Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
NFK-Fan

Ölümünün18.yılındanfk'nınŞahsiyeti-eserleri-tesirl

Recommended Posts

Ölümünün On Sekizinci Yılında Necip Fazıl KISAKÜREK ’in Şahsiyeti Eserleri Tesirleri

 

ÖNSÖZ

 

Necip Fazıl’ın ölümünden bu yana on sekiz yıl geçmesine ve hakkında on dergi özel sayısı ile otuz civarında telif ve derleme kitap yayınlanmasına rağmen, maalesef Üstad yeterince tanınmamakta ve hakkında yapılan anma toplantıları da birer iyi niyet gösterisinden fazla bir anlam taşımamaktadır. Halbuki, Necip Fazıl kadar kendisini, telâkkilerini ve dünya görüşünü ısrarla anlatan ve öğreten şahsiyet yalnız bizde değil, bütün dünyada az görülür. Dergiler, kitaplar ve anma toplantıları bu ortada olan gerçeği anlatamıyorsa, hâlâ onunla ilgili yazılanlarda söylenenler Necip Fazıl’ı tam ifade etmiyorsa ne yapmak gerekir?

 

Biz bu sorunun cevabını iki kitapla ortaya koymak istedik. Bu kitaplar bugüne kadar Necip Fazıl’la ilgili yazılanların tümüne temel olan görüşleri bir araya getirmeyi hedef edinmişti. Bunlar gerekli bir kültür hizmetidir kanaatiyle yeniden yayına hazırlandı, ilaveler yapıldı. Fakat genç nesiller için yeterli değil...

 

Batıcı kültür ve sanat faaliyetlerinin tükendiği, tarihî kimliğimiz-den yola çıkan kültür ve sanat eserlerine ihtiyaç duyulduğu bir dönemde, Necip Fazıl gibi bir zevk, iman, incelik ve seviye şuuru ortaya koymuş ve şahsiyetimize ait her türlü değeri temsil etmiş bir şair ve mütefekkiri iyi anlamak zarureti vardır. Bunu hissetmeyen ve böyle bir gayreti göze almayan insanın, ne bu toplumda ne de başka bir ülkede itibar göreceğini, kayda değer bir eser ortaya koyabileceğini sanmıyoruz. Çünkü Necip Fazıl bu yüzyılda ortaya çıkmış şahsiyetler içinde, Doğu-Batı çatışmasının fertten topluma, siyasi yapıdan aileye kadar bütün yansımalarına dikkati çekmiş ve tarihî kimliğimize uygun teklifleri getirmiş bir büyük şair ve mütefekkirdir. Onu anlamak, çok şeyin farkına varmaktır; Necip Fazıl’ı anlamak, farklı olmak ve sürüden kurtulmaktır. Bu anlamda Necip Fazıl, sosyal, siyasal ve estetik görüşleri ve eserleriyle bizim için Allah’ın bir lütfudur. Bunu anlamadan pek çok şeyi anlamak mümkün değildir.

 

Bu arada, her türlü kültür ve yayın faaliyetleriyle birlikte ilmî çalışmaların da sürdürülmesi gereğine işaret etmek istiyoruz. Pek çok vakıf ve dernek, Necip Fazıl araştırmaları için burs verebilir, eserlerinin Arapça ve İngilizce gibi dünya dillerine çevrilmesine destek olabilir kanaatindeyiz. Belediyeler de anma toplantılarıyla yaygın eğitime katkıda bulunurken; Necip Fazıl kültür merkezleri kurulabilir, onun üzerine yapılacak araştırmalar için burslar ve armağanlar verebilir kanaatindeyiz. Yarışmalar düzenlenebileceği gibi, uzmanlara kitap siparişi de yapılabilir.Kalabalık törenlerden daha yararlı olur. Bunlar yapılmadan Necip Fazıl’ın ve mesajının yeterince anlaşılamayacağı ortadadır.

 

Necip Fazıl’ı anlamak, bu çağı ve İslâm dünyasının bir ferdi olarak sorumluluklarımızı anlamaktır.

 

Asıl olan eser ve şahsiyettir. Bizim niyetimiz ona dikkati çekmektir. Büyük Doğu Yayınları’nın Üstad’ın ölümünden sonra “Bütün Eserleri” dizisiyle ve yeni bir form içinde Necip Fazıl külliyatını yayınlaması, Üstad’ın sağlığında kitaplaşmamış eserlerine bu dizi içinde yer vermesi, gerçekten sevinilecek bir husustur. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Ağaç, Büyük Doğu ve Borazan adlı yayınlarında ve pek çok gazetede tefrika olarak kalan eserleriyle bu dizinin 100 cilde ulaşacağını söyleyebiliriz. Bu eserlerin yayını ve anlaşılması, çağımızın en önemli kültür olayıdır.

 

Bazen bir şahsiyeti anlamak, bir millete ait tüm değerleri anlamakla aynı anlama gelir. Shakespeare, Goethe, Victor Hugo ve Dostoyevski, böylesine milletinin sembolü olan değerleri ortaya koymuş şahsiyetlerdir. Necip Fazıl da bu soydan bir dehâdır ve milletimizin tarihî, dinî ve kültürel değerlerini ortaya koyar. Bu bakımdan onunla ve eserleriyle tarihî kimliğimize ve misyonumuza kavuşabiliriz. Böyle yayınlarla kültür, sanat ve siyasetin seviye kazanacağına inanıyorum.

 

26 Mayıs 1904 günü Çemberlitaş’taki bir konakta dünyaya gelen, 25 Mayıs 1983 gecesi Hakk’ın rahmetine kavuşarak 26 Mayıs günü Eyüp Sultan Mezarlığı’na defnedilen Necip Fazıl’ın hayatı, şahsiyetli mücadelesi ve eserleri gerçekten önemlidir.

 

 

Mustafa MİYASOĞLU

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BİR FİKİR VE DÂVÂ ADAMI

 

Necip Fazıl, kendine özgü şiiri, fikrî yapısı, felsefesi ve hayatı boyunca ortaya koyduğu yılmaz mücadelesi ile yaşadığı dönemde ülkemizin bir numaralı fikir, sanat ve mücadele adamı olmayı başarmıştır.

 

* * *

 

Türkiye’de yaşayıp da ülkemizde ve dünyada olup biten şeylere ilgi duyuyor ve kafa yoruyorsanız, bir şekilde Necip Fazıl’la karşılaşmamanız mümkün değildir. Fikir ve sanat hayatıyla ilginiz varsa, şiir, hikâye, tiyatro ve tarih tezleriyle uğraşıyorsanız, Necip Fazıl’ın eserleriyle dil ve anlatımıyla hesaplaşmanız kaçınılmaz. Din ve tasavvuf konularına çağdaş bir tutumla yaklaştığınızda, Necip Fazıl’ın şiiri ve monografilerinden, eserlerinden insanlık için mesajlar çıkarmanız mümkündür. Bu bakımdan Necip Fazıl portresi, çağdaş Türk aydınının dünyaya anlamlı bir şey söyleyebilecek tek ve en önemli mesajıdır.

 

SULTANÜŞŞUARA

 

Şiiriyle farklı bir çıkış yaparak çağımızın buhranını dile getiren Necip Fazıl, trajik bir duyarlıktan mistik tavırlara, oradan da toplumun tarihî ve dinî kimliğinin ifadesine yöneldi. Böylece, Kaldırımlar, Çile ve Sakarya Türküsü ile şiirindeki merhaleleri üstün sanatkârın formuna ulaştırmış oldu. Onun şiirinde Yunus’un derûnî sesini, Fuzûlî’nin yakıcı ıstırabını, Bâkî’nin ihtişamını, Nef’î’nin öfkesini, Nâbî’nin hikmetli söyleyişini, Ziya Paşa’nın hicvini, Abdülhak Hâmid’in metafizik ürpertisini, Mehmet Âkif’in dinî duygularını ve Yahya Kemal’in tarih özlemini toplanmış gördüğümüz için, “Sultanüşşuara” ünvanının ona çok yakıştığını düşünüyoruz. Hikâye ve anlatı dilinde geliştirdiği kendine özgü dil, menâkıpla romanın buluşmasına benzer, bize özgü bir nesir diline imkân vermiştir. Bu dille edebî, tarihî ve dinî portreler, biyografiler yazmıştır.

 

Gerek otobiyografik kitapları gerekse Çöle İnen Nur gibi geleneksel siyer türünün modernize edilmiş biçimleri ile Necip Fazıl çok etkili ve taklit edilerek benzerleri üretilen bir nesir yazarlığı ortaya koymuştur. Dinî, tasavvufî ve tarihî eserleriyle kendine özgü görüşleri, tarih tezi ile yakın dönem siyasetini, makale ve denemeleriyle dünya görüşünü rahatlıkla ortaya koymuştur. Günümüz yazarlarından pek çoğunu etkilemiştir.

 

FELSEFEYE KARŞI FELSEFECİ

 

Tiyatro eserlerinde metafizik meseleleri ortaya koymasıyla, sanat eserinde kendine özgü felsefe geliştiren Shakespeare, Cervantes, Dostoyevski ve Albert Camus gibi yazarlara benzer bir yol tutmuş, çağdaşlarından T. S. Eliot ve Muhammed İkbal gibi geleneği dönüştürme ve kendine özgü bir ifadeye kavuşturmada çok önemli bir tavrın sözcüsü olmuştur. Dergi ve gazete yazarlığı yanında, editörlük alanında döneminin en etkili yöntemlerini bulmaya çalışmış, bunda da oldukça başarılı formlara ulaşmıştır. Kendi eserleri yanında, çağdaşlarının farklı ürünler ortaya koymasına da öncülük yapmıştır. Estet yanı, belki de sanatçılığı kadar önemlidir. Estetik görüşleriyle eserlerini bütünleştirebilen, poetikasıyla ideolojisini bütünleştirebilmek için tutarlı olmaya son derece dikkat eden ender sanatçılardandır. Bu anlamda zıtların âhengini arayan sanatçı kimliği, en çok düşünce alanında sağlam bir bütünlük oluşturmuştur. Fikrî portresi, din, tarih ve felsefe alanında, akıllara durgunluk verecek bir derinliğe sık sık ulaşır.

 

Felsefe alanında uzmanların ilgisini çekecek kadar vukuflu görüş ve düşünceleri olmasına rağmen, felsefeye karşı felsefeci diyebileceğimiz kimliği onu İmam-ı Gazalî’yi andıracak bir derinliğe ulaşmaktadır.

 

İslâm felsefesi kavramına karşı geliştirdiği görüşler, ancak felsefî disiplin okumuş bir uzmanın kavrayabileceği inceliklerle doludur. Bir yönüyle de hem hayat hikâyesi, hem de fikrî gelişimi ile “Hüccetü’l İslâm” ı andıracak niteliktedir. Bu benzerliği kendisi de vurgular eserlerinde...

 

Necip Fazıl bu fikrî ve edebî alanlardaki üstünlüklerine rağmen, benimsediği dünya görüşünden ötürü, resmî ideoloji taraftarlarınca ya suçlu bulunup hapsedilmeye, yahut da yok sayılıp unutturulmaya çalışılmıştır. O bütün engellemelerden yılmamış, bütün bir aydın ve yönetici kadroyu karşısına almaktan çekinmemiştir. Büyük Doğu dergisi bu mücadelenin ve okuyucunun ortasında eserini tamamlamanın çok ilgi çekici yayın organı olmuştur.

 

Bazen cemiyet, bazen parti, bazen de fikir kulübü kurarak Türk insanını harekete geçirmeye çalışan Necip Fazıl, eserleri ve fikirleri kadar mücadelesiyle de büyüktür, unutulmaz bir destanın kahramanıdır.

 

O BİR FİKİR VE SANAT DEHÂSI

 

Dehânın bazı belirtileri var. Bunları dikkat yoğunluğu, enerji ve eser derinliği ile açıklayanlar olduğu gibi, büyük bir kitleye karşı çılgınca karşı koyuş olarak nitelendirenler de vardır. Bu ölçütlerin hepsini birden Necip Fazıl’da görebiliyoruz. Bunlardan hangisini ele alırsanız alın, Necip Fazıl bir millete ancak yüzyılda bir nasip olacak fikir ve sanat dehâsıdır. Onu ve eserlerini tanımak, gerçekten hayata başka boyutlardan bakmak imkânı verebilecek bir talihtir. Bunu açıkça belirtmek gerekir ki; Necip Fazıl’ı tanıyıp, onu okuyanla okumayan aynı seviyede olamaz. O ve eseri sizi mutlaka değiştirir ve hayata bakışınızda, dünya görüşünüzde aklınıza daha önce gelmeyen derinlikler, farklılıklar kazandırır.

 

“Bir portre ile bir milleti anlatmak mümkün mü?” diye akla bir soru gelebilir. Evet, Necip Fazıl öyle şahsiyetlerdendir ki, onda bütün bir milletin en temel değerlerini bulabilirsiniz. Necip Fazıl’ı okumakla, onun tarihini, din ve insanlık anlayışını, dünya görüşünü ve hayata bakışını, insanlığa ve geleceğe taşıdığı müjdeleri öğrenebilirsiniz. Eğer bu topraklarda yaşayan biriyseniz, Necip Fazıl size sizi en özlü cümlelerle, en çarpıcı mısra ve sahnelerle anlatabilecek tek ve en önemli sanatkârdır, mütefekkirdir. Onu bu yönüyle tanımamak, gerçekten ne Necip Fazıl’ı ve ne de milleti tanımak demektir. Böyle tanıyanlar için gerçek bir rahmettir...

 

 

* * *

 

ÜSTAD’I YENİDEN ANLAMAK

 

Eserleri, fikir hayatı ve mücadelesi ile topluma yön gösterici olan Necip Fazıl, zamanın despot yönetimini, resmî ideolojisini usanmadan ve cesaretle sorgulamıştır. Yeni nesiller onun mesajını anlayabilirse, bu büyük bir kazanç olur. Üstad’ın dâvâsı İslâm’ın dâvâsıdır.

 

* * *

 

1940 yılının öncesinde ve sonrasında Necip Fazıl’ın kültür ve sanat hayatımızda, sanatı ve düşüncesiyle herkesçe ilgi çekici bir konumu vardı. Şiiri, tiyatro eserleri, hikâyeleri ve düşünce yazılarıyla çağdaş Türk edebiyatına ilgi duyan yerli ve yabancı bütün kültür adamlarının ve hazırlanan antolojilerin, ders kitaplarının vazgeçilmez gördüğü isimlerden biriydi. Bu konumu yüzünden, devlet yöneticileri tarafından bile sürekli fikirlerine müracaat edilen, görüşülen bir şahsiyetti.

