Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
gardenya

Hakan Albayrak Yazıları

Recommended Posts

Amerikan Rüyası

Hakan Albayrak

[email protected]

18.04.2006

 

 

Ne zaman dünyayı değiştirebileceğimizi, yeni bir dünya kurabileceğimizi anlatsak, şöyle bir çekinceyle karşılaşıyoruz: Amerika izin vermez!

Amerika, Fidel Castro’nun Küba’ya hükümdar olmasına izin verdi mi?

Amerika, Kuzey Kore’de ve Vietnam’da komünist bir rejimin kurulmasına izin verdi mi?

Amerika, İran İslam Devrimi’ne izin verdi mi?

Amerika, Hizbullah’ın İsrail’i Güney Lübnan’dan def etmesine izin verdi mi?

Amerika, Hugo Chavez’in Güney Amerika’da fırtına gibi esmesine izin verdi mi?

Amerika, HAMAS’ın Filistin seçimlerini kazanmasına izin verdi mi?

Amerika, İran’ın nükleer güç olmasına izin verdi mi?

Hayır, vermedi. Bütün bunlar Amerika’nın izni olmadan, Amerika’ya rağmen gerçekleşti.

Deccal, kocaman bir blöftür. Bir kandırmacadır. Bir aldatmacadır. Bir yanılsamadır. Amerika da öyledir. Bunu fark edenler, Amerika’yı alt edebiliyorlar. Amerika’nın büyüsüne kapılanlar, büyülendikleri için Amerika’nın mütemadiyen yerden yere vurulduğunu göremeyenler ise, “Amerika’nın izni olmadan hiçbir şey yapamayız” deyip duruyorlar.

Böyle deyip duranlara tavsiyemdir:

Kendilerini beşinci kattan aşağı atsınlar. Ölmezlerse bir de altıncı katı denesinler.

*

Amentü’nün ikinci maddesi meleklere imandır. Allah’a imandan hemen sonra meleklere iman gelir. Matematik ve fizik kurallarına istinaden ‘Amerika bizden çok daha güçlü, öyleyse Amerika’ya karşı hiç şansımız yok’ diyenler, Kadir-i Mutlak Allahu Teala’ya ve O’nun meleklerine imanlarını gözden geçirsinler.

Bedir bir masal değildir.

*

Bugün “Amerika izin vermez” diyerek şevkimizi kırmaya çalışanlar Hazret-i Musa aleyhisselam döneminde yaşasalardı, “Ey Musa! Boşuna uğraşma, koskoca Firavun’la baş edemezsin” mi diyeceklerdi? Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselam döneminde yaşasalardı “Ey Muhammed! Sen yoksul bir yetimsin, Mekke oligarşisine gücün yetmez” mi diyeceklerdi?

“Siyasi gözlemciler”e, “stratejik analizciler”e göre Hz. Musa’nın da Hz. Muhammed’in de hiç şansı yoktu!

*

Kur’an-ı Kerim’de Peygamberlerin hayatı, ibret alınsın, ders alınsın, örnek alınsın diye anlatılır. Peygamberlerin yolu o yoldan gidilsin diye gösterilir. “Yolumuz Hazret-i Muhammed’in yoludur” diyenler, “Amerika’nın izni olmadan hiçbir şey yapamayız” diyemezler. Lailaheillallah.

*

“Amerikan Rüyası” tabiri çok yerinde bir tabirdir. Amerika gerçekten bir rüyadan ibaret. Korkunç bir rüya, bir kâbus, ama rüya işte. Uyandığımız zaman biter.

 

 

(Milli Gazete)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ümmet bir Selahaddin bekliyor

Hakan Albayrak

[email protected]

13.04.2006

 

 

Durumumuz hiç fena değil dedik ya, kötümserliği meslek edinenler ne münasebet diye soruyorlar.

Ettekraru ahsen velevkane yüzseksen:

1918’i hatırlayalım: Müslümanların son kalesi de düşmüş, İslâm dünyası yelkenleri suya indirmiş, Batı karşısındaki aşağılık kompleksi ümmetin iliklerine kadar işlemişti.

Anadolu’da Frenklere karşı silahlı bir direniş baş gösterdiyse de, bu direniş hareketinin kazanımları paradoksal bir şekilde Batı Medeniyeti’ne armağan edildi.

İleriki yıllarda Ortadoğu, Asya ve Afrika’da ortaya çıkan ‘istiklal’ hareketlerinin tamamına yakını ise zaten kökten gayri İslâmî -genellikle ulusçu ve sosyalist- idi.

1979 yılında İran’da meydana gelen devrime kadar İslâm ülkelerinin “devrimci” kadroları kurtuluşu neredeyse hep İslâm dışında bir yerlerde aradılar ve Batı düşmanlığı yaparken –veya yaptıklarını sanırken- bile Batı’nın ekmeğine yağ sürdüler.

Modernistlikleri, ulusçulukları, sekülerlikleri Frenklerin dünya çapındaki psikolojik hakimiyetine yaradı, ümmetin toparlanmasına değil.

Cemal Abdunnasır’ın peşine takılan kitleler belki Amerika’dan-İsrail’den nefret ediyorlardı, ama Batı’nın çarkına çomak sokabilecek yegane hareket olan İslâmî harekete de buğz ediyorlardı.

1950’li ve 60’lı yıllara damga vuran seküler “devrimci” hareketlerin karizması öyle büyüktü ki, İslâmî hareketler –veya hareket teşebbüsleri- bu karizmayı aşıp Müslüman halkların gönüllerine ulaşamadılar.

Bugün ise, Allah’a şükürler olsun, İslâm dünyasının her köşesinde kelime-i tevhid bayrakları yükseliyor.

Her yerde direniş rüzgarları esiyor ve nerede bir direniş varsa orada mutlaka tekbir getiriliyor.

Kurtuluşun adı yeniden İslâm oldu.

Daha doğrusu kurtuluş, asıl adı olan İslâm’a yeniden kavuştu.

Bugün hangi İslâm ülkesinde adil bir seçim yaparsanız yapın, seçimin galibi mutlaka İslâmcılar olur.

Arap basınını takip edenler bilirler; dünün fanatik Arap milliyetçisi, Osmanlı düşmanı, sosyalisti, hatta Batıcısı olan yazarlar, bugün İslâmî sloganlara itibar ediyor ve İttihad-ı İslâm’ın gereğine işaret ediyorlar.

