Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
trradomir

Tanrı Kulundan Dinlediklerim

Recommended Posts

Evet arkadaşlar, bugüne kadar bu bölümde başlığı açılmamış madem, ben açayım...

 

Üstadın en beğendiğim eserlerinden birisi... İlk önce, BD'nin sitesinde nasıl tanımlandığına bakalım:

 

Eserin içeriğini oluşturan yazılar, 1943 ve 1945 Büyük Doğu dergilerinde "Tanrı Kulundan Dinlediklerim" başlığı altında kaleme alınmıştır. Başlıktaki nisbetlendirmenin de ifadelendirdiği gibi eser, Necip Fazıl'ın Efendisinden aldığı feyzin bereketiyle, tarih, fikir, sanat; şiir, roman, hikaye, tiyatro; hâsılı el attığı her mevzuda, "O kapı"ya bağlı "kıymetlendirme ölçüleri"ni billurlaştırdığı bir eserdir.

 

Öncelikle bu ifadede bir bilgi yanlışı var, onu tespitle işe girişelim: Esere göz attığımızda özellikle 200'lü sayfaların ortalarından itibaren, üstadın 1959 yılında kaleme aldığı yazıların da kitapta yer aldığını görüyoruz. Ayrıca muhtelif yerlerde 1946, 1947 ve 1952 yıllarında kaleme alınan pek çok yazı yer alıyor kitapta. Bu kitaplarla ilgili baş sorumluluk mevkiinde olan BD'nin bu bilgi yanlışını yapmasını yadırgadım. Birisi çıkıp diyebilir ki "Bu önemli bir hata değildir", kimse böyle bir şey dememişken ben testiyi kırmadan çocuğu tokatlayan Nasreddin Hoca merhumu yad ederek fikrimi yazayım: "Hayır önemlidir, zira üstadın 1945'teki halinin üzerine 14 yıllık bir tecrübe eklenmiş, devrin şartlarında radikal değişmeler olmuş (en azından zahiri bakımdan), üstadın çizgisi daha da netleşmiştir." Ayrıca kitabın tanımındaki kuruluk ve muallaklık da yakışmamış.

 

Neyse, üzerinde daha fazla durmayalım.

 

Kitap gerçekten harika... Bir yazı dizisi biçiminde olan bu kitap olay akışı ve sunuluş tarzı yönünden bölümlere ayrılmış uzun bir hikayeyi, içerisinde barındırdığı hikmetlerden, derin anlamlardan dolayı da diyaloglarıyla insanı afallatan, insanın beynini didikleyen Shakespeare veya üstad tarzı piyesleri hatırlatıyor. Filibeli Ahmet Hilmi'nin A'mak-ı Hayal'ini okuyanlar bu eser ile Tanrı Kulundan Dinlediklerim arasında tarz, kalite ve kuruluş yönünden birer ortak nokta yakalayacaktır.

 

Üstad, kitapta öncelikle "Onu nasıl tanıdım?" başlıklı bir yazıya yer vermiş ve burada "Tanrıkulu" olarak nitelediği şahs ile nasıl buluştuğunu anlatmış. İlk bakışta akla S. Abdülhakim Arvasi hazretleri gelebilir, nitekim konuşmaların içeriğine dikkat ettiğimizde özellikle bazı yazılarda bu fikrimiz billurlaşabilir; lakin gerek üstadın "Tanrıkulu" ile tanışma esnası, gerek konuşulan mevzular, gerekse diğer tasvirler Tanrıkulu karakterinin bize Abdülhakim Arvasi hazretlerinden de esinlenilerek, üstadın beyninde oluşturulmuş bir hayali kahraman, bir kurguusal şahıs olduğunu anlatacaktır.

 

Kitapta geçen konular arasında neler var? Neler yok ki!... Düşünmek üzerine tahlillerden dildeki hikmete, fikir ahlakımızın teşhisinden Müslüman kesimin tenkidine, Türkiye'deki sağ-sol kavramlarının muhtevasından komünizm gibi sistemlere yönelik ifadelere, zamanın mahiyetinden tabiatın ne idüğüne, Türk İrfanıyla ilgili sohbetlerden marif meselemize, ahlak kavramından ahlakımızın haline ve daha nelere, nelere kadar!