 

İkinci Dünya Savaşı sırasında yeniden yapılanma ve dünyanın değişen konumu içinde Türkiye’ye yaraşır bir tavır sahibi olma konusunda söyledikleri de ilgi görüyordu. O dönemde yazdığı gazete yazıları da büyük okuyucu kitlesinin ilgisini çekiyordu. Maarif dâvâmız konusunda yazdığı yazılar, devrin bakanları tarafından takip edilecek değerde bulunurdu.

 

ESERLERİ UFUK AÇIYOR

 

Pek çok fikir adamının aksine, İkinci Dünya Savaşı’nın mutlaka çıkacağını savunması ve muhtemel kamplaşmaların nasıl olacağı konusunda çok önceden yaptığı tahminlerin benzer şekillerde oluşması, Necip Fazıl’a kamuoyunda büyük ilgi gösterilmesine de yol açmıştır. Ben ve Ötesi’nde topladığı şiirlerinden sonra Çile’de büyük sancıları ve çağımızın duyarlığını modern bir Türk şiiriyle ifadeye çalışması, Bir Adam Yaratmak piyesinde çağdaş bir trajedi formunda insanın evrensel problemlerini sorgulaması “Çerçeve” başlıklı köşe yazılarında büyük meseleleri kısa fikir yazıları halinde ortaya koyması, Necip Fazıl’ı o dönemde hiç kimsede görülmeyecek nitelikte özelliklerin toplandığı bir şahsiyet haline getirmiş; hem sanat ve hem de fikir hayatının vazgeçilmez odaklarından biri olmasına yol açmıştır.

 

İKİ ÜNİVERSİTE HOCALARINA BEDEL BİR ŞAHSİYET

 

Tanzimat’ın 100. yıldönümü vesilesiyle Namık Kemal’e dair Ankara ve İstanbul Üniversitesi hocalarına müştereken birer kitap hazırlatılırken, Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı benzer hacimdeki bir kitabın yazarı Necip Fazıl’dı. Üçü de 1940 yılında yayınlanan bu kitapların verdiği izlenim, Necip Fazıl’ın o dönemde bir üniversite hocalar grubunun ortaklaşa yapabilecekleri işi tek başına yapabilir önemde görülmesidir. Gerçekten de İbrahim Necmi DİLMEN’in TDK adına bazı notlar ilavesiyle yayınlanan Necip Fazıl imzalı Namık Kemal adlı kitap, Tanzimat döneminin bu öncü şairini ilk kez farklı bir değerlendirme çabasını ortaya koymaktadır. Bir bakıma, Tanzimat’ın ilânının yüzüncü yıldönümünde, onu en iyi anlayarak öncülerini sorgular nitelikte değerlendirmeleriyle, Abdülhak Hâmid’den sonra Namık Kemal’in olmak isteyip de olamadığı şahsiyet olarak görülmüştür Necip Fazıl... Şahsiyeti, eserleri ve tesiriyle de bu intibaı verir. Şiiri hem yeni hem de millîdir. Tiyatrosu ve düşüncesi de öyle...

 

“DURUN KALABALIKLAR...” DÖNEMİ SORGULAYAN SÖZ

 

Böylesine önemli ve etkili bir şahsiyet, daha sonra öylesine parçalanmış bir kültür atmosferiyle karşı karşıya kalıyor ki; sokaktaki insandan başbakana kadar büyük taraftarlıklardan büyük tepkilere kadar tek başına göğüslemek zorunda bırakılıyor. Bunun en önemli sebebi, Büyük Doğu dergisiyle ortaya koyduğu tavırdır:

 

“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!

Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak!...”

 

Bu mısralarda ortaya koyduğu tavrın gerisinde İslâm düşüncesi vardır ve bu düşünceyle çevresinde olup bitenleri sorgulamaya girişir. Büyük Doğu’nun ilk sayısında bu şuurla hazırlanan “Nefs Muhasebesi” başlıklı anketin birinci sorusu “Allah’a inanıyor musunuz?” şeklindedir. Bilim, sanat ve siyaset alanında tanınmış kişilere yöneltilen sorulara verilen cevaplar, birçok tanınmış şahsiyetin ne kadar şuursuz bir hayat tarzı yaşadıklarını ortaya koyar. Yine o dönemlerde yazdığı noktalama da onun kendisine ne tür bir görev verdiğini anlatması bakımından ilgi çekicidir:

 

“Ben şairim, gaibi kurcalayan çilingir,

Canlı cenazelerin başında Münker-Nekir!”

 

Sade şairliği bir “cüce” işi gören ve gözünün “büyük sanatkârlık” ta olduğnu söyleyen Necip Fazıl, gerçekten bir büyük sanatkâra yaraşan tavırları ve görüşleri ortaya koymaya başlar. Yüzyıllık gidişe “dur” demeye ve yapılan yanlışları tek başına kalsa da göstermeye sonuna kadar kararlı olan bir tavrı kırk yıl sürdürür. Onun büyüklüğü buradan gelmektedir.

RESMî İDEOLOJİYİ HEDEF ALMIŞTIR

 

İnancına bağlı fikirler geliştirmesi, eserler ortaya koyması ve bu eserlerin anlaşılması için gereken atmosfer için mücadele vermesi, kendi ifadesi ile “aksiyona girmesi” onu hem büyük bir sanatkâr hem de kahraman konumuna yükseltmiştir. Çünkü mücadelesi yalnız fikir ve sanat alanında kalmamış, yazdığı yazılar ve yayınladığı dergilerle, hükümetleri ve devlet mekanizmalarını hedef almıştır. Bu konuda da çoğu zaman yalnız kalmıştır, ama yılamamıştır.

 

Necip Fazıl’ın, ölümüne kadar pek çok sanat ve kültür adamı tarafından olduğu kadar, üniversite çevrelerinden de destek görememesinin sebebi, resmî ideoloji ve taraftarlarına karşı yürüttüğü mücadelenin kararlılığıdır. O yüzden resmî destekli basın tarafından sürekli komplolara maruz bırakılmış, iftiralara uğramış, dünya çapındaki eserleri görmezden gelinmiş, eserleri okul kitaplarıyla antolojilerde anılmaz olmuştur. Onu yalnızca Kaldırımlar şairi olarak anmak, daha sonra yazdıklarını görmezlikten gelmek ve inancı uğruna yaptıklarını, Ataç’ın ifadesiyle “densizlik” olarak nitelendirmek, batıcılığı benimsemiş solcu veya Kemalist aydınların ortak tavrı olmuştur. Halbuki asıl densizlik budur; Necip Fazıl’ın 1940 sonrası ortaya koyduğu fikir ve eserleri küçümsemektir. Çünkü bu eserlerde savunduğu görüş ve tesbitler, bugün yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada haklılık kazanmıştır. Batıcı ve solcu düşüncelerden kopan bütün aydınlar, bugün Necip Fazıl’ın kırk yıl önce söylemek için hapse atılmayı göze aldığı şeyleri tartışıyorlar. Dünyadaki ve Türkiye’deki değişim, hep Necip Fazıl’ı haklı çıkardı. Kemal Tahir, Atilla İlhan ve Cemil Meriç’ten bu yana batıcı-sol çevrelerde görülen bütün yerli, millî ve geleneksel değerlere yönelme çabalarında Necip Fazıl’ın etkisi her zaman belirgindir.

 

Türkiye Yazarlar Birliği’nin, “On Yıl Sonra Necip Fazıl” adıyla ve bir hafta süreyle düzenlediği geniş katılımlı toplantıların metinlerinin Bütün Yönleriyle Necip Fazıl adıyla Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi ile Yazarlar Birliği’nin ortak yayını olarak yayınlanması, Yapı Kredi Yayınları arasında Necip Fazıl Kısakürek-Seçmeler adlı bir kitabın yayınlanması, Bilgi Yayınları’nın biyografi dizisinde Necip Fazıl’a da yer vermesi, Kültür Bakanlığı’ndan sonra Türkiye’deki bütün kültür, sanat ve bilim çevrelerinin bu büyük ve dünya çapındaki şahsiyeti yeniden anlamaya ve değerlendirme-ye çalıştığının bir göstergesi sayılmalıdır.

Bu arada; pek çok belediyenin -hazırlıksız da olsa- anma programları düzenlemesi, bir tür sahiplenmenin göstergeleridir ve daha ciddî yapılması beklenir...

 

MESAJININ YENİDEN GÜNDEME GELMESİ

 

Yeni nesiller, Necip Fazıl’ın mesajını anlayabilecek duyarlığı kazanabilirse; bu, Türk kültür hayatının büyük kazancı olur. Çünkü onun mesajında, Memet Âkif, Yahya Kemal ve Ahmet Haşim gibi dinî, tarihî ve estetik değerlerin savunucularının çok daha temelli bir bileşime ulaştığını ve onun kişiliğinde, yalnız yirminci yüzyıl sanat ve kültür değerlerimiz değil, 19. yüzyıl aydınlarının Batı’dan alınan değerlerle ona karşı çıkma çabası ile divan, halk ve tekke edebiyatlarının tüm güzelliklerinin buluştuğunu görüyoruz. Dehâlar böyledir; Homeros, Shakespeare, Hugo, Goethe ve Dostoyevski, kendi milletlerinin değerlerini, aktüel ve politik, tarihî ve dinî bütün meselelerini kendilerine dert edinmişler ve bunlara eserlerinde yer vermişlerdir. Onları anlamak, milletlerini anlamakla eşdeğerdedir. Bu anlamda Necip Fazıl, yeniden keşfedilir ve bütün Türkiye ve çevresinde yaşayan insanlar için ortaya koyduğu görüşler tartışılmaya başlanırsa, kültür hayatımız için yeni bir toparlanma ve kısır çekişmelerden kurtulma imkânı verir.

 

Dr. Muhammed Harb’in 1980’den sonra Necip Fazıl’ı Arapça’ya çevirme çabasının gerisinde, Mısır’dan başlayarak Necip Fazıl’ı İslâm dünyasına tanıtma ve mesajına olduğu kadar estetik başarısına da dikkati çekme gayreti vardı. Necip Fazıl’ın şiir ve hikâyelerini İngilizce’ye ve Urduca’ya çevirerek, Pakistan çevresinde İngilizce bir kitapla Necip Fazıl’ı tanıtma gayretine giren Masood Akhtar Shaikh, Shakespeare gibi dünya çapında bir şahsiyetimizi neden yeterince değerlendirip tanıtmadığımızı anlayamadığını söylemektedir. Ona göre; Türkiye, Necip Fazıl’la kendisini çok daha iyi tanıtabilir. Tıpkı İngiltere gibi...

 

 

* * *

 

NECİP FAZIL’IN ŞİİRİ

 

Necip Fazıl, ilk gençlik şiirlerinde görülen taklidî imanın ifadelerinden yıllarca sonra, şahsiyetini oluşturan unsurlarla tecrit kabiliyetinin hidayetle ulaştığı noktada, müthiş bir şiire ulaşır. Bu şiir, Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ta temsili alegorik bir tarzda anlattığı, Fuzûlî’nin Leylâ’dan Mevlâ’ya ulaşma şeklinde ifadelendirdiği hakîkate ulaşma cehdinin ta kendisidir.

 

* * *

 

Saf şiir açısından yapılan değerlendirmelerin birçoğunda, Şeyh Galip’ten Yahya Kemal’e kadar önemli şair yetişmediği söylenir. Ara yerdeki Hâmid’in taşıdığı istidadı ve dile getirmeye çalıştığı metafizik ürpertiyi, kullanılmamış bir imkan olarak istisna tutarsak, söylenenlerde büyük bir gerçek payı vardır. Evet, gerçekten de şiirimiz, Şeyh Galip’ten Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’e gelinceye kadar taşıyamayacağı düşünce ve öteki şiir dışı unsurlara boğulmuş, dolayısıyla şiir olmaktan çıkmıştır. Muallim Naci’nin şiir dışı tartışmalar yüzünden divan şiirine yönelmesi de şiirimize fazla bir şey kazandırmamış, dolayısıyla yüzyılın başında Fikret’le şiirimiz gerçek bir çıkmaza girmişti. Gerek yenilik şairleri, gerekse divan ve halk tarzında şiir söyleyenlerin yazıp söylediklerine bugün birer talihsizlik olarak bakmadan edemiyorsak, bunun bir tek sebebi var: Yaşadığımız medeniyet krizi...

 

Batılılaşmanın doğurduğu şaşkınlık ve taklitçilik, kolay bir yolu mümkün ve modern bir tutum gibi ortaya koymasaydı, Namık Kemal, Abdülhak Hâmid, Muallim Naci, Fikret ve Cenap Şehabettin; bugün birer büyük şair olarak anılabilirdi.Dönemin imkânları buna elverişlidir. Şiirin öncü fonksiyonu, bir hakikat arayıcısı olma kabiliyeti, şiirde çok şey yapmaya her zaman imkân verir. Âkif bu imkânı zaman zaman kullanabilmiştir. Her şeyden önce bir imanın sözcülüğünü üstlenerek tarihî bir misyonu ifa etmiştir. Bu misyonu değerlendirmeyi ve tarih boyutunu yaşanılan hayatla birlikte ele alarak ortaya koymayı bilen Yahya Kemal, Âkif’ten oldukça farklı bir şiir dünyası kurarak, saf şiir anlayışıyla yeniden ilgi kurabilmiştir. Haşim ise tamamen yeni ve orijinal kalmayı başarabilmesiyle, batılılaşma döneminden en büyük avantajı sağlamış şair olarak karşımıza çıkar.

 

Necip Fazıl şiire başladığında, bu tecrübelerden fazla olarak, halk şiiri ve tekke edebiyatı örnekleri de gündemdeydi. Irsiyetinin imtiyazlarıyla edebiyat hocasından edindiği tasavvufî alâka, Necip Fazıl’ı Yunus ve öteki tekke mensuplarıyla temasa getirdi. Bu dönem, aruzdan heceye, millî edebiyattan “çağdaş edebiyat”a geçebilmek için Fransız şairlerine doğru tabii bir yönelişin gündemde olduğu bir dönemdir. Yeni Türk sanatçısı, her bakımdan kendi kendisiyle ve küçük bir aydın çevre ile baş başadır:

 

“Duvara, bir titiz örümcek gibi,

İnce dertlerimle işledim bir ağ.

........

Eserim duvarın bir köşesinde;

Çıkamaz içimden başka bir seda...”

