Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
trradomir

Büyük Doğu Ufku: Necip Fazıl

Recommended Posts

YARIN DERGİSİ - Yusuf Tosun

 

BÜYÜK DOĞU UFKU: NECİP FAZIL KISAKÜREK

 

Aramızda sesiyle, sözüyle, aksiyonuyla yaşamaya devam eden necip kahraman; fikir hayatımıza yazı ve hitabet kudretiyle yön veren büyük bir mütefekkir; henüz çocuk denecek yaşlarda şiirleriyle dikkat çeken, şiire yeni bir ses ve ahenk getiren büyük şair-sultanü’ş-şuara; İslam dünyasının yeniden şahlanışı için kendini bu davaya adayan ve Müslümanların kurtuluşu için hal çareleri arayan BÜYÜK DOĞU mimarı: Necip Fazıl KISAKÜREK… Onu 25 Mayıs (1905–1983) olan ölüm/doğum yıldönümünde rahmetle anıyoruz.

 

II.

 

İnsanlık tarihinin beşiği ve ilk medeniyetlerin kaynağı olan doğu, tarihin bütün devrelerinde dikkatleri üzerinde toplamış ve içinde barındırdığı tecrübe, bilgi ve zenginlik kaynaklarıyla güç merkezlerinin iştahlarını kabartmıştır. Aynı dikkat ve önem günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Doğu âlemi üzerine oynanan/oynanmak istenen çirkin oyunların sonuncusu ise hepimizin yakından takip ettiği Büyük Ortadoğu Projesidir(BOP). Bu yönüyle Necip Fazıl Kısakürek ismi ile özdeşleşen BÜYÜK DOĞU fikri üzerinde durmak ve Necip Fazıl’ı doğru okumak gerekir. Necip Fazıl; O VE BEN adlı eserinde isim olarak BÜYÜK DOĞU kavramının ilk çıkışına ışık tutar. O dönem Ulus Gazetesi yeni bir milli marş için yarışma açmıştır. Aynı gazete ancak böyle bir marşın Necip Fazıl tarafından yazılabileceğini düşünerek teklifi üstada getirirler. Necip Fazıl ise; Mehmet Akif Ersoy’a büyük hürmeti olduğunu beyan ederek, ancak gazetedeki yarışmayı durdurmak ve hiçbir isimden bahsedilmemek şartıyla bu teklifi kabul eder. Bu şart kabul edilir ve Necip Fazıl ÇİLE adlı şiir kitabında yer alan BÜYÜK DOĞU isimli marşı yazar:

 

“aynası ufkumun, ateşten bayrak!

babamın külleri, sen, kara toprak!

şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!

doğsun BÜYÜK DOĞU,

benden doğarak!”

 

Fakat o zamanki reis-i cumhurun hastalanması ve akabinde ölmesi, yazılan bu marşın kendisine gösterilmesine engel olur ve milli marş macerası da bitmiş olur. Ve böylece bu marş Necip Fazıl’ın fikir ve aksiyonunda büyük öneme sahip BÜYÜK DOĞU ismini doğurur.

 

BÜYÜK DOĞU, Necip Fazıl’ın bütün yazılarına (şiir, hikaye, roman, tiyatro... v.s.) sinmiştir. Ancak, İdeolocya Örgüsü adlı eseri büyük doğu ufkunu zihinlerimize ana hatlarıyla nakşeder. Necip Fazıl da bu esere büyük önem verdiğini ifade eden; “bu eser benim bütün varlığım, vücut hikmetim her şeyim, ben, arının peteğini hendeseleştirmeye memur bulunması gibi, bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. Şiirlerim de, piyeslerim de, hikâyelerim de, ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği bina etrafında bir takım “müştemilat”tan başka bir şey değil…” sözleriyle hem ruh dünyası, hem aksiyonu, hem de BÜYÜK DOĞU’NUN köşe koordinatları hakkında bize fikir verir.