İslâm dünyası kıpır kıpır.

Her an harekete geçebilir.

Siyasi bir istinatgaha kavuştuğu anda (ki 1 Mart karizması Türkiye’ye böyle bir fırsat sunmuştur), gücünü kuvveden fiile çıkarabilir.

Ümmet fethe hazır; bir Selahaddin bekliyor.

 

 

(Milli Gazete)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu adamın yazılarını seviyorum.Edebi yönüyle değerlendirilecek olursa eğer yazıları üstadınkilerle asla boy ölçüşemez ama davsının sıkıntısını çeken bir yazar olarak bana üstadı hatırlatıyor.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Şam-İstanbul Köprüsü - 1

Hakan Albayrak

[email protected]

20.03.2006

 

 

Hilal TV geçenlerde Şam-İstanbul Köprüsü’nü (geçen Haziran ayında çektiğimiz belgesel filmi) ikinci kez yayınladı. Seyredemeyenler için birkaç alıntı yapalım…

Cumhurbaşkanı Esed’in sağ kolu olarak bilinen Göçmen Bakanı ve Kongre Sözcüsü Buseyne Şaban konuşuyor:

“Suriye halkı Türkiye ile ilişkilerin gelişmesinden olağanüstü büyük bir mutluluk duyuyor. Bizi birbirimize bağlayan o kadar çok şey var ki; İslâm, tarih, coğrafya ve elbette ortak çıkarlar. İkili ilişkilerin geliştirilmesi bugün iki devletin de öncelikli gündem maddeleri arasına girdiği için gerçekten çok mutluyuz. Dünyanın her tarafında bölgesel ittifaklar kuruluyor. Biz de, Suriye ve Türkiye olarak, aramızdaki işbirliğini bölgesel bir ittifaka dönüştürmeliyiz. Sadece Suriyeliler değil bütün Araplar, Türkiye’nin ve bilhassa Türk meclisinin Irak savaşıyla ilgili şahsiyetli tutumunu takdirle karşıladı. Hepimiz aynı gemideyiz. Ortak geleceğimiz için beraber çalışmalıyız. Türkiye’nin kalkınma yolunda aldığı mesafeye hayranlıkla bakıyor ve Türkiye’den ders almak istiyoruz. İstiyoruz ki Türkler Suriye’de yatırım yapsınlar, tecrübelerini bizimle paylaşsınlar. Evet, aramızda bir sınır var, ama biz bu sınırı sınır olarak görmüyoruz; birleşme hattı olarak görüyoruz.”.

İslâm dünyasının yaşayan en büyük mütefekkirlerinden Cevdet Said konuşuyor:

“Türkiye Suriye yakınlaşması bütün İslâm Dünyasında konuşulacak ve halklar bu iki ülkenin yakınlaşma sayesinde ne çok şey kazandığını görecekler. Bu da genel bir yakınlaşmaya, kaynaşmaya yol açacak. Avrupalılar bunun güzel bir örneğini ortaya koyuyorlar. Doğrudur, sınırları kaldırıp halkları kaynaştırmak kolay bir iş değildir, toplumsal bünyeler bunu sindirmekte zorlanacaktır, ama dünya dönüyor, yaradılış devam ediyor. Tıpkı Avrupalılar gibi biz de zorluklarını göze alarak birlik hedefini gözetmeli ve bu meyanda Türkiye-Suriye yakınlaşmasını selamlamalıyız. Bu konunun önemini her yerde ve her vesile ile anlatmalıyız. Bakın ben yanımda bir afiş taşıyorum. Araplara göstermek için taşıyorum bunu. Şöyle yazdım: Arapların parçalanmışlığı sorununa kimsenin zarar etmeyeceği bir çözüm var. Gözden kaçan bu çözüm; birbirleriyle savaşmış, dilleri ve ırkları farklı olan Avrupalıların ortaya koyduğu çözümdür. Bugün 10-15’ten fazla dil konuşuluyor Avrupa’da. Buna rağmen birlik oluyorlar. Biz Araplarsa birbirimizi yiyoruz. Kimsenin zarar etmediği, herkesin kazandığı bir şekilde sorunlarını çözen Avrupa Birliği örneğinden istifade etmeliyiz. Kendini bilmezden başkası bunu reddetmez. Türkiye’nin başlattığı bu yakınlaşma sürecine çok sevinmeliyiz. Türkiye-Suriye yakınlaşması tüm İslâm dünyasını kapsayacak şekilde genelleşecektir inşaallah. Irak savaşı da bölgemizdeki savaşların sonuncusu olacaktır ve Irak halkı da birlik davasına gönül verecektir inşaallah. Geçmişte birdik, tarihten istifade edersek gelecekte de bir olabiliriz. Böyle bir film çektiğiniz için size şükran borçluyuz. Buraya gelişiniz birçok güzelliğe delalet ediyor. Çabanızı takdir ediyoruz, başkaları da takdir edecektir. Bir gün hepimiz birleşeceğiz. Hatta belki düşmanlarımızla da birleşeceğiz. Rabbimiz buyuruyor ki: Allah’ın sizinle düşmanlık gösterdiğiniz kimseler arasında bir sevgi yaratması umulur. Allah kâdirdir. Allah bağışlayandır, acıyandır.”

Suriye’de yaşayan meşhur Filistinli şair Muhammed Ali Said konuşuyor:

“Ben Filistinliyim. Filistin, Bilad-ı Şam dediğimiz coğrafyanın bir parçasıdır ve Suriye Bilad-ı Şam’ın merkezidir. Filistin ise eski Şam kaynaklarında denildiği gibi Kenan diyarının kalbidir. Türkiye-Suriye yakınlaşmasına gelince; bu çok güzel. Eğer tek yumruk olursak iki ülke, iki halk üzerindeki haksızlıkları, adaletsizlikleri kaldırabiliriz. Ben diyorum ki; Suriye, Türkiye, Arap ülkeleri ve bütün İslâm ülkeleri olarak bizi birleştiren köklü tarihimiz bize yeter. Ben Suriye-Türkiye yakınlaşmasını bir sevgi ve kardeşlik hamlesi olarak görüyorum. Ve bu yakınlaşmayı Filistin halkıyla Türk halkı arasında da bir yakınlaşma olarak görüyorum, çünkü Suriye ile Filistin arasında bir fark yoktur. Suriye ve Türkiye olarak bölgemize yönelik vahşi saldırıları engellemek için daha fazla yakınlaşmaya ve kaynaşmaya ihtiyacımız vardır. Yüreğimizle, kanımızla, omuz- omuza mücadele etmek zorundayız. Yolumuz bir, kaygılarımız bir ve nihayet geleceğimiz de bir.”