 

KALDIRIMLAR ŞAİRİNİN İÇİNDEKİ KIYAMET

 

Kaldırımlar şairi, Tanzimat’tan bu yana yaşanan krizi benliğinde hisseder, bunu derinliğine yaşar. Şehir ve tabiata ait unsurları, “İçindeki kıyamet”in nesnel karşılıkları gibi yansıtırken aslında yaşadığımız kaosu anlatır. Bir “ben” şairi gibi konuşur; ama konuştukları, bu toplumun tek tek her entelektüeliyle yaşadığı sancıdır. Bunu kimi idrak eder, Beşir Fuad gibi intihara kadar götürür. Kimi de Hâmid gibi ara sıra feryat gibi ifade eder. Büyük bir kısmı da, Fikret’in isyanı ile Akif’in imanı arasındaki çatışmada ifade edildiğini sanır; talâkatin cebrezesinde kendini kaybeder, yaşadıklarını unutmaya çalışır. Bu bir kuru tesellidir.

 

Necip Fazıl hiçbir kuru teselliye kanmaz. Azgın deniz gibi her şeyi yakıp yıkmak istediği olur. Susan deniz gibi büyük olmayı ister, takvimdeki denize hicret eder. Bütün çabası, “gönlün kurşun yükünü”, “tüy gibi hafifletmek”tir. Ama ne yapsa fayda vermez:

 

“Kalbim bir çiçektir, gündüzler ölgün;

Gelin, gelin onu açın geceler”

 

Geceye sığınışı teselli etmez onu. Çünkü “İnsanlar içinde en yalnız insan”ın başı “taş duvar”a gömülüdür. Mumu söndürse, “ölüler içinde en yalnız ölü” karşısına dikilir...

 

Her yerde kendi ölüsün, daha doğrusu ölümünü gören “ben”, aslında durumun farkındadır:

 

“İçimde bir mahşer uğultusu var;

Ruhumdur çağıran, tenimi cenge.”

 

İçindeki sönmeyen ateşin kaynağı az çok bellidir, ifade edilmiştir; Bir “sonsuz renk”e gözlerini vermek ister. Bu “ sonsuz renk”tir her şeyin kaynağı:

“Mermer bir kabuğa girip, ördüğüm,

Kapansam içimden gelen âhenge..”.

 

Bir ipek böceği tasavvur edelim ki, “mermer bir kabuk”ta âhenk örmektedir.

 

Tecrit safhası başlamıştır artık. Kimsenin bu sonsuz dünyadan haberi yoktur. Zaman ve mekan altüst olmaya başlar, içindeki kıyamet dışa vurur:

 

“Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince,

Aynalar yüzümü tanımaz olur.”

 

Yaşadıklarıyla da, duyduklarıyla da yalnızdır şair. Her yerde bunu görmeye ve görüntülerin, vehimlerin arkasındaki gerçeğe varmak tutkusuna kendisini kaptırmıştır. Ama ufuk sürekli ondan kaçar, bir türlü ulaşamaz son sınıra. Bu ulaşılamazlık onu daha da çeker:

 

“Ne azap, ne sitem bu yalnızlıktan,

Kime ne anlaşılmaz duvar bendedir.”

 

Ufkun insanda, çok yakınında olduğunu fark eder. Çile de böylece başlar ve ölünceye kadar sürer. Bu tecrit – teşhis gelgitleri, onun bütün şiir macerası, Çile şiirinde yeniden yaşanır. Böylece, şairin birinci dönemiyle ikinci dönemi iç içe girmiş olur. Tanpınar’ın ifadesiyle şair, ilhamının geçtiği merhaleleri özetler.

 

Bir toplumun rüyasını gören şair, başka biri gibi bunu anlatmak durumundadır. “Ben” derken, aslında “biz” demiş olur:

 

“Ne çıkar, bir yola düşmemiş gölgem;

Yollar ki, Allah’a çıkar, bendedir.”

 

İlk gençlik çağında, bir çeşit taklitle söylediği mısraları hatırlayalım: Allah aşkıyla haykırdığı için çok görülmemeyi istiyordu genç şair... Çile’de bu çok başka bir tona ulaşır. Çünkü şair “bir şeyhe varmıştır” artık:

 

“Bildim seni ey Râb, bilinmez meşhûri”

..................

“Biricik meselem, sonsuza varmak...”

 

Necip Fazıl, ilk gençlik şiirlerinde görülen taklidî imanın ifadelerinden yıllarca sonra, şahsiyetini oluşturan unsurlarla tecrit kabiliyetinin hidayetle ulaştığı noktada, müthiş bir şiire ulaşır. Bu şiir, Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ta temsili alegorik bir tarzda anlattığı, Fuzulî’nin Leylâ’dan Mevlâ’ya ulaşma şeklinde ifadelendirdiği hakîkate ulaşma cehdinin ta kendisidir. Bu, Şeyh Galib’in ifadeyle “özge bir macerâdır”...

 

 

* * *

 

TEBLİĞ SANATÇISI

 

“Onun ümmetinden ol” der, davetiyeler, hicivler yazar. Hayatın yaşanan biçimine karşı çıkar, tarihin yanlış anlatılışına isyan eder, din büyükleri için şiirler yazar, yeni bir mevlid denemesine girişir. Son nefesine kadar, şiirin başını çektiği bir tebliğ ve telkin sanatçısı olarak, büyük bir misyon ifâ eder.

Kaldırımlar şairi bir ıstırabı dile getiriyordu. Çile, bir imanın sözcüsü olur. Sakarya Türküsü ile destan şairi kimliği de kazanan Necip Fazıl, şiiri bir hakîkat arayıcılığı olarak görürken, “Allah için sanat” görüşünün nazariyesini de hazırlar. Şiir ile fikir arasında bu kadar doğrudan ilişki kurabilen pek az şair vardır. Canım İstanbul’dan sonraki şiirlerinde görülen huzur ve ölüm duygusunun tabiiliğini, bu şiirin temel dinamiklerinde bağlamak gerekir.

 

* * *

 

Yunus’un, Mevlânâ’nın mürşitleri vardı. Onlar da seyir ve sülûklerini şiir diliyle anlattılar. Söylüyorlar ve bu şiir oluyordu. Bu yüzden sözlerinde bir tasannu yoktur. Buldukları dilde, konuştukları meselenin bugünkü gibi riskleri yoktu. Yani tasavvufun dili bugünkü gibi bir kısım aydınlar nezdinde yıpranmamıştı. O bakımdan yeni bir şiir dünyası kurmak gibi fazladan bir gayrete ihtiyaçları yoktu. O dünyanın içindeydiler.

 

Çağdaş bir şair için bu imkânlar yoktur. O yüzden Necip Fazıl, her şeyini yeni baştan kurmak zorunda kaldı. Bunda da uzunca bir zaman yalnızdı. Mesajına, Rilke ve Eliot gibi hazır çevreler de bulabilecek durumda değildi. Ama hiçbir zaman onlar gibi umutsuz olmadı, olamazdı:

 

“Ben, Allah diyenlerin boyunlarında vebal;

Ben, bugünküne mâzi, yarınkine istikbâl.”

 

Sakarya türküsü ile bu şiir üçüncü ve son merhaleye ulaşır.

 

DESTAN ŞAİRİ

 

Necip Fazıl artık bir destan şairidir. “Onun ümmetinden ol” der, davetiyeler, hicivler yazar. Hayatın yaşanan biçimine karşı çıkar, tarihin yanlış anlatılışına isyan eder, din büyükleri için şiirler yazar, yeni bir mevlid denemesine girişir. Son nefesine kadar, şiirin başını çektiği bir tebliğ ve telkin sanatçısı olarak, büyük bir misyon ifâ eder.

 

Kaldırımlar şairi bir ıstırabı dile getiriyordu. Çile, bir imanın sözcüsü olur. Sakarya Türküsü ile destan şairi kimliği de kazanan Necip Fazıl, şiiri bir hakîkat arayıcılığı olarak görürken, “Allah için sanat” görüşünün nazariyesini de hazırlar. Şiir ile fikir arasında bu kadar doğrudan ilişki kurabilen pek az şair vardır. Canım İstanbul’dan sonraki şiirlerinde görülen huzur ve ölüm duygusunun tabiiliğini, bu şiirin temel dinamiklerinde bağlamak gerekir.

 

18’İNDE, 80’İNDE AYNI BÜTÜNLÜK

 

Poetikasında Necip Fazıl şiire, ontolojik bir misyon yükler, şair bununla varolmaya çalışır. Bu misyonun en güzel ifadesini onun şiirlerinde buluyoruz.

Bu şiirler bağlı oldukları estetik, etik ve ideolojik görüşler açısından öylesine tutarlı bir bütünlük gösteriyorlar ki, benzerine Yunus’tan bu yana hiçbir şairde rastlanmaz...

 

Necip Fazıl’ın Örümcek Ağı adlı 1922 yılında yayınlanan şiirinden 1983’te yayınlanan Evim adlı şiirine kadar, 61 yıl boyunca değişmeyen, ama zamanla gelişen ve derinleşen özellikler, onu büyük şairler arasında anmamızı gerektirmektedir. Dünyanın belli başlı büyük şairlerinde bulunan özelliklerdir bunlar: Millî ve tarihî olmak, dinin özüne ait mistik ve metafizik temalarda derinleşmek, ferdî olduğu kadar sosyal meselelerde de kendince tavır sahibi olmak, bu özelliklerden bir kısmıdır.

 

Gençlik döneminde “Ruhun şiiri”ni yazdığı söylenmişti, devrinin eleştirmen ve edebiyat tarihçileri tarafından. Vasfi Mahir Kocatürk’ün böyle anılır. Ama daha yaygın ve bilinen vasfı, “mistik şair” idi.

 

Bu mistik tavır, onun ilk şiirlerinde de açıkça görülür. Her şeyin hakîkatine ve olayların iç yüzünü kavramaya tâlip mizacı, onun şiirine her zaman kendine özgü bir nitelik kazandırmıştır.

 

1930’lu yıllarda onunla mülâkat yapan birinin, Ölünün Odası, Tabut ve benzeri şiirlerine atıfla, “Şiirleriniz neden bu kadar marazîdir?” sorusuna şu cevabı verir: “Lâkin bu marazda ne kadar kuvvetli bir sıhhat olduğuna dikkat ediniz.” Evet, gerçekten de Necip Fazıl’ın en marazî görünen şiirlerinde bile kuvvetli bir sağlık alâmeti ve arayışı olduğu dikkati çekmektedir.

 

KİTAPLIK ÇAPTA ESERİN İLK POETİKASI

 

Hece vezninde aruz âhengini yakalamaya çalışmada, neslinin en lirik ve en etkileyici şiirini kurmada, kendinden önceki şiir geleneğimizin en önemli özelliklerini kendinde toplayarak çağdaş Türk şiirini etkilemede, başkalarıyla mukayese edilmeyecek nitelikte üstünlüklere sahiptir.

 

Örümcek Ağı (1925), Kaldırımlar (1928), Ben ve Ötesi (1932), Sonsuzluk Kervanı (1955) ve Çile (1962) adlı şiir kitaplarının, ilk gençlik dönemine ait ilk iki örneği bir hazırlığın ürünleri olarak ayrı tutulursa, diğerlerinin yayınlandıkları dönemlerde her bakımdan yılın olayı niteliğinde oldukları görülür. Özellikle Çile adlı eserinin önsözü, şiir görüşlerini yansıtan poetika bölümü ile şiirlerinin gösterdiği bütünlük, her zaman “kitaplık çapta eser” sahibi olmayı hayatının biricik meselesi yapan büyük bir şairi ortaya koymaktadır.

 

ŞİİRİ İLE DÜNYA GÖRÜŞÜNÜ MECZETTİ

 

1952 yılının Büyük Doğu dergilerinde yayınlamaya başladığı poetikasına ait yazıları, Fuzûlî’den beri edebiyatımızda şiiri ile dünya görüşünü meczetmeye çalışan büyük şairler arasında Necip Fazıl’a özel bir yer ayırmamızı gerektirmektedir. Onun şiir görüşlerinin ortaya koyduğu bütünlükle karşılaştırıldığında, Namık Kemal’in, Abdülhak Hamid’in ve Ahmet Haşim’in şiirle ilgili teorik yazılarının ne kadar eksik ve yarım oldukları dikkati çekmektedir. Orhan Veli ve arakadaşlarınınki ise, sadece klasik değerlere itirazdan ibaret kalmaktadır.

 

Bu doğrultuda yazılmış yazılar olarak, yalnızca Asaf Hâlet Çelebi’nin 1954 yılında yayınladığı Benim Gözümle Şiir Davası başlıklı yazılarının değerinden söz edilebilir. İstanbul dergilerinde yayınlanan bu yazılarında, A. H. Çelebi de Necip Fazıl gibi şiir görüşünü bir hadis-i şeriften hareketle geliştirir.

 

Bir divan şairi titizliği ile kitaplık çapta eser hazırlayan Necip Fazıl, bir halk şairi endişesiyle sade bir dil kullanır ve bir tekke şairi gibi de mecazlarla derinleşme endişesi taşırken, çağdaş bir şairin bütün kaygılarıyla şiirin bütün alanlarında eser verir, mevlid de yazar, hiciv de. Onu büyük yapan, kendi yolunu ve tavrını kendince belirleyip büyük eser vermenin sırrını yakalamasıdır.

 

 

DÜNYA ÇAPINDA ESERLER, NECİP FAZIL’DA TİYATRO...

 

Şairliği yanında dünya çapında değer taşıyan tiyatro eserleri ortaya koyan Üstad’ın eserleri “Tek Parti” döneminde adeta görmezden gelinir.

Üstad’ın ünlü tiyatro eserleri

Bir Adam Yaratmak, Reis Bey, Para, Sabır Taşı, Parmaksız Salih, Ahşap Konak, Yunus Emre, Künye, Tohum... Püf Noktası en önemli eserleridir. Sır ve Kumandan isimli yarım kalmış iki de piyesi bulunmaktadır.

 

* * *

 

Şairliği yanında öteki edebî eserleriyle de tartışılmaz önemde bir büyük şahsiyet olmasına rağmen, Necip Fazıl’ın tiyatro eserlerinin sahnelenmemesi, üzerinde durulacak nitelikte bir kültürel sapma yaşadığımızın göstergelerinden biridir.

 

Kültür ve sanat adamlarının kamplaşmasının son derece tehlikeli parçalanmışlık, yaşadığımız dönemin hâlâ soğuk savaş atmosferinden kurtulmadığını ortaya koymaktadır. Millete mal olmuş şahsiyetler ve eserler üzerinde ortak bir kanaate varılmıyor, estetik değerler hak ettiği yeri alamıyorsa, o toplumun etik ve politik bir kör döğüşü yaşaması şaşırtıcı olmaz...