 

Necip Fazıl’ın Büyük Doğu mefkûresi, mekândan çok zamanla ilintilidir. O bu durumu şöyle ifade eder: “biz büyük doğuyu, vatanımızın bugünkü ve yarınki sınırlarıyla çevrili bir ruh ve keyfiyet planında arıyoruz. O kendini mekân çevresinde değil, zaman çevresinde gerçekleştirmeye talip…”

 

Bu anlamda Büyük Doğu, her insanın kendi içine doğru akan hem zamanı, hem mekânı, hem manayı, hem de maddeyi içinde barındıran bir seferdir. Yine Necip Fazıl’ın deyişiyle; “… alem olduğu mefkure çerçevesinde bir (senfonik) orkestra…”

 

Necip Fazıl; fikir ve aksiyonuyla kendi çağdaşı diğer düşünürler gibi doğu-batı ikilemine Büyük Doğu ufkundan yola çıkarak açıklık getirmeye çalışmış ve batının haset, kin, öfke, çılgınlık kokan kirli yüzüne karşı insanlığın ilk havzası doğunun aydınlık ve bereketli yüzünü ortaya koymuştur. Necip Fazıl’ın tespitiyle; ilk doğu-batı kamplaşması Perslerin Yunanlılara saldırısıyla ortaya çıkmış ve zamanla değişik anlamlar kazanmıştır. Yine Necip Fazıl’a göre Doğu, bir millet anlayışına sahiptir ve özellikle İslamiyet’ten sonra bu anlayışı netleştirmiştir. “küfür tek millettir” böylesi bir bakışın tezahürüdür.

 

Bu anlamda insanlığa sınır tanımanın yanlış olacağına inanmakla birlikte, tarihteki gelişimin mecburiyetinden dolayı veya düşünce ve olayları daha iyi anlamak ve açıklayabilmek için doğu-batı kavramları zamanla çokça kullanılmaya başlanmıştır. Bu maksatla Necip Fazıl, doğuyu tanımamız ve sahip çıkmamız gerektiğini salık verir. Çünkü doğu, ilk peygamberlerin, resullerin, vahyin merkezidir. “her şey doğudan geldi, her şey, yani ruhumuz…”

 

Batı, aklı ve maddeyi temsil ederken, doğu derinliğin ve ruhun simgesidir. Bu yönüyle Necip Fazıl, batıyı ve doğuyu kendi içlerinde yaşadığı buhranlarıyla ele alarak, bu buhran ve ucuzluktan kurtulmanın hal çareleri peşindedir.

 

Ve tabii ki; yeniden toparlanmamızın yolu ise İslamiyet’ten geçmektedir bu anlayış gereği: “evvela şahsını, sonra bütün doğu âlemini kurtarması, daha sonra da çepeçevre yeryüzüne ve insanlık kadrosuna sahip bir kurtuluş ifadesine varması için Türk milletine gereken yol, en girift, en mahrem ve en iç kavranışıyla İslamiyet’tir.” Çünkü ona göre; memba İslam, mansap ise her şeydir. Yani; “her şey onda ve o da her şeydedir…”

 

Bu anlamda Büyük Doğu düşüncesinin ana kaynağının İslam olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Necip Fazıl, bu ana kaynak bahsini geniş olarak ele alır İdeolocya Örgüsü eserinde. Ve ana kaynak İslam’ı; insan, cemiyet, devlet, kâinat, siyaset, adalet, mülkiyet, ordu, kadın, sanat vs. boyutlarıyla ele alırken ana kıstas da; dışı şeriat, içi tasavvuf olan bir doğu mefkûresi şeklinde karşımıza çıkar.

 

Necip Fazıl, Kanuni Sultan Süleyman döneminde bozulmaya başlayan topluma Büyük Doğu menşeli kurtuluş reçeteleri hazırlar sürekli. Ve bozulan gidişatı yeniden düzeltecek, insanlığı İslam’ın aydınlığına kavuşturacak bir inkılâp bekleyişi içerisindedir. Bu inkılâp devrimbazların işi olamaz. Büyük Doğu, bu inkılâbın zuhurunda etkin rol almalıdır ona göre.

 

Yine o, bozulan insanlığa kurtuluş olarak gördüğü inkılâbı bütün yönleriyle izah ederken; aynı zamanda ideal toplum profili hakkında da bir resim sunar bize. Böylece olması gereken bir devlet yönetim ve idaresi fikri de doğmuş olur. Bu detaylarla, meşhur Büyük Doğu mefkûresinin içini doldurur böylece.

