Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
nedmanün

Hikayeler, Kıssadan Hisseler

Recommended Posts

Hamlet Aşkın adamıdır Ofelya’ya karşı...

Basit aşk o ama, bir hikmet noktasından mühim...

Mezarına gittiği zaman Ofelya’nın kardeşi gelir.

Yani biri Ofelya’nın sevgilisi, biri öz kardeşi...

“- Burada ne arıyorsun?”

Der Hamlet’e...

“Benden başka kardeşimi kim arayabilir?” gibilerden...

Hamlet sorar:

“- Sen kimsin?”...

“- Kardeşiyim; peki ya sen kimsin?”...

“- Ben Hamlet!”...

“- Hakkın nedir?”...

Hamlet döner ve şu cevabı verir:

“- Kaç yüzbin kardeş bir Hamlet eder?”...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Avrupa bizi neden sevmez hocam?

 

"istanbul universitesi'nde ogretim uyesi Alman asilli Prof. Naumark ile bir

kısım talebesi Bogazicinde geziye cikarlar. Talebelerden biri Prof.

Naumark'a su soruyu sorar:

Avrupa bizi neden sevmez hocam?

 

Prof. Naumark su cevabi verir:

- cok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupali Turkleri sevmez ve sevmesi de

mumkun degildir. Asirlardir kilisenin Turk ve islam dusmanligi Hiristiyanlar

in hucrelerine sinmistir.

Sebeplerine gelince:

 

1. Musluman oldugunuz icin sevmez. Ama faraza laik soyle dursun,Hiristiyan

olsaniz da size dusman olarak bakmaya devam eder.

 

2. Sizler farkinda degilsiniz ama, onlar su gercegin farkindadirlar: Tarihten Turk cikarilirsa tarih kalmaz. Osmanli arsivi tam olarak ortaya

cikarsa, bugunku tarihlerin yeniden yazilmasi gerekir.

 

3. Avrupa'nin pazari idiniz. simdi Avrupa'yi pazar yapmaya basladiniz.

 

4. En az 400 yil Avrupa'da sirtimizda ve ensemizde at kosturdunuz.

 

5. Selcuklular Anadolu'yu, Osmanlilar ise orta Avrupa ve Balkanlari Hacli

ordusuna mezar ettiler.

 

 

6. Sizi silah ile yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek hakimiyet

sagladilar. once ahlaki degerlerinizi yipratmaya basladilar. Giyiminizden

yasantiniza kadar...Sonra kendi icinizde sizi bolmeye basladilar. A-B-C-D

gibi...

 

7. Selcuklu ve bilhassa Osmanli, islamiyet ugruna her seyini feda

etmeseydiler, islamiyet bugun belki sadece Hicaz'da varligini devam

ettirirdi. Kaldi ki Vehhabiligi kuranlar da, ingiliz Dominyon Bakanligi'nin

adamlaridir. Bati her yerde islamiyet'i, sapik inanclara kanalize etti. Ama

Osmanli, Asr-i Saadet'i devam ettirdi.

 

8. Kilise size kin kusmaktadir. Ve sebepleri yukaridadir.

 

9. Ben Turkiye'ye geldigimde 2 universiteniz vardi, simdi 119 universite var

Osmanli zamaninda ise her yerde bir medrese vardi, tarihinize bakin her

medresede bilim egitimi vardi. ilk denizaltini Osmanlinin yaptigini cogunuz

bilmiyorsunuzdur belki de ama Avrupa bunu biliyor..

 

10. Sizler, gercek huviyetinize dondugunuz an Avrupa'nin refahi ve

medeniyeti yikilir.Ama sizde bunun olmasi bu sartlarda cok zor.

 

11. Yine sizler, Avrupa'nin tarihi dusmanisiniz ve daima dusman olarak

kalacaksiniz.

 

 

 

İtiraflarla Avrupa bizi sevmez

Share this post


Link to post
Share on other sites

1368-300x199.jpg

 

Bir Hak dostunun hanımı oldukça sert, geçimsiz ve sevimsizdi. Kocasına her gün dili ve haliyle sanki cehennem azabı çektiriyordu. Bu zat ise onun her haline sabrediyor, nefsini sabra alıştırıyor, bu ateşin içinde her gün pişiyordu.

Güzel ahlâkı elde etmek için bunu bir fırsat görüyordu. Bunun için onu boşamayı hiç düşünmüyordu. Bu zatı tanıyan dostları onun durumuna çok üzülüyordu. Kadına hiçbir nasihat fayda vermiyordu. Öyle oldu ki bu zata acıyan bazıları kadının ölümü için dua etmeye başladılar.

Bir gün kadının eceli geldi, öldü. Kocasının dostları o günü bayram ilân ettiler. Kadını bir an evvel toprağa verdikten sonra sevinerek kocasının yanına geldiler; ona,

“Efendim, biz size taziyeye değil, tebrik etmeye geldik; gözünüz aydın olsun, kurtuldunuz!” dediler. Allah dostu sakin ve düşünceliydi. Yüzünde bir sevinç izi yoktu. Aksine değerli bir şeyini kaybetmiş gibi üzüntülüydü. Bunun sebebini şöyle açıkladı:

“Ben bugün gerçekten çok üzgünüm. Bu kadın benim için bir servetti. Ben onun kötü huylarına sabrederek yüce Rabbim’in razı olacağı güzel ahlâkları elde ediyordum; böylece pek çok sevap ve mânevî derece kazanıyordum. Ne yazık ki şimdi bu servetim toprağa gömüldü, böyle bir kâr kapısı kapandı!”

Demek ki mutlu olmanın yolu çoktur. İnsan biraz işlerin sonunu düşünse, biraz geniş olsa, biraz da aklını ve gönlünü kullansa çok şeyin üstesinden gelir.

Aile Saadeti – S. Muhammed Saki Erol

Share this post


Link to post
Share on other sites

Beldenin birinde bir Leylâ varmış. Bir gün demiş ki tellâla:

“-Halka haber ver. Yarın meydanda kazan kuracak ve herkese çorba dağıtacağım. Toplansınlar, gelsinler.”

 

Bunu duyan halk, ertesi gün büyük bir heyecan ve sevinç içinde, söylenen yere akın etmiş. Kiminin elinde tas, kiminde tencere, kiminde kova… Herkes, daha fazla çorba almak sevdâsıyla, toplanmış meydana… Gelenler, kazanın önünde sıraya girmişler. Pek muazzam, uzunca bir kuyruk oluşmuş ki, görmeye değer…

 

Bekleyenlerin kimi yanındakiyle havadan sudan konuşmaya, kimi ise kendi tenceresiyle bir başkasınınki arasında büyüklük kıyaslamaya durmuş. Halk, sırada beklemeyi pek sevmez. İşte bunun için, sıkılmayalım diye herkes, kendince bir meşgale bulmuş. Durum böyle olunca, koca kuyruktan bir uğultulu ses duyulmuş.

Herkes duyar da hiç, Mecnûn duymaz mı? Konu Leylâ’nın dâveti olunca, şüphesiz o da duymuş. Tellâlın sesi ulaştığı vakit, yüzünde bir tebessümle, demiş ki, kendi kendine:

“-Ah benim Leylâ’m! Canım! Güzelim! Görüyor musun bak, yine cömertliğini göstermiş, ikram edecekmiş. Elbet halka verirken, benden de esirgemez. Alayım da şu küçük kâseyi, Leylâ’mın elleriyle dağıtacağı çorbadan nasipleneyim.”

Gele gele o da gelmiş meydana, kuyruğun sonuna ilişmiş. Deyin hele, hiç Mecnûn’un bekleyişi halkınkine benzer mi? Tabiî ki benzememiş. Halktan kimileri:

“-Bu sıra da ilerlemedi gitti!” diye sızlanmaya başlamışken Mecnûn, kalbinde bambaşka bir titreyişle mahcup; ama ümitli, mahzun; ama mütebessim, sızlanmadan beklemiş. Onu gören bazıları, elindeki kâsenin küçüklüğüyle alay etmiş:

 

“-Ne enayi adamsın be, bedava çorbaya geliyorsun, şu elindeki küçücük kâseye bak. Aklın olsa, bizim gibi yapar, evindeki en büyük kaplarla gelirdin ya, akıl sende ne gezer!” demiş.

Bazıları ise:

 

“-Yahu, dik dursana, ne o öyle sümsük sümsük!” diyerek küçümsemiş.

Diyeceksiniz ki, “Ne de sabırlı bu Mecnûn; onca laf işitiyor da, ses etmiyor.” Yok be yahu, vermesine verir cevabını ya, Mecnûn, o söylenenlerin bir kelimesini bile duymamış. Deyin ki, nasıl duyacak sesleri? Dolu dolu ve yerdeymiş gözleri… Ne zaman çağırsa Leylâ, böyle olur, halk da onun bu vaziyetiyle kafa bulurmuş.

 

Bu arada, sırası gelen çorbasını almış. Leylâ, her gelen için ayrı, pek büyük bir şefkatle ve mütebessim, büyücek kepçesini, kocaman kazana daldırmış. Halk, tasını tenceresini doldurmanın sevinciyle kenara çekildikçe, sıra Mecnûn’a yaklaşıyormuş.

Ee, her şeyin sonu var. O koca kuyruk da böylece küçülmüş, küçülmüş, sonunda kala kala bir Mecnûn kalmış.

Hani kalbi, avcısına yakalanmış bir ceylan gibi çarpıyordu ya Mecnûn’un... Hani bekleyişi diğerlerininkine hiç benzemiyordu ya… O, işte bu hâlin etkisiyle başı eğik, gözleri yerde, anlamış ki, sıra onda, heyecandan titreyerek, elindeki küçük kâseyi, Leylâ’sına uzatmış.

Herkese sevgiyle ikram eden Leylâ, Mecnûn’u karşısında bu vaziyette görünce, birden kaşlarını çatmış. Âh, öyle bir celâlle bakmış ki, görenler şaşmış. Mecnûn yere baka, millet şaşadursun; Leylâ, o herkese çorba ikram ettiği kepçeyi kaldırmış, Mecnûn’un kafasına indirmiş! Ama ne indiriş!!

 

Mecnûn, hiç beklemediği bu davranışın ardından, âni bir hareketle yerden almış gözlerini, Leylâ’nın gözlerinin en derinine bırakmış. Uzun uzun bakmış, bakmış… O bakarken, başından aşağı çok kan akmış. Aldırmamış Mecnûn buna, yine, bir daha, bir daha bakmış.

O kadar ki, ikisinin bakışları sanki birbirinde yok oldu sanırsınız. Sanki öylece dondu da kaldılar zannedersiniz. Epeyce sonra Mecnûn, sanki o gözlerde bir müjde okumuşçasına gülümsemiş.

“-Leylâm! Yine Leylâm!” demiş, sürûr içinde kenara çekilmiş.

Bunu gören halk, galeyâna gelmiş. İnsanlar:

 

“-Sen” demişler, “sen gerçekten de delinin tekisin. Adını Mecnûn koymakla pek de isabet etmişiz. Vallâhi, senden adam olmaz. Yâhu kafana kepçeyi indirdi, başını yardı, kanını döktü, sen hâlâ «Leylâ’m, Leylâ’m!..» diye sayıklayıp duruyorsun. Ne biçimsin ki, bir lokmacık onurun da yok. Seni gören, ikramlandı sanır! Oysa Leylâ, senden çorbasını esirgemekle kalmamış, bir de sana zulmetmiştir.

Bu Leylâ, böyle zâlimlik etmişken, senin şu hâline de bak! Evet, evet, sen resmen zır delisin! Zaten öyle olmasan, daha «Leylâ» der misin?! Bak sana neler etti!..”

