlerinde, uçuşlarda yapmaya çalışırım. Sık sık bugünümün son gün olduğunu düşünerek yaşamaya çabalarım-ki bu da doğrudur bugün son bugünümdür. İçimde hüzünler, acılar, pişmanlıklar, günahlar var; herkes gibi. Ümitsizliğe düştüğüm an’lar da oluyor, sanki cennetin ortasındaymışım gibi ölsem ne gam dediğim zamanlar da oluyor. Gece namazına kalkabildiğim zamanlarda derin bir yalınlık ve yalnızlık yaşıyorum ki, kendi içimin kıpırtılarını hiç bitmez bir hazine gibi buluyorum. Kendimi gerçekleştirmemiş olarak dünyadan ayrılmaktan endişe duyuyorum ki öyle olacak…

Yürütmüş olduğunuz bir çok proje var. Şimdilerde de vahyin sesine okuyucularınızla beraber kulak veriyorsunuz. Bu projeden okuyucularımıza bahseder misiniz?

Kur’ân’la baş başa geçirdiğim vakitlerde elime avucuma gelenleri tefsir veya meal iddiası olmaksızın paylaşmak istedim. Vahyin Bin Bir Sesi böylece ilk ürününü verdi. Kur’ân dilinin bir “ana şefkatiyle” konuşması beni çok etkiledi. Rabb-i Rahimimiz bizi hiçbir şekilde gözden çıkarmıyor; bunu çok iyi anladım. İnsanların mealin vahyin anlamına kaçınılmaz uzaklığı ile tefsirlerin göz korkutan detayları arasında bocalaması rahatsız etti beni. Vahyi bir nehir gibi düşünüyorum; o nehir hep akıyor, her yere uğruyor; her mevsimde farklı sesler çıkarıyor. Kıyısında duran herkese ayrı sırlar veriyor. Nehrin akıntıları derinliğine göre değişiyor; aşağı yukarı sağa sola gidip geliyor. Sadece yüzeydeki akıntıdan ibaret değil. Ve bu nehir yaşıyor ve içinde yaşayanlar var, uğradığı yerde de hayatı başlatıyor. Mealin kuruluğu ile tefsirin teknik tafsilatı arasında bir yerde mealin de hakkını veren ama tefsir iddiası da taşımayan bir tabir buldum: ayetin “anlam yatağı” Vahyin Binbir Sesi, vahyi incitmeden ve kuşatmaya kalkmadan, vahiyden vahye doğru bir salınışı temsil ediyor. Kısmetse, bir ömür bu seriyi sürdüreceğim inşaallah. Benim için bir yazının kalite kriteri, ben yazarken heyecanlanıp heyecanlanmadığımdır. Beni heyecanlandırmayan, bana sürpriz yapmayan bir yazının okuyucuyu da heyecanlandırmayacağı kanaatindeyim. Her kitapta heyecanlandım ama Vahyin Binbir Sesi’nde bir başka heyecanlandım.

Genç yazar adaylarına yazarlık hususunda tavsiyeleriniz nelerdir?

Klasik olacak ama çok yazsınlar ve daha da çok okusunlar. Yazı ancak yazarak yazılır. Okumak da, bizden önceki deneyimleri toptan yaşamaya denk gelir. Daha önceki yazarların yazdıkları bizim için eşsiz bir hazinedir. Kısa cümleler kursunlar. Duru bir dili tercih etsinler. Ara sıra lügat de okusunlar. Okuyucuları ile aralarındaki ilişki merhamet eksenli olsun. Meydan okumasınlar okuyucuya, kalbinin elinden tutsunlar, ayağa kaldırsınlar. Bir de şu: yazı, yazı yazmak için yazılmaz. Edebiyat, edebiyat için değildir. Edebiyat hak içindir. Yazı gerçeğin hatırına vardır. Hakikatsiz edebiyat denizsiz köpük gibidir. Köpük denizle güzeldir ancak. Deniz de köpükle güzeldir. Ne denizi köpüksüz bırakın, ne köpüğü denizsiz tutmaya çalışın. Hakikatsiz bir yazı kulluk sorumluluğuna aykırıdır. O yazıya harcadığın vaktin ve o yazıyla harcattığın vakitlerin hesabını veremezsin. Hepsinden önemlisi; hep yeni şeyler söylesinler. Şablonla düşünmesinler. Vahye muhatap olan “hep yeni şeyler söyler cancağızım.”

Hangi tür kitapları okumayı tercih ediyorsunuz? Kitap seçiminde dikkat ettiğiniz hususlar nelerdir?

Siyasal kitaplarla başım hoş değil. O alanda zaten çokça yazan var. Şiir kitaplarını kaçırmam. İçine doğru yazan, iç’ten yazan yazarları okumayı tercih ediyorum.

Sizi en çok etkileyen yazar kimdir? Hangi eseridir?

Allah ve en son(unda) çıkan kitabı Kur’ân

Unutamadığınız bir seminer ya da imza günü anınız var mı? Bizimle paylaşır mısınız?

Hepsi birbirinden güzel ve semereli hamdolsun. En son geçen hafta özel bir dinleyici grubuna,Yusuf Kıssası’nı anlatıyordum. Elimde Kur’ân vardı. Yusuf Sûresi’nin bir sayfasındayız. Anlatacağım şeyleri az buçuk biliyorum, ne kadar anlatacağımı da planlamıştım. Ama o sayfadaki iki ayetin daha önce hiç duymadığım özel fısıltılarını duydum. Bıraktım kendimi. Konuşmaya başladım. Sayfaya bakarak konuşuyorum ama tamamen plansız konuşuyorum. Konuşulanlar benim de önceden duymadığım, hiç dillendirmediğim şeyler. Bir taraftan konuşuyorum diğer taraftan yeni yorumumun önceki ve sonraki ayetlerle onaylanıp onaylanmadığını kontrol ediyorum. Öyle tatlı bir akışa kaptırmışım ki kendimi sayfanın sonuna kadar o yorum her bir ayetle yeniden onaylandı, yeniden seslendirildi. Birkaç defa sesim titredi. Ağlayacağım diye korktum. Konuşma bittiğinde hepimiz gözyaşları içindeydik. Haza min fazl-ı Rabbî

Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Son olarak okuyucularımıza paylaşmak istediğiniz bir şeyler var mı?

Bu söyleşiyi okumaya vakit ayıranlara ben teşekkür ediyorum. Günahımıza rağmen bizden ümit kesmeyen Allah’tan rahmetine rağmen ümit kesersek ayıp etmiş oluruz. Zümer 53’deki zarif vurgu çok önemli: Ey kendilerini israf eden kullarım benim; Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz…” Burada demek isteniyor ki, “Ben günahınıza ümit kesmiyor ve size hâlâ ‘kullarım benim’ diyorum. Siz rahmetime rağmen Benden ümit keserseniz, yazık edersiniz kendinize…”

Mehmet Beydemir

Kaynak: HaberKültür.Net

Share this post


Link to post
Share on other sites

bir senai demirci röportajı: hekimlik üzerine eski bir hesaplaşmadoktorresmi.jpg

 

[Cerrahpaşa Tıp'tan öğrenci arkadaşlarım eski defterlerimi açıp biraz sorguladılar beni. Sorular ve cevapları paylaşıyorum.]

-hekim olmaya nasıl karar verdiniz?

Aslında karar verdim denemez. Ben doğduğumda iki büyük annem de doktor olacağıma karar vermişler. Köyde ebe elinde değil hastanede doktor eşliğinde doğmayı tercih ettiğimden olsa gerek. Daha sonraki yıllarda o beyaz önlüklü adamların bilgeliği beni hep etkiledi. Ortaokulda apendisit ameliyatı olmuştum; çok iyi etkilendim. Doktor amcalarımız vardı o zamanlar-her ilçede herkesin efsaneleştirdiği hekimler. Oldukça babacan ve elinden her iş gelir. Sade bir duruş. Bilgece bir bakış. Olağandışı ya da olağanüstü görünmediği halde, olağanüstü sonuçlar. Beni en yakından ilgilendiren bedenim hakkında benden daha çok şey bilmeleri. Bana benim edebileceğimden daha çok iyilik edebilmeleri.

-kendinize örnek aldığınız bir hekim ya da alim var mı?

Belli bir hekim ya da alim söyleyemem. İbni Sina ya da Farabi resimlerinden etkileniyorum hâlâ. Onların hekimliği bir teknisyenlik olarak değil, bir bilgelik olarak tanımlamış ve ortaya koymuş olmalarına hayranım. Önce şair ve filozof, alim ve örnek bir insan sonra hekim olma modelini geliştirmişler. Bence herkes ahlaklı ve ilkeli olmalı ama bunlar en çok hekimlere lazım. Ahlaksızlığın ve ilkesizliğin sakıncaları önce hekimlikte görülür. Önce beyazlar kirlenir. "Hekim" hikmetli iş yapan anlamına geliyor. Her sözünüzde anlam olmalı, her eyleminiz bilgece olmalı. Bunu başarmak için de önce insan olmanın evrensel ölçülerini içselleştirmiş olmalıyız.

-mesleğe başladıktan sonra öğrencilikte var olan hekim tasavvurunuzda bir değişiklik oldu mu?