Bu yönüyle Büyük Doğu; toplumu kucaklayan büyük bir idealdir: “İslam inkılâbının günlük politika üstünde; iç oluşu dışarıya doğru örnekleştirici, bütünleştirici

ve kadrolaştırıcı büyük siyasi, milli, ruhi davası Asyacılıktır.”

 

Necip Fazıl; büyük doğu mefkûresini en ince detaylarına kadar topluma tatbikini emir-yasaklarla bir takım kurallar çerçevesinde ortaya koyar. Adeta yeni kurulmakta olan bir devletin anayasası gibi… Bu idaredeki temel kıstas İslam’dır elbette. Ancak, kuralları saptayıp ortaya koyan Necip Fazıl, yani reistir. Toplumun yönetim mekanizmasını ve bu mekanizmanın yetkili organ ve liderlerini görevde kalma süresi ve vasıflarıyla birlikte zikreder. En önemli kavramlar; “yüceler kurultayı”, “başyüce ve başyüce vekili”, “Başbuğ”…

 

Büyük Doğu mefkûresinin temel prensipleri ise; ruhçuluk, keyfiyetçilik, şahsiyetçilik, ahlakçılık, milliyetçilik, sermaye ve mülkiyete tedbircilik, cemiyetçilik, nizamcılık, müdahalecilik… Bu açıklamalar ışığında Büyük Doğu’yu; Türkiye merkezli, bütün İslam dünyasını kucaklayan Afro-Avrasya ruhuna vurgu yapan ve beslenme kaynağı İslam olan bir kurtuluş mefkûresi olarak görmek mümkündür.

 

Bu anlamda Büyük Doğu; çileli ve meşakkatli bir davadır. Yürüyüş, ızdıraplı ve yollar cam kırıklarıyla doludur. Ümidini yitirmeden büyük doğu mimarının ifadesiyle; “sislere batmış bir dağ başına doğru ilerleyen kıvrım kıvrım bir patika örgüsü…”… Bu patika, bir zamanlar dünyanın en muhteşem caddesiyken, zamanla bozulmuş, tahrip edilmiş ve yol işlenmez hale getirilmiştir. Büyük Doğu erine düşen; bu yolu yeniden işler hale getirip tepedeki güneşe ulaşmaya çalışmaktadır.

 

III.

 

Necip Fazıl, aynı zamanda büyük bir hatiptir de. Sağlığında Anadolu’nun birçok yerinde vermiş olduğu yüzden fazla konferans bunun açık bir göstergesidir. Büyük Doğu düşüncesinin seslendirildiği bu konferanslar, temel eseri olan İdeolocya Örgüsü çerçevesinde şekillenmiştir. Bir anlamda, İdeolocya Örgüsü’nün halkla yüzleştirilmesi denilebilir bu konferanslara. Ya da dava adamının sözle tebliği… Daha sonra derlenip kitaplaştırılan bu konferanslar başlıca; Sahte Kahramanlar, İman Ve Aksiyon, Özlediğimiz Nesil, İslam Ve Öbürleri başlıklarıyla sunulmuştur. Bu konferanslar verildiği dönemlerde büyük yankılar uyandırmıştır. Konferanslar, farklı mekânlarda ve farklı kitlelere verildiğinden olsa gerek, içerik olarak birbirine çok yakındır. Öyle ki, kullanılan örnekler ve aktarılan alıntılar hep aynıdır. Ancak bu anlatılan misaller, her konferansta farklı bir yönüyle ele alınır. Napolyon bazen büyük bir kumandan, aksiyon adamı, bazen kahraman, bazen de cesaret örneği olarak anlatılır. Necip Fazıl’ın düşünce dünyasının daha iyi anlaşılması açısından konferansları büyük bir öneme sahiptir.

 

http://www.yarindergisi.com/index.php?opti...id=49&Itemid=63

Share this post


Link to post
Share on other sites

IV.