Anlayacağınız halk, Mecnûn’a kızacağım derken, Leylâ’yı kötülemeye durmuş. Âh ah! Gaflete bakın ki, Leylâ’yı, Mecnûn’a yeriyorlar.

Nankörlüğe bakın ki, iki dakika önce elinden çorba alıp sevindikleri kimseyi, zâhirine aldandıkları bir hâdise yüzünden hemen yerin dibine sokuyorlar. Biliyorum, çok kızdınız.

“-Bu ne biçim insanlık, hiç insan elinden nîmetlendiği kimse hakkında böyle konuşur mu?” dediniz.

 

İşte zaten Mecnûn da, buna dayanamamış. Hiçbir şeye değil, halkın Leylâ hakkında ileri geri konuşmasına kızmış. İki elini, beline öyle bir koymuş ki… Kaşlarını Leylâsı gibi öyle bir çatmış ki… O sümsük (!) adam gitmiş, yerine heybetli mi heybetli bambaşka biri gelmiş de, dönüp halka demiş ki:

 

“-Bana bakın, bana! Oncanız arasında, seçti de benim başımı yardı, onu çekemediniz değil mi!? Kıskanmayın a dostlar, Leylâm belki bir gün lutfeder, sizin de başınızı yarar!”

Böylece susmuş tüm sesler... Ne diyeceğini bilmez hâlde kalakalmışken halk, “Leylâm!” diye diye, uzaklaşmış Mecnûn meydandan… Hikâye de burada bitmiş.

 

Hikâye bitince şerhi başlar. O hâlde şimdi, şerh edelim de anlayalım, meselenin aslı neymiş:

Efendim; Mecnûn, Leylâ’nın gözlerine bakınca, orada bir şey okudu. Leylâ, anlamaya sadece Mecnûn’un güç yetirebileceği bir dille, içli içli sitem etti. Bu sitem, sadece gözlerin derininde gizliydi ki, o saklı yere yalnızca Mecnûn’un bakışı ulaşabildi. Zira Mecnûn, aşkla baktı. Leylâ, yalnızca âşığına açtığı o mahremde, sessizce şöyle haykırdı:

 

“-A benim Mecnûnum! Bilmez misin ki, ben de sana Mecnûn’um… Bu halkı meydana, sırf seni görebilmek için döktüğümü; bunca zahmete, sırf seninle bakışabilmek için katlandığımı bilmez misin? Aramızdaki aşk ortaya dökülmesin, insanlar ileri geri konuşup fitne fesat çıkarmasın, sırrımız açığa çıkmasın diye böyle yaparım.

Benim derdim, sadece seni görmek, gözlerine dalmakken, şu senin ettiğine bir bak! Halk gibi çorbanın derdine mi düştün ki, nazarını yere, kâseni bana revâ gördün! Sen ki, benden bakışlarını esirgersin, işte o vakit, kepçeyi de kafana böyle yersin! Şimdi, o güzel başından kanlar süzülürken, iyi bil ki, içim yanıyor.

 

Lâkin benden beni değil, çorbayı talep ettiğin ânların yarası içimde, bil ki hâlâ kanıyor. O hâlde şimdi, gözlerime daha uzun bak ki, hem sancım, hem hasretim dinsin…”

İşte Mecnûn, Leylâ’nın bakışında bu cilveyi seyredince, başının acısını unutup tebessüm etti. Halk, hakikati anlama istîdâdına sahip bulunmadığından, Leylâ’ya bile “zâlim” demekte bir beis görmedi.

 

Oysa az önce, kötüledikleri Leylâ’nın önünde çorba için bekleşen de onlardı. Ne yazık ki, halkın sevgisi ve yakınlığı, çıkarını elde edene kadardır.

Şimdi belki diyeceksiniz ki, “Leylâ’nın yaptığı da iş midir? Ne diye herkesin içinde Mecnûn’u rezil etmiştir?”

 

El cevap:

Vuran da memnun, vurulan da... Ee, o zaman size ne canım? Leylâ dilerse halk içinde, dilerse tenhâda vurur. Onun işine karışılmaz. O, dilerse bizzat; dilerse kepçesiyle kanatır. Dilerse elleriyle, dilerse bakışıyla okşar durur. Mecnûn ki, has Mecnûndur, Leylâ ile arasına kimseleri almaz. Leylâ varken başkasını var saymaz.

Leylâ’nın olduğu yerde, Mecnûn’un kendisi bile kalmaz ki, halk kalsa… O halde Mecnûn, rezil de olmaz. Bize düşen, “Niye öyle etti, niye böyle yaptı?” diyerek Leylâ’yı sorgulamak değil, gözlerimizi gözlerine dikip, yaptığındaki cilveyi ve hikmeti okumaya çalışmaktır. İşte bu gayret içinde olana; Mecnûn gibi hayırda da, şerde de sevdâ okuyana “Kul” derler. Zira ancak böyleleri, O’ndan her gelene râzıdır.

 

Leylâ’nın yaptıklarını sorgulama da, ne ederse etsin, yine de git, ona sarılmaya bak. Zira Mecnûn’san, Leylâ’nın yanında bulunmaktan büyük ne kârın, ne de neşen kalmıştır.

 

“-Aman uğraşamam öyle, Mecnûnluk benim neyime, ben halkım yâhu!” diyorsan, zaten o vakit, hiç yorma başını bunlara... Git, ısıt da çorbanı ye; ama tavsiye ederim, önce bir tevbe namazı kıl ki, ettiğin nankörlüklerin affedilmesine dair ümidin olsun.

 

Hani âdettendir. Bir masalı, bir hikâyeyi anlatıp bitirince, “Gökten üç elma düştü.” derler. Şimdi biz de yazıyı o havada sonlandıralım; fakat bunu yaparken farklı birkaç cümle kuralım:

Gökten üç kepçe düşmüş: Biri yazanın, biri okuyanın, biri dinleyenlerin başına... Bakalım kaç “has kişi”, kan ağlarken tebesssümle “Leylâm!” demeye âşinâ…

Share this post


Link to post
Share on other sites
hacivat_karagoz+%28450x321%29.jpg

Halvetî sûfîlerinden Kayserili Mehmet Tevfik mürîdlerinden birine birgün emreder;

"Git de filân yerde karagöz oynatılıyormuş, seyret ve gel bana anlat."

Mürîd gider, seyreder ve gelir.

Tevfik efendi; "Ne gördün anlat hele der"

Mürîd gördüklerini anlatmaya başlar. Büyük insan dinler, dinler ve nihayet şöyle der;

"Orada görülecek şey şudur: Bütün o hareketleri bir tek el idare etmektedir. Tıpkı kâinâttaki binlerce oluş, geliş ve gidişi bir tel Elin idare ettiği gibi"

!!!

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üzerinde en iyi giysisi bulunduğu halde yemek odasına hızla girdi. O gece bir toplantısı vardı ve hazırlanmaya çalışıyordu. Hazırlıklarını süratle sürdürürken gözü dört yaşındaki kızına ilişti. Kızı Radyodaki müziğin ritmine ayak uydurmuş dans ediyordu.

 

Geç kaldığı için acele ediyordu. Fakat içinden gelen bir sese uyarak kızını seyretmeye başladı. Sonra ona eşlik etmeye başladı. Kızının elinden tutmuş onunla birlikte dans ediyordu. Yedi yaşındaki kızının gruba katılmasıyla büyük bir coşku başladı. Üçü birden yemek odasında başlayıp, salonda biten çılgın bir dans sergilediler. Radyodaki şarkı bir anda bitiverdi; Tabii dans da... İkisinin yanaklarından küçücük bir öpücük alarak onları banyoya yolladı.

 

Küçük kızlar merdivenleri nefes nefese çıktılar. Anneleri seslerini duyabiliyordu. Eğilmiş iş çantasına dosyaları yerleştirirken, küçük kızın ablasına, " En iyi anne bizim annemiz, değil mi?" dediğini işitti.

 

Kadın birden dondu kaldı... Kendini yaşamın koşturmacasına kaptırıp, o güzel anı kaçırmak üzere olduğu için suçladı. Ofisinin duvarlarını süsleyen ödülleri, diplomaları geldi aklıma. Elde ettiği bir başarı, hiçbir ödül bunun yerini tutamazdı: " En iyi anne bizim annemiz değil mi?"

Share this post


Link to post
Share on other sites

Gönül Almak

 

Dünya hayatında en değerli şeylerden birisi, insanların gönüllerini kazanmaktır. Daralan, sıkıntı içinde olan bir insanın imdadına yetişmekten daha güzel ne olabilir ki?...

Dertlilere derman, çaresizlere çare olmak ne büyük bir iştir!..

Maalesf bugün, " Gönül kazanma" işini biraz aksatıyoruz.

Dünya işlerine öyle bir dalmışız ki, büyüklerimizin üzerine titrediği gönlü kazanmak ve hoş tutmak bir yana, kolayca kırar hale gelmişiz. Gönül almak çok zor ama kırmak ise kolaydır ve gönlün tamiri oldukça güçtür. Gönül bir defa kırılmaya görsün, üzerine çatlaklar oluşur, her ne kadar düzeltmeye çalışsak da.

"Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır,

Dokunma gönlüme şart-ı mahabbet öyle değil."

 

Gönül almak, inancımızın bir gereğidir. gelip geçici olan dünya hayatında, faniyi baki kılmanın yolu iyi ve güzel işler yapmaktan geçiyor. Atalarımız bu hususu gayet iyi anlamış; insan gibi yaşamanın, hak ve hakikatın yolunun gönülden geçtiğini görmüş, bu heyecanı ta içlerinde yaşamış, nerede bir kırık gönül varsa tamire koşmuş, Allah'a (c.c) ve peygambere (sav) saygısızlık olur korkusuyla, gönülleri kırmaktan, incitmekten sakınmıştır.

"Gönül Çalab'ın tahtı,

Çalap gönüle baktı.

İki cihan bedbahtı,

Kim gönül yıkar ise."

Yunus Emre

Ecdadımızın bu davranışı bizler için önemli birer mirastır. Bizler bu mirasa sahip çıkmalıyız. Gönüllerimizde inkişaf ettirmemiz gereken sevgi hazinesini, herkese dağıtmalıyız.

 

" Hor görme derviş fakiri hor deyip kılma nazar,

Kalbinin köşesinde rahmet-i Rahman gezer."

 

" Bir bahçeye giremezsen,

Durup seyran eyleme.

Bir gönlü yapamazsan,

Yıkıp viran eyleme."

Yunus Emre

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Başka Dua Bilmez misin?

 

 

Bir şahıs, Harem-i Şerîfin kapısında,

"Ey doğrulara yardım eden, haramlardan kaçınanları koruyan Allâhım!.." diyerek hep aynı duâyı okuyordu.

Ona, Sen başka duâ bilmez misin? dediler.

 

O şöyle açıkladı, bu duâyı tekrar etme sebebini:

Ben Beyt-i Şerîfi tavâf ederken ayağıma takılan bir şeyi eğilip aldım. Bir de baktım ki, içinde bin altın bulunan bir kese.

 

Şeytanımla îmânım mücâdeleye tutuştular.

Bin altın çok para, senin bütün ihtiyaçlarını karşılar dedi şeytanım.

Îmânım ise, Bu haramdır, boşuna saklama; sahibini bul, teslim et! dedi.

 

Ben böyle mücâdele içinde iken, birinin sesi duyuldu:

Burada, içinde bin altınım bulunan kesem kaybolmuştur. Kim buldu ise getirsin, ona otuz altın müjde vereyim! Bin haramdan otuz helâl hayırlıdır, diyerek keseyi sahibine teslim ettim.

O da bana otuz altın verdi. Bunu alıp bakırcılar çarşısında gezerken, bir Arap kölenin bu paraya satıldığını görünce, hemen satın aldım.