Hiç şüphesiz; oldu. Daha çok işe yaradığımı fark ettim. Bildiklerimin gerçek hayatta bir yerinin olması bana özgüven verdi. Staj sırasında daracık çocuk servisimizin mecburi hizmet yaptığım Malatya'nın köyüne kadar uzandığını o zaman fark ettim ve utandım. Ayrıca, toplum için bir rol model olabileceğimi de fark ettim. Çünkü hekim, doğrulukta, şeffaflıkta, sırdaşlıkta vs. en az öğretmenler kadar, hatta öğretmenlerden çok daha fazla görünür bir model çiziyor. Hayatın ortasındasınız, herkes bir şekilde sizinle ilişkili. Her yaştan, her kesimden, her anlayıştan, her kültürden insanın ortak paydasısınız. Varlığınız ve varlığınıza verdiğiniz anlam onları sessiz ve derinden etkiliyor. Sözden daha etkilidir bu.

-yeniden öğrenci olacak olsanız neyi farklı yapardınız?

Mezun olalı yirmi yıl olmuş; yeniden birinci sınıftan başlatsalar beni seve seve öğrenci olurdum. Hiç sıkılmazdım. Ancak, eğitimde bilmek kadar sevmeyi de öncelerdim. Bilgi açlığınızı bir şekilde telafi edebilirsiniz; ancak hasta-hekim ilişkisinin, hatta hekim-hekim ilişkisinin sürprizli ve tatlı kıvrımlarını yaşayabilmek için deneyime ihtiyacınız var. Bir öğretim üyesi olsaydım, öğrencilerimle bilgilerimi paylaştığım kadar ilgilerimi de paylaşırdım. Vizitlerde daha çok vakit geçirir, vizitlerde geçirdiğim vaktimin çoğunu tahlil sonuçlarını değil de, hastanın ihtiyaçlarını ve ilgilerini anlamak için harcardım. Bizi "iyi hekim" yapan daha çok bilmemiz değil, daha güzel insan olmamızdır.

-tıp eğitimi aldığınız halde televizyon programcılığı ve yazarlık da yapıyorsunuz. bu tavrınız hekimliği bırakmak olarak mı değerlendirilmeli?

Elbette ki hayır! Söyleşi için gittiğim bir çok yerde sıklıkla sorulur bana: Doktorluk yapıyor musunuz? Sakince "evet" derim, "yaptıklarımın derde deva şeyler olduğundan eminim." Tıp eğitimi, her şeye rağmen, özgün bir bakış açısı kazandırıyor insana. Duru ve doğrudan bir bakış hayata. Her insana perdesiz ve yargısız muhatap olabiliyorsunuz. Karşınızda hiç kimse yapmacık olamıyor; herkes olduğu gibi duruyor. Bu bana iyi bir yazar olmanın arka planını sağladı. Daha çok şiirsel deneme çalışmaları yazıyorum ama edebiyat ile tıp arasında bir paralellik var. İnsan vücudu muhteşem bir şiir; üstelik canlı ve kendi kendisini okuyor. Yıllardır arzu ettiğim iki şiirselliği bir kitabımda buluşturdum: Elde Var İnsan. Şimdilerde insan yüzünün romanını yazmayı düşünüyorum meselâ... Harika malzemeler var insan yüzünde.

-siz şimdi fakültede olsaydınız tıp eğitimine neleri eklerdiniz?

Biraz delice görünebilir ama her öğrenciye en az iki aylık hastalık stajı yaptırırdım. Tıp öğrencisi olduklarının bilinmediği bir hastanede, hiçbir ayrıcalık beklemeden bir iki ay hasta olarak yatmalarını isterdim. Kendilerine nasıl davranılması gerektiğinden yola çıkarak, kendilerinin nasıl davranması gerektiğini iyice düşünmüş olurlar. Tıp Fakültesi birinci sınıfta -tıp öğrencisi olduğum biliniyordu ama- bir ay gerçekten hasta olarak yattım. Altı hastanın bir mekanda yattığı bir odada (Yıl 1982). Bana çok şey öğretti...

Bir de öğrencilerime Robin Williams'ın Patch Adams'ını, House dizisini, Fransız bir yönetmenin Dalgıç ve Kelebek filmini mutlaka seyrettirirdim. Bence televizyonlarımızda yerli ve yerinde bir doktor dizisi yok; umarım birlikte yaparız. Bir tıp fakültesi öğrenci grubunun verileriyle çok şahane ve anlamlı bir senaryo oluşturulabilir.

 

-hekimlik mesleğinin kutsiyeti sizce nereden gelmektedir?

Her meslek kutsaldır; her meslek sahibi kutsal bir işi yapıyorcasına yapmalı işini. Kutsallık ne ile uğraştığınıza değil, ne niyetle iş yaptığınıza bağlıdır. İsterseniz çöpleri topluyor olun; kutsal bir iş yapıyorsunuz. Çünkü içinde bulunduğunuz mekan size emanet, kullandığınız bedeniniz özgün ve özel olarak tasarlanmış, harcadığınız zaman kutsal.

Hekimlik mesleğine gelince. İnsanların her haline tanıksınız. Onların derdini paylaşıyorsunuz, sırlarını saklıyorsunuz. Bir beden üzerinde tasarruf hakkına sahipsiniz. İnsan yaşamının en ince detaylarını paylaşıyorsunuz. Herkesin koşuşturma arasında unuttuğu trilyonlarca gerçeğin farkındasınız. Mesela koştururken ona buna çarpacak kadar hoyrat ve kaba bir adamın bedeninde milyonlarca Krebs Döngüsü'nün ihtimamla yerine geldiğini biliyorsunuz; susuyorsunuz, şaşıyorsunuz, utanıyorsunuz. Mesela olur olmadık şeyleri seyreden, gözlerini gereksiz ve anlamsız "işlerde" harcayanların retinasındaki ihtişamı hatırlayıp şaşırıyorsunuz. Bir insanın kalbinin ne kadar özenle çarptırıldığını, nabzının her damarlarının her köşesine ne kadar zarafetle aktarıldığını bilirken, onun öfkeler ve nefretler, önyargılar ve düşmanlıklar peşinde koşmasına aldırışsız kalamıyorsunuz. Mesela, binlerce kilometrelik damar ağının her milimetresinde sessizce ve mükemmelce olup biten reaksiyonları, hücre danslarını hayal ettiğinizde, bir insanın kendini mutsuz etmesine, geçim sıkıntısından söz etmesine, hayattan yakınmasına gülüp geçiyorsunuz. Kimsenin bakmadığı bir yerden-Yaratıcı'nın baktığı yerden sanki- bakıyorsunuz.

-bir hekim ''tıbbi bir sayaç'' tan ibaret olmadığını ne zaman fark eder?

Yandaki iki resmi birbiriyle karşılaştırırsanız hemen şimdi siz de fark edeceksiniz... Birinde bir baba var; beyin ölümü gerçekleşmiş küçük kızına veda busesi konduruyor. Görünüşte kızının bedeni bütün olarak orada; yüzü canlı duruyor kızının ama kendisi yok-öyle diyor doktorlar. Bir babanın anlasa bile kabul edemeyeceği bir gerçek. Diğerinde ise beyin ölümü gerçekleşmiş "organizma"dan-kendi kızlarından değil-çalışır böbrek, karaciğer vs. almayı bekleyen, ellerindeki kutuları doldurmak için sabırsızlanan sağlık elemanları var. Hiç kimse yanlış yerde durmuyor ama iki fotoğraf arasındaki farkı fark etmezsek hep yanlış yerde dururuz. İnsanın insan oluşunu unutmadan teknik detaylar üzerinde yürümeliyiz.

-kendisini şifaya aracı olarak gören hekim, hastasına asıl yaklaşır?

Modern tıp eski tabirle "çalıyı tersinden sürüyor." İnsan, kendisine ruh üflenmekte olan bir varlık. Ruhunu görmeden bedeninin detayları üzerinde tasarrufta bulunamazsınız. Modern bilimin indirgemeci yaklaşımı, yani bütünü parçada arama saplantısı, insanı ilaçların tek başına iyileştirebileceği kanısını pekiştirmiş. Ama artık holistik/bütünlemeci bir yaklaşımdan söz edebiliyoruz korkmadan, utanmadan. Yani insan önce kimliği ile tanınmalı, ne organından ne lezyonundan ibaret görülmeli. Böylece bedenin ruhsal iyileştirici potansiyeli, duygusal destek yeteneği de harekete geçirilir. Tüm bunlar bir yana, sadece ilaç ya da girişimsel tedavi geçerli olsa bile, hastanın bu sürece katılımını da duygularını ciddiye alarak sağlayabiliyorsunuz. Sağlık Ocağı'nda çalışırken, hastalarıma neredeyse ezberlettiğim bir slogan vardı: "en iyi hap yutulan haptır." Çünkü yutulan hap, yutulmaya değer görülen haptır, yutulmaya değer görülen ise şifa olacağına inanılan haptır-tekrar ediyorum inanılan haptır. İnanma eylemini insan kaslarıyla yapmaz; yüreğiyle yapar, duygusuyla yapar. Hastanızı reçetenize inandırmak için ne yapmalısınız, bir düşünün!

-eskiden ''şifahane'' olarak adlandırılan yerlerin artık ''hastahane'' olarak adlandırılmasının nedeni ne olabilir?