 

Necip Fazıl, ömrünün önemli bir kısmını “zamanın, bütün müşahhas şekillerden sıyrılıp, çırılçıplak, insanın ensesine bindiği ve beynini emdiği yer…” olarak algıladığı hapishanelerde geçirmiştir. Çünkü o, ne pahasına olursa olsun doğru olan şeyleri söylemekten geri durmamıştır. Tek tip düşüncenin hâkim olduğu, aykırı fikir ve düşüncelere geçit verilmeyen bir dönemeçten geçmiştir o. Bu nedenle de her söylediği; ya yanlış anlaşıldığından, ya da mevcut düzene tehdit olarak algılandığından çoğu kere zindanla cezalandırılmıştır. Ancak bütün bu fiziki ve psikolojik baskılar onu haklı davasından vazgeçirememiştir. Çeşitli tarihlerde İstanbul, Ankara, Malatya hapishanelerinde geçirdiği günlerini günlük olarak kayda geçirmiş ve daha sonra da, Cinnet Mustatili adı altında kitaplaştırmıştır.

 

Zindan hayatı ona hapishaneyi; “içinde unutulmuş insanların hayaletleri gezen bir ortaçağ kalesi…” olarak tarif etmeye zorlamıştır. Necip Fazıl’ın iç âlemine hüzünlü bir yolculuk var bu hapishane günlüklerinde. Bu hapishane hayatı; Necip Fazıl’ın hayatında önemli bir yere sahiptir. Çünkü bu sürecin kişiliği, yazın hayatı ve aksiyonu üzerinde tesirleri olduğunu görüyoruz daha sonraki dönemlerde. Öyle ki hapishane, Necip Fazıl’ın ruhunu inceltiyor. İç âlemine daha narin ve nazik bir sefer yapıyor sanki. Dine daha sıkı sarıldığına şahit oluyoruz hapishane günlüklerinde. Hapishane, Necip Fazıl’ın tabiriyle; “yılanlı kuyu” öyle bir kuyu ki; bekçileri sadece kapağına hâkim. O kuyuya girenlerin vay haline ki; “kuyuya girenler yılanlaşacak, ya da yılanlara gıda olacaktır.” Hapishane –özellikle Malatya’da geçirdiği hapishane günleri- Necip Fazıl için; “gökler dolusu sustuğu ve gök gürültüleriyle dolduğu” bir yerdir. Hapishanede konuşmak da zor… Ya da kelimeler bir bakıma hep bir yerlerinize takılıp kalır. Necip Fazıl da öyle… Ankara hapishanesindeyken arkadaşlarının “haydi konuş bakalım şimdi” ısrarlarına; “konuşmak ne zor şey oldu, o, benim için… bir zamanlar ruhumun memelerinden kırbalar dolusu kelam sütü sağar ve yine içimi boşaltamazken, şimdi aynı memelerden süt yerine kan geldiğini sanıyorum.” sözleriyle karşılık vermekten alamaz kendini.

 

V.

 

Necip Fazıl, hayatını iki döneme ayırır: Doğumundan 1934 yılına kadar geçirdiği otuz yıllık birinci devre ve 1934’ten vefatına kadar geçen yaklaşık elli yıllık ikinci dönem. Bu dönüm noktası ise hayatı, sanatı ve aksiyonu üzerinde büyük etkileri olan Seyit Abdülhakim Arvasi Hazretleri ile 1934 yılında tanışmalarıdır. Bir şiirinde şöyle ifade ediyor bu dönüm noktasını: “tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum; gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum.”

 

Necip Fazıl’ın 1934 yılına kadarki hayatı tamamen kadın, içki ve kumar etrafında şekillenmişken; bir vapur yolculuğunda tanıştığı ve bir daha görmediği bir kişi vesilesiyle bambaşka bir yöne kayar.