 

Bir müddet sonra bu kölenin yanına bir kısım Araplar gelip gizlice konuşmaya başladılar. Köleden ne konuştuklarını sordum.

Saklamayıp aynen anlattı: Ben Mağrip sultânının oğluyum. Babam, Habeş melikiyle cenk edip savaşı kaybetti. Beni de esir alıp buralarda sattılar. Babam bunları göndermiş, elli bin altın da vermiş ki, beni satın alıp götürsünler. Sen bana çok iyilik ettin, kendi evlâdın gibi baktın. Bundan dolayı memnun kaldım. Bunlar beni satın alacaklar; sakın az altına râzı olma, elli bin altına sat beni.

 

Dediği gibi oldu. Elli bin altına sattım köleyi. Bu kadar büyük sermaye ile bir kısım mallar alıp Bağdata gittim. Orada açtığım dükkânda mallarımı satıyordum. Bir tanıdığım gelip, Meşhur bir tüccar dostum vefât etti, ay gibi güzel kızcağızı yalnız kaldı. Gel bunu sana alalım dedi. Ben de kabul ettim. Kızın, çeyiz olarak getirdiği birtakım tabakların üzerinde içi altın dolu keseler vardı. Hepsinin üzerinde de biner altın yazılı iken, birinde dokuz yüz yetmiş altın yazılı idi. Bunun sebebini sorduğumda kızcağız dediki:

Babam bu keseyi Harem-i Şerifte kaybetmiş. Bulan bir helâlzâde keseyi iâde edince, otuz altını ona müjde olarak vermiş, ondan geriye kalanlardır bu kesedeki altınlar. Bunun üzerine ben Allâha hamd ve şükürlerde bulundum; bunlar hep doğruluğun, iyiliğin bereketi, diyerek hâdiseyi kızcağıza anlattım. Sürur ve saâdetimiz daha da perçinlenmiş oldu!..

(Nevâdir-i Süheylî, Sayfa: 280-81)

 

 

 

 

 

Pek yakında Rabbin sana vercek ve sen razı olacaksın

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mâlik bin Dinar, o eşi bulunmaz inci, bir gün Fatiha Sûresini okuyordu.

Sıra; ” İyyâke na’budu ve iyyâke nestein / Yalnız sana ibadet (kulluk) ederiz, yalnız Sen’den yardım isteriz.” âyetine gelmişti. Kalbine diken batmış gibi titredi ve hıçkıra hıçkıra ağladı.

Gözünün yaşları şebnem damlaları gibi eteklerine dökülürken dedi ki:

...

“Eğer bu âyet Allah’ın Kitabında bulunmasa ve okunması emrolunmamış olsa, asla onu okumazdım!”

Ondan sordular:

” Ey Hak dostlarının efendisi, neden öyle yapardınız?”

Buyurdular ki:

‘ Sadece Sana kulluk ederim’, dediğim halde yakinen biliyorum ki, hâlâ nefsimin kuluyum.”

Ancak Sen’den yardım dilerim’ dediğim halde hâlâ onun bunun kapısına koşuyor, teşekkür ve şikâyetlerimi herkese arz ediyorum. Bu nasıl kulluk böyle..?”

  • Like 2

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu ibretlik kıssayı/hisseyi okuyunca, Hakan Ağabey'in gazetede paylaştığı bir hatırası geldi aklıma.

 

Bir Mısır hatırası

 

Bir gün Mısır Tabip Odaları Birliği'nin mescidinde kendi başıma ikindi namazını kılıyordum. Bir adam geldi, sol omzunu sağ omzuma değdirmek suretiyle "Uydum imama ve bu durumda imam sen oluyorsun" dedi. Malum; ikindi namazı istediği kadar cemaatle kılınsın, bu namazda sureler sessiz okunur.

Ben de sessiz okuyordum. Öyle sessiz okuyordum ki, arkamdaki kardeşimin okuduğunu duyabiliyordum.

O, namazı kendinden geçerek kıldığı için, elinde olmadan, kıraatını –usulca- dışa vuruyordu.

Mısır Tabip Odaları Birliği'nde olduğumuza ve Mısır Tabip Odaları Birliği de İhvan-ı Müslimin Teşkilatı'nın kontrolünde olduğuna göre büyük bir ihtimalle İhvan'cı olan kardeşim, Fatiha'yı öyle cân-ı gönülden ve öyle uzun uzun okudu ki, neye uğradığımı şaşırdım.

Şaşırdım, çünkü henüz cezaevine girmemiştim.

 

Cezaevinde Kabe imamlarının hatim kasetleri setini dinledim. İmamlardan biri Fatiha'yı okurken "iyyake na'budu ve iyyake nasta'în" ayetinde takılıp kaldı. Yutkundu, sonra bir daha yutkundu, sonra da hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

"İyyake na'budu ve iyyake nasta'în" deyip geçemedi bir türlü. Bir daha denedi, bir daha, bir daha...

 

Tam 10 defa. Her defasında yutkundu, hıçkırdı, ağladı. Herhalde sorumluluk bilincinin tezahürüydü bu. Ve sorumluluğu yerine getirememe endişesinin tezahürü. "İyyake na'budu ve iyyake nasta'în"; "ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz". Bu büyük bir sözdür.

 

Kâbe imamı bu büyük sözün altında ezilecek gibi oldu, fakat 11'inci denemede toparlanıp Fatiha'ya devam edebildi.

 

Mısır Tabip Odaları Birliği'nin mescidinde imam diye bana uymuş namaz kılan o kardeşim, Fatiha'nın hiçbir yerinde takılıp kalmadı, ama Fatiha'yı aşk u şevkin gereği olarak öyle bir derinleşerek ve uzatarak okudu ki, ben öylece kalakaldım.

 

Şöylece kalakaldım:

Ben Fatiha'yı okuyup bitirmiştim, o okumaya devam ediyordu, bitirmesini bekledim.

Sonra ben Kevser suresini okudum, o daha uzun bir bölüm okudu Kur'an'dan, tadını çıkara çıkara okudu, yine bekledim.

Kardeşimin hazır olduğunu duymadan rükûya varmadım.

Rükûda hızlı hızlı üç kere "Subhane rabbiye'l azîm" dedim.

O, yavaş yavaş beş veya yedi kere "Subhane rabbiye'l azîm" dedi.

Yine bekledim.

Secdede de bekledim.

Namaz bu minval üzre devam etti.

Sözde imam bendim, ama kardeşime tabi olmuştıum.

Kardeşim bana namazı ikame etmeyi öğretiyordu.

Namazdan sonra musafaha eyledik.

Alnında tabii ki secde izi vardı.

  • Like 2

Share this post


Link to post
Share on other sites

KÖYLÜ VE BÜROKRATtulipstair_queenshouse_greenwich.jpg

 

Orta kademeden bir bürokrat görevli olarak

Şehir'den Kasaba'ya doğru gidiyormuş.

Yolda bir köyde, sulak ama bataklık bir yerde mola vermiş,

Nasıl olmuşsa ayağı kayıp bataklığa düşmüş.

"İmdat" diye bağırmış.

"Boğuluyorum. Kurtarın beni!"

O civardan geçen bir köylü, sesini duyup yaklaşmış.

Bürokrat, "Bataklığa düştüm.

Kurtar beni!"

Köylü, "Geçmiş olsun" demiş

Ama kurtarmak için hiç gayret göstermiyor.

Hani nerdeyse dönüp gidecek.

Bürokrat paniklemiş ister istemez,

"Lütfen" diye yalvarmış.

"Bir dal uzat. Kurtar beni!"

Köylü, "Olmaz" demiş.

"Sen şu anda Hazine toprakları üzerindesin.

Hazine malından bir şey almak suçtur!"

"Sen, dalga mı geçiyorsun" diye bağırmış

Ağzına dolan çamurlarla bürokrat

"Ölüyorum. Kurtar beni!"

Köylü hiç istifini bozmadan cevap vermiş.

"Ben Hazine'den mal alıp suçlu duruma düşemem.

Fakat, seni böyle bırakacak değilim.

Gidip muhtara haber vereceğim.

O kaymakama,

kaymakam da valiyi arar mutlaka.

Malmüdürüne talimat verilir.

Şayet, Hazine arazisi değilse,

İtfaiyeye talimat verir ve seni kurtarırlar..."

"Yahu" demiş bürokrat,

"Bunlar oluncaya kadar ben ölürüm."

Köylü gülmüş.

"Ben ölmezsin demiyorum ki" demiş.

"Ölsen de, mevzuata uygun ölürsün!"....
  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sevene emir gerekmez; sevildiğini bilene yasak sökmez.sevmek.jpg

 

İnsanın önünde hep bir deniz olur da, bir türlü girmeyi akıl edemez ya... Olur böylesi tuhaf nasipsizlikler. Çok yakın zamanda bir ayetin sonsuz ılık maviliğine dokundu kalbim. Gözlerimin önünde yıllar yılı dururken, bir türlü gönlümü sokamamışım içine... Şimdi girdim mi denize peki? Yeterince daldım mı?

Sonsuza temas da sonsuzdur elbet. İnsan, sonsuzdan nasibini sınırlayabilir mi? Şimdi bu yazıyı "ben keşfettim" edasıyla yazmak bile keşfin "daha daha"sına saygısızlık olabilir. Hiç şüphesiz keşfedilecekler keşfettiklerimizden çok fazladır. Yine de keşfedilen kadarıyla paylaşalım.

Birlikte dokunalım bu sözün sonsuz derin maviliğine.

Adresini vereyim: Al-i İmran: 31

"De ki..."
diye başlıyor.

İşte bu "de!" hakkında "de!"necekler var. "De!"meyi Elçisi'ne bırakıyor Söz'ün Sahibi. Niye ki? Çünkü, az sonra Elçi'ye tâbi olmaya davet edecek bizi. Ama Elçisi yapsın istiyor bu çağrıyı. Kendisi çağırmıyor Elçisi adına. Elçisi çağırıyor. Rabbani nezaketiyle önce Kendisi "ittiba etme" örneği veriyor bize. "
De ki, Allah'a muhabbetiniz varsa, bana ittibâ edin ki Allah da size muhabbet etsin..."
yerine şöyle de diyebilirdi: "Bana muhabbetiniz varsa Elçime ittibâ edin ki Ben de size muhabbet edeyim...." Hem böylece "De ki..." demeye de gerek kalmayacaktı.

Eğer öyle olsaydı, Elçi'ye tâbi olma çağrısı bu kadar beliğ olmazdı. Çağrıyı Elçi'ye bırakan, Elçi'ye ittiba etme örneği göstermektedir. Oysa Allah -haşa-mecbur değildir ittibaya, mecbur değildir önce Kendisinin ittiba ettiğini ima etmeye...

Aslında "siz de mecbur değilsiniz!" mesajını bir dip akıntı olarak saklıyor ayet... Çünkü az sonra anlayacağız ki Elçi'ye itaate biz kullar "mecbur değiliz!" "O da ne?" dediğinizin farkındayım.

Ne demekti "mecburiyet"? Zorunlu olmak. İçinde "zor" ya da "icbar" olan bir kelimenin Elçi'ye tâbi olmanın önünde ne işi var ki? Yakışık alır mı? Hele de bu "ittiba/uyum" çağrısının sebebi ve sonucu asla zorlamaya gelmeyen "muhabbet" ise...

Gelin, Elçi'ye ittiba etme çağrısının şartına bakalım: "Eğer Allah'ı seviyorsanız..." Elçi'ye tâbi olmanın sonucuna da bakalım: "ta ki Allah da sizi sevsin..." Ayette iki "sevme" arasında durur "ittiba etmek"

Sevmek ile zorunluluk kelimeleri ne kadar da uzaktır birbirine! Zor varsa sevmek yoktur, hatta zorlanırsa insan sevdiğini bile sevmez olur. Muhabbetin olduğu yerde mecburiyete gerek yoktur, icbardan söz edilemez.