Şifa bütünleyici bir yaklaşımdır; hastalık indirgeyici bir yaklaşımdır. Şifa, hasta da olsanız, bir kimlik bütünlüğünü ve kendiliğinize dair sağlıklı ve anlamlı bir anlayışı ifade eder. Yani, bir insan hasta olduğu halde, bir organı eksik olduğu halde, bir yeri acıyor olduğu halde şifa bulabilir. O haline bir anlamlılık atfedebilir. Ama anlamsızlık varsa hayatında, kafasında varoluşuna dair kayda değer bir çerçeve yoksa, bedensel olarak bütün de olsa şifaya ulaşamaz.

-hastalığın tanımını nasıl yaparsınız?

Hastalık kendi varoluşumuzdan hoşnutsuzluktur. Bu hoşnutsuzluğun belirti ve semptomları her zaman doktora getirmeyebilir insanı ama hekime-sözü ve eylemi hikmetli birine-gereksinim duydurur.

-tıpta çaresi olmayan bir hastalık karşısında acziyet hekimin midir, hastanın mıdır?

Sonunda ölüm olan bir yaşamın hekimi de hastayı da çaresiz bırakacağı kesin değil midir? Asıl acziyet yaşamı ve ölümü anlamlı kılamamaktır. Acizliğimiz kaçınılmazdır ama acizliğimizi anlamsız bırakmak zorunda değiliz. Ölüm önlenebilir değildir ama anlamlandırılamaz değildir. Önleyemediğimiz ölümü anlamlandırma çabamız olmalı. Durduramadığımız zamanı doldurabilir olmalıyız. Kuşatamadığımız yaşam nehrinin içinde bir anlam arayışımız olmalı.

Şöyle düşünelim: İnsanın en çok kendine ait sandığı şey bedenidir ama garip ki kendinden habersiz doğmuştur ve kendine sormadan yaşamakta ve yaşlanmaktadır, kendine rağmen eksilmekte ve eskimektedir. En çok benim dediğim şey bana ait değilse, içinden geçtiğim/geçirildiğim bu nehre dair sorularım olmalı, cevaplar bulmalıyım. Yoksa, sadece fizyolojisi üzerinde yürüyen, varlığa anlam veremeyen, varoluşa anlam katamayan, tüketmekle övünen bir organizma olarak kalıveririm. Kendini kendinden öte taşı®mayan insan, insan olmanın hakkını verememiş demektir. Geçenlerde bir psikiyatrist dostum hatırlatınca şaşırdım ve sevindim. Aynı notları bir de şair Goethe'nin yazdıkları arasında bulunca daha da şaşırdım: İnsandan üç şey beklenir: İnanç, aşk ve ümit. İnancı olmayanın aşkı sahtedir, aşkı olmayanın ümidi ise sathidir/yüzeyseldir. İnanç, varlığı kendinden öte taşıran/taşıyan bir bakış. Bu bakışı kuşanmadan varoluşa ve varoluşumuza estetik bir tavır almamız imkansız. Çünkü sanatın kaynağı olan estetikte, bir eseri ustasıyla ilişkilendirmek vardır, yoksa eser estetik olmaktan çıkar, tesadüfe indirgenir. Kendi varlığına dair bir amaç okuyamayan dehşetli bir anlam yitimi yaşar. Modern tıbbın dibine bir torpido gibi yerleştirilmiş Darwinian ve Malthusian tavrın bakışımızı köreltmiş olması ne kadar acı. Bir "şey"i kendisinden başkasını gösteren bir "işaret" olarak göremeyen, o şeyi sırf kendisini gösteren bir şey olarak gören bir bakış/sızlık ne kadar ümit verebilir bize? Ümit hayat coşkusudur, hayatı aşar, ölümü de aşar.

-insanlara bulaşmasından en çok korktuğunuz hastalık nedir?

Oyalanma hastalığı galiba. Bu tüm bir ömrü obsesif kompülsif davranış bozukluğuna indirger. Yapılmadan edilemez, sürekli tekrarlanan ama anlam içeriğinden yoksun hareketler yapar bu hastalar. Kendilerini onları yapmak zorunda bilirler ama zorunda bilirler; kendi tercihleri değildir. Tüm bir ömrümüz de böylece kompülsif davranışlara dönüşebilir. Herkes gibi yaşayan ama hiç kimse olmayan biri olarak yaşıyor olabilir. Oysa insan biriciktir. Bi'tanedir. Tek yaratılmıştır. Yüzü özeldir; varlığı herkes gibi değildir. Varlığını anonimleştirmeye razı olamaz. Sabah uyan, akşamı edecek uğraşlar bul. Akşam gel, sabahı edecek yeni eğlencelere dal. Hafta içini sadece hafta sonunu hedefleyen bir mecburiyete dönüştür. Bir yıllık çalışmanı bir yaz tatili avuntusunu hak etmekle yetinecek kadar zavallılaştır. Bir ömürlük emeğini ise tatlı bir emeklilik meyvesiyle anlamlandırmaya çalış! İnsan bu kadarına nasıl razı olur? Ötesi yok mu hayatın? İçindeki sonsuzluk arzusunu nasıl olur da küçük avunmalarla susturabilir? Kalbini kalıbından öte taşıracak bir aşkı olmadan nasıl yaşar? Ömrünü ölüm ötesi bir anlamla buluşturacak ümidi olmadan nasıl onurlu kalır?

-tıp camiasında sıkça kullanılan '' hayat kalitesini yükseltmek'' tabirinin sizin lugatınızdaki yeri nedir?

Hayat kalitesi, hayata kalite getirmekle mümkündür. Nefes alışverişlerimizin konforundan öte, bir amaç uğruna nefes tüketebilmektir. Cildimizin pürüzsüzlüğünden öte, pürüzsüz ve lekesiz bir sevda adına cildimizi belki çizdirmek ve kırıştırabilmektir. Hep genç kalmak için gerilmekten vazgeçip yaşlılığa da ölüme de anlam verecek bir gevşemeye kavuşabilmektir.

-hekim olacak arkadaşlarımıza yol gösterecek önerileriniz var mıdır?

1. Ömrünüz ağrıları ve sancıları anlamaya çalışmakla geçecek. Bu yüzden "Dayanılması en kolay ağrı hangisidir?" diye sorun kendinize. -Acele etmeden bu soru üzerinde düşünün. Son önerimde bunun cevabını alacaksınız. Hemen sayfa sonuna gitmeden bekleyin!

2. Yol göstermek için yolu görebilmek gerek. Yolu görebilmek için de yol olabilmek gerek. İnsan olmaya giden bir yol olun.

3. Tıp eğitimi, tıp eğitiminden ibaret değildir; öğrenciyken çok okuyun-ama olabildiğince tıp dışı konularda okumalarınız olsun.

4. Her gezi fırsatını değerlendirin. Ülkenizin siyasal sınırlarını kendi hayalinizin sınırları yapmayın. New York Nevşehir'den daha uzak değildir. Madrid, Mardin kadar "bizim"dir. Sofya Edirne'den farklı değildir. Kenya'da Konya'da olduğu kadar rahat edecek bir evrensel bakışınız olsun.

5. Mutlaka bir yabancı dili (İngilizce olması şart değil!) çok iyi bilin. Beyninizin kapasitesi daha çok öğrendikçe azalacak değil, genişleyecektir. Tükenmesinden korkmayın.

6. Unutmayın ki öğrenci kadar parası ve zamanı bol kimse yoktur. İnanmayacağınızı bile bile söylüyorum; daha sonraları okumak için daha az vaktiniz olacak, gezmek için daha az paranız olacak.

7. En az bir amatör tiyatrocu kadar seslendirme beceriniz olsun. Ses tonunuz, vurgulamalarınız bir insanlık sermayesidir. Bir aktör kadar duygularınızı saklama yeteneğiniz olsun. Bir amatör yazar kadar gözlemleme ve betimleme alışkanlığınız olsun.

8. "Beni kim mutlu edebilir?" diye beklemekten vazgeçin,"ben kimi mutlu edebilirim?" diye sorun.

9. Hekimlik mesleğindeki başarınızı daha çok uzman olmaya, daha pahalı cihazlar kullanmaya endekslemeyin, en harika cihazlar zaten sizde. Gözünüz, kalbiniz, bakışınız, sesiniz, sözünüz.

10. Parayı çok dert edinmeyin; peşinden koşarsanız, daha çok koşturur. Koşmazsanız, o sizin peşinizden gelir.

11. Şu andaki birlikteliğinizden ömürlük dostluklar çıkarın.

12. Aç gözlü, dırdırcı, sürekli halinden şikayet eden meslektaşlarınızdan hiç olmazsa mesai dışında uzak olun. (Bu yüzden ücretsiz servisten vazgeçip, ücretli vapura binerek seyahat ettiğim yıllar olmuştur ve kâr etmişimdir.)

13. Evlilik tercihlerinize akademik, mesleki ve ekonomik hesapları karıştırmayın. "İnsan"ı tercih edin-hepsi bu. Sevdiğinizi sevdiğiniz için sevin.

14. Çocuklarınız sizin yaptığınız her şeyi sizi severse sever. İlle de oğlum/kızım da hekim olsun istiyorsanız, iyi bir anne iyi bir baba olunuz.

15. Fakültede aldığınız bilgilerin en çok yarısı işe yarayacak ama bu bilgilerin hangi yarısının işe yarayacağını şimdiden bilemeyeceğiniz için hepsini öğrenin. Hocalarınızı da sevindirmiş olursunuz.

16. Cihazlarınıza güvendiğiniz kadar sezgilerinize de güvenin. En gelişmiş ultrason cihazı, arkasında bir insan bakışı yoksa işe yaramaz. En pahalı görüntüleme yöntemi bir yorumlayanı olmazsa kör ve anlamsız kalır.