 

Vapurda karşısına oturup gözünü kendisine dikmiş adamdan bir hayli huylanır ve bir ara dövmeyi bile aklından geçirir. Ancak göz göze geldikleri bir anda bütün buzlar çözülür ve bir koyu sohbet başlar aralarında. Saatlerce konuşur, kaynaşırlar. Necip Fazıl’ın bir hayli ilgisini çeken ve hayatının en önemli kalıcı değişimine vesile olan bu adam sanki bir görünmez el… En son eline bir adres tutuşturulur Necip Fazıl’ın. Eline tutuşturulan adres Beyoğlu Ağa Camii’nde her cuma sohbetler yapan Abdülhakim Efendi’nin adresidir. Necip Fazıl yanında Abidin Dino ile ilk fırsatta ona gider ve onun cazibe alanında kalır. Ve ondan sonrası ise; hayatı, mücadelesi ve eserleri…

 

Daha sonra bu manevi şahıs ile tanışıklığını, yaşadıklarını, gördüklerini, işittiklerini ve üzerinde bıraktığı etkiyi O ve BEN adlı eserinde geniş geniş anlatır. “Tanrıkulundan dinlediklerim” eseri de bu şahs-ı manevinin tesiriyle yazılmıştır. Necip Fazıl, yazı hayatında, “kalemime fetih ve inkişaf onunla geldi.” itirafını hiç çekinmeden kaydeder O ve BEN’DE. Çünkü onunla ruh, “şeriat falakasında” şekillenip kendine geliyor. Necip Fazıl, kendi deyimiyle “illet, kıllet, zillet” (hastalık, darlık, horluk) üçgeninden geçmiş, hamken, tam anlamıyla pişmiş bir mutasavvıf olarak çıkmıştır onun dergâhından.

 

VI.

 

Necip Fazıl, şiir, tiyatro, fıkra, hikâye, makale, tarih, tenkit, biyografya türlerinde yazılar yazmış, eserler vermiştir. Sadece eser verdiği türlere bakıp onun üretken bir yazar ve şair olduğunu söyleyebiliriz. Sağlığında ve vefatından sonra basılan eserlerinin sayısı son haliyle yetmiş civarındadır. O, hayatını yazıyla özdeşleştirmiştir adeta. Ancak yazı hayatını, onun aksiyonunun bir parçası veya cüzü olarak algılamak gerekir. Necip Fazıl, cumhuriyet döneminin ilk önemli şairlerindendir. Tüm şiirleri Çile adlı eserinde toplanmıştır. Sağlığında dokuz defa basılan Çile şiir kitabı, her baskısında yeni şiirlerle zenginleştirilmiştir. Şiir alanında Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Muhip Dranas, Sezai Karakoç başta olmak üzere birçok önemli şair üzerinde etkisi vardır. Necip Fazıl’ın şiir sanatı (poetika) ile ilgili geniş bir açıklama, ÇİLE şiir kitabının sonunda yer almaktadır. Onun poetikası, daha çok kendi şiiri üzerine bir çerçeve ve değerlendirme sunar bize. Yani o, kendi şiiriyle ilgili konuşur poetikasında.

 

Necip Fazıl sahneyi; “toprak üstüne tebeşirle çizilen esrarlı bir dört köşe…” olarak tanımlıyor. Hayatın “değersiz” ve “geçici yüzünü” değil, onu cüruflarından ayıklayarak tıpkısını fakat başka türlüsünü yansıtan “mistik bir ayna” olarak görüyor sahneyi. Ve bu anlayışla sahnelenmek üzere çeşitli piyesler yazıyor. İlk tiyatrosu Tohum’u yedi günde yazıyor. İlk defa Muhsin Ertuğrul tarafından 1935 yılında sahneye konmuş ve İstanbul şehir tiyatrosunda temsil edilmiştir. Bu amaçla yazdığı tiyatrolarında ise hem sanat, estetik hem de fikir ön plandadır. Genelde kahramanları bilgece konuşmalarda bulunur. İlk tiyatro eseri TOHUM’U daha sonra kendisi de eleştirmiştir. En önemli tiyatro eseri ise; BİR ADAM YARATMAK’tır.