"Zorla güzellik olmaz" sözünün derininde şu anlam da saklıdır: "Zorla güzellik kalmaz." Zorlandığında bütün güzellikler tahrip olur. Güzellik zorlamaya gelmez.

Sevmek kalbin eylemidir; kalp ise zorlanamaz, zorlamaya gelmez. (Eğer kasların eylemi olsaydı sevmek, belki zorla sevilebilirdi, mecburen sevenler olabilirdi!)

Elçi'ye ‘ittiba'nın iki ‘muhabbet' arasında durması, bize "sünnet" diye belletilen davranışların içeriksiz kabuklardan ibaret olmadığını, sadece kaslarla değil kalple yapılan işler olduğunu hatırlatması için olmalı. Demek ki, sünnet kasların kasılıp gevşemesiyle değil en başta kalbin katılımıyla gerçekleşiyor. Allah'a muhabbetle başlamayan bir davranış, Allah'ın muhabbetini beklemeyen bir eylem, biçim olarak sünnet davranışına denk geliyor olsa da, özünde "sünnet" denmeyi hak etmiyor.

Tam burada yeniden düşünelim "sünnet" ve dahi farzları. Zaten farzlar da Hz. Peygamber'den[asm] çıktığı için de en azından "sünnet" değil mi?

"Ya uyarsın, ya yanarsın!" şantajıyla mı çağrılırız Resulullah'a [asm] uymaya? Yüzümüzü yoktan var eden, aynaya baktığımızda bizi kendi kendimize yeniden sevdiren Yaradan niye bizi "zoraki" bir yolda beklesin ki? Kendi varlığımızdan ne kadar memnun isek, gözümüzün üzerindeki kirpiklere ne kadar itirazsız isek, O'nun bize çizdiği "yol"u zoraki bilmeden, zorlanarak değil, mecburiyet olarak değil, o kadar muhabbetle yapıyor olmalı değil miyiz? Beni ben yokken bile seven, ben beni sevemezken de beni sevip özenerek insan diye var eden Yaradanım, beni niye "sevimsiz", "lüzumsuz", "faydasız", "zoraki" bir yola çağırıyor olsun ki?

Sevmeye bağlıdır Elçi'ye ittiba... Sevmene bağlı. Hem de Allah'ı sevmene. "De ki,eğer sevmeye Allah'tan daha lâyık birisini biliyorsan, bana tâbi olma..." "De ki, eğer Allah'ı değil de bir başkasını sevmek senin için daha kârlı ve faydalıysa, bana uyma..." "De ki, seni hiç yoktan çıkarıp insan olarak var edeni sevmek sana zor geliyorsa, beni izleme..."

Yine, "De ki, seni hiç kimsenin anmadığı günlerde anıp da herkesin anmaya değer gördüğü biri olarak seçen Rabbini değil de, yolunu hiç gözlemeyen, yokluğunda seni hiç anmayan bir başkasını daha çok seviyorsan, benim izimden yürüme..."

Bir de, "De ki, eğer seni senin kendini sevmenden önce seven Bir'ini değil de, yeryüzünde yüzünün görünmediği binlerce yıl boyunca seni anılmaya bile değer bulmayan birilerini daha çok sevmeye değer görüyorsan, benim değil onların yolunda yürü..."

Sözün özü: Elçi'ye tâbi olmanın ön şartı, sevmek. Sevmekte zorlama yok. Sevmek, ite kaka olmaz, olamaz. Sevmek, yokuş yukarı çıkmak değildir. Bir akıştır. Gönüllü katılıştır. Yokuş yukarı da olsa, gönlünce yürümektir. Sevmekle yorulmaz insan. Sevmekle dirilir, diriltir. Kimseden zorla sevmek beklenmez. Öyleyse, "zoraki" değildir sünnetin hiçbir davranışı.

Her ittiba çağrısının ikinci bir sorusu daha vardır: "Uyarsam n'olacak? Nereye varacağım O'nun izinden yürürsem? Ne elde edeceğim, O'nunla yürüyerek?

Rabbimizin buna cevabı da tanıdık ve sevimli: "sevilmek" "De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin..." Yani; "De ki, eğer Allah'tan başkası tarafından sevilmekle daha çok kâr edeceksen, bana itaat etmesen de olur." Yine, "De ki, eğer Allah'tan başkasının seni sevmesi seni yokluktan, hiçlikten kurtaracaksa, benim izimden yürüme..." Yine, "De ki, hiç kimsenin hatırını saymayacağı, herkesin yokluğunu kanıksayacağı, seni unutacağı, seni unuttuğunu da unutacağı gelecek günlerde, Allah'tan başkası tarafından sevilmek seni toprağın altından çıkaracaksa, benim ardıma düşmesen de olur..."

Bir de şöyle "De ki, eğer kusurlarına rağmen senin rızkını hiç kesmeyen, ayıplarını bildiği halde seni kimselere rezil etmeyen Allah değil de bir başkasıysa, bana tâbi olmasan da olur..." Ne güzel ki, ayet cümlesinin son ibaresi, Allah tarafından sevilmeyi zirve bir tasvire çıkarıyor: "öyle sevsin ki Allah sizi, günahlarınızı kusurlarınızı toptan bağışlasın. Adeta görmezden gelsin."

İşte bu yüzden, sanılanın aksine Allah'ın "emir ve yasaklar"ı yoktur. Yani, Allah, bize alışık olduğumuz anlamıyla "emir"ler yağdırmaz. Askeri anlamdaki "ast-üst ekseninde" anlaşılırsa haksızlık ederiz Allah'ın emirlerine ve yasaklarına...

Muhabbetin olduğu yerde emir ve yasağa gerek yoktur ki... Muhabbeti hak etmeyenler kuru emirler yağdırır. Sevilmeyenlere ve sevmeyenlere mecburen tâbi olunur. Zoraki uyulur.

Muhabbetle başlayan ve muhabbetle biten sünnetin hiçbir yerinde "yasak" yoktur; "haram" vardır. "Haram" kelimesi "hürmet" kökünden anlamını alır. Yani müminlerin "yasak"ı "hürmet"ten kaynaklanır. Kuru ve inadına yasağı olmaz sünnetin. Hürmetin her zaman bir hedefi vardır. Muhabbet etmediğine hürmet edemez insan. Kime muhabbeti varsa, kimden muhabbet bekliyorsa, ona hürmet eder. Muhabbet ettiğinin ve muhabbet beklediğinin hürmeti hatırına kendine kimi işleri emreder ya da yasaklar. Bu yasak dışarıdan değildir; içeriden, içten geliyordur.

Aynı şekilde, "farz" kelimesini de "zorunlu" olarak tercüme edemeyiz. Zorunlulukta gönüllülüğe yer yoktur; farzda gönüllük vardır. Allah'la yaşayan, Allah'ın hatırını sayar, Rabbine hürmet eder, Rabbine hürmet ederek "yapma!" dediğini yapmaz, "gitme!" dediği yere gitmez, "yeme!" dediğini yemez. Haramın ve emrin konusu olan her iş, o işle ilişki içinde olduğumuz her insan ve her şey, Allah'a tâbi olmanın görünen yüzüdür.

Hatırlayalım: Melekler ve İblis Âdem'e secde etmekle sınandılar; doğrudan Allah'a secde etmekle değil. Allah'a itaatleri Âdem'e itaatleri üzerinden test edildi. Melekler isteneni hemen yaptılar, itaat ettiler, hesap yapmaya kalkmadılar. Ama İblis gerekçe peşine düştü; çünkü Allah'ın hatırı yoktu üzerinde... "Evet ama..."larla kıvırmaya başladı.. "İyi ama, ben ateştenim Âdem topraktan..." demelere davrandı. "Ateş topraktan üstündür, ateş olan toprak olana secde etmez" dedi. İpe un serdi. Oysa, sorun toprak olan Âdem değildi, sorun toprak ya da ateş fark etmez, Âdem'e secde edilmesiydi... Meleklerin imanı, Âdem'in toprağında Allah'ın hatırını gördü; İblis ise Âdem'in toprağından başkasını görmedi. Böylesine kör olanlar ancak kuru emir ve yasaklardan anlarlar. Gönüllerine yer yoktur itaatlerinde. Bu körlükle, kendisi topraktan Âdem ise ateşten olsaydı, secde eder miydi İblis? Asla! Ya da, kendisi topraktan, Âdem ateşten diye secde etmiş olsaydı, hakkıyla itaat etmiş sayılır mıydı? Hayır! Çünkü bu halde de Allah'a hürmet olmayacaktı.

Örneğin bir mümin domuz eti yemez; bu bir haramdır. Bir mümin tesettürlü olmaya çalışır; bu bir emirdir. Domuz etiyle muhatap olurken, domuzla değil "domuz eti yemeyin!" diyen Rabbinin hatırına bakar. Domuz etinin zararlarının bilimsel açıklamalarına vs. dayandırmaz itaatini. Saçını saklarken, güzelliğini herkese göstermemeyi tercih ederken, saçlarının hatırından önce saçlarını ziynet diye veren Allah'ın hatırını görür, gözetir. Allah'ı "gören"in tesettürü gönüllü olur, zoraki değil. Demek ki tesettür tenine örtü örtmekten fazlası, Allah'ın hatırını bilecek kadar iman etmeyi içeriyor içinde. Bunun ise kılık kıyafeti olmaz; hatır bilmek başörtüsü bağlama biçimi gibi tartışılacak, ölçülecek, kesilip biçilecek bir şey değil ki. Allah'ın hatırına yemez, içmez mümin. Allah'ın hatırına örtünür ve saklanır. Bu yüzden tesettür de "iman eden erkek ve kadınlara" emredilir. Allah tarafından görüldüğüne iman edenler bakışlarını, saçlarını ve tenlerini "ziynet" diye bilir çünkü. Yoksa...

Emir almaz; kadir bilir; emir telakki eder. Yasaklara aldırmaz; hatır sayar, kendine haram eder.

Muhabbet'ten koparılmış her türlü uyum "ittibâ"nın nezaketini ihlal eder. Bu yüzden sevmeyi en çok hak edeni sevmek kadar dolu doludur sünnet. Sevgisiz uymaların her türü insan gönüllülüğünü ihlal eder. Ancak sevildiğini bilenlerin farkında olduğu içten bir nezakettir sünnet.

.

Share this post


Link to post
Share on other sites

- Cebrail bir gün kendi yaratılışına bakmış ve Allah'a şükür için 2 rekat namaz kılmış ve bu namaz tam 1000 yıl sürmüş. Cebrail a.s" Ya Rabbim benim namazımdan daha güzel namazı olan var mı? " diye sormuş Allah'a. c.c Yüce Mevla cevaplamış " ahir zamanda namaz kılan gençler vardır. onların 2 rekatlık namazı kısacık sürer ama senin 1000 yıllık namazından daha güzeldir...

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

bir dertli kulum derman arayan

Genç sûfiler tekkede bir araya gelmiş, herkes şeyhinin kendisine ilk nasihatini anlatıyordu. Sıra bana gelince, şeyhim Bayezid-i Bestami ile karşılaştığım ilk günün hatırasını yâd ettim.. Şeyhimin önünde diz kırmış, ”Bir dertli kulum,derman arayan”demiş idim. Şeyhim Bestami: “Bir dertli kul idim derman arayan…” diye söze başladı ve şunları ekledi: Kalbime bir süvari gibi indim. Bütün ellerimle Hakk’ın kapısını çaldım, belâ eliyle çalmadıkça bu kapı açılmadı. Bütün dillerle izin istedim, hüzün diliyle istemedikçe izin verilmedi. Bütün ayaklarla O’na giden yolda yürüdüm. Yokluk ayağıyla yürümedikçe dergâhına varamadım… Denildi ki, ”Ey Bayezid ! Nefsinden boş ol. Hiç ol da gel. ”Yıllarca gayret ettim. Ve bir gün sükût edince baktım ve gördüm ki derdim, dermanım imiş Şimdi sen başlangıç istiyorsan kalp süvarisi, beden piyadesi ol da yola çık!