 

Kitabın üslubu ve tarzı hakkında bilgi sahibi olmak istiyorsanız sitede yayınlanmış olan ve bu kitaptan alınan bazı yazılara link verelim şurada:

 

- Devrilen Ağaç

- Fikir Ahlakımız

- Çalışmak

- Allah'ım, Seni İstiyoruz!

 

Velhasıl, bu sitedeki üstadseverlerin tümünün, tamamını okuması gerektiğine inandığım bir kitap... Bir define... Bir hikmet manzumesi, bir tefekkür destanı...

 

Vesselam

Share this post


Link to post
Share on other sites

Arkadşlar "Tanrı Kulundan Dinlediklerim"i bugün satın aldım eve gelince internetten baktım sayfa sayısı 330 civarında. Ama benim aldığım 247 sayfa (Orjinalliğinden şüphem yok) Herzaman NFK kitaplarını aldığım büyük bir kitabevi var oradan aldım. (Bilenler bilir Ank. Akçağ kitabevi). Ben baskı farkı olabilir diye düşündüm. 11.baskı Mart 2007 bendeki.

 

Bilen varsa aydınlatırsa iyi olur.

Kitaplığınızdan bakıp sizdeki kaç dayfa söylerseniz sevinirim.

Selam ve dua ile...

Share this post


Link to post
Share on other sites
Arkadşlar "Tanrı Kulundan Dinlediklerim"i bugün satın aldım eve gelince internetten baktım sayfa sayısı 330 civarında. Ama benim aldığım 247 sayfa (Orjinalliğinden şüphem yok) Herzaman NFK kitaplarını aldığım büyük bir kitabevi var oradan aldım. (Bilenler bilir Ank. Akçağ kitabevi). Ben baskı farkı olabilir diye düşündüm. 11.baskı Mart 2007 bendeki.

 

Bilen varsa aydınlatırsa iyi olur.

Kitaplığınızdan bakıp sizdeki kaç dayfa söylerseniz sevinirim.

Selam ve dua ile...

 

arkadaşlar bu mesajıma bir cevap (yardım) alamadım.

İlgilenebilir misiniz?

Allah'a emanet olunuz...

Share this post


Link to post
Share on other sites
arkadaşlar bu mesajıma bir cevap (yardım) alamadım.

İlgilenebilir misiniz?

Allah'a emanet olunuz...

 

333 sayfa bendeki... 2001 basım. Sizdeki BD yayını mı?

Mesela bendeki Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar Sebil Yayınlarından. Bu kitap 314 sayfa. Kitabın aynısı Büyük Doğu'dan 99 basımı 336 sayfa olarak çıktı.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Evet bendeki BD yayını. Hatta kitabı almadan 10-15 gün evvel internetten bakmıştım 330 sf civarı olduğu aklımda kalmıştı. Kitapçıda 270 görünce şaşırdım. Heralde yanlış hatırlıyorum diye düşşündüm ve aldım. 2-3 gün evvel de internette dolaşan e-kitap formatına baktım 60-70 sf eksik ve konular da eksik. Neyse zaten hiç kullanmadım ve işaretleme-karalama vb. yapmadım. Haftasonu gidip varsa bşka baskı ile ya da başka kitapla değiştireyim. 330 sf. olanını da başka bir kitapçıdan bulurum. Allah razı olun.