Kalemini Arap-Türk ve bilhassa Suriye-Türkiye birliğine adayan Halepli yazar Muhammed Velid Rıdvan konuşuyor:

“Başkan Beşşar Esed diyor ki; İslâm devletinin ilk başkenti Şam ile son başkenti İstanbul arasında bir köprü kurmalıyız. Ben de diyorum ki; bu köprünün kurulması için aramızdaki sınırın kalkması gerekir ve ben yeni kitabımın kapağında bu sınırı kaldırdım. Eğer İstanbul’la Şam’ı birbirine bağlayan bir köprü kurulursa, ümmet o köprüden selamete çıkabilir.”

(Milli Gazete)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Şam-İstanbul Köprüsü – 3

Hakan Albayrak

[email protected]

23.03.2006

 

 

Yazar, psikiyatrist, Doğu Konferansı Sözcüsü Mehmet Bekaroğlu konuşuyor:

“Daha Suriye’ye ilk gidişimizde sınır kapısındaki karşılanma öyle basit bir hadise değildi. Gerçekten evden ayrılmış, gurbete bir yerlere gitmiş ve uzun seneler orada kalmış bir çocuğun eve dönüşü gibi bir şeydi. Öyle karşıladılar insanlar. Hesap filan yoktu. Gerçekten hesap yoktu. Bu iş Kahire’de de böyleydi. Hiç sorun yok demiyorum, elbette sorunlar var. Ama niçin yapıyoruz bütün bunları? Netice itibarıyla diyoruz ki, bölgenin, bu coğrafyanın entegrasyonu, birlikteliği. Bu coğrafya entegre olursa, bu ülkeler, bu insanlar birlikte hareket ederlerse, bu güç uygarlığını, bu Amerikan işgalini, kuşatmaları daha kolay def edebilirler. Bu kadar basit yani. Böyle bir ihtiyaç var. Şimdi Kahire’de de, Şam’da da, Beyrut’ta da benzer bir tabloyla karşılaştık. Nasıl bizim Arap dünyasına bakışımızda, özellikle aydınlarımızın bakışında bir sürü sorunlu laf varsa, yanlış kabuller varsa, onlarda da var. En çok Kahire’de bunlarla karşılaştık, Mısır’da karşılaştık, ama biraz oturup konuştuğunda adamlar ‘tamam’ diyor ‘madem böyle, sorun yok’ diyor.”

Leman dergisi yazarı, romancı, Doğu Konferansı Kurucu Üyesi Nihat Genç konuşuyor:

“50 yıllık hayatımda ilk defa bu kadar yoğun hatta tarihi bir gün yaşadığımızı söylüyorum. Bir daha yaşar mıyız bilmiyorum. Yüzlerce medya kuruluşu önünde hem Suriyeliler, hem Türk aydınları, Suriyeli aydınlar ve halk ortakça kardeşlik diye, savaşa hayır diye bağırdı. Ve bunu çok içerden söylediler. Tarihsel bağlarını öne koydular. Yabancıların bizi mezhep milliyetçiliği, ırk milliyetçiliği yaparak bizi birbirine düşman yaptığı, artık bunlara aldanmayalım denilerek başka türlü bir tarih yazalım denilerek bütün aydınların bunu dile getirmesi şunu gösteriyor: Ortadoğu’ya bir fikir düştü. Ben düşen o yeni fikri gördüm. Doğu Konferansı ve buradaki arkadaşlara da bu fikri işaret etmek istiyorum. Biz salt Arap, Türk değiliz. Biz bu toprakların hep beraber, birlikte yaşayacak, adı ne olursa olsun birlikte ticaret yapacak, çoluk çocukları evlenecek insanlar olarak görüyoruz. Bence bu fikir düştü. Bütün sevincim de bu fikrin orada binlerce insan tarafından paylaşılması. Bunun çok çok devrimsel bir özelliği olduğunu düşünüyorum. Çünkü oradaki Baas ideolojisinin yorgunu, bizim gibi hayata değişik yerlerden bakan insanların yorgunluğundan sonra böyle can alıcı, dünyayı değiştirici bir fikrin düştüğünü düşünüyorum. Bu toprakların aydınları artık hayata başka türlü bakıyorlar. Batının saldırıları ve emperyalizm saldırıları karşısında daha başka türlü bir savunma istiyorlar, bunu gördük. Bunu çok iyi gördüm ama.” (Kaynak: Evrensel)

Evrensel Kültür Dergisi Genel Yayın Yönetmeni, Doğu Konferansı Kurucu Üyesi Aydın Çubukçu konuşuyor:

“Suriye’de televizyonda bir haber programına canlı yayına çağrıldım. Doğu Konferansı ile ilgili haberleri verdikten sonra benim Şam gezisi ile ilgili izlenimlerimi sordular. Doğu Konferansının amaçlarını ve Suriye gezimizin neyi hedeflediğini kısaca anlattıktan sonra Suriye’ye yönelik Amerikan tehdidi hakkında yorumlar yaptım. Önemli olanın, iki ülkenin aradaki o bütün emperyalist baskıları, yıpratma taktiklerini, tehditleri aşarak birleşebilmesi olduğunu söyledim. İki ülke bunu yapabilir, iki halk bunu başarabilir dedim. Biraz da heyecanlı bir konuşma oldu, çünkü gerçekten bir gün önceki ilişkiler, tanıştığımız insanların tavırları filan epey bir duygulandırmıştı beni. O duyguların etkisiyle konuşurken biraz da galiba fazlasıyla heyecanlanarak düşüncelerimi ifade ettim. Konuşma, program bitti. Ben stüdyodan çıkıp bina içinde yürürken koridor kapıları açıldı ve oradan hizmetlisi, muhabiri, programcısı, yöneticisi, bir sürü insan koridora çıkıp beni kucaklamaya, öpmeye, elimi sıkmaya başladı. Anladım ki güzel şeyler, doğru şeyler söylemişim. Halkın temsilcisi diyebileceğimiz bu insanların bu şekilde heyecanlanmasını Doğu Konferansı çalışmalarının bir başarısı olarak gördüm. Son derece heyecanlıydılar, çok sevinçliydiler. Yani sanki o anda Şam alanıyor ve Doğu Konferansı göğsünü siper etmiş o aları durdurmuş gibi, olağanüstüleşmiş bir heyecan gösterdi insanlar.”