 

Necip Fazıl’ın on dört tiyatro eseri vardır ve bunlardan on kadarı çeşitli resmî ve özel tiyatrolarda sahneye konmuş, bazıları da sinema ve televizyon filmi halinde geniş kitlelere sunulmuş, büyük alâka görmüştür. Gerek Şehir Tiyatroları’yla özel tiyatrolardaki sahnelenişi, gerekse televizyon yapımları her zaman büyük yankılar uyandıran bu oyunların teknik ve muhteva özellikleri geniş araştırmalarla tezlere konu olmuş ve Türk tiyatrosu için her zaman yeni ve orijinal metinler olarak nitelendirilmiştir. Fakat Muhsin Ertuğrul’dan başka bu eserlere yeteri kadar ilgi gösteren tiyatro adamı çıkmadığı, ortaya çıkanların da yeterli destekten mahrum olduğu için dünya çapında önemli eserlerin Türk seyircisine ulaşamadığını görüyoruz. Bundan tiyatro ile uğraşan herkesin payına düşen bir sorumluluk olduğunu ve bu sorumluluğun bazıları için utanç vesilesi sayılacağını belirtmek gerek.

 

ÇÖLE İNEN NUR

 

Peygamberimizin hayatını anlatan siyer denemesi, Büyük Doğu dergilerinde tefrika edildikten sonra 1950 yılında kitaplaşır. Sonraki baskısı O Ki O Yüzden Varız adıyla yayınlandıktan (1961) sonra “tashihli ve ilâveli” baskılar yeniden Çöle İnen Nur adıyla yayımlanarak ön tarafına “Başlangıç” yazısı konulmuş ve Seyyid Abdülhâkim Arvasî’ye ithaf edilmiştir.

 

Bu eser, İslâm edebiyatının siyer türünün yeni Türk edebiyatındaki en güzel örneğidir. Peygamber sevgisinin temel alındığı bu eser, dünyada pek az benzeri olan bir üslûp ile yazılmıştır. Bir şeyhe bağlanmış olan Necip Fazıl, bu kitabını “Fenâfirresul”e ulaşmak arzusuyla yazmış gibidir. Şair Bâkî tarafından Arapça’dan dilimize çevrilen ve tasavvuf kaynaklarına göre Peygamberimizin hayatını anlatan El Mevâhibu’l Ledüniyye adlı kitap, sanki bu eserin tek örneği olmuştur. Bâkî’nin ilaveler yaparak dilimize çevirdiği kitabı, sonraki yıllarda Necip Fazıl Gönül Nimetleri adıyla sadeleştirmiştir. 17. yüzyıl Divan nâsiri Veysî tarafından yazılan ve 18. yüzyıl şairi Nâbi ile Nazmizâde (öl. 1723)’nin zeyl yazdıkları Siyer-i Veysî’den bu yana, Hz. Peygamberin hayatını sanatçı yaklaşımıyla bütün halinde anlatma çabasının ilk önemli örneğidir.

 

Büyük Doğu dergilerinin İman – İslâm sayfalarında tefrika edilen pek çok dinî eserin en önemlisi olan bu kitap, daha sonra sahabe ve evliya menkıbeleriyle desteklenmiştir. Her şeyi bir iman vecdi ve heyecanı içinde telâkki eden Necip Fazıl, bu eseriyle dinî neşriyatın Peygamber sevgisi etrafında yeniden şekillenmesine öncülük etmiştir. Sonraki yıllarda defalarca basılan ve en çok satılan dinî kitapların başında yer alan bu eserin pek çok benzeri ve hatta taklidi yayınlanmıştır.

 

GÖRMEZDEN GELİRLER

 

Bir Adam Yaratmak gibi dünya çapındaki eserin mistik tarafını budadım diyerek sahneye koyan Devlet Tiyatrosu yönetmeni için söylenecek hiçbir söz yoktur. Bizâtihî budadım kelimesi bile konuya estetik ve etik kaygıdan çok, politik kaygı ile yaklaşıldığını ve metafizik meselelerle yüklü eseri katletmek anlamına geldiğini ortaya koymaktadır. Peki öyleyse bu türden bir “sahneleme cinâyeti” işlenir de tiyatro çevrelerinden niçin hiç ses çıkmaz? Çünkü Necip Fazıl’ın eserleri, onları ilgilendirmemektedir. Bu da işte yaşadığımız günlerin garip çelişkilerindendir: Sanata evet kampanyaları başlatanların sadece tek tip esere sahip çıktığını ve hürriyeti yalnız kendisi için isteyenlerin içinden çıktıkları topluma ne kadar yabancılaştıklarını gösterir ancak.

 

MİLLET DÜŞMANLARI GÖZDE

 

Tek Parti döneminde yazıldıkları yıl sahnelenen Tohum, Bir Adam Yaratmak, Para ve Nam-ı Diğer Parmaksız Salih adlı oyunlarının daha sonra Şehir Tiyatroları yönetmenleri tarafından hiçbir şekilde gündeme getirilmediğini görüyoruz. Sanki basın ve kültür çevrelerinin yabancılaşmasının tipik bir yansıması olarak, tiyatro çevreleri Necip Fazıl’ı unutturmaya kararlı gibidir. Ama Şehir Tiyatroları’nı yıllardan beri yönetenler, acaba bu zarif ve kibar insanların neden tiyatro yönetimine müdahaleye kalkışmadığı gibi, oyun seyretmeye gelmediğini düşünmüyorlar? Pek çok inceliği ve akıl almaz kulisleri bilen, iktidardan muhalefete kadar pek çok şeyi ve kişiyi yakından takip eden sanat ve kültür adamları, kendilerine yetki veren kadroları neden hesaba katmazlar? Bunu anlamak mümkün değil. Öte yandan Nazım Hikmet sevdalılarının gönülleri hoş edilsin diye, onun hayatını sahneye getiren oyun sahnelenirken, Müslüman halkın inançlarına hakaret edilir de hiçbir yöneticinin nedense tepkisi duyulmaz...

 

Bazı şeylerin nezâket sınırları içinde ele alınmasında fayda var. Yöneticilik her zaman dengeleri kollamayı ve hak duygusunu hesaba katmayı gerektirir. Devlet Tiyatrosu’nun katlettiği oyundan sonra Gösteri Sanatları Merkezi de Ahşap Konak adlı eseri amatör kadroyla sahneye getirerek, Necip Fazıl’ın tiyatro eserlerinin sahnelenmesi yolundaki talepleri karşılama çabasına girdi. Fakat İstanbul Belediyesi’nin finanse ettiği bu yapımda görev alan yöneticilerin aralarında düştükleri anlaşmazlıktan ötürü, dramaturji ve yönetim konusunda tam bir kargaşa vardı ve ancak oyunun ruhu kendini kurtarıyordu. Son gecesini seyrettiğim bu oyun, ciddî bir sahiplenme ile ne büyük yankılar uyandırabilirdi, bu farkedilebiliyordu.

 

EVRENSEL MESAJLI ESERLER

 

On dört eserden yarısı tezli eserdir ve ötekilerde de Necip Fazıl’ın dünya görüşünün evrensel çerçevede yansıması görülür. Fakat Bir Adam Yaratmak, Para, Reis Bey, Parmaksız Salih, Sabır Taşı, Künye ve Yunus Emre gibi eserleri her zaman ve her yerde oynanabilecek değerde ve önemdedir. Bu eserler üzerinde yapılabilecek ciddî ve sorumlu dramaturji ve reji çalışmaları, onların her dünya görüşü sahibi seyirci tarafından ilgiyle izlenmesine imkân verir ve pek tabii böylesine önemli eserleri sahneye getiren tiyatro da bir kültür olayına sahne olur. Tabii bu eserlerin yapımına yağdırılacak ödül yoktur ve tatmin edilecek tek şey de kamu vicdanıdır. Bir Adam Yaratmak 1937 yılında yazıldı ve yine o yıl sahneye kondu. İki dönem boyunca, yani on aya yakın bir zaman Şehir Tiyatrosu sahnelerinde kapalı gişe oynandı. O dönemin Harbiye Okulu talebelerinin de bu oyunu seyretmek için okuldan kaçtıkları, yani disiplin suçu işledikleri söylenir. Bugün eğer ciddî değerlerini göstermekten çekinmeyecek kadar yürekli ve önyargısız davranabilirlerse, Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak ve Para gibi evrensel mesajlı eserlerle oyunları ile bu topluma hem doğru şeyler söylemiş, hem de bir hakkı teslim etmiş olurlar... Çünkü bu eserler yerli ve millî olandan evrensele ulaşmanın başarılı örnekleridir.

 

Son olarak yayınlanan Püf Noktası adlı tek komedi eseriyle yarım kalmış Sır ve Kumandan adlı piyesleri, Necip Fazıl’ın ne kadar cesur ve yenilikçi bir tiyatro yazarı olduğunu ortaya koymaktadır. Maalesef bu eserlerin hakkettiği ilgiyi görerek sahnelenmemesi bir yana, akademisyenler ve tiyatro eleştirmenleri tarafından bile ciddî çalışmalara konu edinilmemektedir. Bunlar ülkemizdeki tiyatro kültürünün ne kadar yetersiz ve tek boyutlu olduğunu ortaya koyacak niteliktedir...

 

 

* * *

 

HİCVİN DE ÜSTADI

 

Necip Fazıl, şairliği ve tiyatroculuğunun yanında keskin bir mizahçıdır da. Tek parti döneminin zulmüne hiciv ve mizahla karşı koyar. Borazan isimli mizah dergisinde İnönü’ye seslenen bir yazı yayınlar.

 

* * *

 

NECİP FAZIL’IN HİCİV VE MİZAH GAZETESİ

 

“Öttür yem borusunu, öttür, öttür, borazan!

Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan!”

 

Zulme karşı hiciv ve mizahla karşı koymanın en keskin örneği...

 

Üstad Necip Fazıl’ın çıkardığı Ağaç (1936) ve Büyük Doğu (1943) adlı dergilerden herkesin haberi vardır. Büyük Doğu’nun bazı devrelerinin günlük gazete halinde çıktığı da bilinir. Ama Büyük Doğu’nun yayınlanmadığı günlerde, ayrıca haftalık bir mizahî gazete çıkardığını çok az kişi bilir. Ancak üç sayı çıkan bu gazetenin, farklı bir mizah anlayışı var. Yayınlandığı dönem için olduğu kadar, Üstad’ın şahsiyetinin bir cephesini aydınlatması ve mücadelesini daha çarpıcı biçimde göstermesi açısından, büyük bir öneme sahip olan bu gazete hakkında kısaca bilgi vermek istiyoruz.

 

“Cumaları çıkar haftalık siyasî mizahimtırak gazete” alt başlığı ile 28 Kasım/5 Aralık/12 Aralık 1947 tarihlerinde yayınlanan ve her biri dört sayfa olan bu gazeteler, yarım gazete boyutunda, 28x41 ebadındadır.

 

Borazan yazısının üzerinde, yazı ile iç içe bir de borazan resmi bulunan başlık klişesi, üç sayısının da genel karakterini ortaya koyuyor: Gür ve pervasız bir ses... Bu üç sayının en belirgin özelliği budur...

 

TEK PARTİ ZULMÜNE KARŞI GÜR BİR SES: “YUF!”

 

Gazetenin ilk sayısının sol baştaki ilk yazısı “Yuf!” başlığını taşıyor ve bir çeşit çıkış gerekçesi hüviyetini taşıyor. Gazetedeki yazıların hemen hepsinde olduğu gibi bunda da imza yoktur. Üstad’ın kaleminden çıktığı hemen anlaşılan bu yazının tamamı şöyle:

 

“Artık iş alaya bindi. Atom bombası devrinde, kestane fişeğinden zayıf ciddiyet utansın! (Melânkoli) hastası Prens (Hamlet) Keloğlan’a çıkıyor! Zira Danimarka sarayında entrika, “Kandilleri yakın!” cümlesini “Kandilleri yakın...” diye mânâlandıracak hale gelmiştir. Sen, en keskin fikir çilelerinin oyuk oyuk gölgelendirdiği ve kıvrım kıvrım acılaştırdığı içli ve mahzun dâva çehresi! Bundan böyle palyaço makyajını öğrenmeye çalış! Sırtına, kıtıklardan bir kambur tümseği yerleştir; başına, kır saçlarını örtecek bir işkembe oturt; bostan patlıcanından bir burun tedarik et ve oldu bitti!

 

Şöyle bir kılığın da olsa pek mânidar ve bazı hallere çok uygun olur.

 

Sol elinde yağlı bir rençber kasketi... Arkanda Bitpazarı malı bir (smoking) caketi; ve kravatsız, yaka düğmesi ilikli alaca bir gömlek... Belinden aşağı, şalvarla külot arası, kahverengi, sert kıllı, aba bir pantolon... Ayaklarında, Mahmutpaşa yokuşu mamulâtından, dört parmak kauçuk pençeli bir (bobstil) potini...

Neye benzediniz efendim? Binbir hesapsız ve kitapsız, bilgisiz ve anlayışsız tesirin maskaralaştırdığı yamalı bohça tipine, bundan daha parlak bir üniforma bulunabileceğini sanır mıydınız? İklimlerimizin (modern) veya (moderen) Keloğlan’ı budur; ve Çemişkezek Şarlo’sunun kılığındaki işbu Keloğlan, İzmit kâğıt fabrikasının ikinci hamurundan bir derece daha yerlidir.

 

Şimdi sağ eline, alevden çığlığı bulutları kamçılayan koskoca bir boru al ve öttür ve haykır:

 

- Kalk borusu çalıyor! Kalkın!!!

 

Merak etme; hiç kimse uyanmayacak ve hattâ burnuna sinek konmuş kadar olsun, istifini bozmayacaktır.

 

İstersen bir tecrübe et:

 

- Yem borusu çalıyor! Kalkın!!!

 

Korkarım ki, üzerinden, yalınayak, başıkabak geçecek kalabalığın kesafeti altında Galata Köprüsü yıkılmasın!

 

Yüz bilmem kaç kişilik (filârmonik) orkestramızın nefesli sazlarına ot tıkandığı, telli sazlarına su doldurulduğu, notalarının da rüzgâra verildiği gün, kararımızı veriverdik:

 

Biz de (modern) bir Keloğlan kılığına girer ve borazanlık ederiz!

 

Kala kala bir yuf borusu kalıyor!

 

Biz de bu boruyu, İsrafil’in Hesap Günü çalacağı ve âvâzesiyle bütün fezayı yırtacağı büyük ayaklanma borusuna kadar başka hiçbir boruya lüzum olmadığı kanaatiyle öttürür, dururuz!

 

Yuf olsun!!!”

 

Yazıyı okuduktan sonra ister istemez Üstad’ın aynı yıl yazılmış “Destan” şiirinin iki beytini hatırlamadan edemiyorsunuz:

 

“Öttür yem borusunu, öttür, öttür, borazan!

Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan!

 

Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul;

Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.”