Share this post


Link to post
Share on other sites

kitabından başından şuan sayısını hatırlayamadığım bir miktar sayfa okudum sonradan dağınık şekilde baktım,fakat kitapta anlayamadığım bir mesele var burdaki her yazı Abdülhakim Arvasi Hazretlerinden gelen bilgiler midir?sanki bazı yazılar üstadın kendi yazılarından oluşuyor bu konuda bilgi verirseniz sevinirim...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Büyük Doğu ideâlinin ruhlar üzerindeki müşahhas nakşı olarak aşağıdaki 9

 

maddelik idrâk seviyesine yükseldiğin ân her şey tamamdır:

 

1 - Tarihini, Garba karşı taarruz, müdafaa ve manevî teslimiyet diye üç

 

devreye ayır ve her devrede mevkiini tesbit et! Birinci devrede bahtiyar,

 

ikinci devrede öksüz, üçüncü devrede kölesin!

 

2 - Dininin safiyetini ve bütün zaman ve mekân hâkimiyetini, derin bir vecd

 

içinde şuurlaştır; ve onu, ham yobaz ve kara softayla, aynı kolun ters

 

mümessili ahmak kâfire karşı korumanın usûlünü öğren!

 

3 - Son yüz küsur yılın satıh üstü budala taklit gayretini en gerçek kıymet

 

hükmüne bağla; ve Rumeli yoliy-le gelen Yahudi, kozmopolit, emperyalist

 

tesirleri, elle tu-tarcasına teşhis et! Artık sende, yüz küsur yıldır

 

köpürtülen gerilik, ilerilik masallarını yutacak göz kalmasın!..

 

4 - Siyasette, idarede, edebiyatta, fikirde, sahte kahramanlarla gerçeklerini

 

ayırmayı bil; ve bunların ger-

 

çeklerini sana uıuıUunnak, sahtelerini de yulUınnak için yalancı İlim imaline

 

kadar gidildiğini kesret!

 

5 - Milliyetçiliği sadece belli başlı bir ruhun zarfı diya anla, mazruf

 

dururken zarfı mefkûreleşfirme; ve bu zarfın mekânını Anadolu kabul et!..

 

Anadolulu olmakla kalma, bu Ölçü çerçevesinde Anadolucu ol!

 

6 - Kendini en merhametsiz nefs muhasebelerine tâbi kıl, zaaflarınla

 

kuvvetlerini gayet iyi hesap et; ve Türk genci diye karşına çıkacak tipleri,

 

maddelerinden ruhlarına kadar ezici bir heybet sahibi olmaya bak! Onlar, bütün

 

fâni dünyalariyle sadece nefsin, sense ruhun muhatabısın! Onların yolu pek

 

kolay, seninkiyse çok çetin...

 

7 - Aşk, vecd, heyecan seciyesi...

 

8 - Hamle, teşebbüs, taarruz psikolojisi...

 

9 - Ev sahipliği tavrı ve hâkimiyet edası...

 

Anadolu genci!

 

Sen ol artık, ol ki bizde rahat ölelim!...

Share this post


Link to post
Share on other sites

İNANMAK

 

Gözlerinde hep o kuşların gözlerindeki incecik perdeye benzer şeffaf bir tül... Fikri, göz yaşlarının içinden süzüyormuş gibi, ağlamaklı:

 

- Batmıyacağına inanarak, dedi, suya bas, yürür gidersin. İmkânsız olan inanmandır; su üstünde yürüyebilmen değil... İnanmaktan açayım, inanmaktan... İnanmak, insanoğluna vâdedilen bütün mucizelerin anahtarı... İnanmaya memuruz. Ne kadar kuvvetimiz varsa hepsini inanmaktan alıyoruz. Neye inanmıyorsan, sen o şeyde, kanatları kesilmiş bir kuşsun; uç bakalım, uçabilirsen... Eşya ve hâdiselerin varlığı, kendisini, kendi zatî varlık hey'etinden evvel, bizim inanmamıza borçlu... İnandığımız herşey var; inanmadığımız hiçbir şey yok.