 

 

 

(Milli Gazete)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Şam-İstanbul Köprüsü - 4

Hakan Albayrak

[email protected]

25.03.2006

 

 

Radikal gazetesi yazarı, Doğu Konferansı Kurucu Üyesi Nuray Mert konuşuyor:

 

“Arapça konuşulmasının dışında Türkiye’den çıktığımızı bile hissetmedik Suriye’ye gittiğimizde. O da şaşırtıcı oldu. Hepimiz aydın geçinen insanlarız, okur-yazar insanlarız, ama gene de, arada bir sınır var diye, bu yakın başka ülkeler için de böyle mutlaka, bir sınır var diye, o sınırı geçtiğinizde farklı bir yere geçtiğinizi zannediyorsunuz. Halbuki bir çok yerde, Doğu sınırında da Batı sınırında da öyle olmak gerekir, anladık ki, sadece suni bir sınır geçtik. Keşke mümkün olsa da dünyada hiçbir ülkenin sınırı olmasa. Zaten olması tabii değil, olmaması tabii. Ama bizim kafamıza kazınmış olduğu için sanki sınırlar hiç kalkamaz diye düşünüyoruz. Halbuki bütün dünya için en gerçekçi olan insanlık hedefi hiçbir ülke arasında sınır olmaması. Bir uzak hedef de olsa bunu yaşatmamız lazım; hayal olarak. Bu hayallerin gerçek olması için de yakından başlamamız lazım. Hiç olmazsa birbirinin coğrafya olarak da yakınında olan, kültür olarak da aynı tarihin içinden gelmiş olan ülkeler arasındaki diyalogun, içli-dışlılığın diyeceğim, samimiyetin artması, toplumlar arası yakınlaşmanın gelişmesi, sınırların bir manada hiç olmazsa pratikte kalkması, dünya şartlarında resmi olmasa bile buna yakından başlamak lazım. Biz buna Suriye ile başladığımızı düşünüyoruz.”

 

Gerçek Hayat dergisi yazarı Murat Zelan konuşuyor:

 

“Suriye’de konakladığımız otelden çıktıktan hemen sonra tıpkı bizim gibi konuşan hatta Türkçe konuşan insanlarla karşılaştık. Refleksleri, tepkileri, çekmeye çalıştıkları üç kağıtlar hatta, her şeyiyle Türkiye’deki insanların kopyası gibiydi. Sadece halklar anlamında deği,l mimarisiyle de bize benzeyen bir ülkeyle karşılaştık. İstanbul gibi Şam’da da Süleymaniye isimli bir caminin kurulmuş olduğunu gördük. Veya Mimar Sinan’ın en önemli eserlerinden biri olan Edirne’deki Selimiye ile aynı adı taşıyan bir caminin olduğunu gördük. Şam’la İstanbul’un arasında sanki doğal bir köprü varmış gibiydi. Hem mimari açıdan, hem halklar açısından, hem çarşıları açısından. Mesela Kapalı Çarşı ile Hamidiye arasında son derece büyük bir benzerlik vardı. Hamidiye çarşısı İstanbul’daki Kapalı Çarşı’nın küçük bir kopyası gibiydi. Sanki bir minyatürü gibi. Hamidiye çarşısı, içindeki havası bakımından, oradaki esnafların gülümsemesi, konuşmaları, refleksleri, tepkileri, sıcaklığı, muhabbeti, dostluğu bakımından Kapalı Çarşının bir kopyası gibiydi. Gittiğimiz her yerde; sanki İstanbul’da, Konya’da, ya da Urfa’da, ya da Hatay’da; Türkiye’nin herhangi bir yerindeymişiz gibi hissettik. Sanki o anı geçmişte, daha önce yaşamışız gibi bir hisse kapıldık. Ben Şam’a gittiğimde ‘dejavu’ dedim.”

 

Şair Mevlana İdris konuşuyor: “MUHTEŞAM!”

 

Suriye’yi görüp, Suriye’nin havasını koklayıp, Suriye’nin güzel insanlarıyla kaynaşıp da emperyalistlerin aramıza çizdiği suni sınırı ciddiye almak ne mümkün? Bizim sorunumuz bazı ön yargılardan ibaret. Aramızdaki psikolojik duvar yıkıldığı anda (ki yıkılmaya başladı) o suni sınırın ‘karizması’ da yerlerde sürünecektir.

 

 

(Milli Gazete)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu gündem bize yakışıyor mu Allah aşkına?

Hakan Albayrak

[email protected]

27.04.2006

 

 

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, bir beyanatında Türkiye’nin “birinci sınıf ülke” olduğunu söylemişti. Ne yazık ki bu tesbite katılamıyoruz. “Birinci sınıf” bir ülkede devlet adamları milleti “öz yurdumda garibim, öz vatanımda parya” psikolojisine sokmazlar. “Birinci sınıf” bir ülkede bir savcı ‘derin devlet’i rahatsız ettiği için meslekten ihraç edilmez. Ve “birinci sınıf” bir ülkede resmi törende sakız çiğnedi diye kimse tutuklanmaz.

Haberi duyduğumda inanamadım:

“Ordu’da, 23 Nisan kutlamaları sırasında Atatürk Anıtı’na ‘sakız çiğneyerek çelenk bıraktığı’ iddiasıyla hakkında suç duyurusunda bulunulan AK Parti Fatsa İlçe Başkanı Veysel Dalcı, tutuklandı. Fatsa İlçesi Garnizon Komutanı Binbaşı Kalander Karadağ, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlama programı kapsamında, Atatürk Anıtı’ndaki törenlerde, Veysel Dalcı’nın, partisinin çelengini anıta koyarken sakız çiğnediği iddiasıyla ilçe Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu. Bunun üzerine Dalcı, ifade vermek için Cumhuriyet Savcılığına çağrıldı. Adliyeye gelen Dalcı, ifadesinin ardından çıkartıldığı nöbetçi mahkemece ‘Atatürk’ün manevi şahsiyetine hakaret’ ettiği gerekçesiyle tutuklandı.” (Sabah, 24.04.2006)

Hayretler içindeyim.