17. Hekimlik hatasızlık değildir; hatasız kul olmaz, doktor zaten olmaz. Hatasızlıktan değil, hatasını hata bilmemekten korkun. Hatasını hata bilmemek hatadan daha büyük hatadır; dahası daha da büyük hataların da anasıdır.

18. İnsanın ömrü kendi hatalarından ders almaya yetecek kadar uzun değildir; başkalarının hatalarından da ders almaya bakın. Kendi hatalarınızı da başkalarına ders olarak verin.

19. Benim gibi hep önerilerde bulunmayın; herkesten, her kesimden mutlaka bir tavsiye isteyin, bir öneri bekleyin.

20. Çok iyi bir dinleyici olun. Dinleme organı kulaklarımız değil; kalbimizdir. Böylece sadece iyi bir hekim olmakla kalmaz, iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir baba, iyi bir arkadaş olursunuz. Kulaklarınız zaten açıktır ama siz can kulağınızı hep açık tutun.

21. "Dayanılması en kolay ağrı başkalarının ağrısıdır." Ağrı başkasının diye dayanılır değildir; sizin kendi ağrınızmış gibi canla başla çaresini arayın.
  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

"Allah" kelimesini küçük harfle başlatanlara ne demeli?salvadordali(1).jpg

 

Kitaplar üzerinde adımı ve soyadımı bitişik ve hep küçük harfle yazdığım için bir genç arkadaşımdan yüklüce bir fırça yemiştim. Neden dilbilgisi kurallarına uymuyordum? Genç arkadaşımın "dilbilgisi kuralları" dediği kuralların çok yenilerde icad edildiğinden haberi yoktu. Örneğin, bir önceki cümlede dilbilgisi kurallarına uyup "icad" yerine "icat" yazmam gerekirdi ama uymuyorum. Örneğin, adı Saadeddin olan kardeşimin adını hiçbir şekilde TC Nüfus Cüzdanında yeni icad edilmiş haliyle, yani Saadettin olarak yazmaya gönlüm elvermiyor. Sırf TDK kurallarına uysun diye yapılan değişiklik, "dinin mutluluğu" anlamındaki ismi "incirin mutluluğu" yapıyor. İnsaf! Aynı şekilde, iman gündemimizi hep canlı ve hem önde tutan Risale-i Nur Küllîyatı'nda özellikle TDK eksenli yapılan tasarruflara şiddetle karşı çıkıyorum: Risale-i Nur, bir Kur'ân Okuludur; bize Kur'ân'ın kavramlarını, kelimelerini, harflerini ve seslerini sürekli telkin eder. Hal böyleyken, siz "mirac" yerine "miraç" yazamazsınız, "vücud" yerine "vücut" yazamazsınız. Öyleyse kitabın kapağında başlayın tasarrufa isterseniz: "Said" değil "Sait" yazın! Böyle yaparsanız, genetiği değiştirilmiş bir metin ortaya koymuş olursunuz.

Bütün bunların yukarıdaki soruyla bir ilgisi yok gibi.. Aslında hayli ilgili... Ama sözü uzatmayı göze alarak bunları da bir şekilde söylemem gerekiyordu. Kur'ân'da, yani Kur'ân'ın aslında cümleleri büyük ve küçük harfle başlatmak yoktur; bu kural sadece bize Türk Alfabesi diye benimsetilmiş Latin Alfabesinde vardır. Bize sonradan dayatılmış kurallar üzerinden kardeşlerimizi üzmemiz ve üzülmemiz doğru değildir. Kişinin "Allah"ı nasıl yazdığına deği, Allah'la nasıl yaşadığına bakın derim. Her yere iri iri Allah yazısı yazanlar, orada burada yerli yersiz Allahüekber diye slogan atanlar, sizce, başkalarını incitmemek, başkaları üzerinde hele de Allah üzerinden en ufak bir baskı yapmamak gibi bir ilahi emri küçümsüyorlar mı, küçümsemiyorlar mı? Kim "Allah"ı büyüklüyor, kim Allah'ı ve Allah'ın emrettiği nezaketi ve inceliği küçük görüyor.

Başka türlü bakınız. Olur mu?

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kalbimi boş sevdalardan kollayan Sensin

Tohumun kalbine ağaçlar yazan Sensin

Aklımı hiçlik korkularından koruyan Sensin

Benlik dağlarımın taşlarını celalinle yumuşat Ey Celil!

.

Senai Demirci/ Söz Yangını

“Benden sonra asın!”

Oğlundan söz ediyor bir baba.

“Önce beni asın, oğlumu sonra…”

Babanın adı: Seyyid Rıza.

Devrim kanunlarına hemen ve harfiyen itaat etmedikleri için havadan bombalanarak imha edilen, sığındıkları mağaralarda fareler gibi zehirlenerek yok edilen kadın-erkek, çocuk-yaşlı 50 bin Dersimli arasından adını en iyi bildiğimizdir Seyyid Rıza.

Dersim İsyanının elebaşıdır devletin gözünde.

Meseleyi “kökünden çözmek üzere” başlatılan Dersim Harekâtı’nda Seyyid Rıza’nın evi de havadan bombalanır. Diğer kadınlar gibi direnen eşi Besi’yi ‘dağ dilberi’ veya ‘dişi kaplan’ diye magazinleştirir devrin Türk basını. (“Cumhuriyet”, 26 Eylül 1937).

“Elli kiloluk bombanın ne şeysi olur ki!” diyen meşhur ilk Türk kadın savaş pilotu Sabiha Gökçen’in bombaladığı evden “garip eşyalar” çıktığına dair haberler de yapılır. Bu da ayrı bir itibar bombalamasıdır. Güya evde haçlar, Hz. İsa’nın parmağı ve Ermenice dinî kitaplar bulunmuştur.

Seyyid Rıza’nın evinde Gökçen’in bombasından nasiplenen “şeyler”den bazıları şunlardır aslında:

Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerif, En’am-ı Şerif, Muhammediye, Siyer-i Nebi, Yıldızname, Bektaşiliğe ait bir şiir kitabı

Seyyid Rıza hükümet yetkilileri tarafından anlaşmak üzere Erzincan’a çağrılır.

Ancak 11 Eylül 1937′de Fırat Köprüsü üzerinde aynı hükümet yetkililerince tutuklanır.

Hizaya getirmek için Şeyh’e zorla fötr şapka ve ceket giydirilir ve böylece fotoğraflanır.

Seyyid Rıza, oğlu ve kardeşi, sadece 14 gün süren yargılamadan sonra idama mahkum edilir.

İnfaz günü gelir. Seyyid Rıza ve oğlunun asılacağı kesindir ama önce kim? Baba mı oğul mu?

Bütün vicdanlar bilir ki, babalar oğullarının ölümlerini görmektense ölmeyi tercih ederler.

Son bir insaf ricası gelir saçı sakalı ağarmış Seyyid Rıza’dan.

Razı olduğumuz o ölüm sırasını ister yetkililerden.

Öldürüleceğine değil, oğlunun gözleri önünde öldürülmesine yanar baba yüreği.

O gün, Seyyid Rıza’yı meydana çıkardılar.

Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Seyyid Rıza meydan insanla doluymuşçasına, Zazaca sessizliğe ve boşluğa haykırdı:

Evladı Kerbelayme, Bé gunayime, Ayvo Zulumo, Cinayeto.”

(Evlad-ı Kerbelayız, günahsızız, ayıptır, zulümdür, cinayettir)

İhtiyardı. Hastaydı. Ancak son yürüyüşüne ayırdı bütün enerjisini. Başı dik, kararlı adımlarla, idam sehpasına doğru rap-rap yürüdü.

Boynuna ip geçirmek için bekleyen celladı kenara itti. İpi boynuna kendisi geçirdi. Sandalyeye ayağıyla tekme vurdu. İnfazı yaptı.

Şeyh Seyyid Rıza’nın oğlu göremedi babasının bu asil yürüyüşünü. Bir babanın son insaf çağrısına kulak vermemişti yetkililer.

Sırf eziyet olsun diye oğlunun idamını babasına seyrettirmişlerdi.

Ne garip ki, bir babanın son andaki son insaf çığlığına kulak asmayan muktedirlerin boynuna takılan zamanın ipi çoktan çekildi. Hepsi toprak altında şimdi.

.

Senai Demirci

Çocuğa verilen ismin bir kıblesi olmalı,

ya bir Peygamber’i gösteriyor olmalı

ya da Peygamber izinden yürüyen birinin hatırasını taşımalı.

.

Senai Demirci

İbrahim'in ateşine odun taşıyan kendi ateşini yakar. İbrahim'in ateşine su taşıyan kendi yangınını söndürür. Ne odun İbrahim'i yakar ne su ibrahim'e yetişir. İbrahim'in ateşi odun hammallarını yakar, su taşıyıcılarına serinlik sunar. .

Dua etmek, kırık kalbini avuçlarına koymandır; diline süslü sözler doldurmak değil…

.

~Senai Demirci ~

 

Senai

Can, paslı bir bıçak yarasıdır varlığın göğsünde.

 

Tenin beyaz yüzünde bir kardelen hülyasıdır, en canlı yıldızı, yerin en kanlı çiçeğidir.

 

Yarada kabuk bağlayan her neyse, buzda kristal kristal biçimlenen ne ise, gökten yukarıda, yerden aşağıda ne varsa kaynayan, hepsi can yüzünden, hep can gözünden, hep can özünden.