 

Sustu; ince ve esmer dudaklarını buruşturdu, devam etti;

- Sezmiyor musun ki, bütün kâinat misilsiz bir tılsım kavanozunda, birkaç ışık, renk, çizgi ve ses oyunu içinde kendi kendisine hiçbir vücut sahibi olmadan, sadece bir vücut fikri yüzü suyu hürmetine varlık şartlarına bürünen muhteşem bir yokluk plânından ibaret... Bu yokluktan o varlığa, tek bir geçit yol veriyor. Ruhumuzda kıl kadar ince bir geçit... İnanmak!... Bu âlemde insandan başka her unsur, tam ve mutlak bir inanma uykusunun huzuru içinde... Cemal, nebat ve hayvan, memur oldukları işlerin tam ve mullak imanına bürülü... Halbuki İnanmak, büyük ve sonsuz iman, inanmanın tâ kendisi, ruhu ve cevheri, insana mahsus... İnsan inanacaktır; ve bütün insanları peşi sıra götürecek...

 

Bir ân, asma kütüğünün içini oyan bir kurdun diş seslerini duydum. Peşinden Tanrıkulunun sesi yetişti;

- Mektep kitaplarının sayfalarında, kibrit çöpleriyle aydınlattıkları birkaç bin senelik tarihe bak! Bu güne kadar insanlık, her neye ve nasıl inanmış olursa olsun, yalnız İnanmanın eserini vermiş... İnanmış, toprağı ekmiş... İnanmış, şehirleri kurmuş... İnanmış, meydanları açmış... Ve inanmış, imanının başı üstüne, çın çın öten kubbeler çekmiş... Maddeyi zerre zerre teftiş edip her zerrenin öbüriyle münasebetini aramaya kalkışmış... Mermeri, içinde bir nabız çarpıp çarpmadığını anlamak için talaş talaş yontmuş... Sadece inanmış... Ve eline geçen her şeyi, inanmanın nema payı olarak kazanmış... Şimdi bak, dikkat kesil! Nihayet, insanoğlu, nema payını sermaye zannedip ana sermayeyi o türlü ihmâl eder olmuş ki, tarlalarını samyeli basmış, şehirlerini zelzele, meydanlarını ihtilâl ve kubbelerini zifirî karanlık... Zerre zerre teftişe kalktığı madde, kılı halat kadar gösteren pertavsızlar ve bir dairede kaç çizgi ve her çizgide kaç nokta bulunduğunu hesaplayan düsturlar altında, kendi yokluğunu bizzat haykırmaya başlamış... İçindeki nabız seslerine doğru talaş talaş yontulan mermer, merkezine yaklaştıkça korkunç sar'a nöbetleriyle çatlamaya yüz tutmuş...

 

Gözlerinin keskin cımbıziyle iki kaşımın ortasından yakaladı;

- Bütün bunların hesabı tek kelimelik... İnanmamak!.. İnsanlık şimdi; inanmamak devrinin tam kemâlinde... Çevir başını da şu mezarın küflü kavuğundan arkadaki duvara, duvarın üstündeki kırık kiremitlerden şehire, şehirin en yüksek minaresinden en yüksek buluta; ve oradan bütün yeryüzünü görüyor musun?

 

- Bütün yeryüzünü görüyorum.

 

- Orada ne görüyorsan, topyekûn şu mutlak illete bağlayabilirsin... İnanmamak!.. Zamanımız, inanmamanın kâmil ânını; ve mekânımız, inanmamak buhranının kâmil cümbüşünü çerçeveliyor.

 

Sesinde, kemanın en tiz perdesinden en kalınına geçer gibi bir ahenk değişikliği:

- Usûlümüze dikkât et! Muhitten merkeze doğru gitmiyoruz; yolumuz, merkezden muhite doğru... Bir dairede merkez, yerini ve yurdunu değiştirmesi mümkün bir unsur, bir eşya değil; bir esas, bir hikmet, bir bedahattir. Mükemmel bir hiza çizgisi üstünde bir sıra adama bakarken, göz yalnız adamları görür ve hizayı anlar; halbuki hiza diye elle tutulur, gözle görülür bir şey var mı ki? Sesi, duyulmayacak kadar hafifliyor; - Bedahatlere güven! Onlar ruhumuza gökten şimşek gibi düşen gerçekler... Şu gerçeği, bir müsellesin dört Çizgili olamıyacağı tarzında kafana mıhla ki, neye ve nasıl olursa olsun, insanoğlu, inanmadan bir gölgedir, su üstünde bir kırışık, bir esneme, bir aksırık, bir hiç!... Evvelâ inanmaya inan!.. Neye ve nasıl olursa olsun, inanmaya inan!.. Onsuz ne biz mevcuduz, ne de başka birşey... İstersen, bir odun parçasının tepesine sırmalı bir külah geçir ve ona inan!.. Fakat inan!.. Göreceksin ki, odun parçası, birdenbire, (Burak) kesilecek, dört ayağını yerden kesip havalanacak ve sana, evvelâ kendini, sonra da yeryüzünü fethettirecek... İnanmaya inanır inanmaz, İnanmanın da kime mahsus olduğuna hemen inanırsın!..

(1943)

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

SÖZDE MÜNEVVER

Sözde münevver, hiçbir şeyin iç yüzünü bilmez, her şeyin posasını bilir. Sözde münevverin ruhunu gördüğü tek bir

şey,cesedini görmediği hiçbir şey yoktur.Hakikat bir geyik ve sözde münevver bir avcıysa, bu avcının vurduğu avdan

yediği şey onun tırnaklarıyle boynuzlarıdır.Avcı, geyiğin yüreğini, ciğerlerini, beynini ve böbreklerini işkembesiyle

barsaklarının içinde bırakarak İaşenin yanından uzaklaşır. Bu cevherli ve canlı unsurların anlaşılmamaktaki kabahati nedir? Çünkü onlar derinin altında ve gizlidir. Yürekle tırnak arasında bir de yumuşaklık ve katılık farkı vardır. Sözde münevver, her şeyin sertiyle kabasını anlar. Onun hakikati "Ölüve kaba hakikattir. Onun bildiklerinden rasgele birkaç madde;

 

1 - Dünya yuvarlaktır.

2 - Yirminci Asırda insan hürdür.

3 - Musiki ruhun gıdasıdır.

4 - Fransız inkılâbı dünyanın en büyük inkılâbıdır.

5 - (Greta Garbo) da cinsî cazibe vardır.

6 - Edebiyat cemiyet içindir.

7 - Ey nurlu garp medeniyeti!..

8 - Amerikada demokrasya...

 

Ve arzı yuvarlak görebilmek için onu göz önünde ne kadar küçültmek lazımsa o kadar küçültülmüş, cüceleştirilmiş mefhumlar:

Beşer, vatan, millet, halk, insan, hâkimiyet, hak, ahlâk, kanun... Bakisi birmgramofon plâğı: Yaşasın hürriyet, müsavat, adalet, aman...

 

Öz hakikat, sözde münevverin bildiği hakikatin tersine daha yakındır:

 

1 - Dünyanın yuvarlaklığı, dünya hakkında en kaba, en bayağı malûmattır.

2 - İnsan Taş Devrinde hürdü. Yirminci Asırdaysa esir olmasında mahzur yoktur.

3 - Musiki ruhun gıdası olsaydı, dünya yabanî ruhların ördüğü bir devedikeni tarlası değil, bir (orkide) bahçesi olurdu.

4 - Fransız inkılâbı dünyanın en küçük inkılâbıdır.

5 - (Greta Garbo)da cinsî cazibe gibi duran şey, tipik kadın aptallığıdır.

6 - Edebiyat cemiyetten başka her şey içindir.

7 - Ey karanlıkta yarasalar gibi kendisini duvardan duvara vuran Garp medeniyeti!

8 - Amerika'da demokrasya veya veba...

 

Fikir, bir bal peteği gibi derin ve kudretli ferdin kafasındaki kovandan alınıp bandrollu kutular içinde mektebe, gazeteye ve kahvehaneye sürüldüğü dakikadan itibaren bu esrarlı macundan her yiyen sözde münevver olur. Fikrin

ondan sonraki ismi, yaftali hakikat ve malûmattır.Yüzlerce, binlerce, milyonlarca sözde münevver, bu kuru malûmatı böbreğin kumtaşıması gibi beyinlerinde enterneden taşırlar.