Kalp Süvarileri-Münire Daniş

Share this post


Link to post
Share on other sites

Allah dostlarından Ahmed bin Ebü’l-Havârî hazretleri bir gün çöle doğru yürüyüşe çıkmıştı. Araplardan bir grup insanın sahrada deve koşturduklarına şahid oldu. Onlar bir tarafta develerini koştururken biraz ilerde köşeye çekilmiş kendi halinde oturan bir köylü gördü. Onunla sohbet etmek arzusu gönlüne düştü ve ona doğru yöneldi.

Adamın garip bir hâli vardı.

Uzaktan insanın dikkatini çekecek kadar sâkin ve kabuğuna çekilmiş bir halde görünüyordu.

Bir grup bedevi Arap ise heyecan dolu anlar yaşıyordu. Büyük bir telaş içerisinde bağırıp, çağırıyordu.

Böyle bir ortamda onların karşısında kendi haline göre, yerinden kıpırdamadan bir insan nasıl oturabiliyordu?

Büyük bir merakla yanına giden Ahmed bin Ebü’l-Havârî rahmetullahi aleyh ona:

“Esselâmü aleyküm” diyerek selâm verdi.

O da hafif sesle:

“Aleyküm selâm” diyerek selâmı aldı.

Başka bir kelam etmedi. Bundan sonrasını Ahmed bin Ebü’l-Havârî anlatıyor:

Bir müddet sessizce oturdum. Gönlüm huzur doldu.

Uzaktan garip görünümlü bu insan hep zikir ve murâkabe halindeydi. Belli ki Rabbısıyla beraberdi.

Huzurunu bozmak istemedim. Sessizce yanında oturup istifade etmeye çalıştım. Bir hayli zaman geçtikten sonra başını kaldırıp bakışlarıyla beni şöyle bir süzdü. Sonra konuşmaya başladı:

“Allah Teâlâyı zikretmek ne kadar tatlı bir şey!.. Gönüllere huzur, kalblere şifa veriyor...

Şaşıyorum şu insanlara?!..

Niçin boyun büküp yalvarmazlar?

Neden Allah’ı zikretmezler?

Oyun ve eğlenceye dalarak niçin O’nu unuturlar?

Halbuki ölüm onların peşinde. Her an onları takip ediyor.

İnsan için ondan kurtuluş yolu asla yok.

Böyle bir tehlike ve musîbetler içinde olmasına rağmen insanlar neden boş şeylerle meşguller.”

Bunun üzerine ben de:

“Allah’ın rahmeti üzerinize olsun insanlar hangi müsîbetler ve hangi tehlikeler içinde?” diye sordum?

Şöyle cevapladı:

“Günah musîbeti ve ölüm tehlikesi. Ölümden öncesi ve sonrası!”

Sonra ağlamaya başladı. Ben de onunla birlikte ağladım.

Biraz sonra tekrar:

“Neden yapayalnız duruyorsun?” diye sordum.

O:

“Ben yalnız değilim! Rabbimle berâberim” diye cevap verdi.

Fakir ve muhtaç olduğunu zannederek;

“Bir şey ister misin?” dedim.

O:

“Evet kalbimin derdini tedavî edecek bir tabib isterim” dedi.

“Tabîbin kimdir?” dedim.

“Rabbimdir” diye cevap verdi.

“Kalbinin derdi nedir?” diye sordum.

“Günahlar...” dedi.

“Peki bunlardan kim kurtuldu?” diye sordum.

“Allahü Teâlânın râzı olduğu kimseler” dedi.

“Yolcu musun?” dedim.

“Annemden doğduğumdan beri yolcuyum.”

“Yolculuğun nereye?” dedim.

“Kabiredir” dedi.

“Nereye gidiyorsun?” dedim.

“Âhirete gidiyorum” dedi.

“Azıksız yola gidilmez. Azığın nerede?” dedim.

“Azığım son derece az” dedi.

“Yanında yiyeceğin nedir?” dedim.

“Sübhanallah! Rabbimin vereceği rızık” dedi.

“Peki yalnız hâlinle korkmuyor musun?” dedim.

“Nasıl korkarım? Niçin korkayım? Sâhibimin, Rabbimin mülkündeyim” diye cevap verdi.

“Yol neresidir?” diye sormaya devam edince; ellerini açıp şöyle yalvarmaya yakarmaya başladı:

“Yâ Rabbi!..

İnsanların çoğu seni unutmuş başka şeylerle meşgul!..

Halbuki her işin karşılığını Sen vereceksin!..

Ey gariblerin yardımcısı!..

Ey âcizlerin sığınağı!..

Ey azı çoğaltan!..

Ey sapmışları hidâyete erdiren!..

Ey kendisine herkesin sığındığı Rabbim!..

Senin ihsânını ve rızânı isterim...

Senin rızân olmadan dünyâ ve ahiret güzel olmaz.”

Hem böylesine içten, samimi bir şekilde dua ediyor, hem de yürüyordu. Ben de onu takip ediyordum. Bir müddet gittikten sonra bana doğru dönerek:

“Allah’ın rahmeti üzerine olsun!.. Senin için benden daha hayırlı olan bir kimseye git!.. Beni meşgûl etme!..” dedi.

Sonra benden uzaklaşıp gitti. Arkasından baktım kaldım. Gözden kayboluncaya kadar onu takip ettim. Ağlayarak geri döndüm.

Allah dostları ahiret endişesi ile dolu bir hayat sürerler. Az ve öz konuşurlar. Zira ağızdan çıkan her sözün kirâmen kâtibin melekleri tarafından kayıt altına alındığını bilirler. Hesab verme korkusu onları sükûta bürümüştür. Onlar katında en lezzetli şey Yüce Rabbı zikretmektir.

Bunun için daimi tefekkür halinde ve sükûti bir hayat geçirmeğe gayret ederler. Her an kendilerini Allah Teâlâ hazretlerinin huzurunda bilerek daimi zikir halinde olmağa gayret ederler. Nefeslerini boş yere harcamazlar.

Rabbimiz bizlere de onların hayatından güzellikler lutfeylesin. Âmin

Share this post


Link to post
Share on other sites

BİR DELİYE BİR VELİ ROLÜ

Ebu Müslim Havlani bir toplulukta konuşulanları dinler.Hemen hepsi de hanımından şikayette bulunmaktadırlar. Ancak Ebu Müslim’de şikayet filan yoktur. Derler ki:

– Veli gibi bir hanıma düştün de sesin sedan çıkmıyor değil mi?

Omuzlarını silkerek cevap verir:

– Bizimki veli filan değil kelimenin tam manasıyla delidir deli!…

– Öyle ise derler nasıl geçiniyorsun böyle deli biriyle?

Cevap verir:

– Ben usulünü biliyorum da öyle geçiniyorum, kavga gürültümüz o yüzden olmuyor!…

Büsbütün meraka düşerler.

– Deli gibi biriyle kavgasız gürültüsüz geçinmenin usulü nedir ki? diye sormaktan kendilerini alamazlar.

Şöyle izah eder Ebu Müslim, geçinmenin sırrını.

Der ki:

– Allahü Azimüşşan, Âdem Aleyhisselam’ı topraktan yarattığında bedenine önce aklı koydu. Akıllı bir adam oldu.

Sonra öfkeyi yarattı. Ona da Âdem’in bedenine girmesini emretti.

Öfke:

– Ben dedi. Âdem’in bedenine giremem. Çünkü orada akıl vardır! Akılla ikimiz bir yerde asla duramayız!…

Rabbimiz buyurdu:

– Ey öfke! Sen Âdem’in bedenine girmeye çalış, oraya yönel. Akıl senin geldiğini görünce hemen çıkıp gider, kendi yerini sana bırakır. Böylece sen de Âdem’in bedeninde hükmünü icra eder, onu deli yaparsın.

Ebu Müslim burada der ki :

– İşte biz hanımla bu konuda anlaştık. Dedik ki; mademki insana öfke gelince akıl gidiyor, insan delinin teki haline geliyor. Öyle ise evde kim öfkelenirse o an sanki o delidir. Deliye karşı ise bir veli lazımdır. Ben öfkelenirsem hemen farkına varacaksın, sabır gösterip ters cevap vermeyeceksin. Çünkü ben o an deli sayıldığımdan deli adamdan her şey beklenir diyerek veli rolüne gireceksin, aklım gelinceye kadar bir deliye bir veli rolü oynayacaksın.

Ebu Müslim burada şunu da ilave eder:

– Tabii der, bu sabır benim için de geçerli bir görevdir. Bazen hanım öfkelenir, bu defa o deli durumuna girer bana veli rolü düşer, ben bir veli gibi sabır gösterir, karşılık vermemeye çalışırım. Aklı gelip de akıllı insana muhatap olduğumu anlayıncaya kadar, bu sabır devam eder.

Ebu Müslim bundan sonrasını şöyle tamamlar:

– İşte der ey dostlar, benim hanımdan şikayetçi olmayışımın sebebi budur. Gül gibi geçinip gitmemizin sırrı da buradadır. Tavsiye ederim, siz de bir deliye bir veli rolü oynayın, öfkelenince karşı taraf veli rolüne girsin, sabır ve tahammülü esas alsın, göreceksiniz ki tartışma kısa zamanda son bulacak, taraflar birbirlerine karşı sevgiyle dolacak. Çünkü öfkeli taraf kendisine karşılık verilmeyişinin takdirini, minnettarlığını duyacak. Bu da mutluluk vesilesi olacak.

Sakın “bir deliye bir veli rolü basit bir şey” deyip de geçmeyin. Sadece bir deneyin yeter. İşte size güzel geçinmenin sırrı.

Share this post


Link to post
Share on other sites

HABİB BABA

 

Habib Baba, 4.Murad devrinin gizli, kimsenin bilmediği Allah dostlarındandır. Yaşlıdır,fakirdir,gariptir.Fakat Rabbinin katında da alemlere denk bir değerin sahibidir.Yaşlı Habib Baba, uzun bir kervan yolculuğunun sonunda İstanbul'a gelmiştir.Yolculuğunun tozunu, yorgunluğunu atmak için bir hamama gider... Niyeti, şöyle iyice bir keselenip, paklanmak... Bedenini de ruhuna denk kılmaktır.

Fakat hamamcı Habib babayı içeri sokmak istemez.

'Bugün' der, 'Sultan Murad'ın vezirleri hamamı kapattılar, dışarıdan müşteri alamıyoruz.'

Habib baba üzülür... Rica, minnet eder, yalvarır...

'Ne olursun' der, 'kimseye varlığımı belli etmem, aceleyle yıkanır çıkarım.Bu tozlu bedenle Rabbime ibadet ederken utanıyorum.Binbir dil döker.Hamamcı ehl-i insaftır... Dayanamaz... Kabul eder... Hamamın en sonundaki odayı göstererek ...

'Baba şu odada hızla yıkanıp çık, parada istemem. Yeter ki vezirler, senin farkına varmasınlar.'