 

Yüreğimizin yayında gerili oktur can, ki buralı değildir, şimdiye razı değildir; bizden önceleri ve bizden sonralarıdır.

 

Gölgemizin kuytusunda saklı hayaldir can, ki bizden ama bizden kalmayandır.

 

Alnımızda doğmuş şebnemdir can, ki bizden ama bize ait olmayandır, bizden ötelerde aşkları vardır…

 

.

 

Senai Demirci

 

 

Demirci

Hatırlar mısın oyuna daldığın solgun ikindileri? Terk edilmiş sokak başlarını süsleyen çocuksu neşelerde yitirirdin kendini. Üşüdüğün aklına düşmezdi. Toprak kiri ellerini küçük sevinçlerin yumağına sarıp ısıtırdın. Gece, kuzgunî bir şal gibi ağır ağır omuzlarına çökerdi; aldırmazdın. Oyunun heyecanıyla aydınlatırdın yüzünü, gözlerini. Acıktığını fark etmezdin. Oyuncak zaferleri kut ve gıda eylerdin kalbine. Evi unuturdun. Sıcak odalardan uzaklığına yanmazdın. Bilmezdin ki sen pencere önü çiçeğisin. Derken, ılık bir anne sesi çekerdi kulağını. “Hadi oğlum eve gel!” “Bak yemeğin soğuyor!”

 

 

Ezanı öyle sıcacık bir ana çağırışı say işte! Ardında sakladığı mutlulukları unuttuğun, aydınlığını özle(ye)mediğin ulvî pencerelerin pervâzından salkım saçak taşan ana merhametidir. Hasretlerine mukabele edemeyecek, kalbine gıda vermeyecek oyunların telaşını durduran, yumuşak, tatlı, munis, âşina bir sesleniştir ezan… “Akşam oldu; ömür bitiyor, eve dön, varlığını sonsuzlayacağın kapıyı aç… Hava karardı; gönlüne teselli veren renkler çekildi. Hüzün ve korkuların ellerinin nereye vardığını göremeyeceğin kadar koyulaştı. Yüzüne varacağın, huzura konacağın pencerenin önüne gel. Bak, iyice soğudu da hava, üzerin tiril tiril, kaygıların kışında sıkışan göğsünü sarabileceğin bir yakınlık şalın bile yok… Yuvaya dön, sonsuz yumuşaklıkta bir yastığa başını dayar gibi secdeye var; namazın avuçlarına dök eteğinde biriken yetimlikleri, yabanlıkları…. Sımsıcak bir çorbayı yudumlar gibi, dudağının arasına al dualarını, damağına değdir suskunluğa zincirli fısıltılarını.. Çamura bulanmış ellerini, dünyanın kiriyle kararmış yüzünü kara(n)lıkların tozuna bulaşmış gözlerini, abdestin çeşmesinde yu…”

 

Kalbine bir ana bakışıdır namaz. De ki: İyi ki geldin sıcak yanım Ölümü sol köşede eritti bakışların..

 

 

Apansız, teklifsiz gözüne girip girip gönlüne asla teselli sunmayan billboard resimleri gibi yolunu kesen, gönlünün mah/pus fısıltılarını duymaktan seni alıkoyan fırsatçı bezirgânlar gibi habire sa/taşan, seni durmaksızın koşturan ama menzil vaad etmeyen yürüyüş bantları gibi yoran “büyük” işlerden çekip alır seni namaz. Hırslarının hazlarının yapışkan kuytusuna itip unuttuğun, kentlerin kuru gürültüsünde ninnileyip uyuttuğun, ağzına gündelik telaşlarını kapatıp susturduğun yetim çocuğu hatırlatır sana. İçindeki çocuğun elinden yeniden tutar. Namaz, küçük bir kız çocuğu yumuşaklığında sokuluverir yanına. Küçücük yüzdeki tebessüm içinde saklı kuşları nasıl sonsuz genişlikte bir göğe çağırıyorsa, daracık seccadenin yüzünde saklı vaadler de kalbini sonsuz genişlikte bir göğüse yerleştirir. Küçük kız çocukları gibi, gözlerine toplar cümle çığlıklarını. Tepeden tırnağa bir bakış olur, gök mavisi gözlerini üzerine yağdırır şefkat kurağı çöllerinin. Bir damla gözyaşının seline kapılır; yıkılır, yok olur, silinir sığ haritalarda çizdiğin öncelikli ülkelerin/ilkelerin. Bakışına dayanılmaz o meneviş gözlerin. Menziline girdiğin dem vuruldu bil yüreğin.

 

 

Küçük ve yumuşak elinin çekimine karşı konulmaz kız çocuğunun. Küçük bir gayretle çekip alabilirsin elini elinden gerçi. Yüzünü azıcık çevirip gözlerinin hapsinden firar edebilirsin kolayca.. Ama.. Kalbini sarıp sarmalayan avuçlar, gönlüne kelepçeler takan bakışlar seni sana sürükler. Kendi kıyında bulursun kendini yeniden. Hatırla ki, Medineli bir kız çocuğu Peygamber’in [asm] elinden tutacak olursa, kız çocuğu O’nun elini bırakıncaya kadar O elini çekmezdi. Namaz, gözleri menevişli, saçları kıvır kıvır bir kız çocuğu gibi, ardı sıra koşturduğun-sözüm ona-büyük işlerden koparır seni. Kalbinin yanına çağırır nefesini. Hesapsız, kıyısız neşelerin köşesine oturtur sesini/sessizliğini. Sonsuz, vedasız baharların renk/ahenk çiçekleri dibinde yatıştırır iç çekişlerini. Sade, duru bir tebessümün yanağında durultup süzer cümle gönül kırışıklıklarını/karışıklıklarını. Sever seni, sevindirir, sevildiğini bilir, sevildiğine sevinir. Cismi şefkatinin yanında pek sönük kalır. Bedeni yüreğinin göğünde pek cılız durur. Sarılır göğsüne, yüzünü yüzüne değdirir. Ama içinde parlattığı incilerin üzerini kapatır, derûnunda beklettiği sözleri senden sakınır. Suskundur; yarım ağız konuşur gibidir; lâkin söyleyeceği ne çoktur, ne çoktur…

 

 

Gözlerine bir kız çocuğu ağlayışıdır namaz. De ki: Gözlerin ışık seli senin, Al karanlıklarımı gözbebeklerinde yıka”

 

 

Senai Demirci

 

 

Hatırlar mısın oyuna daldığın solgun ikindileri? Terk edilmiş sokak başlarını süsleyen çocuksu neşelerde yitirirdin kendini. Üşüdüğün aklına düşmezdi. Toprak kiri ellerini küçük sevinçlerin yumağına sarıp ısıtırdın. Gece, kuzgunî bir şal gibi ağır ağır omuzlarına çökerdi; aldırmazdın. Oyunun heyecanıyla aydınlatırdın yüzünü, gözlerini. Acıktığını fark etmezdin. Oyuncak zaferleri kut ve gıda eylerdin kalbine. Evi unuturdun. Sıcak odalardan uzaklığına yanmazdın. Bilmezdin ki sen pencere önü çiçeğisin. Derken, ılık bir anne sesi çekerdi kulağını. “Hadi oğlum eve gel!” “Bak yemeğin soğuyor!”

 

 

Ezanı öyle sıcacık bir ana çağırışı say işte! Ardında sakladığı mutlulukları unuttuğun, aydınlığını özle(ye)mediğin ulvî pencerelerin pervâzından salkım saçak taşan ana merhametidir. Hasretlerine mukabele edemeyecek, kalbine gıda vermeyecek oyunların telaşını durduran, yumuşak, tatlı, munis, âşina bir sesleniştir ezan… “Akşam oldu; ömür bitiyor, eve dön, varlığını sonsuzlayacağın kapıyı aç… Hava karardı; gönlüne teselli veren renkler çekildi. Hüzün ve korkuların ellerinin nereye vardığını göremeyeceğin kadar koyulaştı. Yüzüne varacağın, huzura konacağın pencerenin önüne gel. Bak, iyice soğudu da hava, üzerin tiril tiril, kaygıların kışında sıkışan göğsünü sarabileceğin bir yakınlık şalın bile yok… Yuvaya dön, sonsuz yumuşaklıkta bir yastığa başını dayar gibi secdeye var; namazın avuçlarına dök eteğinde biriken yetimlikleri, yabanlıkları…. Sımsıcak bir çorbayı yudumlar gibi, dudağının arasına al dualarını, damağına değdir suskunluğa zincirli fısıltılarını.. Çamura bulanmış ellerini, dünyanın kiriyle kararmış yüzünü kara(n)lıkların tozuna bulaşmış gözlerini, abdestin çeşmesinde yu…”

 

Kalbine bir ana bakışıdır namaz. De ki: İyi ki geldin sıcak yanım Ölümü sol köşede eritti bakışların..