*

Türkiye’nin gerçekten “birinci sınıf ülke” olmasını istiyorsak böyle bir gündemi kendimize yakıştırmamalıyız. Bize, sivil-asker, millet-devlet, yekvücuıt halde ülkemizin selameti için çalışmak yakışır... Emperyalistlerin ülkemiz üzerindeki bölücü emellerini birbirimize kenetlenerek boşa çıkarmak yakışır... Ülkemizi çıkmaza sokan, milletimizin enerjisini tüketen anlamsız didişmeleri sona erdirerek hep beraber yükselişe geçmek yakışır... Başımızda bekleyen emperyalist akbabalar dindar-laisist ayrımı yapmadan hepimizi ama hepimizi parçalamaya hazırlanıyor. Birbirimize diş bilememiz, aramıza psikolojik duvarlar örerek gücümüzü bölmemiz ve ülke olarak zayıf düşmemiz, onlardan başkasını sevindirmez.

Yıllar önce yaptığımız bir tesbiti tekrar edelim: “Bu gidiş ordunun beğendiği bir gidiş olamaz. Hiç kimsenin beğendiği bir gidiş olamaz. Çünkü bu gidişle Türkiye ne orduya yar olur ne İslamcılara ne ülkücülere ne komünistlere ne muhafazakarlara ne de muhafazakar demokratlara.”

ABD ve Avrupa’nın bizi bir kaşık suda boğmak için fırsat kolladığını hepimiz biliyoruz. Emperyalizmin küreselleştiği bir dünyada yenip yutulmamak için Müslüman komşularımızla birleşerek büyüme hedefini gözetmemiz gerekirken, biz, elimizdeki son vatan parçasını bile muhkem bir kale haline getirmeye yanaşmıyoruz. Tam tersine, kalenin surlarında emperyalist manipülasyonları davet eden gedikler açıp duruyoruz. Devletten ümit kesen insanlarımız kitleler halinde düşman ülkelerin adalet (!) kapısına sığınıyorlar. Ben bunu içime sindiremiyorum. İçine sindire yazıklar olsun.

 

(Milligazete)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Gündemde atlanmış bir mesele...

 

Hep eleştirdiğim bir kanundur bu. Kişiye özel kanun çıkar mı? Hatta bu bahaneyle pek bi Atatürkçü Sezer bazı kanunları veto etmedi mi? Adnan Menderes'in, Menderes hükûmetinin en büyük hatalarındandır bu bence. En azından genel olarak Türk büyükleri şeklinde geliştirilebilirdi bu. Neyse, ayrı bir mesele, dağıtmayalım.

 

Kendimi o şahsiyetin yerine koyup da düşünüyorum. Bu insanı ve yakın çevresini artık nasıl kazanabilirsiniz? Bu işkencenin kendisine reva görüldüğü şahıs, bir gaflet esnasında yaptığı hareketini bundan sonra bir hayat felsefesi haline getirmez mi?

 

Her mekânda anlatılan, sözlerle portresi çizilen bir padişah karakteri vardır. Bu padişahın hoşuna gitmeyecek şeyler söyleyiverdin mi kellen gider, zindanlarda çürütülürsün, özgürlüğün yoktur, en ufak bir gafletin cezası korkunç dünyevi azaplardır.

 

Bugünkü derin devlet portresi de bunu anımsatıyor bana. Bir farkla ki, eskiden, yani padişahlar döneminde böyle bir gerçek yoktu, fakat biz şu anda gerçek olaylara şahit oluyoruz, olayları, yani gercegi yaşıyoruz.

 

Kutsal değerlere yapılan saldırıların hoşgörüyle karşılanması, hatta domuzlaşan bir güruhun yaptığı son başörtüsü karikatürünün büyük ihtimalle yanlarına kar kalacak olması dikkat çeken meseleler yine...

 

"İrtica hortluyor!" diye, inananların yeniden şiddetle baskıya tutulmaya başlanndığı bir zamandayız. Yani bir yoğunlaşma var bugünlerde sanki saldirilarda.

 

Hakan Albayrak yine güzel yazmış. Kendisine hak vermemek elde degil...

 

Tarihin belki de donum noktalarindan birini olusturacak su onemli gunlerde ugrastigimiz meselelere bakiyorum ve gulumsuyorum, huzunlu bir tebessumle...

 

Saygi ve selamlarimla

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yeni bir dünya - 2

 

Hakan Albayrak

[email protected]

04.05.2006

 

 

Amerika’nın dünyayı küçük bir köye dönüştürme projesi gittikçe hızlanmaya başladı. Bu süreçte yeni neslin takındığı a-politik tavrın nedeni ve sorunları hakkında ne düşünüyorsunuz?