İnsan kafasının sanatta, lâboratuvarda, yerde ve gökte aradığı şey bütün insanlığa kepçe kepçe dağıtılmak için değil, bin senede yetişecek müstesna insanın beyninde eriyip mucizeli bir iksir terkibi yapmak içindir.

Hakikatte iki hâlis ve şahsiyetli insan tipi vardır:

 

Bîri hiçbir şeyi bilmiyen köylü ve aşağı sınıf halk, öbürü her şeyi bilen,doğurucu ve idare edici fert.

Ve işte şimdi yeryüzü, bilhassa memleket yüzü, bu sözde münevverlerin,meydanlardaki işaret polisleri gibi "Geç, dur, kal, çek, git, gel!"cümbüşleriyle ferman fermandır. Kendilerini, sözüm ona, münevverlik hakkiyle nas yumurtlama mevkiinde gören bu şifasız budalalar, her mefhumu ters tarafından kullanarak "İleri, geri, güzel, çirkin!?." hükümlerini, her ileri tanıdıkları şey mutlaka geri, her güzel bildikleri şey de mutlaka çirkin,bilhassa şu mevzu üzerinde topluyorlar.

 

- Sizi gidi mürteciler; softalar, yobazlar, kapkara cahiller, her İleri hamleye set çeken geri ruhlar!..

Eğer bu bedbahtlar, bildiklerini sandıkları şeyleri tam bilseler veya hiç bilmeselerdi, belki kendilerine cevap vermek imkânı bulunurdu.

(1947)

Share this post


Link to post
Share on other sites

GELEN NESİL

Gelecek yeni neslin, madde ve zahir plânında mikrobu, bence motor...

Bütün Avrupa ve Amerika'nın makine takatini, bilmem kaç milyar kuvvetinde tek bir motor olarak düşünelim!.. İşte bu motor, dişçilerin oygu törpüleri gibi,yeni dünya neslinin ruhunda, beyninde, kalbinde, ciğerlerinde, midesinde ve her tarafında çalışmakta...

 

Bir tayyare dümeni başında, binlerce kilometrelik hızla dikine dalmalar!.. Bir tank dümeni başında, 80 derece hararet ve 80 kilometre sür'at içinde, kum taneleri gibi insan kafalarının üstünden geçmeler!.. Birer papatyaya sarılıp gökten kendini salıvermeler!.. Bir su bombasiyle, deniz altından kan yerine birkaç teneke yağ koyuverip suların kıskacında ezilmeler!.. Manda leşi gibi kten inen siyah bir karaltının peşinden, kat kat binaların iskambil ğıtları halinde üstüste takla attığına şahit olmalar!..

 

Bütün bunlar; bir iç müessire bağlanamıyan ve gerçek bir ruh dâvası emrine verilmiyen bütün bu dış tezahürler, yeni nesli, yeni neslin harb artıklarını ve sinir mirasçılarını nasıl lif lif yolalacak ve nasıl fıkır fıkır kaynatacaktır, göreceğiz!


Ben, pişmekte olan yeni nesli düşündükçe, hayâl sedirimin üzerinden yuvarlanır gibi oluyorum! Paris kadar büyük bir

şehrin bile bu nesle tımarhane mekanı olmaktan âciz kalacağını düşünüyorum!

 

Sevgilisiyle öpüşürken, ağzından benzin, atom bombası yanığı ve (D.D.T.) buhan kusacak olan yeni nesli, sanmam ki zamane insanlığının oyuncak medeniyetleri ve tesellî mükâfatları iyi edebilsin!..

 

Her neye ve her ne istikametten baksak, maddeye ve her türlü madde marifetine tahakküm edecek ruhî nizam ele'geçmedikçe, bütün terakki unsurlarının deva yerine zehir getirdiğini görmüyor muyuz?