 

 

Apansız, teklifsiz gözüne girip girip gönlüne asla teselli sunmayan billboard resimleri gibi yolunu kesen, gönlünün mah/pus fısıltılarını duymaktan seni alıkoyan fırsatçı bezirgânlar gibi habire sa/taşan, seni durmaksızın koşturan ama menzil vaad etmeyen yürüyüş bantları gibi yoran “büyük” işlerden çekip alır seni namaz. Hırslarının hazlarının yapışkan kuytusuna itip unuttuğun, kentlerin kuru gürültüsünde ninnileyip uyuttuğun, ağzına gündelik telaşlarını kapatıp susturduğun yetim çocuğu hatırlatır sana. İçindeki çocuğun elinden yeniden tutar. Namaz, küçük bir kız çocuğu yumuşaklığında sokuluverir yanına. Küçücük yüzdeki tebessüm içinde saklı kuşları nasıl sonsuz genişlikte bir göğe çağırıyorsa, daracık seccadenin yüzünde saklı vaadler de kalbini sonsuz genişlikte bir göğüse yerleştirir. Küçük kız çocukları gibi, gözlerine toplar cümle çığlıklarını. Tepeden tırnağa bir bakış olur, gök mavisi gözlerini üzerine yağdırır şefkat kurağı çöllerinin. Bir damla gözyaşının seline kapılır; yıkılır, yok olur, silinir sığ haritalarda çizdiğin öncelikli ülkelerin/ilkelerin. Bakışına dayanılmaz o meneviş gözlerin. Menziline girdiğin dem vuruldu bil yüreğin.

 

 

Küçük ve yumuşak elinin çekimine karşı konulmaz kız çocuğunun. Küçük bir gayretle çekip alabilirsin elini elinden gerçi. Yüzünü azıcık çevirip gözlerinin hapsinden firar edebilirsin kolayca.. Ama.. Kalbini sarıp sarmalayan avuçlar, gönlüne kelepçeler takan bakışlar seni sana sürükler. Kendi kıyında bulursun kendini yeniden. Hatırla ki, Medineli bir kız çocuğu Peygamber’in [asm] elinden tutacak olursa, kız çocuğu O’nun elini bırakıncaya kadar O elini çekmezdi. Namaz, gözleri menevişli, saçları kıvır kıvır bir kız çocuğu gibi, ardı sıra koşturduğun-sözüm ona-büyük işlerden koparır seni. Kalbinin yanına çağırır nefesini. Hesapsız, kıyısız neşelerin köşesine oturtur sesini/sessizliğini. Sonsuz, vedasız baharların renk/ahenk çiçekleri dibinde yatıştırır iç çekişlerini. Sade, duru bir tebessümün yanağında durultup süzer cümle gönül kırışıklıklarını/karışıklıklarını. Sever seni, sevindirir, sevildiğini bilir, sevildiğine sevinir. Cismi şefkatinin yanında pek sönük kalır. Bedeni yüreğinin göğünde pek cılız durur. Sarılır göğsüne, yüzünü yüzüne değdirir. Ama içinde parlattığı incilerin üzerini kapatır, derûnunda beklettiği sözleri senden sakınır. Suskundur; yarım ağız konuşur gibidir; lâkin söyleyeceği ne çoktur, ne çoktur…

 

 

Gözlerine bir kız çocuğu ağlayışıdır namaz. De ki: Gözlerin ışık seli senin, Al karanlıklarımı gözbebeklerinde yıka”

 

Parmak izlerim kimsenin parmak izine benzemiyor.

Demek ki, benim parmak uçlarıma hiç kimsenin parmak ucuna dokunmadığı gibi dokunmuş.

Sadece dokunmuş mu?

Hâlâ dokunmakta. Her an yeni/den dokunmakta.

Retinam kimsenin retinasına benzemiyor.

Demek ki, benim gözümün içine kimsenin gözünün içine bakmadığı gibi bakmış.

Sadece bakmış mı?

Hâlâ bakmakta.

Şimdi gözlerimin içine yeni/den bakmakta.

Ben gözlerimi kapatsam da,

O gözlerimden bakışını ayırmamakta.

Yüzüm kimsenin yüzüne benzemiyor.

Demek ki, benim yüzüme kimsenin yüzüne yönelmediği gibi yönelmiş.

Sadece yönelmiş mi?

Hâlâ yüzüme dönük ve yüzümün her noktasında çalışmakta.

Ben O’ndan yüz çevirsem de,

O benden yüz çevirmemekte.

Senai Demirci

Niccolo Pagini on dokuzuncu yüzyılda yaşamış yetenekli bir müzisyendir. Herkesin hayran olduğu ünlü kemancı kalabalık bir dinleyici önünde önemli bir konser veriyordu. Bütün orkestra Pagini’nin içli keman sesine eşlik etmek için çalıyordu. Derken beklenmedik bir şey oldu. Pagini’nin kemanından bir tel çat diye kopuverdi. Kemanın orta teli herkesin görebileceği şekilde havada sallanmaya başladı.

Usta müzisyenin alnına ve yüzüne bir anda terler hücum etti. Hayli zorda kaldığı belliydi. Ancak hiçbir şey olmamış gibi kalan üç telle kemanını aynı güzellikte çalmayı sürdürüyordu.

Fakat çok geçmeden olacak en kötü şeyde oldu ve ikinci tel de koptu. Pagini buna rağmen yine çalmaya devam etti. Müziğin sesinden ve kemandan eksilen bir şey yoktu hala fakat birkaç dakika sonra üçüncü tel de koptu orkestranın icra ettiği parçanın sonuna gelinmişti şimdi ustanın kemanından kopmuş üç tel avare gibi sallanıyordu.

Usta kemancı buna rağmen tek telli kemanla müziği bitirdi. Dinleyiciler ayağa kalkıp uzun süre görülmemiş bir coşkuyla alkışladı. Alkış sesleri kesilmek üzereyken Pagini dinleyicilerin koltuklarına yaslanmalarını istedi. Konserin kaçınılmaz olarak biteceğinden düşünen dinleyiciler çaresiz oturdular. Pagini kemanı herkesin göreceği şekilde kaldırdı başıyla orkestra şefine başla ifadesi yapıp tekrar dinleyicilere dönüp. Gözlerini hafifçe kısıp gülümsedi ve bağırdı. Kemanı çenesinin altına koyup son parçayı mükemmel şekilde çaldı…

♥ ♥ ♥

Evlilikte kalabalıklar karşısında verdiğimiz bir konser gibi değil midir? Başlangıçta her şey mükemmeldir eksiğimiz, kusurumuz yok gibidir. İlişkinin de kusursuz gideceğini düşünürüz. Sonra Pagini’nin keman telleri gibi bizimde zamanla tellerimiz kopmaya başlar. Eksiklerimiz ortaya çıkar ahenk bozulur gibi olur.

Şimdi sorun kendinize; Bir tek teliniz bile kalmadı mı? Konseri sürdürmek için cevabı biliyorsunuz; “Her şey bitse de aşkımız kemanda kalan son tel”… Konser devam ediyor…

Aşka Dair Öyküler – Senai Demirci – Sayfa 17-18

 

Senai Demirci

Niccolo Pagini on dokuzuncu yüzyılda yaşamış yetenekli bir müzisyendir. Herkesin hayran olduğu ünlü kemancı kalabalık bir dinleyici önünde önemli bir konser veriyordu. Bütün orkestra Pagini’nin içli keman sesine eşlik etmek için çalıyordu. Derken beklenmedik bir şey oldu. Pagini’nin kemanından bir tel çat diye kopuverdi. Kemanın orta teli herkesin görebileceği şekilde havada sallanmaya başladı.

Usta müzisyenin alnına ve yüzüne bir anda terler hücum etti. Hayli zorda kaldığı belliydi. Ancak hiçbir şey olmamış gibi kalan üç telle kemanını aynı güzellikte çalmayı sürdürüyordu.

Fakat çok geçmeden olacak en kötü şeyde oldu ve ikinci tel de koptu. Pagini buna rağmen yine çalmaya devam etti. Müziğin sesinden ve kemandan eksilen bir şey yoktu hala fakat birkaç dakika sonra üçüncü tel de koptu orkestranın icra ettiği parçanın sonuna gelinmişti şimdi ustanın kemanından kopmuş üç tel avare gibi sallanıyordu.

Usta kemancı buna rağmen tek telli kemanla müziği bitirdi. Dinleyiciler ayağa kalkıp uzun süre görülmemiş bir coşkuyla alkışladı. Alkış sesleri kesilmek üzereyken Pagini dinleyicilerin koltuklarına yaslanmalarını istedi. Konserin kaçınılmaz olarak biteceğinden düşünen dinleyiciler çaresiz oturdular. Pagini kemanı herkesin göreceği şekilde kaldırdı başıyla orkestra şefine başla ifadesi yapıp tekrar dinleyicilere dönüp. Gözlerini hafifçe kısıp gülümsedi ve bağırdı. Kemanı çenesinin altına koyup son parçayı mükemmel şekilde çaldı…

♥ ♥ ♥

Evlilikte kalabalıklar karşısında verdiğimiz bir konser gibi değil midir? Başlangıçta her şey mükemmeldir eksiğimiz, kusurumuz yok gibidir. İlişkinin de kusursuz gideceğini düşünürüz. Sonra Pagini’nin keman telleri gibi bizimde zamanla tellerimiz kopmaya başlar. Eksiklerimiz ortaya çıkar ahenk bozulur gibi olur.