 

Birinci sayfanın altındaki “Dalkavuğun Köşesinden” yazısı, o dönemin dalkavuk yazarlarının üslûbuyla yazılmış. İkinci sayfadaki “Yürekleri Okuyan Makine” başlıklı yazılar, üç sayıda da yer alıyor. Can Ahmet’in icadı olarak anlatılan bu makine ile o dönemin maruf isimlerinin söz ve maksatları sergilenir. İlk sayıda, daha önce Necip Fazıl’ın “Çerçeve” başlığı ile yazılar yazdığı, sonradan iktidarın emrine giren Son Telgraf gazetesinin sahibi Ethem İzzet Benice ile yapılmış bir konuşma yer alır bu başlık altında. İkinci sayıda, o dönemin başbakanı Recep Peker’le üçüncü sayıda da muhalefetin lideri Celâl Bayar’la yapılan konuşmalarda, sorulara verilen cevapların biri ağızdan, ikincisi yürekten cevap başlığı ile sunulur. Üçü de birbirinden ilgi çekici olan bu konuşmalardan ilk ikisi iktidar yanlılarının düşüncelerini, üçüncüsü de muhalefetin iç yüzünü ortaya koyacak niteliktedir.

 

İlk sayıda Adanalı Ziya’dan, ikinci sayıda Halil Edip’ten ve Paul Eluard’dan (Hürriyet adlı şiiri, “ey bizde olmayan şey” takdimiyle sunuluyor), üçüncü sayıda da Muallim Naci’den seçme şiirler bulunan gazetenin ikinci sayısında, Üstad’a ait olduğunu tahmin ettiğimiz iki hiciv örneği var. Biri ilk sayfada yer alıyor ve “Neyleyim!” başlığını ve Ozanbaşı imzasını taşıyor. İkincisi ikinci sayfada, “Senin” başlıklı ve Halk şairi imzasını taşıyor. “Neyleyim!” başlıklı hicvin ilk iki beyti şöyle:

 

“Irmak kuru, çeşme kör, sakaları neyleyim?

Nuh’un gemisi lâzım, takaları neyleyim!

 

Ya baş derdi konuşun, yahut hiç toplanmayın

Kurultay kapısında tokaları neyleyim!”

(Borazan, sayı 2)

 

Üçüncü sayının son sayfasında yer alan bir resim ve üzerindeki yazı, bugünkü mizah dergilerinde bile az görülen bir espri zenginliğine sahip: Fotomontajla Falih Rıfkı, elinde Ulus gazetesi satan bir müvezzi haline sokulmuş ve yan tarafına da şu not düşülmüş: “Herkes yakışığını bulsa ne olurdu? Falih Rıfkı Atay sokaklarda Ulus satardı!”

 

Necip Fazıl’ın başmuharriri olduğu Borazan’da imzasız yazı büyük çoğunlukta. İmzası olan yazıların çoğu da iktibas.

 

Borazan’ın hangi sebeplerden yayınını tatil ettiğini bilemiyoruz. Yalnız o yıl ve sonraki yıl (1947 – 48) mahkeme koridorlarında “çile üstüne çile” çektiğini biliyoruz. CHP’nin en keskin muhslifi ve muvazaaya yanaşmayan tek münekkidi olmak, kolay atlanamayacak engeller getirir.

 

İNÖNÜ’YE SESLENİŞ

 

“Ey devletlû, şevketlû, heybetlû, haşmetlû, kudretlû tacidar hazretleri!” hitabıyla başlayan yazının tamamı kelimesi kelimesine şöyle:

 

“Ey, uçsuz bucaksız adem ve zulmet diyarının canlı firavunu! Sen bir vücûd değil, bir (espri), bir hâlet, bir keyfiyet, bir ruh çizgisisin; ve memleketimizde hükmeden bir zümrenin teker teker ruhlarına hükmetmektesin! Bizi çoluk çocuk, genç ve ihtiyar, kadın ve erkek peşine takmış, dilediğin istikamete sürüklemektesin! Emrediyorsun; on bin kişi kuru ekmek bulamıyor ve on tüccar kâğıt paralarını çeki taşıyla tartıyor!

 

Emrediyorsun; yalnız rakı sarfiyatı ayda 800 tona çıkıyor ve yüz binlerce kişi kaldırımlar üstüne ciğerlerini kusuyor! Emrediyorsun; hayır cemiyetlerinin oynattığı kumarlardaki (kanyot) paraları “Etyemez” semtinin yarım asırlık bütçesini aşıyor. Suiistimal, rüşvet, iltimas, ihtikâr, ihtilâs, vurgunculuk, soygunculuk, inkâr, ihanet, hıyanet, cinayet, fuhuş, hastalık, riya, iftira, alkış, an sadık ev en gözde nazırların... Bunlardan bir tanesi vazifesinde kazara küçük bir ihmal gösterse, derhal öbürleri tarafından sana jurnal edileceğini ve bizzat kendilerinin bile yanlarında münezzeh kalacağı işkenceciler ellerinde inim inim inletileceğini bilir; ve gününü gün etmek için sana kul köle olmaktan başka hiçbir çıkar yol olmadığını pek güzel hesap eder. Kurduğun jurnal ve casusluk şebekesi, havalardaki radyo mevceleri manzumesinden daha girift ve korkunçtur. Korkmuş palamut fiyatına kiraladığın vicdanlar önünde, anne oğlundan ve baba kızından emin değildir.

 

Bütün bunları bir tarafa bırakalım ve haklarında hiçbir şikâyet sesi çıkarmayalım! Yalnız bize çok giran gelen bir nokta var; sadece o husustaki şikâyetimizi dinle ve bize çalımet!

 

Senden rica ediyor, istirham ediyor, niyaz ediyoruz! Hesab gününe kadar elinden ne gelirse yap, bizi nasıl payûmal ve tarumar edersen et! Bütün bunlar senin tabiî fiilin ve yolundur. Her şeyi yap, yalnız senin zuhurundan beri hayret ve dehşetten çatlattığın şeytan aşkına, seni tenkit edenlere saltanatçı damgasını vurmaya kalkışma! Yahu, bu kadarı nasıl olur; sen dururken bütün zulüm ve ceberruttiyle saltanatçı olmak kimin haddidir?” (Borazan, sayı 3)

 

Bu yazıda, o dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye hitap edildiği bellidir.

 

 

* * *

 

SAĞLAM ÖNGÖRÜ SAHİBİ

 

Necip Fazıl’a 18’inde Kayseri’de sorduğum soruya verdiği cevap bir sanatkâr olarak yadırgatıcı görünmesine rağmen, o günlerde Demirel’e karşı Bilgiç’e verdiği destek, Üstad’ın ne denli sağlam öngörülere sahip olduğunu gösteriyordu.

 

* * *

 

Necip Fazıl’ı, Çile kitabındaki şiirlerinden sonra, 1964 dönemi Büyük Doğu dergileriyle tanıdım ve büyük bir şair olduğu kadar büyük bir mütefekkir olduğunu anladım. İdeolocya Örgüsü ile Descartes’ın Metod Üzerine Konuşmalar adlı kitabını birlikte okuduğum için, Necip Fazıl’ın fikrî çapını kavrayabilmiştim. O yüzden böylesine önemli bir mütefekkirin, o günlerdeki AP kongresinde genel başkan seçimi gibi günlük politikayı ilgilendiren yazılar yazmasını ve başkanlık yarışında Demirel’e karşı Bilgiç’ten yana olmasını kabul edememiştim. Bunun siyasî hayatımız için ne kadar önemli bir dönüm noktası olduğunu o günlerde bir lise talebesinin anlaması mümkün değildi tabii.

 

GÖRÜŞÜM YENİDEN ŞEKİLLENDİ

 

Kısa bir süre sonra Necip Fazıl konferans vermek için Kayseri’ye geldi ve arkası bahçe olan bir kıraathanede konuştu. Üç saat boyunca ayakta dinlediğim bu konferansı, o günlerin Doğu Menzil Komutanı olan Tuğgeneral Faruk Güventürk de makam otomobili içinde izlemişti. O güne kadar duyduğum ve hissettiğim her şeyin sistemli bir şekilde temellendirildiğini fark ettim. Üstad din, tarih, şahsiyetli dış politika ve dünyadaki yerimiz gibi konularda gönlümden geçenleri o kadar açık bir tarzda ifade ediyordu ki, dünya görüşümün tepeden tırnağa yeniden şekillendiğini söyleyebilirim.

 

“İHTİLAL NE ZAMAN!”

 

Artık pek çok şeyi kavramış ve 18 yaşın heyecanıyla ülke yönetimine müdahale edebilecek hale geldiğimizi sanmaya başlamıştım. Yalnız Türkiye'yi değil, dünyayı bile kurtarabilecek bir fikre sahiplik. Öyleyse neden böylesine kötü ve zavallı bir yönetime razı olacaktık ki? Bu yüzden de o akşam yapılan ev sohbetinde, jakoben düşünce geleneği içinde yetiştirilen bir lise talebesinin aklına gelecek sorulardan en önemlisini Üstad'a şöyle sormuştum: “İhtilâlimizi ne zaman yapacağız efendim?” Üstad bir süre gözlerimin içine baktıktan sonra şunları söyledi: "Halk ihtilâlleri devri kapandı! Biz kadro yetiştirerek kanun yolundan zuhura talibiz. Sen bu soruyu öylesine unut ki rüyalarına bile girmesin..."

 

Demokratikleşmenin de, hukuk devletinin gereğini de bu diyalogdan daha iyi hiçbir şey anlatmaz. Jön Türk hareketine karşı geleneksel yapıyı korumaya çalışan Abdülhamit Han'dan sonra Atatürk devrimleri de böyle bir tavırla bu toplumu temelden değiştirmeye çalışmıştır. Bu yolda din, dil ve tarih alanlarında geliştirilen yeni telakkiler, yepyeni bir toplum oluşturmaya yönelik olmuştur. Dinde Kur’an ve Hadis dışındaki bütün yorumları ve geleneksel uygulamalarla birlikte tarikat telâkkisini bertaraf eden Selefî anlayış yanında, dilde de dinî ve tasavvufî muhtevayı taşıyan kavramlar tasfiye edilerek dilin kültür taşıyıcı özelliği daraltılmış; Güneş Dil Teorisi ile birlikte Orta Asya'dan Sümer ve Hititlere uzanan farklı bir tarih anlayışı ortaya konmuştur.

 

Mehmet Akif’le Yahya Kemal’in sessiz bir muhalefetle kabul etmedikleri bu tezleri, Necip Fazıl 1943’ten sonra giderek saflaşan bir telakki ile fikrî ve felsefî planda.eleştirmiş, 40 yıl boyunca geliştirdiği İdeolocya Örgüsü ile buna bağlı eserlerinde Atatürk devrimlerinin oluşturduğu aydınlanma düşüncesi etrafındaki fikrî yapıyı dönüştürmeyi mesele edinmiştir. O yüzden, Necip Fazıl’ın mesajım iyi anlamak İçin, Abdülhamit Han'la Atatürk’ü iyi anlamak gerekir. Çünkü dehâlar her çağda aynı dili konuşurlar.

 

Atatürk devrimleri ile Kemalizm arasında çok önemli farklar var. Atatürk, komünizme şiddetle karşı olduğu halde, onun ölümünden sonra oluşturulan Kemalizm ile Marksistler çoğu zaman ittifak halinde görünürler. Marksistlerle birlikte onlara zemin hazırlayan Kemalist sol görüşün sahipleri hiçbir zaman Necip Fazıl kadar dürüst ve açık olmamışlardır. Bugün Atatürk’ü kalkan yapan hemen herkesin Atatürk'le alakası yoktur. Çünkü “Cumhuriyetin temeli kültürdür” diyen Atatürk’ün, dil, din ve tarih konularında hazırlattığı ve sürekli basılıp o kutu im asıyla yeni bir kültür hareketi oluşturması mümkün olan 10 önemli eser, sonraki yıllarda Atatürkçü olduklarım söyleyenler tarafından yeniden yayınlanmamıştır. Onlar çoğu zaman kendi düşünceleriyle menfaatlerinin üstüne Kemalizm yazmayı marifet bilmişlerdir.

 

Bu kitaplardan yalnızca Sahih-i Buhari Şerhi Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından sürekli yayınlanmaktadır.

 

Şiirindeki yerli, modern ve orijinal olma endişesi, mistik dünya görüşüne de sinmiştir. Böylece dünya çapında büyük şair ve büyük mütefekkir vasıfları yanında, çağdaş bir klasik vasfı da kazanmıştır. O yüzden, felsefeye karşı felsefeci tavrıyla İmam Gazali’yi, tarih şuuru ve fıkıhçı bakış açısıyla A. Cevdet Paşa’yı, bu milletin temel değerlerim lirik bir dille şiirleştirme çabasıyla Yunus Emre’yi hatırlatırken, bilgece bir uzak görüşlülüğüyle de benzersiz bir dehâ... Başka açılardan da edebî kimliğimizi temsil eder.

 

YENİDEN BAŞA DÖNMEK

 

Yeniden başa dönebilecek cesaretiniz varsa, bütün Ön yargılardan kurtulabilirsiniz. Bunu teklif eden Necip Fazıl, felsefî temelleriyle sistemleştirilmiş dünya görüşü adına, hakkı yenmiş tarihî şahsiyetleri savunurken, içinde yetiştiği Tanzimat sonrası ve Cumhuriyet dönemlerinin telakkileri yanında resmî ideoloji ile hesaplaşmış; din, dil ve tarih görüşleriyle dünyada büyük alaka görmüş çağdaş gelenekçiler ile modernistler arasında kendine özgü bir yer edinmiştir. Bu ülkede sanat, siyaset veya kültür faaliyeti yapacak herkesin bir şekilde Necip Fazıl’ın tezleriyle karşılaşması mukadderdir. Çile’den sonra Bir Adam Yaratmak’taki yakıcı hasretle Çöle İnen Nur’daki Peygamber sevgisi, bu milletin öz sesidir.

 

OSMANLI NİÇİN BATTI?

 

Necip Fazıl’ı anlamadan bu toplumda ciddî bir entelektüel faaliyet yapmak imkansızdır. Onu anlamak için Abdülhamit ile Atatürk’ün bu toplumda yapmak istediklerim çok iyi değerlendirmek gerek. Onu hakkıyla tanıyınca da herkese düşen sorumluluklar sizin de yakanızı bırakmaz ve kendinizi Sakarya gibi, “Masum Anadolu’nun saf çocuğu” olarak görür, bu toplumun tarihî misyonunu yüklenirsiniz. Osmanlı Devleti sanayileşmeyi zamanında kavrayıp zamanında teknoloji transferi yapamadığı için battı. Bu batışı çabuklaştıran başka etkenlerin basında, sistemin mantığım kavrayamayan politikacıların yetersizliği, yani “kaht-ı rical” gelmektedir.