- Bir adama 40 kere deli derseniz, adam deli olurmuş. Bir adama 40 milyon kere “küreselleşen dünyada idealizme yer yok” derseniz, adam idealizme sırt çevirmez mi? Kanal 7’miz, Yeni Şafak’ımız 28 Şubat 1997’den itibaren hep Mehmet Barlas’ları, Nazlı Ilıcak’ları, Cengiz Çandar’ları konuşturdu. İslâmcılar adına bunlar konuştular. Her zaman, her yerde, durmadan konuştular. Ordunun Refah Partisi’ne reva gördüğü tavrın ve başörtüsü yasağının demokrasiyle bağdaşmadığını söylediler ve biz bunu söylediler diye onları öyle sevdik ve saydık ki, söyledikleri başka şeylere, çok kötü şeylere de itibar eder olduk. Avrupa Birliği’ne girmeden medeni olamayacağımıza inanmaya başladık. Amerika’nın bir tür medinet-ül fazıla olduğuna inanmaya başladık. Küreselleşmenin mukaddes bir süreç olduğuna inanmaya başladık. Bu çağda İslâm birliği, anti-emperyalizm gibi şeyleri savunmanın komik olduğuna inanmaya başladık. Gayri safi milli hasılanın her şeyden önemli olduğuna inanmaya başladık. Gencecik adamlar, “dava edebiyatı”na gülüp geçer oldu. AKP’li bir gence Sezai Karakoç’un “Çıkış Yolu”nu mutlaka okuması gerektiğini söylediğimde şöyle bir cevap aldım: “Okudum abi, bir şey yok.” 40 yıldır aynı şeyleri anlatıyormuş Sezai Karakoç. Neymiş? “İslâm dünyası filan”mış. Yahu, İslâm dünyası ‘falan filan’ kategorisine sokulur mu? Genç kardeşimiz sokuyor işte. Sonra da, “Bunları aşmamız lazım. Zaman değişti. Eski söylemlerle bir yere varamayız. Uç şeyler söylemekten vazgeçmemiz lazım” gibi ucuz laflar ediyor. Güya “reelpolitik” yapıyor. “Reelpolitik” dendiği zaman neredeyse salavat getiren tuhaf bir nesil yetişti. Bu nesli eğitim ve sağlığın özelleştirilmesi davası heyecanlandırıyor da, İslâm birliği davası heyecanlandırmıyor. Allah akıl fikir versin. Yeri gelmişken, şu özelleştirme saplantısından nefret ettiğimi de belirtmeliyim; ayrı hikaye... (NOT: Geçenlerde, Ak Parti Gençlik Kolları’nın bir Sezai Karakoç sempozyumu düzenlemeye hazırlandığını duydum. Ne güzel.)

- Amerika’nın düşünsel anlamda empoze etmeye çalıştığı globalizm diğer ideolojileri önüne katıp savuran bir rüzgar gibi her şeyi etkilemekte. Bu rüzgarın savurduğu fikirler elbette büyük bir değişime ve naifleşmeye uğruyor. Bu rüzgardan kurtulmak, silkinmek mümkün mü?

- Tabii ki mümkün. Üstelik çok da kolay. Taş gibi İslâmcılar nasıl yumuşatıldı, liboş yapıldı? Kelimelerle! Yıllardır “demokrasi”, “Kopenhag Kriterleri”, “küreselleşen dünya”, “evrensel değerler”, “Avrupa Birliği”, “milli gelir”, “özelleştirme” gibi fetiş kavramları günde 1 milyon kere kullanarak İslâmcıları iğdiş eden Kanal 7 ve Yeni Şafak, bu hatalarından dönüp günde 1 milyon kere “hikmet”, “adalet”, “infak”, “bölüşmek”, “paylaşmak”, “İslâm kardeşliği”, “mazlumlar dayanışması”, “direniş”, “küresel meydan okumalara karşı ortak tavır”, “İslâm medeniyetinin ihyası”, “Türkiye, Suriye ve İran”, “Asya ve Afrika” desinler, üç sene sonra dünyanın en hikmetli devrimci hareketine sahip oluruz. Bu kadar basit değil belki, ama o kadar zor da değil. Şunu da söyleyeyim: Demokrasi tekniğini kategorik olarak reddetmiyorum. Tam tersine, bu tecrübeden azami derecede istifade etmemiz gerektiğini öteden beri söylerim. Fakat demokrasinin bir put haline getirilmesi asabımı bozuyor. Öyle ki, bazen “Padişahım çok yaşa!” diye haykırmanın eşiğine gelecek kadar öfkeleniyorum.

 

 

 

(Milligazete)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu adamın yazılarına bayılıyorum ,üstüne söz söylemeye gerek yok.Bu arada arkadaşlar Hakan Albayrak

'ın 3 kitabı çıktı ,yeni.

1-Türkiye-Suriye Birliği

2-Bismillah hotel

3-Batı'nın Soykırımcı Tabiatı

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yeni bir dünya – 3

Hakan Albayrak

[email protected]

06.05.2006

 

 

Bir şiirinizde “hudutları vurulmadan geçemeyiz biz” diyorsunuz. Ama günümüzde zamana ayak uydurmuş, kurşun yarası olmayan insanlarla dolu şehirler. Artık direnişler son mu buluyor?

- Devlet zamanında -Balkan Müslümanları Osmanlı devletinin güçlü olduğu devirlere “devlet zamanı” derler- Belgrat’tan Kahire’ye kadar pasaportsuz, vizesiz, üstelik beş kuruş harcamadan gidebilirdiniz. Bir günlük yürümenin sonunda mutlaka bir kervansaraya varırdınız. Orada mutlaka yolsuz yolcular için bir infak sandığı olurdu; karnınız doyurulurdu, atınızın bakımı yapılırdı. “Yolun açık olsun”, “Allah selamet versin” diyen ve yolları açık tutan, selameti üzerimize çeken bir vakıf-devlet vardı. Bu vakıf-devlet uçsuz bucaksız bir coğrafyaya yayılmıştı. Mekke, Kudüs, Şam, Bağdat, Kahire, İstanbul, Beyrut, aynı bayrak altındaydı. Şimdi bu şehirlerin semalarında ayrı ayrı bayraklar dalgalanıyor. Ülkemizi suni sınırlarla paramparça ettiler. Türk’ü, Arap’ı, Fars’ı, Kürt’ü birbirine düşman ettiler. Hepimiz Batılılarla rahat diyalog kurabiliyoruz, ama birbirimize Fransız kalıyoruz. Böldüler ve yönetiyorlar bizi. Yönetmek ne kelime? Koyun sürüsü gibi güdüyorlar. Peki biz bu aşağılık duruma ne adına katlanıyoruz? Türk milliyetçiliği adına, Arap milliyetçiliği adına, Kürt milliyetçiliği adına, laiklik maiklik adına, “değişmez hedefimiz Avrupa Birliği” adına katlanıyoruz. Aman modern hurafelere sadık kalalım diye, hepimizi ama hepimizi öğütmek isteyen Batılıların değirmenine su taşıyoruz. İdam sehpamızın kurulmasına yardımcı oluyoruz, bizi kurşuna dizecek idam mangasının kurşun ihtiyacını karşılıyoruz. Bize dinimizden ötürü savaş açanların, bizim bayrağımızı indirip yerlerde süründürenlerin askeri olmaya can atıyoruz. “Evrensel değerler”miş, bilmem neymiş... Geçelim bunları! Bir Amerikan gazetesi, Ankara’nın Batı’yla hemhal olmak için yaptığı reformları “Türkiye, Kur’an ve halifeyi tekmeleyerek kurtuldu” gibi bir başlıkla duyurmuştu. Onlar Türkiye’deki aydınlanma, Batılaşma, modernleşme, çağdaşlaşma, laikleşme çabalarına hep bu zaviyeden baktılar, bu zaviyeden bakıyorlar ve bu zaviyeden bakacaklar. Galler Prensi Charles bir konuşmasında demişti ki: “Biz Avrupalılar, Osmanlı Devleti’nin yıkılışını İslâm’ın nihai yenilgisi olarak görmüştük.” Onlar gibi olmamızı bizimle kaynaşmak için değil bizi yok etmek için istiyorlar. Batı’ya doğru attığımız her adım, bizi özümüzden, şerefimizden, haysiyetimizden uzaklaştırıyor. Biz Batılı olamayız. Oluruz, ama biz olmaktan çıkarak oluruz. Bunu kabul edenin, bunu içine sindirenin, buna isyan etmeyenin ciğerine tüküreyim. İslâmcı sadrazamımız Said Halim Paşa’nın dediği gibi: “Batı için her yol Roma’ya giderse, İslâm dünyası için de her yol Mekke’ye gider. Yani bu iki alemden her biri başka bir yol, başka bir istikamet, başka bir talih takip etmeye ve insaniyetin umumi gelişmesinde farklı vazifeleri yerine getirmeye mecburdur.”