Şimdi sorun kendinize; Bir tek teliniz bile kalmadı mı? Konseri sürdürmek için cevabı biliyorsunuz; “Her şey bitse de aşkımız kemanda kalan son tel”… Konser devam ediyor…

Aşka Dair Öyküler – Senai Demirci – Sayfa 17-18

 



Share this post


Link to post
Share on other sites

Senai demirci'nin hilal tv de Eşref ziya terzi ile birlikte sunduğu 'cafe bahane' adlı bir program var.Hiç denk geldiniz mi? İzlediniz mi bilmem ama çok hoş bir sohbet ortamı oluşturuluyor..Dün izlediğim programda arkada sohbet eden arkadaşlar dikkatimi çekti..Masanın üzerinde ve ellerinde Üstad'ın kitapları vardı:) (Masada bulunanı tam görmesemde elindeki kitap üstadın son devrin din mazlumları kitabı idi)..Kameraya iyi denk gelmişler görenler için iyi bir tanıtım oldu:) Dedim acep arkadaşlar bizim siteden midir????

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ey ölümden kaçan nadan

Elinde kalan sadece şu an, inan.

Kaçma ölümün hakikatinden

Genişlesin sana zaman.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Gözlerim Gözlerine Bakmak İçindir

 

Bir geldin. Hasretini bıraktın zindanıma.

Karanlık karanlığa düştü.

 

Gece gecenin üstüne indi.

 

Parmaklıklar dağıldı; yüzün esir aldı beni.

Taşlar toz oldu; özlemin taş kesildi.

Gözlerine zincirlediler gözlerimi.

Gidişin hüzünlü bir sonbahardı, unutmadım.

 

Yıldırımlar düşürdün bakışından göğsüme…

Saçlarım beyaz alev aldı.

Yandım.

Taş üstünde taş oldum.

Suskunluğum utançtan duvarlar ördü.

Sağnak sağnak yağmur oldum, yağdım küskünlüğümün çölüne.

Çığ olup kendi yalnızlığıma katlandım.

Uzaklığını yorgan yaptım çıplak ruhuma.

Sözün güneşin yüzünü güldürürdü, unutmadım.

 

Sessizliğin yeniden yeniye yanmış bir kül gibi.

Rüzgâr aldı nefesimi.

Buzdan sütunlara çarpıldı sesim.

İçimin içinde bir gurbet oldun.

Sen gittin gideli, dağlar yollardan saklanır oldu.

Öyle derinleşti ki vadiler; gölgeler içine girmeye nazlandı.

Bütün çöllerin tozlarını yutmuş gibi dudaklarım, ah etmekten bile usandı.

 

Susuşun ibret dolu bir kitaptı, unutmadım.

 

İçimde hep su sesi arıyorum.

Denizler kurumuş… Lâl dudaklar susmuş..

Kıyılardan çekilmiş hayat; kemikler un ufak olmuş.

Çöllerinden geçiyorum sensizliğin.

Sessizliğin çığlığını büyütüyorum yüreğimde.

 

Gelişin bir taze bahardı, unutmadım.

Kalbine girdiğim yollara pusular kurulmuş.

 

İnsan insana kavuşmuyor artık.

Anka kuşları dirilmiyor yeniden. Küller bile yanmış yakılmış; ateş yeniden kendine gebe kalmıyor artık.

Hıçkırıklar yalanın harmanına karışmış; gelmiyor gelemiyor yittiği yerden.

Bakışın canlara can katardı, unutmadım.

 

Bütün bağlardan kurtuldum.

Geceleri gecelerin koynuna sürdüm.

Bütün ışıkları gözlerinin karasına çaldım.

Yanağının kıyısına geldim.

Ellerinin ateşinden serinlik umdum.

Gözlerim seni gördüğü için güzel.

Işık senin yüzüne vurduğu için aydınlık.

Yağmur senin göğsüne dokunduğu için serin.

Rüzgâr senin tenine vurduğu için nefeslenir.

Dualar senin dudağına dokundu diye göklerin kapısına dayanır.

Duruşun dağların başını dik tutardı, unutmadım.

 

Günahlarımı biliyorum, utanıyorum.

İsyanlarım çok oldu; yüzüme bakamıyorum.

O kadar unuttum ki, unuttuğumu hatırlamıyorum.

Bana nasıl bakacağını merak ediyorum.

Ürperiyorum. Ürperiyorum.

Ya tanımazsan beni…

“O beni sevmedi!” dercesine görmezden gelirsen ağlayan gözlerimi?

Hayır, hayır, böyle olmayacak, emin olmak istiyorum.

Senin müşfik bakışında, toprağın yağmura doyması gibi sonsuz bir serinliğe kavuşacağım.

Senin bakışında sonsuz bir hülyânın eteğine varacağım.

Özlemin cennetin kokusu bana, sana susadım.

 

Ne hüznü eksilir ne sana doyar bu gönül.

Sen gittin, çiçekler ezildi dünyada.

Sen gittin, rüyaları boğuldu bebelerin.

Sen gittin, sesi duyulmaz oldu derelerin.

Sen gittin, yüreklerden kan çekildi.

Sen gittin, can tenden usandı.

Sen gittin, dağ dağa küstü.

Sen gittin, alev üşüdü.

Sen gittin, aşk kalplerden çekildi.

Kıyılara vurdu aşıkların cesedi.

Vuslatın cennet çiçeği bana.

Baharlardan hep seni sordum.

 

Senin serinlettiğin suları içiyor ceylanlar.

Martılar senin yürüdüğün göklerde geziniyor.

Kelebekler senin yüzünün değdiği bahçelere yayıyor kanatlarını.

Bebelerin senin tebessümünü içiyor ana sütünden evvel.

Şu dar göğsümün kozasından çıkmaya çalışıyorum.

Sonsuz genişliklerin sırrı iki dudağının arasında saklı.

Bir kelâm söyle n’olur!

Her hecenin arefesinde seni duymak istiyorum.

Hitabın denizleri taşırıyor kıyılarıma, nereye baksam sana dokunuyorum.

 

Sev beni cananın olayım.

İçimden aksın bütün ırmaklar.

Senin kıyılarını kucaklayan kocaman bir derya olayım.

Rüzgârlar savursun beni, yağmurların hepsi alnıma düşsün, taşların hepsi göğsüme düşsün.

Senin ayaklarını öpen kocaman bir dağ olayım.

Çöller savrulsun, dağlar aradan çekilsin, yokuşlar ve inişler bitsin ki yürüdüğün yollara toz olayım.

Senin hasretinle yanar her yanım, bütün ufuklardan seni umarım.

 

Çöldeyim, susuzum.

Dudağın bana Leylâ.

Kuyularda Yusuf’um.

Sözlerin bana Züleyhâ.

Ateşlerde İbrahim’im.

Gözlerin bana deryâ.

Sancılar içinde Meryem’im.

Bakışın bana İsâ.

Yaralar içinde Eyyub’um.

Hasretin bana şifâ.

Ölüler içinde bir ölüyüm.

Ellerin bana musallâ.

 

SENAİ DEMİRCİ

Share this post


Link to post
Share on other sites

eller1.JPG

Ya Bedi!

Hiçligi varlikla taçlandiran sensin

Varligi yokluktan çikarip süsleyensin

Sen ki her seyi essiz bir güzellikte yaratirsin

Essiz yakinligina al beni

Sen ki her isi özenle ve incelikle tamamlarsin

Inceden inceye sev beni

Ya Baki!

Ne zaman lezzet alsam tükenince elem çekerim

Lezzetleri daim eyleyen sensin

Ne zaman kavussam ardindan ayriligi beklerim

Kavusmalari sahici eyleyen sensin

Ne kadar çok sevdam varsa o kadar çok veda beslerim

Kalbime ebedi sevdalar düsüren sensin

Ömrüm kisa elim yetismiyor kalbim kandir

Baki olan ancak sensin Beka bahset imanima

Ya Varis!

Yok bildiklerim senin nazarindadir

Yitirdiklerim senin katindadir

Bitirdiklerim senin yanindadir

Unuttuklarim senin hatirindadir

Unutulmuslari sonunda sen anarsin

Gidene de kalana da Varis sensin

Ebedi kavusmaklar ver bana

Ya Resid!

Ya Rab sensin hakiki biricik mürsit

Yönümü sana çevir yolumu sana getir

Ya Sabur!

Eyyub’a(as) sabri sen ögrettin

Eyyub’a(as) sabri sen verdin

Sen ki sabri için Eyyub’a(as) översin

Sensin Sabur asil sabreden sensin

Sabur sensin sabredenleri seversin

Sabrin öyle ki ben kuluna hilmin çok

Sabredersin ki cezalandirmak ta acelen yok

Sabrin var ki pisman olacaklara mühletin çok

Sabrin öyle ki sabretmeyenlere bile sabirsizligin yok

Sen ki bütün sabredenlerin sabir sebebisin

Muhabbetine mahzar olan sabilinden eyle beni

~ AMIN ~

Senai Demirci

 

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

buraya kadarmış....hilal(1).jpg

 

Koca bir ömür bıraktım arkamda. Ellili yaşların eşiğindeyim. Bugün ölecek olsam, "olabilir!" denecek. "Üstü kalsın!" diyebileceğim kadar yaşadım. Mezar taşımda bundan sonra yazacak rakamlar kimseyi şaşırtmaz. Artık yaşamıyor oluşu kanıksanacak biriyim. Sorunlu bir çocukluk geçirdim. Derin yaralarım var. Bir çoğunu iyileştirmek bir yana, dokunamadım bile. Korkularım var. Önyargılarım var. Komplekslerim var. Kapris yaptığım, kalp kırdığım dönemler de oldu. Şöhretle sınandım; kaybettiğim günler oldu. Param bol olduğunda kaybettiğim sınavları parasız kaldığımda fark edebildim ancak. Pürüzsüz değilim. Arızalı yanlarım var. Çoğu zaman dağınık, bazen dalgınımdır. Nadiren dağıttığım olur. Ayağımın kayacağını bal gibi bildiğim alanlarım vardır. Suizanda bulunduğum, gıybetini ettiğim, helalleşmekten utandığım kardeşlerim var. Çok uzak gördüğüm günahların eşiğinde bocalarken buldum kendimi. Övgüler aldığımda, utanıyorum, çok utanıyorum. Alkış aldığımda iki türlü utanıyorum. Birincisi, zaten hak etmediğimi bildiğim için; ikincisi, alkış beklediğimi sandıklarını sandığım için.