 

100 kadar eseriyle Necip Fazıl, pek çok yanında, bu yetersiz politikacılardan kurtulmanın ve tarihî misyonumuza kavuşmanın yollarım da anlatmaktadır. Böylesine önemli bir kültür mirası bırakmış şahsiyetin mesajını anlamadan yapılacak her şey boş... Onu anlamak, bir bakıma tarihi misyonumuzu, yakın geçmişi, millî değerlerimizle kendimizi ve öz benliğimizi anlamaktır...

 

 

TESİRİ GENİŞ VE ETKİLİ

 

20. yüzyıl Türk edebiyatım genel olarak “Çağdaş Türk Edebiyatı” diye adlandırmak herkes için tabii karşılanır oldu. Daha önce Tanzimat ve Servet-i Fünûn Edebiyatları, “Teceddüt Edebiyatı” genel başlığıyla ifade edilirdi. Bu iki dönemi birbirinden ayırmayanlara göre de, Tanzimat'tan itibaren yeni bir telakki de “yeni” veya batıcı bir edebiyat oluşmuştur, o yüzden de hepsine birden “Batı Tesirinde Türk Edebiyatı” demek mümkündür.

 

Batılılaşmanın 150 yıldan fazla geçmişi olduğu dikkate alınırsa, artık bu tesirle oluşan edebiyatın belli bir üslûba kavuştuğu ve Çağdaş Türk Edebiyatı’nın kendine göre bir kimlik ve kişilik kazandığı söylenebilir. O yüzden de artık bu edebiyatın özellikleri ve genel dinamikleri üzerinde durulması gerekir.

 

* * *

 

ANA TÜRLERİN ÖNCÜLERİ...

 

Şiir, hikaye, roman ve tiyatro gibi edebiyatın ana türlerinde eser veren şahsiyetlerin, 20. yüzyılın sonunda kültür ve edebiyatımızda iz bırakacak tesirlere ulaştıklarını görüyoruz. Şiirde Yahya Kemal, hikayede Ömer Seyfeddin, romanda Halil Ziya ve bütün bunlardan sonra gelişen tiyatroda da Necip Fazıl, çağdaş insanımızın dilini ve kaygılarını irk kez edebî bir tarzda ortaya koymuşlardır. Sonra da bu türler birbirini etkilemiş ve böylece ana hatlarıyla Yeni Türk Edebiyatı kimliği ortaya çıkmıştır.

 

Bu edebiyatın dış etkiler yanında kendi iç dinamikleriyle oluşturduğu kimliğin en belirgin yanı, batılı formlarda bir yerli edebiyat oluşturma çabasıdır. Şiirde ortaya çıkan yenilik arayışları n in nesirde daha az görülmesinden ötürü, Anadolu’yu farklı bir görme amacına yönelik Millî Edebiyat anlayışının etkisi uzun sürmüştür. Resmî kültür doğrultusunda yeni bir insan tipi üretmeye yönelik Köy Romanları ve Sosyal Gerçekçilik yanında. asıl gücünü geleneksel şiirin sesinden alan çağdaş Türk şiiri her zaman siparişe uygun ortaya çıkmamıştır. Sahte Anadolu Edebiyatı'nın şairleri de naşirleri gibi başarısız oldular...

 

Bu “sahte” edebiyata karşı çıktığım söyleyen Orhan Veli’nin Garip Şiiri, aslında Necip Fazıl’ın oluşturduğu ve öncülüğünü yaptığı saf şiiri hedef alır...

 

ÜNLÜ ŞAİRLERE VE GENÇLİĞE...

 

Garip Şiiri’ne karşı çıkanlardan biri olan Attila İlhan’ın iki örneği vardı: Nazım Hikmet ve Necip Fazıl... Mavi dergisi etrafında topladığı sosyalist dünya görüşüne mensup gençlere örnek olarak gösterdiği şairler bunlardı. Batılı şairlere Halk ve Divan şairleri daha sonra hatırladığı şiir geleneğinin sözcüleridir.

 

İkinci Yeni şiiri, gerçeküstücü Fransız şairlerinden çok Necip Fazıl'ın politika dışı modem şiirinden güç almıştır. Sezai Karakoç’un geleneğin özüne yöneten şiirinin ilk gençlik arkadaşlarının "İkinci Yeni" yozlaşmalarından ve rahatsızlıklarından kurtulabilmesi, Necip Fazıl’ın dünya görüşüne yakınlığı sayesinde mümkün olabilmiştir.

 

Edebiyat ve Mavera dergileriyle bunlardan sonra yayınlanan pek çok derginin ve İslamî şuurla faaliyet yapan yayınevlerinin Necip Fazıl’dan öğrendiği çok şey var. 1967-77 yılları arasında MTTB adlı gençlik teşkilâtı, İstanbul merkezli Necip Fazıl konferanslarıyla büyük bir gençlik yetiştirdi. Bunlar toplumun kesiminde; siyaset, ticaret, bürokrasi ve üniversitede çok önemli görevlerde bulundular.

 

ÜSTAD VE AYDINLARIMIZ

 

Cuma dergisi, “Üstad istibdat barajını yıkmıştır” sözüyle öne çıkardığı Ahmet Kabaklı’nın şu cümlesini de spot yapmıştır: “Necip Fazıl aksiyoner İslâm’ın öncüsüdür. Bu büyük şöhretin İslâm’a dönüşü, kendilerinden birini kaybettikleri hissini verdi.”

 

Aydınlarımızdan bazıları, Necip Fazıl’ın üzerlerindeki tesirini gizler. Bir kısmı da, güneşi balçıkla sıvama misali kıskançlıkları nedeniyle Üstad’ı hafife alma yoluna saparlar.

Share this post


Link to post
Share on other sites

......

 

Enis Batur'un kendisiyle yapılan bir konuşmada söylediği şu sözler, Necip Fazıl'ın bazı aydınlarımız üzerindeki "gizli etkisi"ni çarpıcı bir tarzda dışa vuran bir örnek olarak çok önemli;

 

"Belki çok yadırgatıcı gelecek ama, mesela benim için en önemli ölçülerden biri Necip Fazıl'dı. Necip Fazıl o kadar ilginç, bana hala o kadar çok doğru gelen bir yöntemle konuşan bir kişiydi ki, ben o yolu benimsedim. Belki bir gün bir yerde yayınlanırsa bu lafım, üstüme yürüyebilirler; hiç önemi yok." (Zaman, 25 Ekim 1987).

 

Acaba, Enis Batur onca batılı yazara yakınlığım anlatırken çekinmiyor da Necip Fazıl'a özendiğini yıllarca niçin saklıyor? Burada yerli ve haysiyetli bir tavır sahibinin saklanmaya çalışılması önemli...

 

BİR ÇOĞUNUNUN YAPAMADIĞINI TEK BAŞINA YAPTI

 

Pek çok sanatçının tasarlayıp da bir çete oluşturarak bile yapamadıklarını tek başına yapabilen insan, elbet "büyük sanatkâr"dır, geleceğini bildirdiği "Beklenen Sanatkâr"dır. Bu gücün kaynağı, Necip Fazıl'ın "deha"sının Abdülhakim Arvasi adlı bir büyük velinin kerametiyle desteklenmesinden ibarettir.

 

Necip Fazıl'ın ölümünden sonra, pek çok yazar olumlu şeyler yazdı. Tarık Buğra'nın onun müstesna yanlarını anlatan "Tek" ve Sezai Karakoç'un "Göklerin Çektiği Kartal" başlıklı yazıları gerçek bir hayranlık ifadesi olarak önemli yazılardı. Çetin Altan ile Mümtaz Soysal'ın Necip Fazıl'ın şiirine duydukları hayranlıktan söz eden yazıları da önemli tesbitler ortaya koyuyordu.

 

Necip Fazıl'ı değerlendirmekten uzak, sıradan övgü cümlelerini bir yana bırakalım. Burada zikredilmeye değer şahsiyetlerin görüşlerine başvuran Cuma dergisi, "Üstad istibdat barajını yıkmıştır" sözüyle öne çıkardığı Ahmet Kabaklı'nın şu cümlesini de spot yapmıştı: "Necip Fazıl aksiyoner İslâm'ın öncüsüdür. Bu büyük şöhretin İslâm'a dönüşü, kendilerinden birini kaybettikleri hissini verdi."

 

ÜSTAD'I TAM OKUMALI

 

Kültür çevrelerinin Necip Fazıl karşısındaki suskunluğunu çok iyi açıklayan bu tesbit yanında, okur – yazarların Necip Fazıl karşısındaki tavrını açıklayan Abdurrahman Şen'in şu görüşleri de önemliydi:

 

"Günümüz insaninin (öncelikle okumuşlar) Üstad'ı lâyıkıyla anlamadığı bir gerçek. Buna çeşitli ölçülerde hepiniz dahiliz. Kendi kafa yapımız, anlayışımız, izanımız, kültür birikimimiz nisbetinde katılıyoruz hepimiz. 2-3 kitabını okuyan kişi Üstad üzerine ahkam kesiyor, Şiirlerini, hikayelerini, makalelerini okumadan, tiyatro eserini incelemeden Üstad tanınabilir mi? Mümkün değil! Bulunduğumuz ortamın genel çerçeveleri içine çekiştirmeye çalıştığımız Necip Fazıl, eksik Necip Fazıl'dır... Necip Fazıl'ı geniş anlamda "fikir babası" olarak tanıyıp, onun fikirlerinden istifade etmeyi bilmek gerek. Cehdinin mücadeleciliğini anlamak gerek." (Cuma, 47. sayı, 24-30 Mayıs 1991).

 

Türkiye Yazarlar Birliği'nin "10 Yıl Sonra Necip Fazıl" toplantılarından sonra, Necip Fazıl yazıları yaygınlaştı denebilir. Pek çok dergi, ölüm ve doğum günleri vesilesiyle Necip Fazıl hakkında özel sayılar düzenliyor, en azından özel bölüm veya bir iki yazıyla Necip Fazıl'dan söz ediyor...

 

O VE BEN

 

Daha önce "Büyük Kapı" adıyla da yayınlanan bu eserinde Üstad, şeyhi Abdülhakim Arvasi ile kendi ilişkilerini anlatır. Kitap üç bölümden meydana gelir: Tanıyıncaya kadar (1904-1934), tanıdıktan sonra (1934-1943) ve o günden beri (1943-1978). Görüldüğü gibi, Üstad hayatını şeyhine nisbetle değerlendiriyor. Her şeyi ona bağlayarak anlatırken, kendi hayatı hakkında da ilk defa mahrem noktalara kadar iniyor. Daha sonra yazdığı Bâbıâli ve son eseri Kafa Kağıdı, bu eser dikkatle okunmadan kavranamaz. Üstad'ın hayat ve insan anlayışı, sanat ve dinî hakikatin nasıl bütünleştiği gibi konular, hep bu kitabında açık seçik bir biçimde anlatılmıştır. Bir bağlılığın destanı olan bu eser, birçok bakımdan tetkik ve tefsir edilebilecek, başlı başına tez konusu yapılabilecek eserlerdendir.

 

İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

 

İdeolocya Örgüsü'nde İsIâm düşüncesi ve toplum düzeni kadar, doğu, batı ve Türk değerlendirmesi de benzersiz bir tarzda ortaya konmaktadır. Tarihî geçmişi ve günümüz ilişkileri açısından dünya ve Türkiye, bu çapta vuzuh ve vukufla hiçbir kitapta anlatılmamıştır. İdeolojik hüviyetleriyle bütün sosyal ve siyasal çevreler, hiçbir düşünürde bu kadar net ve doğrudan değerlendirmelere muhatap olmamışlardır. Eleştirisini bu kadar açık ve pervasız ortaya koyan ikinci bir çağdaş yazar yok. Toplumun son yüzyılda geçirdiği değişimi ve içinde bulunduğu durumdan kurtuluş çarelerini Necip Fazıl kadar sancılı bir şekilde kendisine dert edinmiş ikinci düşünürümüz olmadığı gibi, Müslüman toplumlarının zaaf ve güçlerini bu kadar vukufla ortaya koymuş ikinci bir kitap da yoktur. Bu bakımdan İdeolocya Örgüsü, yalnız bizde değil, bütün dünyada çağın fikir eseri sayılabilecek önemdedir. Eser Kutadgu Bilig'den bu yana yazılmış Türkçe siyasetnâmelerin en önemlisi olarak değerlendirilmeli ve getirdiği tesbitler – teşhisler incelenmelidir.

 

ANILARDA, ANEKDOTLARDA NECİP FAZIL

 

Anılarında Necip Fazıl'dan söz edenlerin çoğu kere onu bir vesileyle tanıyıp olumlu veya olumsuz tesiri bir yana bırakarak eseriyle tanımaya çalışmamışlardır. Genellikle hatıralarındaki bir dönem veya bir olayla ilgili olarak Necip Fazıl'ı anlatıyorlar, böylece Necip Fazıl'ı tanımayanları yanıltmış oluyorlar. Bu konuda iyi niyetli olanlar genellikle Necip Fazıl'ı "dava arkadaşı" olarak görürler ve eserlerini bir bütün olarak değerlendirmeye zamanları ve zihinleri müsait değildir.

 

Kötü niyetli olanlar da, onu nasıl edeyim de küçük düşüreyim diye bir telaş içindedirler. Necip Fazıl'a anılarında yer veren ve kendisini "dinazor" olarak adlandıran Mina Urgan ile onu sık sık "süper mürşit" olarak anmadan edemeyen Oktay Akbal da bunlara örnektir. Bunların Necip Fazıl'ı küçük düşürmek için garip bir telaş içinde oldukları gözden kaçmaz. O yüzden de Örneklemeye bile değmez...

 

Öte yandan, Necip Fazıl'ın ölümünden ancak 15 yıl kadar sonra Çile'yi bir kitap fuarında görerek okuyabildiğini söyleyen Erdal Öz'ün de onun şiirlerinin taklitlerini okuduğunu ifade ettikten sonra, Necip Fazıl'ın Türk şiirinde önemli bir yeri olmadığını yazabiliyor..

 

Anılarla anekdotlarda Necip Fazıl'ı tanımak isteyenler Kafa Kağıdı, Bâbıâli, Cinnet Mustatili ile O ve Ben'i okumalıdır. Bu eserlerde bir şahsiyetin bütün açıklığıyla günahını ve sevabını ortaya koyduğu, kendi lehinde ve aleyhinde söylenebilecek önemli olan her şeyi yazdığı görülüyor...