- Değişen şartlar da göz önüne alındığında siz hâlâ İslâmcı mısınız?

- Kesinlikle İslâmcıyım. “İslâmcılık da neymiş? Eskiden İslâmcılık mı vardı? Hepimiz Müslümanız işte, böyle bir tanımlamaya gerek yok” diyenlere kesinlikle katılmıyorum. Dünya siyasetine İslâm devletinin yön verdiği veya İslâm devletinin dünya siyasetinde ağırlık sahibi olduğu zamanlarda yaşasaydık, kimse “Ben İslâmcıyım” deme gereğini duymazdı. Ne zaman ki Ümmet-i Muhammed’in son büyük siyasi organizasyonu olan Osmanlı devleti zaafa düşüp Batı’nın iktisadi, kültürel, siyasi ve nihayet askeri nüfuzu altına girdi, işte İslâmcılık o zaman doğdu. İslâm dünyasının madde planında Batı’ya yenik düştüğü, Osmanlı’nın çöküşüyle beraber yeni bir dünya düzeninin kurulduğu ve bu düzende İslâm’ın esamisinin okunmadığı gerçeğini tespit eden Müslüman aydınlar, İslâm’ı dünya siyasetinde yeniden muktedir kılmak için birtakım arayışlara yöneldiler. İslâmcılık, bu arayışların adıdır ve bu arayışlar devam etmektedir.

 

(Milligazete)

Share this post


Link to post
Share on other sites

İçimden, televizyonu yakmak geliyor

Hakan Albayrak

[email protected]

09.05.2006

 

 

(Ne yazık ki filme daldım, elimden bir şey gelmiyor)

Televizyonun hayatımıza girişini anlatan “Vizontele” filminden bir diyalog:

- Vizontele’dir hanım.

- Ne işe yarıyor?

- Dünyayı evimize getirecek.

- Sebep???

*

“Küreselleşme”yi kutsayanların aklından şüphe ediyorum.

“Dünyanın küçük bir köye dönüşmesi” tüylerimi diken diken ediyor.

Frankfurt’ta, Saraybosna’da, İstanbul’da, Van’da, Kudüs’te, Bakü’de, Lezgizistan’da, Mauritius’ta hep aynı giysileri, aynı saç stillerini, aynı eğlenme biçimlerini gördüm ve bundan nefret ettim.

Mahalli unsurlar tektükleşiyor.

Teoman Duralı’nın dediği gibi; “Bütün insanları tek biçimde giyinmeye, yemeye, içmeye, yaşamaya ve düşünmeye zorluyor” küreselleşme.

Renkler kayboluyor, gökkuşağı yok oluyor.

Soğuk gri bir dünyaya doğru hızla yol alıyoruz.

Bunda matah olan ne?

*

Köyümün kızları sabahın köründe kalkıp inek sağar ve gün boyu erkeklere hizmet ederlerdi.

Hizmet deyip geçmeyelim: Bir adam sigara mı yaktı? Küllük mü lazım? Küllük pat diye konulmaz önüne; tertemiz de olsa bir kere daha temizlenir. Ve su getirildiğinde, adam suyu içene kadar ayakta beklenir. Ve ayakta beklenirken eller iki yana sarkıtılmaz, önde birleştirilir. Ve büyüklerle yüksek sesle konuşulmaz...

Kurallar, evet. Sıkı kurallar. Ama kızlarımız hallerinden memnundu. Modern dünyanın hürriyet ve refah virüsü henüz girmemişti kanlarına. Sırtlarındaki ağır yüke rağmen mutlu ve huzurluydular. Müsbet bir elektrik yayarlardı etraflarına. Gözleri ışık saçar, yüzlerinden sağlık akardı. Ve Gracia Patricia’ya taş çıkartan asil bir duruşları vardı. Neşeleri de asildi. Düğünlerde, derneklerde görmeliydiniz onları: Bir kraliçe nasıl eğlenirse öyle eğlenirlerdi. Örfe uyar, ölçüyü gözetir ve bundan hiç gocunmazlardı. Hayatın ritmiydi kurallar. Ara sıra yapılan tatlı muziplikler de ritmin bir parçasıydı.

Erkekler?

Sıkı kurallardan onlar da azade değildi. Yine de özgürdüler, çünkü modern dünyanın ihtiras tramvayı henüz köyümüze uğramamıştı. Yeleklerinin cepkenlerinden gümüş tabakalarını çıkarıp şöyle mükellef bir cigara sardılar mı, Phillip Morris’in aşağılık kimyasal karışımlarının bulaşmadığı tertemiz tütünün dumanını içlerine çektiler mi, üstüne bir de askerlik anısı anlattılar mı, dünyanın en mutlu insanları olurlardı.

Sonra elektrik geldi, televizyon geldi ve insanlar örfü bir yük gibi görmeye başladılar.