 

Şiir ve tiyatro kadar olmasa da bir çok hikaye yazmıştır. Daha önce değişik isimler altında parça parça yayınlanan hikâyeleri son haliyle ve hepsini kapsayacak şekilde “hikayelerim” ismiyle kitaplaştırılmıştır. Toplam 53 hikâyenin yer aldığı bu çalışma, Necip Fazıl’ın hikâyeciliği konusunda da bize bir fikir verir. Ancak, hikâyeciliğinin şiir ve tiyatro kadar başarılı olmadığını söyleyebiliriz. Buna rağmen hikâyeciliği ise romandan daha başarılıdır. Bir kısım hikâyeleri kumar ve hasta kumarbaz tipi etrafında şekillenirken, bir kısmı da ölüm, yalnızlık, korku, vs. temaları çerçevesinde şekillenir. Mesaj yüklü olan bu hikâyelerde olay belli örgüler etrafında gelişir. Hikâyelerinin büyük bir çoğunluğu gerçek hayat kesitlerinden oluşur. Hatta hayatıyla bire bir örtüşen hikâyeleri de vardır. Mesela Bir Yalnızlık Gecesinin Vehimleri adlı hikâyesi, kendi doğduğu evi ve o evde bir parça yaşadıklarını konu alır.

 

“Meş’um yakut” Necip Fazıl’ın 1928 yılında yayınlanan ilk romanıdır. Hakkında yazılan yazılarda ismi pek geçmeyen ve Necip Fazıl’ın da hatıralarında ismini pek anmadığı bu çalışma, Orhan Okay’ın tespitine göre; polisiye tarzında yazılmış olup muhtemelen Peyami Safa’ya olan yakınlığından kaynaklanan, onun gibi polisiye roman yazma sevdasından kaynaklanmıştır. Diğer romanları “aynadaki yalan” ideolojik bir karakter taşırken, ölümünden sonra basılan “kafa kâğıdı” ise “o ve ben” otobiyografik çalışma ile “Babıâli”’nin hazırlık notları veya müsveddeleridir Okay’a göre.

 

Özellikle Aynadaki Yalan romanında verilmek istenen mesaj, edebi değerinin önüne geçmiştir denilebilir. İslami söylemin ön planda olduğu bir romandır. Ancak, roman tekniği açısından pek başarılı olduğu söylenemez. Romanda diğer eserlerinden alıntılara rastlanır. (At’a Senfoni’den ve özellikle hikâyelerinde aynı ve benzer sahnelere rastlamak mümkün.)

 

Necip Fazıl’ın yazı hayatında, dergiciliğin özel ve önemli bir yeri vardır şüphesiz. O, üç büyük derginin doğuşuna imza atmıştır. Bunlar; Ağaç, Büyük Doğu ve Borazan adlı dergilerdir. Ağaç dergisi; 14 Mart 1936–29 Ağustos 1936 tarihleri arasında 17 sayı olarak çıkmıştır. Borazan ise 28 Kasım 1947–12 Aralık 1947 tarihleri arasında ancak 3 sayı olarak çıkabilmiştir. En uzun soluklu dergi ise Necip Fazıl’la özdeşleşen Büyük Doğu dergisidir.(36 yıl, 599 sayı) Türkiye’nin 2. Dünya Savaşının da etkisiyle bir yön arayışı içerisinde olduğu bir dönemde, Büyük Doğu da gardını alıyor. (ilk sayı 17 eylül 1943’te çıkıyor). Zaman zaman yayınına çeşitli sebeplerden dolayı ara veren Büyük Doğu dergisi, Necip Fazıl’ın ismiyle ve idealiyle özdeşleşmiş bir süreli yayındır. Necip Fazıl’ın bu dergi sütunlarından gerek kendi ismiyle gerekse müstearlarıyla (Ne.Fe.Ka., Ka., Fa., Tetikçi….v.s.) yazdığı yazılar, daha sonraları değişik isimler altında kitaplaştırılmıştır. Büyük Doğu dergisi çıktığı dönemlerde büyük ilgi odağı olmuş ve büyük yankılarda bulunmuştur. Büyük Doğu, aynı zamanda birçok şair ve yazara mektep de olmuştur. Büyük Doğu ve Necip Fazıl çizgisinin en iyi takipçisi ve sürdürücüsü Diriliş ismiyle özdeşleşen Sezai Karakoç’tur şüphesiz.