 

Bir Müslüman'ı, hem de bu ülkenin gençlerine eserleri ve konferanslarıyla büyük hizmetler vermiş, sanat ve siyasetinde müsbet etkiler bırakmış bir şahsiyeti tanımak ve tanıtmak isteyenler, Peygamberin şu Hadis-i Şerifi'nin hikmetine riayet etmelidir: "Ölülerinizi hayırla anınız..."

 

Ayrıca, hak ve hakikat adına araştırmacılık yapanlara da şu mealdeki ayet de yeterli bir uyarı olur sanıyorum. "Fâsıklardan gelen haberleri tahkik etmeden inanmayınız..."

 

 

* * *

 

RUHÎ BİRLİKTELİK

 

O yıllarda sanat çevrelerinde yeniden moda olan Nazım Hikmet ve hayranlarıyla Necip Fazıl'ı karşılaştırmak bile mümkün değildi. Sanki iki ayrı gezegenin insanlarıydılar. Üstad, bizi ve bize ait olan şeyleri çok farklı ve kendine özgü bir yolla anlatırken, o dönemlerde "sol" diye bilinen ve edebiyat çevrelerine hakim olan kişiler, bize ait isimlerle Amerikalı ve Rus tiplerini anlatıyorlardı.

 

Descartes, Topçu ve Necip Fazıl eserlerini okudum. Üstad kadar derin fikirler söyleyemiyorlardı. Artık "üstadım"ı bulmuştum binlerce Anadolu genci gibi...

 

* * *

 

Ben, Üstad'ı bu mücadelenin ortasında, 1960 İhtilâli'nden sonra Anodolu'da tanıyanlardanım. 1964 ve 1967 yıllarında yayınlanan Büyük Doğu dergileriyle 1959-60 dönemi ciltleri, şahsiyetimin oluşumunda büyük pay sahibidir. Çile'nin ilk baskısı yine bu dönemde yayınlanmıştı. Nazım Hikmet'in yeniden yayınlanan şiir kitaplarıyla karşılaştırılınca, baş döndürücü bir derinlik hemen fark ediliyordu.

 

Çocukluk arkadaşlarım olan Bekir Oğuzbaşaran ve Hasan Nail Canat'la Üstad'ın eserlerinden ve yazılarından anladıklarımızı tartışır, Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi'nde, bugün her biri değerli isimler olan arkadaşlarla buluşur, konuşurduk. Bürodaki ortak konular genellikle sosyal ve kültürel, bazen de politik gelişmelerdi. Şiir, hikaye ve tiyatro bizim özel konularımızdı. Sosyal muhtevalı şiirler okunduktan sonra kalabalık dağılır ve biz bir köşede Necip Fazıl'la öteki şairlerin bize seslenen, hüzün, yalnızlık, belirsiz endişe ve bazen de tabiat sevgisini dile getiren şiirlerini okurduk, Bunlar "bizim" şiirlerimizdi...

 

USTAD'LA "RUHÎ BİRLİKTEN BİR PARÇA"

 

Mevlâna, Fîhi Mâfih'in bir yerinde şöyle diyor:

 

"Söz bahanedir. Bir insanı diğer insana doğru çeken şey, söz değil, belki ikisinde mevcut olan ruhî birlikten bir parçadır."

 

Üstad'ı ilk bu yıllarda, büyük şehir kıraathanesinde, sokaklara taşan bir kalabalık arasında, üç saate yakın ayakta dinlerken, bu "ruhî birlikten bir parça"yı derinden hissettiğimi hatırlıyorum. Söylediklerinin pek çoğu, o güne kadar düşünüp de hiç kimse tarafından dile getirildiğini duymadığım görüşlerin ifadesiydi. Dergilerdeki aktüalite çevresinde yazılanlardan "İdeolocya Örgüsü – Büyük Doğu'ya Doğru" üst başlığını taşıyan fikir yazılarıyla başmakalelere kadar sıkı bir görüş birliği vardı. Bu konferans, dergi ve kitaplarda parça parça olan bir dünya görüşünü tam bir bütünlük halinde ortaya koyuyordu. Konferans ve sonraki sohbetler bende müthiş bir etki bıraktı. Birden kendimi çok yücelmiş ve yaşamanın mânâsını kavramış gibi hissettim. Artık lise sıralarında okunması gereken Cumhuriyet yazarlarını okuyamıyordum. Üstad'ın önem verdiği yerli ve yabancıları kendimce seçmeye tabi tutuyordum. Bu dönemde tahammül edebildiğim isimler, Peyami Safa, Halit Ziya, Yakup Kadri, Dostoyevski, Çehov, Sorfre ve Camus gibi yazarlardı.

 

DESCARTES'TEN DERİN SÖYLÜYOR

 

İdeolocya Örgüsü'nün ilk baskısı ile Metod Üzerine Konuşmalar (Descartes) ve Yarınki Türkiye Nurettin Topçu) birlikte okuduğumu hatırlıyorum. Filozof Descartes ve Topçu, Necip Fazıl kadar derin ve kavrayıcı fikirler söylemiyor, hiç değilse İmam Gazali'nin El'Munkız Mined'dalâl kitabındaki "hakikat arayıcılığı" tavrını ortaya koyamıyorlardı. Büyük Kapı (O ve Ben), bu bakımdan Necip Fazıl'la ilgili akla gelebilecek bütün tereddütlerimi silmişti. Artık "üstadım"ı bulmuştum binlerce Anadolu genci gibi... Ölçülerim vardı, ben bunlarla dünyaya açılabilirdim. Hamid'den Sezai Karakoç'a kadar Türk şiiriyle, edebiyatın öteki türleri, özellikle tiyatro ve hikâye alanında yazılanları, bir üslup araştırması çabasıyla sıkıca gözden geçirdiğimi hatırlıyorum. Eğer bir şey yazabileceksem, kendime has bir dil ve üslûp geliştirmeliydim. Üstad'dan öğrendiğim ilk şey, bir şahsiyet olabilme endişesiyle hakikat aşkı olduğundan, ilkin bunların peşine düştüm.

 

ÜSTAD'LA KELAM ŞÖLENİ

 

Bir – iki yıllık okuma, araştırma sonunda varabildiğim hüküm şuydu: O yıllarda sanat çevrelerinde yeniden moda olan Nazım Hikmet ve hayranlarıyla Necip Fazıl'ı karşılaştırmak bile mümkün değildi. Sanki iki ayrı gezegenin insanlarıydılar. Üstad, bizi ve bize ait olan şeyleri çok farklı ve kendine özgü bir yolla anlatırken, o dönemlerde "sol" diye bilinen ve edebiyat çevrelerine hakim olan kişiler, bize ait isimlerle Amerikalı ve Rus tiplerini anlatıyorlardı. O gün bilinen isimlerden yalnız Tarık Buğra ve Sezai Karakoç, hem solculardan, hem de Necip Fazıl'dan farklı bir tarzda yazıyorlardı. Şahsiyet olmanın yolu, ortadaydı. Hodri meydan, dedim kendime... Zorlu ve çetin bir hazırlık döneminden sonra yazabileceğimi düşündüm.

 

Necip Fazıl'la ruhî yakınlığını fark eden 27 Mayıs sonrası gençliğin sayısı arttıkça, Üstad daha sık konferanslara gidiyor, Aydınlar Kulübü'nde başlayan İman ve Aksiyon konferansı ile bütün Anadolu ve bir kısmı Trakya şehir ve kasabaları, benzersiz bir kelâm şölenine şahit oluyordu.

 

İMAN VE İSLÂM ATLAS

 

Büyük Doğu dergilerinin hemen her döneminde mutlaka bir bölümü "İman ve İslâm" başlığını taşırdı. Burada dinin temel konuları ve günün en mühim meseleleri, ya bir hoca efendi yahut da nam-ı müstearla Üstad tarafından ele alınırdı. Dinî ve tasavvufî kıssalarla hikmetlere de hep bu bölümde yer verilirdi. Gerek bunlar ve gerekse günümüz ilmihallerinde ele alınan meseleler, Üstad'a göre büyük bir ehemmiyete sahipti. Burada Şeriat ve tarikat bütünlüğünün çok önem verilerek vurgulandığını görüyoruz, işte Üstad baştan beri önem verdiği bu meseleyi, hayatının son yıllarında evine kapanarak bir büyük eserde ortaya koymayı istedi ve bu isteğini gerçekleştirdi. Sonuçta, ilmihal türünde eşine bir daha kolay kolay rastlanamayacak güzellikte bir eser ortaya çıktı. Eser, İbâdet ve Vecd ana bölümlerinden meydana geliyor. İlk kısımda, itikat, nizam, günah, temizlik, namaz, zekat, oruç, hacc, hurâfe, muamele, ahlâk, edeb, dünya ve ölüm ara bölümleri yer alıyor. Vecd kısmında ise. Vecdimin Penceresinden, Mü'min – Kâfir (diyalog), Kâinatın Efendisi (İmam-ı Kastalâni'den seçme ve süzmeler) ve Hadislerle Dünya Nizamı ara başlıklı müstakil bölümler var. Bu ikinci kısımdaki başlıklar, müstakil eserlerin "vecd" tavrında bütünleşen özelliklere sahiptir. Birinci kısım ibadeti, ikinci kısım ise vecde bağlı hususları anlatırken, Şeriatla tasavvufî hayat arasındaki kopmaz bağlar, büyük bir titizlikle ifade edilmektedir. O yüzden Üstad, yirmi yıl Önce tasarlayıp on yıl önce "İman ve İslâm Defteri" adıyla müjdelediği bu eserini, "bütün eserlerimi tamamlayıcı mahiyettedir" şeklinde takdim ediyor.

 

"Kalmadı bu dünyada benim işim ve kavgam;

Eserimi verdimse artık ölsem de ne gam!"

 

beytiyle başlayan eser, "derin ve gerçek mü'minlere" ithaf ediliyor.

 

KAFA KÂĞIDI

 

Üstad'ın son eseri olan Kafa Kâğıdı, otobiyografik bir romandır ve yarım kalan eserler arasında tefrika edilirken her çevreden büyük alâka görmüştür. Üstad'ın bu son eserinde ulaştığı dil ve ifade rahatlığına sanat çevreleri hayran kaldı ve onu tanıyanlar bunun nasıl bir bütünlük içinde olduğunu gördüler.

 

Kafa Kâğıdı da Bâbıâli, O ve Ben, Cinnet Müstatili, Aynadaki Yalan ve Bir Adam Yaratmak gibi otobiyografik izler taşıyan eserlerinden biridir ve Üstad'ın çocukluk ve ilk gençlik dönemini Beylerbeyi'ne taşındığı günlere kadar büyük bir açıklık ve çarpıcılıkla ortaya koyar. Yalnız kendisini değil, o dönemin aile ve toplum çevresini de büyük dikkatlerle yansıtırken, sosyal ve siyasal değişime bir yanıyla ayna olur. Bu yanlarıyla öteki otobiyografik eserlerinin bütünleyicisi olma durumundadır.

 

 

* * *

 

ALKIŞLAYAN GENÇLİK NEREDE?

 

Yıllarca kasaba kasaba dolaşarak Türkiye'ye bir şuur ve idrak kazandıran Necip Fazıl, özlediği neslin vasıflarından çok söz etmiş ve "Gençlik Hitabesi"nde de bu nesli karşısında gördüğünü söylemişti. O gün onu elleri patlarcasına alkışlayan gençlik şimdi nerede?

 

* * *

 

Öncelikle hatırasını ve iyi hasletlerini koruyamadığımız bir insanın dâvâsına da dost olamazsınız.

 

Üstad'la ömür boyu süren münasebetlerini güzel noktalayan isimlerden ikisine daha temas etmeden geçemeyeceğim. Bunlardan biri Sezai Karakoç, öteki Orhan Okay. Sezai Karakoç, Üstad'la ilgili yazılarını Edebiyat Yazıları II adlı kitabında toplayarak, araştırmacılara yol gösterecek yazılarıyla olduğu kadar ölümünden sonra yayınladığı "Som Mermer Gibi" başlıklı değerlendirmesinde de onun herkesten farklı şahsiyetine açıklık getiriyordu. Bu tavır da bence "som mermer gibi" güzeldir. Bir büyük şair ve düşünüre, bir büyük şair ve mütefekkire yaraşır değerlendirmeyi yaraşır. Sezai Karakoç bunu çok güzel yapmıştır.

 

Bir ilim adamı olan Orhan Okay, daha Üstad'ın sağlığında başladığı şiir incelemelerini ve tahlillerini, her birinde yeni bir ufuk açan tarzda ve poetik görüşlerle geliştirmekte ve sürdürmektedir. Bunların, Kültür Bakanlığı Yayınları'nca çıkarılan küçük tanıtma kitabından ayrı ve büyük hacimde bir inceleme kitabı oluşturacağını sanıyorum. Bu tavrın başka araştırmacılara da örnek olmasını temenni ediyorum. Çünkü Necip Fazıl, kendini ve kendisiyle birlikte çok şeyi öğreten bir şahsiyettir. Onun külliyatı, yüzlerce incelemeye konu olacak zenginliktedir. "Kendi Sesinin Yankısı" adlı seçmeler kitabı bunun güzel bir örneği...

 

Bana gelince; Üstad'ı yaşadığı son yirmi yılda olduğu kadar, ölümünden sonraki on yılda da çevresiyle birlikte anlamaya çalıştım. Sağlığında onun için veya dergisi için feda etmeye niyetlendiğim bir yılımı, ancak o öldükten sonra gerçekleştirebildim. Bir yıl boyunca, onun hayatının son 60 yayın yılında ve öldükten sonra hakkında yazılanları gözden geçirdim, bunlardan bir kısmını seçerek bazı yeni değerlendirmelerle Necip Fazıl Armağanı (1984) yayınladım. Bunun yeni genişletilmiş yeni baskısıyla (1996) dördüncü baskısı yapılan Necip Fazıl Kısakürek (1985) adlı inceleme kitabım, Üstad'ın üzerimizdeki hakkını ve milletimiz için ifade ettiği sembol değerini ortaya koyar. Bunu yeterince başarıp başaramadığım hakkında söz söylemek bana düşmez, ama niyetimin ne olduğunu en iyi Allah bilir.

 

30'a yakın kitap ve on özel sayı ve pek çok üniversite teziyle Necip Fazıl'a lâyık bir hizmet ortaya çıkarıp çıkaramadığımızı bilemiyorum. Çünkü bazen bir milletin bütün önemli değerlerine sahip çıkmış bir insanı millete ve yeni nesillere tanıtmak, ona hizmet etmenin en kestirme yoludur, O yüzden Necip Fazıl'ın şahsı değil, şahsiyetiyle sahip çıktığı ve kavgasını verdiği değerler çok önemlidir. Benim Necip Fazıl'la ilgili anma faaliyetlerine katılıp, hakkında kitaplar yayınlayarak yapmak istediğim şeyin kültürümüz bakımından öneminin büyük olduğuna inanıyorum. Dostoyevski'nin, Puşkin Üzerine Konuşmalar'ı ile A. H. Tanpinar'ın Yahya Kemal adlı kitabı, benim örneklerim olmuştur.