Yetişkin ve günahları olan bir insanım. Öyle ki, bazen bana hayranlıkla bakan bir çocuğun masum gözlerinin içinde erimeyi delicesine istediğim oluyor. Geçmişimi üzerimden kirli bir elbise gibi sıyırıp yürümek istiyorum. Kulları şahit kılmak men edilmeseydi eğer, yaptıklarımın hepsini açıkça anlatıp başka kimsenin, ama hiç kimsenin benim hakkımda benim itiraflarımdan daha ayıplı ihbarlar yapamaz hale gelmesini isterdim. Hani bir sahabenin, Peygamber'den (asm) çok ciddi bir konuda çok ağır bir azar işittiğinde, "keşke o olaydan sonra Müslüman olsaydım!" deyişi var ya, ben de öyle haykırmak istiyorum. Öncesinde ve sırasında Müslüman oluşumdan utandığım isyanlarım var. Ama... Ama... Şimdi burada vazgeçilmez bir bedenin içinde yürüyor olmak vazgeçiriyor beni itiraftan. Son nefesin dibine kadar üzerine titrediğim itibarım tutuyor elimden itiraflarımın. Ben bana "sırdaş" olarak kalıyorum. Kendi içime kıvrılıyorum çaresiz. Aynadaki ben ve aynaya bakan ben karşılıklı susuyoruz, utana sıkıla.

Aynada gözlerinin içine baktığım adamı utandırıyorum, utanıyorum o adamdan. Gözlerimi kaçırıyorum gözlerinden. "Başka bir seçenek yok muydu ey Allah'

ım" diyesim geliyor. Yaşadıklarımın hepsi kayıtlı, biliyorum. Musalla taşına sessizce bırakılsın diye beslediğim bedenime bakıyorum; yazık ettin diyorum. O cenazeye ettiğin kötülüğe bak; hiç acımadın mı? Hiç itirazsız toprağa konulacak yüzümü seyrediyorum; "olmadı!" diyorum. Topraklaşmasını kabul ettiğin yüze değdirdiklerine bak... Bir Yusuf kuyusu gibi geçmişe gömülü resimlerime bakıyorum; "ayıp ettin adama" diyorum. "Kolundan tutup nerelere sürükledin adamcağızı!" Hayıflanıyorum. Çok sık hayatı yeni baştan yaşasam dediğim oluyor. Ama olan oldu bir kere...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hasret, hüzün, keder,sızı, sancı, ağrı,ayrılık, özlem ve ölüm birer kelime sadece...

Dile dokunduğunda acıtmıyor,kulağa vuruyor can yakmıyor.

 

Bunlar sözler, sadece sözler, sadece sözler.

Ağzımda kolayca yankılanıyorlar.

Birçok kulağa çarpıyorlar.

Belki birkaç kalbe de iniyor. Havada asılı duruyor sesler.

Harflerin zincirine tutunuyor sözler.

Dört harf 'ölüm' ve sadece iki hece. 'Ö-lüm'.

 

Ölüm derken, kelimenin tam ortasında dil damağa değiyor.

Bitirdiğinde dudak dudağa kavuşuyor. 'Ölümmmm..'

 

Buluşuyor dil ve damak.

Isınıyor dudaklar, birbirine kavuşuyor.

Ama Ölüm öyle değil,

dudakları ayırıyor birbirinden,

soğutuyor dili damağı.

 

Kolay ölüm... bu kadar kolay.

Demesi kolay..

Ya olması ölümün.

Ya dudakları soğutması.

Eşiğinde durmak son nefesin nasıl bir tükenmişliktir.

Nice bir yangındır ömrün bir nefese daha yetmemesi..

Ölümün kendisini ruhunla hecelediğin oldu mu hiç?

Dudağınla değil ruhunla..

Ayrılığı kıvrana kıvrana içtin mi hiç?

Hasretin tam ortasında kala kalıp

zamanın kırık cam parçaları gibi gırtlağına battığını hissettin mi?

 

senaidemirci

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu abinin bi tarzı var, onu sıklıkla yapıyor. Anlatıyorum. Önce yavuklusuna yazılan taze aşık gibi yazısına başlıyor, yazıyor yazıyor yazıyor, en sonunda da direksiyonu cartadanak dini bir kavrama kırıp sürpriz yapıyor. Tamam da bunu her zaman yapıyor. O yüzden sözümona sürpriz, her akşam yediğimiz bayat ekmek gibi sıradanlaşıyor. Evet biz her akşam bayat ekmek yeriz.

 

Bak mesela şunun gibi bi şey yapıyor:

 

Seninle varım ben. Ben seninle benim. Muhtacım sana.

Mutluluğun, dinmeyen huzurun göklerine çıkar beni. Hiçbir kucakta bulamayacağım merhameti sun bana. Yavrusuna sarılan bir anne gibi şefkate boğ beni. (Burada iç ses kaşıntıya başlar: 'Minareden at beni... Hem minare bak, o da dini bişey sonuçta.')

Bana sadık yar ol. Sensizliğin karanlığında yolumu kaybettirme. Yokluğunun çöllerinde kavurma beni. Mekkeli bir yetim'in (Burada Mekkeli bir yetimden bahsetmek kaidedir, kim olduğunu söylemenize gerek yok, Mekkeli bir yetim olması yeterli) günahsız temizliğiyle yaklaş bana. Kar taneleri gibi pak, nur taneleri gibi ışıl damla köhnemiş dünyama. Göklerin rahmeti gibi

Bırakma ellerimi hiçbir an. Gece, gündüz, yaz, kış, kavuran çöllerde, Kevser havuzu veralarda, daima sen tut ellerimden. Sıkı sıkı ve yumuşacık. Asla bırakmamacasına.

Hiç durmadan, bıkmadan sen öp dudaklarımdan ey dua.

 

Ee koskoca adamsın be artık abiciğim, artık ihtiyarladın sanki. Bıraksan şu aşklı meşkli şaşırtmacalı tarzı ölür müsün?.. Gerçek misin sen?

Share this post


Link to post
Share on other sites

Biliyorum ki trradomir bu abiyi çok seviyor,o yüzden bir yazısını paylaşayım dedim.:)

 

ATATÜRK OLMASAYDI!

 

"Atatürk olmasaydı, Fransızlar Antep'ten sonra ülkenin bütününü işgal eder, kadınların örtüsünü başından çeken askerlerin baskısı altında kalırdık. Başı örtülü kızlar okullarda okuyamaz ve başörtülü memur olunamazdı. Annesi ve karısı örtülü diye, namaz kılıyor diye subaylar ordudan atılırdı.
Atatürk olmasaydı, İtalyanlar bir yolunu bulup geçmişimizle bağımızı koparmak için harf devrimi yapar. Mesela yeryüzünün en değerli kütüphanelerinden Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki el yazma eserleri en az 90 yıl sustururdu. Bununla da yetinmez, Müslümanların halifesini aşağılayarak yurtdışına sürerdi.
Atatürk olmasaydı, İngilizler Kastamonu'ya aniden çıkarma yapar. Churchill herkesi şapka giymeye zorlardı. Şapka giymeyi reddeden vatandaşları için seyyar mahkemeler kurar, seri idamlar yaptırırdı. Hatta şapka kanuna karşı çıkıyor diye iki önemli şehri Rize'yi ve Trabzon'u denizden bombalatırdı.
Atatürk olmasaydı, Amerikalılar ülkenin yönetimini ele geçirir. Seçilmiş ilk meclisi zorla dağıtır. Ali Şükrü gibi vatansever düşünürleri öldürtür. Kendi keyiflerine göre kurdukları meclis sayesinde, ülkeyi en az 30 yıl tek parti ile yönetirlerdi. Kendi adamları dışında kimseye oy hakkı vermezler, seçilme hakkı tanımazlardı.
Atatürk olmasaydı, Hitler ülkeyi işgal eder. Türk ırkını üstün ırk ilan eder, Kürtleri, Rumları ve Ermenileri aşağı ırk sayar. "Türkiye Türklerindir" dedikten sonra kendilerini Türk saymayanları Anadolu'dan sürerdi. Hitler bununla da yetinmez, Dersim'de sırf Kürt diye çoluk çocuk, kadın erkek on binlerce savunmasızı bombalarla imha ederdi.
Atatürk olmasaydı, Ruslar Anadolu'yu ele geçirir, camileri ahır yapardı. Medreseleri kapatırdı. Devrin en önemli düşünce odakları olan tekke ve zaviyeleri yasaklardı. Ezanı susturur, yerine anlamsız gürültüler koyardı.
Atatürk olmasaydı, İstanbul Yunanlılara kalırdı. Yunanlılar Fatih Sultan Mehmed'den Bizans'ın intikamını almak için Ayasofya Camiini müzeye çevirirdi.
Neyse ki Atatürk geldi de...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...