 

BÜYÜK DOĞU, çeşitli zaman dilimlerinde günlük, haftalık, aylık periyotlarla 36 yıl yayın yapmıştır. BÜYÜK DOĞU dergisinin çıkış günlerinin değişkenlikler arz ettiği görülür.(çarşambaları çıkar… pazartesileri çıkar… vs.). Büyük Doğu dergisinin ilk yıllarında ‘Cuma günleri çıkar’ vurgusunun özellikle yer aldığı dikkatlerden kaçmıyor. Büyük Doğu, çıktığı dönemlerin fikir, sanat, düşünce gündem ve nabzını tutmuştur.

 

VII.

 

Necip Fazıl’ın ilginç ilgi alanları da vardır. Küçüklüğünden beri ata tutkusu vardır onun. Bu nedenle atın, Necip Fazıl için özel bir önemi vardır. Dokuz yaşında ata bindiğini ve bir daha attan inmediğinin altını çizer. Düzyazılarında ve şiirlerinde attan izlere rastlarız sürekli. At üzerine yazmış olduğu nefis bir eseri vardır: At’a Senfoni. Tarihi, felsefesi her yönüyle at fotoğrafı… Atın manasından tarih içindeki yerine ve at yarışlarına kadar geniş muhtevalı bir çalışma. Ona göre at; “insanın tamamlayıcısıdır.” Dört sınıfa ayırdığı dünyadaki mahlûkları (cemad, nebat, hayvan, insan) , bir gelişim sıralamasına tabi tutan Necip Fazıl, atı hayvan dünyasının insana en yakın türü olarak görür. Cemaddan nebata en yakını mercan, nebattan hayvana en yakını hurma ağacıdır Necip Fazıl’a göre.

 

Necip Fazıl, at ile ilgili ilginç saptamalarda da bulunur. Edebiyatta, sanatta, dinde atın yerini ele alır ve ilginç bulgular sunar bize. Atın insan hayatı içindeki yerini çok yönlü bir araştırma ve izahla ortaya koyarken, atla yüzleştirir yüreğimizi: “kahramanın yüreğini kurşun gibi eritip suya dökecek olursanız meydana çıkacak şekil attır.” Necip Fazıl, tarih boyunca atın geçirmiş olduğu evreleri inceler ve sonuçta kalıcı bilgiler yerleştirir hafızamıza. Hititlerle başlayan at serüveni -ki Hititlerin o zaman merkezi Kayseri idi.- Higsos’ların (Hititlerin müttefiki) Hititlerden ayrılması ve Mısır’ı işgaliyle birlikte at da dünyaya yayılmaya ve başka kavimlerle tanışmaya başlamıştır. İlk çağlarda Yunan’da, Roma’da, Ortaçağda ve Yeniçağda atın izini sürer ve böylece bize derli toplu bir at fotoğrafı sunar. At, tarih boyunca harp, yarış, süvari, cenaze merasimi gibi amaçlarla kullanılmıştır. Necip Fazıl, bilinen hikâyedeki; “iyi insanlar, iyi atlara bindiler, gittiler.” meşhur tabiri yerine; “iyi insanlar, iyi atlara bindiler, geldiler.” ifadesini hayal ederek umudu müjdeliyor sonuçta insanlığa.

 

VIII.

 

Sonuç olarak; Necip Fazıl, yirminci yüzyılda düşünce dünyamıza engin dehası, sanatı, aksiyonu ile insanlığı aydınlatmış ve yol göstermiş büyük bir dava, sanat ve fikir adamıdır. Onun döneminde yaşamamış olmayı kuşağımın talihsizliğine yorumluyorum. Bize düşen, onun engin fikir, düşünce ve mücadelesini iyi okuyup istifade etmek ve onun yarım bıraktığı binayı tamamlamaktır.

 

 

 

bende trradomirin eklemediği sadece linkini verdiği yeri ekledim. Ve böylece üstadın, dava cihetinden hayatını sizlere güzel bir şekilde anlatan bu paylaşımı da sunmuş olduk.

Share this post


Link to post
Share on other sites

BDG kardeşime teşekkür ediyorum, ben o devam kısmını görmemişim. Tamamladığından dolayı Allah razı olsun.

 

Yazı gerçekten çok hoş. Üstadı, fikirlerinden hareketle tanıtmayı gayet iyi başarmış sayın Tosun. Bilhassa üstadın fikri yönüne aşina olmayanlar için son derece iyi hazırlanmış bir giriş yazısı.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...