 

NECİP FAZIL'I DEĞERLENDİRMEK

 

"Ustada kalırsa bu öksüz yapı

Onu sürdürmeyen çırak utansın!"

Bir güzel ölümle dünyamızdan ayrılan Üstad Necip Fazıl Kısakürek, yüz kadar eser bıraktı. Bu yüz kadar eserde ortaya koyduğu ve gelişmesi için çırpındığı bir şuur, bir idrak ve bir iman heyecanı var ki, "öksüz yapı"dan kastının bu olduğunu sanıyorum. Artık Necip Fazıl'ı sevmek, onun hatırasına hürmet etmekten fazla bir şeydir. O yüzden hakkında yazı yazanlara, yazılı ve sözlü olarak feryâd ü figân edenlere, cenazesinde bulunmak için yüzlerce kilometrelik yolları aşanlara, taşıdıkları sorumluluğu hatırlatmak gerekir. 12 Eylül döneminde Necip Fazıl'ın cenazesine sahip çıkmak, onun davasına da sahip çıkmak anlamını taşıyordu. Namazını kılmayacaklardan hiçbirini bu yüzden cenazesine istemiyordu vasiyetinde. Onun vasiyetindeki birçok hususa riayet edenler, öteki çok önemli hususlara da riayet etmeli.

 

Evet, Necip Fazıl artık gerçekten ne yalnızca şairdir, ne tiyatro yazarı, ne mütefekkir, ne hikâyeci ve ne de sadece fıkra muharriridir. Bunu bir şiirinde ifade ettiği zamanlarda kendisini "yalnızca beyni zonk zonk sızlayan biri" olarak takdim ediyordu. Şimdi artık o da değil. Hatta bir dâvânın sembolü olmaktan da yüce bir yerde. Diyebilirim ki, bir şuur ve idrak dâvâsının ta kendisi olmak mevkiindedir. Allah ona nasib ettiği eserlerle bu memuriyeti yüklemiş gibidir.

 

SAKARYA'NIN RUHU VE SÖZCÜSÜ

 

Necip Fazıl genç yaşlarda bile sesine ve sözüne hayran bir kitle oluşturmayı bilmiştir. Abdülhak Hamid ona "Zekâ!" diye hitab eder, D Grubu Ressamları bile sergilerinin açılış konuşmasını ona yaptırırlardı. Hitabetinin etkisinden ötürü, Peyami Safa, Ahmet Hamdi ve Ahmet Kutsi neslinin en genci olmasına rağmen, onların öncüsü ve sözcüsü olmuştur, Sakarya Türküsü, Necip Fazıl'ın konferans için Anadolu'ya trenle yaptığı bir seyahatte yazılmış ve söylenmiştir. Sembol ortada ve insanla hatip karşı karşıyadır. 1950-60 arasında bu kesintiye uğrar.

 

1960 İhtilâli'nden sonra "Son Büyük Mazlum" olarak Necip Fazıl zindana atılınca, Ahşap Konak ve Reis Bey başta olmak üzere pek çok eser yazar ve hapisten çıkınca yeni bir aksiyon dönemine girer. Aydınlar Ocağı'nda verdiği "İman ve Aksiyon" adlı konferanstan sonra, Yassıada Mahkemesi'nde Menderes'i savunan tek basın adamı olan Necip Fazıl'a duyulan sevgi dalga dalga büyür ve bütün Anadolu'ya yayılır. 20 yıl boyunca sohbet, hitabe ve konferans olarak İslâm düşüncesini ve tarih muhasebesini anlatan Üstad, Anadolu gençliğine yepyeni bir ruh kazandırır. Böylece Üstad benzersiz bir tebliğ faaliyetine girişir. Her biri en az on yerde tekrarlanan otuz konferansının 1967-77 arasındaki on yıllık dönemini organize eden MTTB de böylece altın çağını yaşamış olur.

 

1968 Kuşağı'yla Sosyalizm çılgınlığının dünyayı sardığı bir dönemde, bu modadan Anadolu gençliğini koruyan ve ona karşı İman ve İslâm müdafaası ortaya koyan Necip Fazıl olmuştur. Onun ifade ettiği görüşleri anlattıkları sürece Ahmet Kabaklı, Ergun Göze, Mustafa Mürtüoğlu, Kadir Mısıroğlu, Mustafa Yazgan ve M. Akif İnan, Anadolu gençliği tarafından alâka ile dinlenmişlerdir.

 

Sakarya Türküsü'nde "Saf çocuğu masum Anadolu'nun" şeklinde ifade edilen Müslüman Gençlik, Üstad'ın ruhunu ve sesini bütün kalbiyle benimsemiş ve ona yankı olmuştu.

 

ÖLÜMÜNÜN 18. YILDÖNÜMÜNDE

 

Necip Fazıl yaşarken evi ve bürosu, meselesi olanlara açıktı. Şimdi bu fonksiyonu da eserleri yüklenmiştir. İdeolocya Örgüsü'nden İman ve İslâm Atlası'na kadar, her mesele hakkında İslâm'ın vazettiklerini, günümüz ve asrımız çerçevesinde eserlerinde sergiledi. Büyük Doğu Yayınları bu sorumluluğu, eserlerini yayınlayarak, yeni nesillere mesajını ulaştırarak kendilerine düşen çerçevede gerçekleştirme çabasındadır. 40 yıllık mücadelesinin mânâsı ve hikâyesi de eserlerinde ortaya konmuştur.

 

Üstad'ın ölümünden bu yana, sağlığında kitaplaşmamış pek çok eseri yayınlandı, "Bütün Eserleri" dizisi 100 eseri buldu. Başmakaleler, Çerçeveler, Hadiselerin Muhasebesi, Edebiyat Mahkemeleri bunların başlıcaları. Bu kitaplardan sonra internette açılan "Necip Fazıl Sitesi" de yeni bir dilde Üstad'ın mesajını yeniden ortaya koyma çabası olarak ortaya çıkmış ve bizi sevindirmiştir.

 

1985 yılında yayınlanan ve geçtiğimiz yıl dördüncü baskıya ulaşan kitabında, onu değerlendirmek için söyle bir paragrafa yer vermiştim:

 

"Shakespeare İngilizler için neyse, Victor Hugo Fransızlar için neyse, Goethe Almanlar için neyse, Necip Fazıl bizim için odur artık. Puşkin'le Dostoyevski'nin milletleri için yapamadıklarını, Necip Fazıl bizim için gerçekleştirmiştir. Ona yalnızca millî gurur olarak değil, tarihî misyonumuzun ifade edicisi olarak bakmak gerekir. Türk kültürünü şahsiyetine yakışır biçimde dünyada temsil edecek tek kişi olduğu gerçeği anlatılmadığı sürece, Necip Fazıl değerlendirilmiş olmaz."

 

Daha sonra hem Necip Fazıl'ı ve hem de Shakespeare'i kendi dillerinde okuyan Pakistanlı dostum Masut Akhtar Shaikh'in, Necip Fazıl'ın Shakespeare'den daha büyük ve daha önemli olduğunu söylediğini duyunca, bu değerlendirmenin ilk yarısının haksızlık olduğunu fark ettim. Bu arada, her benzetmenin benzetileni büyütmediğini de anladım. Burada bunu bir kere daha ifade etmek zorundayım.

 

Evet, 18 yıl sonra onun vasıflarından uzak insanların dünyamızı işgal ettiği bir dönemde Necip Fazıl'a hasretimiz giderek artıyor. Belki biz de böylece çok vasfa hasretimizi dile getirmiş oluyoruz.

 

SAHİBİNE BENZEYEN PORTRELER

 

İtalo Calvino, Görünmez Kentler adıyla dilimize çevrilen eserinde, Kubilay Han'ın önünde gerçekten görünmez, çünkü hepsi de hayali olan kentleri anlatan Marco Polo'nun Venedik Özlemini şöyle ifade eder: Kubilay Han der ki, "Sen bana hep bir takım kentleri anlatıyorsun, ama yaşadığın kenti, Venedik'i neden hiç anlatmıyorsun?" Marco Polo'nun cevabı gerçekten ilginçtir: "Anlattığım kentlerin hepsi de Venedik'tir, ben başka bir şeyi mi anlatıyorum sanıyorsunuz?"

 

Bu belki de kaçınılmaz bir handikaptır her insan için. Özellikle de yazarlar ve sanatçılar bu çıkmazdan kurtulamazlar. O yüzden de benimseyebileceği şahsiyetleri anlatır veya anlattıklarıyla kendileri arasında benzerlik kurarlar. O yüzden olsa gerek, pek çok portre ile ressamın kendisinin veya yakınlarının yüzü arasında çok göze çarpan benzerlikler vardır. Van Gogh'la Dali'nin deli deli bakan tiplerini hatırlarsanız, Rönesans döneminin dengeli sanatçı tipiyle bunlar arasındaki farkı anlarsınız...

 

Ressam Osman Hamdi bu benzerliği çok fazla bilinçli hale getirmiş, resimlerine konu edineceği kadınların kıyafetini eşine giydirerek fotoğrafını çekmiş, erkeklerin kıyafetini de kendisi giyerek fotoğraf çektirmiş, sonra da bunlara bakarak resimlerini yapmıştır. O yüzden de onun resimlerindeki hemen bütün erkekler kendisi, kadınlar da karısıdır. Oryantalist ressamlar etkisinde yaptığı resimlerin batılı ustalarını çağrıştırmasını Böyle önleyebilmiştir. "Öteki"ni yazmak veya resmini yapmak çok zor.

 

Buradan yola çıkarak söylenebilecek şey şu: Esasen okuduğunuz hikaye ve romanlardaki hayali kişiler kadar belgesellerle hatıralardaki yaşamış kişiler de ister istemez yazarının ruh akrabasıdır. Hikayesinde kendinizden bir şey bulamadığınız bir insanın hayatını ne onu okur ve ne de yeniden yazar veya anlatırsınız. O bakımdan herkes gibi ben de yazdığım romanlarda anlattığım karakterleri olduğu kadar monografik inceleme konusu yaptığım şahsiyetleri ve portrelerim yazdığım insanları da rastgele seçmiyorum. Çünkü, Tarık Buğra'nın sevdiğim İçin sık sık tekrarladığım bir sözüyle ifade edersem, insanların seçtikleriyle seçildiklerine inanıyorum. Ben benimsediğim insanları seçiyorum... Bunu yaparken de, Üstad Necip Fazıl'ın belirttiği ölçüyle, "Hakîkattin hatırı dostumun hatırından önemlidir" diyorum. Bunun hiçbir şekilde şahsî meseleleri öne çıkarmaya hak vermediği de bellidir.

 

Bazı durumlarda dostunuzun hatırı öne çıkıyorsa, hakikatin örtülü kalmaması ve zulme rıza gösterilmemesi şartıyla susar ve Allah'ın "Settaru'l-uyub" sıfatına sığınırsınız. Tabii bunun da ölçüsü var. Tabii, anlatacağınız kişinin önemi ölçüsünde bazı şeyleri saklamaya hakkınız vardır. Eğer bir zalimi sırf tanıdığınız için hayırla anmaya kalkarsanız, orada bariz bir saçmalık vardır. Öte yandan, tanıdığınız insanı da yeteri kadar gerçekçi bir portreyle ortaya koyamayacaksanız, lütfen dokunmayın.

 

Herkes kendini veya haddini bilmelidir. "Öteki"ni anlatmanın cazibesiyle saçmalamak gereksiz.

 

GÜNDEM: "TÜRK SHAKESPEARE'İ ANILDI MI?"

 

Canan Ceylan Hanımefendi bu adla bir yazı yazdı, Üstad Necip Fazıl için düzenlenen Kadırga Kültür Merkezi'ndeki toplantıdan tuttuğu notları anlatı. Mehmed Niyazi'nin konuşmacı olduğu ve İstanbul eski milletvekili Vehbi Sınmaz ile benim de katıldığım bu toplantıda, gerçekten güzel şeyler konuşuldu. Eminönü Belediyesi Başkan Vekili Abdullah Deniz ile belediyenin yeni kültür müdürü gazeteci dostumuz Ekrem Kaftan'ın düzenlediği sohbet toplantısı, gerçekten vefalı bir müjde verdi: Üstadın doğup büyüdüğü, dedesinin Çemberlitaş'taki konağı veya bulunduğu bölge istimlâk edilip Necip Fazıl Müzesi veya Kültür Merkezi haline getirilecek... Bu çok sevindirici bir gelişme olacak...

 

Canan Hanımın yazısında pek çok şey anlatılmış, konuşmaların önemli bir kısmı özetlenmişti. Burada yanlış anlamayı önlemek için, yazıda yer alan iki hususa açıklık getirmek istiyorum:

 

Mehmed Niyazi'nin konuşmasında, Üstad Necip Fazıl'ın giyimini eleştirdiği başka bir İnsan anlatılmıştı. Not tutmak telaşı ile anlatılan kişinin Necip Fazıl'la karıştırıldığını fark ettim. Öncelikle şunu belirtelim; Necip Fazıl iyi giyinmeyi sever ve çok şık giyinirdi. Kısa boyu ve geniş panama şapkasıyla bir palyaçoyu andıran adam nitelendirmesi Necip Fazıl'ı değil, onun eleştirdiği başka bir insanı anlatıyordu. Bununla söylenmek istenen, palyaço kıyafetiyle modern olunamayacağı fikridir...

 

Bana atfen nakledilen sözlerin biri dışında hepsi doğru ve güzel. Farklı plan şudur: Necip Fazıl ile İmam-ı Gazali benzerliğine esas olacak husus, ikisinin de felsefeye karşı geliştirdikleri güçlü söylemleridir. Ben bunu "eleştirel bir metodoloji oluşturmak" şeklinde nitelendirmiştim. Yazıda bu da bir zühul eseri olarak, "mitoloji oluşturmak" şeklinde ifade edilmişti. İkisinin tavrı, mitolojiye karşıdır.

 

Bunlar dışında, gerçekten önemli bir şahsiyet için yapılan güzel bir toplantıyı özetleyerek hanım okuyucularının dikkatlerine sunduğu için Canan Hanımı tebrik etmek gerekir, Çünkü genç kızlarla hanımlarımızın büyük çoğunluğu yıllardan beri baş örtüsü meselesiyle kadın hakları konusuna kilitlenmiş ve bu yüzden de hayatın bütünlüğünü kaybetmiş durumdadır. Tabii temel mesajları da...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...