Habib baba sevinerek kendine gösterilen yere girer. Yıkanmaya başlar... Ve bu arada hamamcının karşısında yeni bir müşteri belirir. Boylu, poslu, genç, yakışıklı biridir bu gelen. Onunda görünümü fakirdir... Ama sadece görünümü... İkinci müşteri kılık değiştirmiş, 4.Murad'dır. O gün vezirlerinin topluca hamam alemi yapacaklarından haberdar olan padişah merak etmiştir.

'Hele bir bakalım' demiştir, 'bizim vezirler, hamamda benden uzakta, kendi başlarına ne yaparlar, nasıl eğlenirler?'

Ve bu merak padişahı, tebdil-i kıyafet ettirerek, hamama getirmiştir.

Az önce yaşananlar bir kez daha tekrarlanır...

Hamamcı vezirler der almak istemez... Padişah ise, ne olursun der, bastırır ve padişah galip gelir... Habib babanın yıkanmakta olduğu odayı göstererek, genç padişahın kulağına fısıldar:

'Şu odada bir ihtiyar yıkanıyor. Sende sar peştemali beline gir yanına... Beraber sessizce yıkanın, bir an evvel çıkın... Ve ekler: 'Aman ha! Vezirler varlığınızı bilmesinler.'

Sonra 4.Murad da Habib babanın yanına süzülür. Beraber sessizce yıkanmaya başlarlar. Bu arada, hamamın büyük salonundan gelen tef, dümbelek, şarkı, türkü sesleri ortalığı çınlatmaktadır...

Habib babanın gözü, genç hamam arkadaşının sırtına takılır. Biraz kirlenmiş gibi gelir ona... Allah hikmeti gereği dostuna, o yanındakinin tedbil-i kıyafet etmiş padişah olduğunu ilham etmemiştir...

Ve yanındakini, görüntüsüne uygun, kendi gibi fakir bir delikanlı zanneden Habib baba yumuşak bir sesle konuşur:

'Evladım' der, 'Sırtın fazlaca kirlenmiş, müsade edersen bir keseleyivereyim.'

Padişah aldığı bu teklif karşısında şaşkınlaşır ve bü yük bir haz duyar... Haz duyar, çünkü ömründe ilk defa biri ona, padişah olduğunu bilmeden, sırf bir insan olarak, karşılık beklemeksizin bir iyilik yapmayı teklif etmektedir.

Memnuniyetle Habib babanın önünde diz çökerken: 'Buyur baba' der, 'ellerin dert görmesin'

Bu arada içerideki alemin sesleri hamamı çınlatmaya devam etmektedir. Habib baba, 4.Murad'ın sırtını bir güzel keseler... Fakat padişah kuru bir teşekkürle yetinmek istemez.. Ne de olsa insandır ve o da her insan gibi kendine yapılan iyiliklerin kölesidir.

'Baba' der, 'gel bende senin sırtını keseliyeyim de ödeşmiş olalım.' Habib baba, teklifin kimden geldiğinden habersiz, tebessümle;

'Olur evlad' deyip, sultanın önünde diz çöker. Bu arada, Sultan Murad kese yaparken bir yandan da Habib babayı yoklar, ağzını arar...

'Baba' der, 'görüyormusun şu dünyayı... Sultan Murad'a vezir olmak varmış... Bak adamlar içerde tef,dümbelek hamamı inletiyorlar, sen ve ben ise burada iki hırsız gibi...'

Habib baba Sultan Murad'ın cümlesini tamamlamasına fırsat bile bırakmaz, kendi hükmünü söyler... Sultan Murad'ın Habib babadan duydukları, ağzı açık bırakıp, keseyi elden düşürten cinstendir:

'Be evladım' der, Habib baba, 'Sultan Murad dediğin kimdir? Sen asıl Alemlerin Sultanına kendini sevdirmeye bak ki, O seni sevince sırtını bile Sultan Murad'a keselettirir...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Duasında Kendini Unutan Adam - Mehmet Şamilduasinda.jpg

 

bir gelincik tarlasına benzeyen gülüşü gizem

bırak da öpeyim yalnızlığını

 

Sen hiç gelincik gördün mü?
Bir kere yapraklarına tutayım dedim, eriyip kaldı ellerimde. O zaman ağlamadığıma ağlarım şimdi.

 

Saklandığım türkülere söylediğim şiirler vardı. Alıp götürsünler diye sesimi sana verdim. Tutanağa geçen sözlerimin sebepsiz bekleyişleri de çâre olmadı yeni türkülerime. Bunun içindir ki güvercin bakışlı olmak heyecan veriyor bana. Bunu biliyor ve ağlamıyorum. Ağlasam ne değişecek? Bunu da bir zarfın üstüne yazarak postalıyorum aşka. Cevabı ilginç olduğu kadar yakıyor yüreğimi:
“Bul ve tanış kendinle, hayat sende anlam kazanmadıkça sana verebileceğim bir şey yok.”

 

Neden kendime yabancı kalmışım diye eğilip topluyorum çiçeklerini hüznün.

Unuttuğum bir şey vardı: akşam olduğunda saatlerce dönüp duran bulutları görünce rüzgâra bırakılmak ve çıkıp gitmek hayalden öte sandığım isimler zincirine. Biliyorum bir gün gelecek ve defterinin arasına bıraktığım her şeyi saksıdaki çiçeğin köklerine bırakacak
duasında kendini unutan adam
.
Çiçek filiz verecek ve aldığı soluğun anlamına varacak. Sen hangi dalında açacaksın çiçeğin?

 

Dostluğun yarım açılan kapılarından geçip merdivenlerden hızla tırmanan bir postacının elindeki zarfa tutuşan bir kelebek olmayı ne çok istedim. Sitem ve hüzünlerin orta yerinde
oturup gözyaşlarını sayan bir çocuk
olmak içimi kemiriyor. Kapıyı açtığımda bir tebessüm vermiyor bana eski dostlar. Ben hangi yüzümle tırmanayım mutluluk merdivenine? Bıraktılar âh yazık, çekemediler tesbih tanelerini. Pos
tacımız
nergis
in bile
iki
m
iz
e tahammülü sınanıyor bak!

 

Ağlayışlarına anlam katamadılar eski sevinçlerimin. Lirik bir şiir diye kalbime kazındı adın. Sana bir ömür gülümseme borcum var diye mahkûmun oldum.

 

Yazdıklarımın anlamlı olmasını ve tüm yazdıklarımda beni bulmayı istiyorsan bütün yazdıklarımı birbiri ardına okuman yeterlidir demiştim. Hiç kimse doğru dürüst okumadı. Kapının altından bıraktığım dipnotlar benim en büyük itiraflarım oldu. Fakat hiçbir zaman bir şiirle anlatmadım kendimi. Saklandığım şeylerdi mısralarım.

 

Mektuplarım ve şiirlerim hüznümün paylaşılmaz yalnızlığını vururken kıyıya, akşamları beni düşlerinde bulacak bir kalbim olsun istemiştim. Sebepsiz bir acımaya dönünce satırlar ve bakışlar, söz vaktinde bana susmak düştü hep.

Yüreğinize su serpen bir soluk dahi olsa, her kelime içine bir ateş gibi düştükçe, insanın tutunası gelmiyor hayatın gözbebeğine. Âh... Uzak bir ihtimal değil sokaklarda bir gülün yaprağını yere düşürmek ya da kendi gölgesinden kaçarken yakalanmak kör bir dilencinin donuk bakışlarına. Beni kimler anlayacak diye kaygısının olmaması ne güzel yüreğimin.
Yaşayıp gidiyorduk, sanki kalbimi boydan boya çizdirecek ne vardı
?

 

Artık / rüya
sına da yenik düşüyor insan. Sabahları kapımda ağlayanın, minareden sarkan serçe kuşunun bir kanadı olsaydım. Âh bir olsaydım! Gideceğim sadece bir pervaz vardı. Hüzünler bir yangını söndürmüyormuş demek. Gittikçe çoğaltıyormuş gökyüzü güllerimde alevlerini.

 

Ne yazacağını bilmeyen adam, alıp çıktı güneşin saçlarını gizlediği memlekete doğru aşkını. Vuslat vuslat olalı böyle ayrılık görmedi. Yolu ezber bilinen aşklar yürüsün, biz kalkmayalım zamanın durduğu bu masadan.

 

Ey ülkesi dua kokan günlerin melikesi, sana anlatmak istediğim çâresizliğimin bin dildeki ifadesidir bu. Dua diye ellerimi kaldırsam unutur dilim heybemde fakirliğimi. Îcâza yeltenen sözlerin bilmediği bir akışla akıyorum sana. Bu yüzden dağılıyor duyuşun ritmine mest olan niyaz.

 

Kendimin tanığıysam dalgınlığımın şevkine zindedir her dem yüreğim. Hüküm sevmekse, ben aşk mahkûmluğu için giydiğim elbiseyi çıkarmam. Bütün sıfatlardan arınarak karşında olmayı da bir erdem sayıyorum. Aşk yarasına kan bedeli istemem. Yeter ki
sükûna ermesin hiç fer/yâdımız. Bitmesin hücremizde vuslat huzuru
.

Galebe çalıyor ruhuma zulmet. Dua ışığına kavuşmak için sevginin gayesine sımsıkı tutunuyorum. Sabah olmadan yine akşama çıkıyorum. Ya Hayy. Bu nasıl cefadır senden gelip sana ulaşamayan. İçimde kızgın bir çöl gibi kanAdıkça susayan…

 

Göğsüm, arı peteği; ateşe su vuruyor göz göz. Bu hazin ruhumun yok mudur saltanatı. Açık bıraksam uçar gönül kuşu eşiğimizden. Ağrıyan yalvarışta önemi var mıdır seslerimizin? Diz çökmeye gelseydim tülden bir duvara nakışladığım söz, sıcak bir sızıyla dolanırdı ömrüne anlam katan şefkati.

 

Kendimden geçtim diye kaybettim kimliğimi. Yandım ki ten çölümün her zerresi aşk bulutundan merhamet dileniyor. Vecde gelmez mi zaman?

 

Kavlimi dara çeken bir sükût bırakmışsın.
Ve ben nasıl oluyor da yağmurunu bekliyorum göklerin;
kendimi arıyorum senin için/de.