 

1914 Dünya Harbi, bütün yeryüzünde korkunç bir nesil yoğurmuştu:

Topuklarındaki eteklerini bir hamlede dizleriilden yukarıya çeken ve yine topuklarındaki saçlarını tâ dibinden.kırkan kadınlar... Dört köşe omuzlardan üç köşe pantalonlara kadar en sert hendese şekilleri içinde, her gün yeni bir biçim veya biçimsizlik arayan erkekler... Bu manzara karşısında katıla katıla ağlayan sahibsiz ve güdümsüz çocuklar... Ve apışmış, sinmiş, küçük dillerini yutmuş ihtiyarlar...

 

Bu nesil, fende, ilimde, felsefede, edebiyatta, mimarî de, musikide, resimde,şiirde, bütün eski nisbet ve muvazene ölçülerini allak bullak etti. Boşlukta,tepesi aşağı yuvarlanmanın ceherinemî sarhoşluğundan başka haz tanımadı.

Kendisini, ruhî ve. maddî bütün alâkalariyle, tüyler ürpertici bir nebatîlik ve insiyakîlîk havasına Teslim etti. Ve ruhda; maddede; bütün nizam ölçülerinde, taş üstüne taş koymaktan, taş üstünde taş görmekten âciz, bir inkâr ve ihtilâç örneği oldu.

 

İkinci Dünya Harbi, işte bu neslin, kendi kendisine karşı bir "aksi dâva"olarak çıktı. Bu nesillerin, 25 senelik yatalak istirahat İnden sonra, boş yere ruhuna aradığı düzen ihtiyacından ve bu ihtiyaçla doğurduğu potların birbirine dalaşmasından İbaret bir müessir...

 

Asıl bundan sonraki nesli, bulûğ yaşına 1940 etrafında eren nesli beklemek lâzım!...

En eski nesiller, pilâv, börek, baklava tadındaydı. 1914 Dünya Harbi nesli,barut, kan ve zehirli gaz lezzetini getirdi.

Şimdi, benzin, atom bombası yanığı ve (D.D.T.) tadındaki yeni nesli beklemek lâzım!..

Ruh kasırgalarının, ahlâk zelzelelerinin, fikir yangınlarının son haddini temsil etmesi için, henüz kimsenin bir tedbir düşünmediği 1939 - 49 rahmindeki yeni nesil acaba nasıl olacak? Bu acaba, yaman bir "acaba"!...

 

(1946) Büyükdoğu

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

OKUYUCU

Okuyucu... Okuyucunun beğenmediği... Okuyucunun sevdiği... Okuyucunun unuttuğu...

Okuyucu...Okuyucu kimdir?

Muharriri, canilerde vicdan azabı, sinir hastalarında sabit fikir ısrariyle takip eden, onun her girdiği yere giren, her çıktığı yerden çıkan, yazı yazarken arkasından satırlarına göz atan, ispritizma masalarının davetlileri gibi, zaman, mekân, hail, mâni tanımıyan bu etsiz, kemiksiz, çehresiz,sikletsiz cin kimdir?

Kırmızı renkli tramvay arabasında gazetesini iki eliyle arşınlamış, şu ensesinden seyrettiğimiz kürklü adam mı?

Kadıköy vapurunun güvertesinde, kemikli ellerine boğulmuş bir kedi yavrusuna benzer bir mecmua sıkıştırmış, gözünü dalgalara ve saçını rüzgâra vermiş, harp zengini kılıklı kimse mi?

Koltuğunun altında incitmekten korktuğu kadife bir ciltle tıpış tıpış yürüyen şu hanım kız mı?

Kahvehanenin mermer masasına, morgta bir ceset çıplaklığıyla serdiği gazete ölüsünü yumruklayan şu kirpi saçlı, münakaşacı genç mi?

Şu gözlüğünü arayan ihtiyar mı? Şu kitapçıyla konuşan gölge mi?

Kim?