 

 

MEHMET ŞAMİL

Share this post


Link to post
Share on other sites

SALİHA BİR EŞ ARIYORDUM

 

 

Yaş 25 evlilik zamanı geldi geçti derken annem açtı yuva kurma konusunu. saliha bir kız olsun gerisi gelir diye düşünüyordum. yakın bir akrabamızdan haber geldi.komşuları çok dindarmış,kızlarının ailesinden dahada dine bağlı olduğunu duyunca sevindim.gittik bir görelim görüşelim dedim.ilk ailesiyle konuştum.hatta ben konuşmadım sürekli onlar konuştu.şaşırdım kaldım… bir şey diyemedim… kına gecesinde en iyi müzüsyenler olacakmış…düğünde keza aynı… ev dayalı döşeli olacakmış,hemde hepsi en pahalısından… araba olacakmış son model hemde,çünkü komşunun damadı sıfır araba almış geçende…anne hadi kalkalım diyecektim utandım… kızla görüştürmek istediler…İslamiyete uygun olarak görüştük… on beş bilezik…en güzel gelinlik(10 bin tl)…en büyük düğün salonu…ne diyeceğimi bilemedim… ben saliha bir eş istiyordum sadace… istekleri bir türlü bitmiyordu…o anda yan taraftaki aynaya gözucuyla baktım kendime…görünüşümdede bir iş adamı profilide yoktu… yirmi beş dakika konuştu istekleri bitince sıra bana geldi. senin isteklerin nelerdir dedi… biran önce kalkıp gitmek istiyordum sıkılmıştım, geleli bir saat olmasına rağmen dünya malına bağlananlarla birlikte olmak içimi karartmıştı…tekrar sordu isteklerin nelerdir… hayırlısı olsun dedim kalktım… nezaketle ayrıldık evden…yolda giderken telefon geldi… amcam arıyordu.. yan komşuları serhat amcanın kızı varmış…serhat amca çok iyidir…çocukluğumdan beri tanırdım kendisini… tamam dedim dedim amcama geliriz…

Serhat amcalara gitmek için hazırlanıp annemle koyulduk yola,on beş dakika sonra ulaştık evlerine. Sohbet açıldı çocukluğumuzdan,başladı beni övmeye… kızardıkça kızardım utancımdan birşeyde diyemiyorum… derken söz asıl konuya gelmişti… evladım seni severim maksat gençleri mutlu etmek Allahü tealanın izniyle dedi ve başladı isteklerini saymaya… o kadar çok şey saydı ki uykum gelmeye başladı… en sonunda da benim oğlumun kumar borcu var onu ödemeden evlilik de olmaz zaten dedi. Birden gözlerim açıldı,şaşırmıştım açıkçası… gözümü yerden alamadım uzun süre… serhat amca gençleri görüştürelim dedi… bir odaya geçtik kız konuşmaya başladı… önceki görüştüğüm kız gibi ne varsa herşeyi istiyordu …konuşmasını çalan telefonu böldü açıp konuştu kapattı. Tekrar çaldı konuşup kapattı… sonra tekrar.. dayanamadım sordum arayan kim diye. Eski nişanlısıymış ayrılalı on gün olmuş. Neden ayrıldıklarını sordum. Çay bahçesinde bir erkekle otururken görmüş sonra tartışmışlar, tartışma büyüyünce de ayrılmak zorunda kalmışlar. Oturduğun kişi kimdi ki? … çalıştığı yerdeki müşterilerinden biriymiş… demek önceden çalışıyordunuz? Evet ben masörüm dedi… şoktan şoka giriyordum.. beş dakikada bilmediğim bir sürü şey çıkmıştı… evlilik amacını sordum… nişanlısı çok rahatsız ediyormuş farklı bir hayat,farklı bir ortam istiyormuş… açık konuşmak gerekirse hava değişimine ihtiyaç duymuş… daha fazla dayanamayıp izin istedim kalktım… ben sadece saliha bir eş istiyordum… nezaketle evden ayrıldık annemle… daha sonra öğrendim ki serhat amca arkamdan bir sürü laf etmiş… gülümseyip,bugün öven yarın söver dedim içimden… artık evlilik düşüncesinden vazgeçmek üzereydim. Haftalardır dışarı çıkmıyordum. Akşamları hava almak için balkonda oturup kıtap okuyordum… karşı komşumuz gece çalıştığı için akşam dokuz gibi evden çıkıyordu. On yaşındaki oğlu da babasının peşinden ağlayıp dururdu her gece… ablası çocuğu oyalamak için balkona çıkarıyor ve her fırsatta benimle konuşmaya çalışıyordu… bu sık sık tekrar etmeye başlayınca bunaldım artık. Bir akşam kıyamet ve ahiret kitabını alıp aynı saatte çıktım balkona… beni görünce o da çıktı balkona, bir konu bulup yine başladı konuşmaya… her akşam kitap okuyorsun nedir onlar… işte beklediğim fırsat gelmişti okumak istersen vereyim deyince olur dedi… besmele çekip iki üç metre karşıdaki kıza attım kitabı. Hadi gir de evde okumaya başla dedim… kitabı okumuş olacak ki bir daha balkona çıkmaz oldu… evlilikten vazgeçmiştim bir eş bulmak bana uzak görünüyordu…aradan aylar geçmişti.o zaman zarfında birkaç kızla daha görüşmeye gittim annemle… fakat netice aynı değişen bir şey yoktu… bir Salı akşamıydı içim çok daralmıştı, adeta boğuluyordum… o gece iki rekat namaz kılıp yattım… acayip bir rüya gördüm… birine anlatmalıydım bu rüyayı… o akşam balkonda dolunayı izlerken telefonum çaldı…gözüm dolunayda, cebimden çıkarttım telefonu kimin aradığına bakmadan kulağıma götürüp telefonu açtım…arayan ses tanıdıktı…fakat o günden sonra hayatımın değişeceğini nereden bilebilirdim ki…

Arayan en yakın arkadaşım Aliydi. Canı sıkılmış beni çağırıyordu. Abdest aldım evin yakınındaki çay bahçesine gittim. Çocukluğumuzdan açıldı konu sonra gördüğüm rüyayı anlatmak istedim…tozlu bir köy yolunda gidiyordum elimde bir tane kılıç vardı etrafımda ise bir sürü yılanlar… yılanlar bir metre kadar yükseltmişler kafalarını yukarıya doğru… hepsi üzerime atılmak için zaman kolluyorlardı… kılıçla kendimi savunuyordum… bana yaklaşanları kılıçla öldürüp ilerliyordum… ileride uyuyan biri vardı bilmediğim bir ses işittim ama ortalıkta kimse yoktu… uyuyan kişiye baktım… o ses; yatan kişi Musab bin Umeyrdir dedi. Sonra ileride giden iki kişi gördüm biri Peygamberimizdi diğerinin kim olduğunu göremedim… Ali yorumlamaya başladı rüyamı… düşmanlarını yenerek iyi bir neticeye ulaşacaksın dedi… konu evliliğe geldi yine… başımdan geçenleri anlattım… dertliydim bu konuda… benim eşim dünyaya bağlı olmamalıydı, sadece dünyalık uğruna yaşamamalıydı… uzunca dinledi Ali sıkıntılarımı… o konuşmaya başladı bu sefer. Evden çıkarken annem dedi bizim mahallede bir kız varmış onunla görüştürmek istiyorlar seni. Yok Ali bundan sonra kolay kolay kimseyle görüşmek istemiyorum dedim… kızda pek istekli değilmiş zaten dedi… niye diye sordum.. o da birkaç kişiyle görüşmüş daha sonra evlilikten soğumuş iyice… Alinin annesi ısrar edince de olur görüşelim demiş…tamam dedim yarın gideriz diye sözleştik… Rüyam gerçek mi olacaktı acaba… bu zamana kadar sabrettim önüme gelen engelleri Allahü tealanın izniyle aşmıştım… Ali ile vedalaşıp eve geldim konuyu anneme açtım… yarın gidecektik görüşmeye… çok heyecanlıydım nedense… sabah erkenden kalkıp giyindim… heyecan gitmek bilmiyordu bir sağa bir sola yürüyüp duruyordum evin içinde… ilk defa bu kadar heyecanlıydım… öğle namazını kıldıktan sonra yola koyulduk annemle… Ali bizi kızın evine kadar götürdü… kapıyı çaldım… kapıyı babası açtı eve buyuretti… biraz sohbet ettik söz asıl konuya geldi sonra…kızın babası konuşuyordu; evladım benim söyleyeceğim bir şey yok sen kızımla konuş bu konuları dedi. Şaşırmıştım gerçekten çünkü ilk defa böyle bir durumla karşılaşıyordum… dünyalık bir konu açılmamıştı ilk defa… bir odaya aldılar beni kızla görüşecektim… sandalyeye oturdum ellerim masanın üzerinde avucumun içerisinde ise terleyen ellerimi silmek için bez bir mendil vardı… odaya kız girdi nurani yüzlüydü… önüne bakarak konuşmaya başladı… diğer kızlar gibi bilezikten gelinlikten girmedi konuya… ilk sorusu namazdan oldu…

Bana namaz kılıyor musun demedi, namazı kaç dakikada kıldığımı sordu. Mesela öğle namazın kaç dakikada bitiyor dedi… on beş dakika civarında diye söyledim… memnun oldu… sonra birikmiş ne kadar paran var deyince önceki görüştüklerim gibi konuşmaya başlayacak herhalde dedim içimden… 45 bin lira var… paranın zekatını veriyor musun deyince yanlış düşündüğün için utandım.. evet veriyorum dedim… konuşmasına ağır ağır devam etti… Sizden önce üç kişi ile daha görüştüm hepsi de zengindi, güvendikleri tek şeyleri paralarıydı.Bütün konuşmaları paraya zenginliğe dayanıyordu. Dine ait hiçbir bilgileri yoktu ve namaz bile kılmıyorlardı. Size ilk sorum namaz oldu çünkü namazı doğru olan ve huşu içinde kılan bir insandan zarar gelemez. Ailesinin hakkını gözetir haksızlık yapamaz. Herkes için en iyisini en güzelini ister. Kimseyi hor görmez ve ezmez. Böyle insanı bütün mahlukat sever,mahlukatın sevdiğini de Allahü teala sever.Allahü tealanın sevdiği kul ise makbul edilen kuldur… ve devam etti konuşmasına…Sonra zekatı sordum çünkü o parada fakirlerin hakkı da var. Fakirlerin hakkını gözetmeyen eşinin hakkını da gözetmez. Allahü teala ondan nasıl razı olur ki… ne kadar doğru konuşuyordu konuşmaları beni çok mutlu etmişti. Dünyalık bir şey istemiyorum diye dem etti… Yan taraftaki kitaplığı göstererek okuduğu kitapları gösterdi. Görünce çok mutlu oldum çünkü benim okuduğum Ehli sünnet Alimlerinin kitaplarını okuyormuş. Ben kızarıp terliyordum nedense, elimdeki bez mendil de iyice ıslanmıştı. Benim ise kıza soracağım bir şey kalmamıştı,ben sormadan herşeyi anlattı bana. Son olarak annemle konuşmak isteti, ben dışarı çıkmak için ayağa kalkınca elimdeki mendil yere düştü. Yere göz gezdirdim ama göremedim dışarı çıktım… annemle de on dakika kadar konuştular içeride, annem çıkınca evden izin isteyip ayrıldık. İki tarafta birbirinden memnun olmuştu. Anneme içeride ne konuştuklarını sordum. Anneme nasıl davrandığımı ailemle olan ilişkilerimi sormuş. Çünkü anne ve babanın razı olmadığı bir evlattan Allahü teala razı olmazdı. Eve gidince konuyu babamla konuştuk çok sevindi… abdest aldım iki rekat namaz kıldım odamda sonra birkaç gün önce gördüğüm rüya geldi aklıma… elimdeki sabır kılıcıyla zorlukları aşmak nasip olmuş ve sonuca ulaşmıştım… bu günden itibaren düğün hazırlıklarına başlayacaktık artık…