Sabah akşam, yalınayak başıkabak binlerce müvezzin avaz avaz aradığı ve yanınagelen herkesle bir iki saniye meşgul olduktan sonra tekrar aramaya koyulduğu o meşhur gaip kimdir?

O, ne saydığımız tiplerden biri, ne de onların ve onlar gibilerin hepsidir.Onlardan başka okuyucu, olmasa da okuyucu onlardan başkadır. Çünkü okuyucu müşahhas olduğu zaman ismi artık okuyucu değil "Defterhane memuru Hadimünnas bey" gibi, mesleği ve göbek adı neyse odur.Onun bütün kudreti gizliliğindedir. Her meçhul ve hudutsuz şey gibi o da,içimizdeki âlemin esrarını üzerine aksettirdiğimiz muhayyel ve mefkûrevî bir mahlûktur.

Onu bayağılaştırmamış ve hayattaki benzerlerinden ayırmış olan her kalem sahibi, gözünün derinliği ve şahsîliğiyle öbürlerinden ayrılır.

Tevfik Fikret "Rübab-ı Şikeste"sinin başında okuyucu ile şöyle hasbıhal eder:

Size ey bilmediğim görmediğim kariler Size ithaf ile neşreyliyorum bunları ben Size ithaf ile - zira ne için ketmedeyim-O sizin bilmediğim, görmediğim gözleriniz Ben bu ümmit ile teşyii hayat etmedeyim.

Fikretin bu görüşündeki okuyucu, eski zaman küçük beylerinin cumba arkasında sezdikleri, fakat yüzünü görmedikleri besleme kızları kadar bayağıdır.Bir zamanlar İstanbul'a gelen avam romancısı bir Fransız, Beyoğlu'nda bir

kütüphaneye günün bir kaç saatini bağlamış ve kitabını alan her okuyucuya el yazısiyle bir ithaf hediye etmişti. Yahudi daktilo kızlarının kahramanı olan bu adamın Amerikanvarî ticaret kafasiyle yaptığı bu bayağılık kadar hiçbir

muharrir okuyucuya yılışamaz. Buna mukabil en aşağı kitap tabının 15.000'den eksik olmadığı aynı memlekette, eserini birkaç yüz nüsha bastırıp rasgelen almasın diye üzerine yüzlerce frank fiat koyan örnekler yaşıyor. İki derecenin tipik numuneleri olan bu iki muharrir, birbirlerine nazaran farklarını,şuurların altındaki okuyucu telâkkisiyle İfade ediyorlar. Sanatkârın içindeki mahrem benlik her büyük artistte ayrı bir tecelliye maliktir. Büyük sanatkâr (Bodler), bu benliği kemirir gibi gördüğü okuyucuya:Riyakâr kari, benim benzerim, benim kardeşim! diye hitap ediyor. (Bodler)in bu mısraı gösteriyor ki, onun kari diye seyrettiği şey, kendi içinden fışkırttığı bir vehim heyulasından başka bîr şey değildir.

 

Yukarı seviyede her yazıcının kafasında karî mefhumu, arının iğnesi ve akrebin kıskacı gibi kendi beynine ve kendi uzviyetine yapışık, fakat herkesten ziyade kendisini sokan bir ıstırap ve nefret uktesidir. Yoksa okuyucu, her şeyi

mefkureleştiren sanatkârın beyaz duvardaki gölgesinden başka ne olabilir?

Evet, sanatkârın beyaz duvardaki simsiyah gölgesi ama, şu teşhis farkiyle:

Mücerret hüviyetiyle okuyucu, üstün insan olmak davasındaki muharririn, ona,bütün küçük taraflarını ihtar eden; ve onu, büyük tarafiyle her ân arkasından koşup kendisini avlamaya davet eden korkunç ve cilveli bir mizan, bir nefs

muhasebesi remzidir.

(1947)

Share this post


Link to post
Share on other sites

bu konuyu biraz daha kuvvetlendirelim. Üstadın en mükemmel eserlerinden birisi de bu eser bence.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...