Söz kesilip aileler arasında yüzük takıldı. Düğün konusu biraz sıkıntılı olmuştu… akraba tarafı çalgılı olmasında ısrar ediyor ,ben ise dini yönden olmayacağını anlatmaya çalışıyordum. Ben yumuşak huylu oldukça onlar daha fazla üzerime geliyorlardı. Düğün çalgılı olurmuş onlara göre. Cenaze evi gibi dualar edilip mevlit okutulmazmış… Ne yapacağımı şaşırmış ve iyice bunalmıştım. Defalarca haram olduğunu anlatsam da çalgısız olması gerektiğini kabul ettiremiyordum… Bir akşam evde akrabalarla toplandık bu konu hakkında konuşuyorduk. Bir şartla isteğinizi kabul ederim deyince hepsi şaşırdı… herkes gözlerini bana çevirmiş ne diyeceğimi bekliyorlardı. Öldüğümde mezara benimle girecek olan varsa ve benim yerime hesap vermek isteyen olursa kabul edeceğimi söyledim… Kimse yüzüme bakmıyordu artık utanmışlardı açıkçası… Bu konu da böylece şekilde kapamış oluyordu… Bir Perşembe günü kız tarafıyla sözleşip düğün alış verişine çıktık… Nişanlım sanki yanımda köle gibi duruyordu. Ben ne göstersem olur beğendim diyordu. Bir insan bu kadar mı mütevazi bu kadar mı ince olabilirdi. Onun bu durumunu gördüğüm zaman ben en kaliteli en güzel olan eşyaları alıyordum. Onu mutlu etmek için elimden geleni yapmak istiyordum… Evimizi döşemiştik her şey çok güzel gidiyordu… düğün günü gelip çatmıştı… heyecandan ölecek gibiydim elim ayağıma dolaşıyordu adeta. Düğün tam istediğim gibi olmuştu…. Evliliğimizin ilk yılları diğer evlikler gibi tartışma ya da kavga ile geçmiyordu. Biz İslamın etrafında birleşmiştik. Hiçbir sorunumuz da olmuyordu. Eşimin zekasına güzel ahlakına güler güzüne hayrandım… Onsuz zaman geçmiyordu, işteyken fırsat buldukça arıyordum,sesini duyuncada çok mutlu oluyordum. Konuşmasında içimi rahatlatan bir tesir vardı. Bunu nasıl yapıyordu bir türlü anlayamıyordum. Eve gittiğimde beni her zaman güler yüz ile karşılardı, o anda bütün yorgunluğum giderdi. Yemek hazırlarken yardım ederdim. Sen otur yorgunsun der, ben de içeri gidip otururdum. Onun üzülmesini hiç istemiyordum çünkü. Her ne isterse yerine getirmek için can atıyordum… Benden bir şey istesin diye gözlerinin içine bakardım. Arada bir arabamla gezerdik,gezdirince mutlu olurdu… Yine bir gün gezdirmek için çıkıp arabaya bindik. Dönüp bana baktı. Sabır çok güzeldir,sabır insanı bu araba gibi ulaşmak istediği yere götürür dedi. Neden böyle bir şey söylediğini anlamamıştım… biraz gezip eve gelmiştik… birkaç gün önce yatak odasının kapısı bozulmuş, kilidi zor açılıp kapanıyordu. Geçen gün mahallemizde hırsızlık olayı olduğu için odamızın kapısını kilitliyorduk… Bir haftadır eşimin midesi bulanıyor bunun içinde geceleri sık sık kalkıyordu… benim uykum çok hafif olduğu içinde hemen uyanıyordum… o gece tekrar midesi bulanmış olacak ki kalktı, kalktığını hissedip gözlerimi açtım ama uyandığımı anlamadı. Yavaş yavaş kapıya doğru ilerledi…Fakat o anda gözlerime inanamayacağım bir olay gerçekleşti…

Ben rahatsız olmayım diye kilitli olan kapının anahtarına bile dokunmadı… kapı kilitliydi….Eşim Bismillahirrahmanirrahim dedi ve kapıyı açmadan dışarı çıkmıştı. Bu durumu görünce kalbimin atışları hızlandı terlemeye başladım… yataktan kalktım gözlerim, kapıya odaklanmıştı… yatak odasının camından lavabonun ışığı belli oluyordu… lavaboda elini yüzünü yıkayıp ışığı söndürdü. Ben hemen yatağa yatıp uyuyormuş gibi yaptım. Fakat eşim kapıyı açmadan odaya girdi… kalp atışlarım iyice artınca dayanamadım uyanmış gibi yaparak yatakta doğrulup oturdum… eşimin yüzüne baktım… adeta güzü nurlanmış parlıyordu… uyandığımı görünce gülümseyerek yüzüme baktı. Ne yapacağımı ne diyeceğimi bilemedim. Rahatsız mı ettim diye sordu. Yok çıktığını bile duymadım deyince gülümsedi ve yattı… işe gittiğimde sürekli o anları düşünüp duruyordum. Bu nasıl olabilirdi?… Akşam eve gittiğimde zile basmadım ve kapıyı anahtarımla açtım. Kapıyı açtığımda eşimi karşımda buldum… işten geldiğimde kapıyı açmak için bekliyormuş… selam verip içeri girdim elimi yüzümü yıkayıp sofrayı hazırladık yemeği yedik… bu gün neden durgunsun bir şey mi oldu? Diye sordu… cevap veremedim… dün geceki olayı nasıl sorabilirdim ki… Sana bir şey söyleyeceğim diyerek elimden tutup beni ayağa kaldırdı…gözlerinin içine bakıyordum… buyur söyle dedim… Hamileyim dedi… ondan sonrasını hatırlamıyorum zaten… o anda ayaklarım boşaldı… düşüp kalmışım yerde… yarım saat sonra kendime geldiğimde eşim yanı başımda oturuyordu… yattığım yerden doğrulup eşime bakınca utanıp yüzünü yere çevirdi… bu habere o kadar sevinmiştim ki anlatamam… akşamları işten eve gelirken artık bebek eşyaları alıyordum… gece yattığımızda eşimle hep hayal kurap duruyorduk… çocuğumuz belli bir yaşa geldiğinde ilk hangi kitabı okumalıydı acaba… ilk önce namaz kitabındaki bilgileri öğrenmeliydi. Ondan sonra hangisini okutsak acaba İslam Ahlakını mı? Herkese Lazım olan İmanı mı okutsaydık… yok yok ilk önce Halifelerin menkıbeleriyle yeşertmeliydi kalbini… Benim evladım Ehli Sünneti savunan Ehli Sünneti yaymak için çabalayan bir kul olmalıydı onu bu şekilde yetiştirmeliydik… Her akşam belli bir zaman dilimi içerisinde eşimle İmam-ı Rabbaninin mektubatını okuyorduk. Bir akşam okurken yorgunluktan gözüme ağrı girince eşime rica edip sesli okumasını söyledim ve gözlerimi dinlendirmek için kapattım. 212. Mektubu okuyordu… bir ara gözlerimi açtım elindeki kitap kapalıydı. Gözlerimi açtığımı görünce hemen kitabı açıp gözlerini kitaba dikti… anladım ki o kadar sayfayı ezberlemiş ve ezberinden okuyordu. Okuduğu mektup bitince durdu… mektubatı bu zamana kadar kaç defa okudun diye sorunca bilmiyorum dedi… peki kitabı bitirmen ne kadar sürüyor? Bir hafta diye cevap verdi.. anladım ki eşim manevi derecelere yükselmişti.. beni rahatsız etmemek için kapıyı açmadan çıkması bir kerametti… o günden sonra eşime olan hürmet ve saygım daha da arttı. Eşim bir evliya idi… ilmihal okuduğumda anlamadığım yerleri eşime soruyordum. Öyle güzel açıklayıp anlatıyordu ki hayran kalmamak mümkün değildi… hikmetini bilmediğim en ufak bir davranışını görsem soruyordum. O da hemen açıklar; ilmihalin şu sayfasında yazıyor diye söylerdi… her haline sabrediyordu ve her haliyle de şükrettiği ortadaydı… İslamiyeti yaşayan bir numune vardı karşımda, bu yüzden Allahü tealaya her saniye şükretsem yine az gelirdi… eşimin birkaç kerametini daha görünce dayanamadım, artık ne pahasına olursa olsun bu konuyu konuşacaktım kendisiyle… her zamanki gibi işten geldim yemek yedik konuyu konuşmak için eşimi karşıma aldım… içimde giderek büyüyen bir heyecanla yavaş yavaş konuşmaya başladım…

İslamiyetin en ince kurallarına en güzel şekilde dikkat ediyorsun. Konuyu uzatmak istemiyorum dediğim anda eşim konuşmaya başladı… sabır güzel şeydir. Sabrederken şükretmek daha güzeldir. İnsan her haline sabreder ve şükrederse Allahü teala ona daha iyilerini ihsan eder… artık ağzımdan tek kelime çıkmıyordu, eşimde konuşmasını bitirmişti… O günden sonra ona olan davranışlarım daha dikkatliydi. Onu kırabilecek her şeyden uzak duruyordum… bir akşam annem aradı komşu kızının düğünü varmış iki gün sonra, düğüne beni de davet etmişler. Eşimle birlikte gittik düğüne, her şey İslama uygun düzenlenmişti. Erkekler ve bayanların yerleri farklı bölümlerdeydi… düğündeki İslama uyma titizliğini görünce çok sevindim. Bir akşam kendisine balkondan verdiğim Kıyamet ve ahiret kitabı geldi aklıma. On dakika sonra küçük bir çocuk geldi, o kızın kardeşiydi bu. Babası işe giderken arkasından ağlayan çocuk… abi eğilir misin dedi.. eğildim kulağıma ablasının bana çok teşekkür ettiğini söyledi. Ben vesile olmuşum onun bu duruma gelmesinde. Bunu öğrenince çok sevindim… eşim hamile olduğu için fazla kalamadık düğünde eve gittik… Aradan aylar geçmiş ve eşim doğurmuş ve Bir tane oğlum olmuştu… hayatımızdan çok memnunduk… eşimle her akşam kitap okumaya devam ediyorduk yine… Eşime üstadım diye hitap ediyordum… o benim üstadımdı. Dünya ve ahiret saadetim için en büyük vesile idi… geceleri rahatsız olmasın diye oğlumuz ağlayınca çocuğu alıp başka odaya gidiyordum… aradan iki yıl geçmiş oğlumuz büyümüştü… eşim her fırsatta sabır ve şükretmemi telkin ediyordu… bir zaman sonra eşim hastalandı. Zamanımızın çoğu hastanede geçiyordu… eşimin hastalığı artmış, benim ise elimden bir şey gelmiyordu. Bir akşam işten eve geldiğimde kapıyı çalmama rağmen açmadı. İçeri girdim içeriden bilemediğim mükemmel bir koku geliyordu. İçeri girdim eşim yatıyordu ilk önce uyuyor zannettim. Uzun zaman uyanmayınca gidip uyandırmaya çalıştığımda vefat ettiğini anladım. O anda yıkılmıştım. İçim yanmıştı. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Annemi aradım gelmesini istedim…. Eşimi diğer gün defnettik… eve girdiğimde burnuma gelen o güzel koku mezardan gelmeye başladı… her gittiğimde o kokuyu duyardım… eve giremiyordum. Onu özlüyordum sadece.. canım eşim, üstadım vefat etmişti. Söylediği gibi yapmaya çalışıyor sabretmekten başka çare bulamıyordum… her an onu düşünüyordum… aylar sonra eve girme cesareti gösterdim… gözlerim doldu ağlamaya başladım. Balkonda çıkıp sandalyeye oturdum. Dolunay vardı… Alinin beni aradığı o akşam geldi aklıma… o akşamda aynı dolunay vardı… gözlerimden yaşlar akarak dışarıya çıktım… doğru üstadımın, eşimin mezarına gittim. Saatlerce ağladım…. O güzel kokuyu hissetmeye başladım tekrar… arkamdan bir el omzuma dokundu. Arkama döndüm eşim nurlar içinde arkamda duruyordu… heyecandan bir şey söyleyemiyordum.. başım dönmeye başladı ve bayılmışım sonra… uyandığımda sabah ezanı okunuyordu… kalktım etrafıma baktım… eşimi gördüğüm anda sabret dediğini hatırladım… camiye gidip sabah namazını kıldıktan sonra dışarı çıkarken cebimde bir şey olduğunu fark ettim… elimi cebime attım bir tane mendil vardı… eşimin evinde ilk konuştuğumuz zaman avucumun içindeki mendil ayağa kalkarken yere düşmüştü bulamamıştım daha… demek ki eşim bulup saklamış… mendilin bilmediğim şekilde çok güzel bir kokusu vardı… ( Bu yaşananları babamın günlüklerinden derleyerek sadeleştirdim… hikayede anlattığım kişiler annem ve babama aitti. Doğan o çocuk bendim. Sabır ve şükür insanı en üst derecelere yükseltecek kanatlardır…) Allahü teala herkese böyle eş nasip eylesin…

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...