Küreselleşmenin öncü gücü “vizontele” dünyayı evlerine getirmişti. Dünya Batı’ydı ve Batı büyüleyiciydi. Eski hamamda eski tasla yıkanmaya devam edemezlerdi artık. İhtiras tramvayına onlar da binmeliydiler. Daha iyi bir hayat onların da hakkıydı. Elalem “çılgınca eğlenirken” onlar sıkıcı örfün zincirlerine bağlı kalamazlardı. Çekip gitmeliydiler; İstanbul’a, Paris’e, cehennemin dibine!

Neticede giden gitti, kalanların yüzlerinde sivilceler çıktı.

O güzelim kızlarımızın çoğu şimdi sigara üstüne sigara yakıp köy yerindeki lanetli hayata (!) mahkum oldukları için kendi kendilerini yiyip bitiriyorlar. Asaletleri, neşeleri can çekişiyor. Hülya Avşar’ın yerinde olmak için neler vermezlerdi!

Elektrik geldi, köyümün ışığı söndü.

*

“İndian Express gazetesinin bir haberine göre Hindistan’ın Gucarat eyaletindeki Müslüman kesimin önde gelenleri, televizyonu ‘müstehcen mesajlar yayınlamak ve tanrının gazabına yol açmakla’ suçlayarak, halka eğer depremlerin bitmesini istiyorlarsa televizyonlarını yakma çağrısında bulundu. Eyaletin önde gelen Müslüman dini liderleri ve imamlar toplu namazlar sırasında, ‘müminlerden, en kısa sürede televizyon alıcılarını imha etmelerini’ istedi. Bu çağrı üzerine insanlar ‘O sahneleri bir daha yaşamak istemiyoruz. Deprem yüzünden öleceğimize televizyonsuz yaşarız’ diyerek televizyonlarını sokak ortasında yakmaya başladı.”

(Sabah, 13 Şubat 2001)

Hindistan’ı bilmem ama benim köyümü yerle bir eden depremin müsebbibi televizyondur.

Ve benim köyüm gibi daha nice köy, nice şehir, nice ülke, nice kültür, nice medeniyet helak olmanın eşiğine geldi.

Keşke Yılmaz Erdoğan’ın filmindeki “yobaz hoca tipi”ne kulak verip “Vizontele”yi hayatımıza girdiği gün ateşe verseydik!

Radyo neyimize yetmiyordu?

 

(Milligazete)

Share this post


Link to post
Share on other sites

‘Şşşt, alçak sesle konuş, Sam Amca duyar!’

Hakan Albayrak

[email protected]

11.05.2006

 

 

Amerika Birleşik Devletleri’ne demokrasi ve fikir-ifade özgürlüğü getirmek için bir inisiyatif başlatılmış. İsabet. Çok yerinde bir hareket. Bu vesile ile “bir demir perdesi olarak ABD” tasvirimizi tekrar edelim:

İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Konferansı için İstanbul’a gelen Asyalı, Afrikalı, Avrupalı ve Amerikalı Müslüman kardeşlerimizle Boğaz’da gemi sefası yapıyorduk. Amerika Birleşik Devletleri’nden bir misafire yaklaşıp, “Kısa bir mülakat yapabilir miyiz?” diye sordum. Daha konuyu öğrenmeden “Beni mazur görün” dedi.

- Sebep?

- Amerika’da üzerimizde çok büyük bir baskı var.

Washington rejiminin kurduğu dehşet imparatorluğuna bakar mısınız? İstanbul Boğazı’nda bile yakasını bırakmıyor adamın. Sanki 1970’li yıllarda bir Sovyet Müslümanı ile konuşuyoruz. “Ülkeme döndüğümde başıma ne gelir?” diye ödü kopuyor. Sağına soluna ürkek ürkek bakıp “Beni mazur görün” diyor, konuşamayacağını söylüyor. ABD’nin İslâm dünyasına demokrasi getireceğini iddia eden Cengiz Çandar’ın bu dehşet verici manzaraya şahit olmasını çok isterdim!

Daha önce de sormuştuk: Bir diktatörlük, demokrasi ihraç edebilir mi?

Amerika, Arap Müslüman Talebeler Birliği ve Kuzey Amerika İslâm Cemiyeti kurucularından Prof. Dr. Sami Uryan, Filistin’deki Siyonist vahşete karşı çıktığı için Florida Üniversitesi’nden kovuldu. Yetmedi, bir de “Filistinli teröristlere” yardım ettiği gerekçesiyle tutuklandı. Uryan’ın hanımı Nehle Neccar diyor ki: “ABD yönetiminin tavrı sadece eşime karşı değil. Bütün İslâmcı önderlerin, özellikle de Filistin meselesiyle yakından ilgilenenlerin sesleri kısılmak isteniyor.”

Bu kadarla kalsa gene iyi! Amerikan yönetimi sadece İslâmcıları değil, Siyonist / Protestan Fundamentalist cuntanın siyasetine karşı çıkan ‘normal’ Amerikalıları da susturmaya çalışıyor. “Haber bültenleri her türlü muhalefete yönelik uyarılarla, açık veya örtülü tehditlerle, kusulan nefret ve hakaretlerle dolu.” diyen ünlü aktör Tim Robins’e göre, Irak’taki savaşın ilk kurbanı Amerika’daki ifade hürriyeti oldu.

Aslında Amerikan yönetiminin ‘aykırı’ fikirlere tahammülsüzlüğü ve bu fikirlerin sahiplerine yönelik baskıcı tutumu yeni bir şey değil. Gizli Delil (Secret Evidence) Yasası öteden beri var. Bu yasa sayesinde yönetim, fikirlerini tehlikeli bulduğu kimseleri somut bir gerekçe göstermeden -sadece ‘devlet güvenliğine yönelik bir tehdit söz konusu’ diyerek- hapse tıkabiliyor (Mezkur yasanın en ünlü kurbanı, Cezayir İslâmi Selamet Cephesi eski ABD Temsilcisi Enver Haddam’dır. Washington’da Amerikalı yetkililerin izniyle büro açan ve bir süre serbestçe faaliyet gösteren Haddam, suçunun ne olduğu açıklanmadan tutuklanmış, iki sene hapis yatmış ve yine hiçbir açıklama yapılmadan serbest bırakılmıştı).

11 Eylül 2001’den beri esen istibdat rüzgârı, Gizli Delil Yasası’nın bile pabucunu dama attı!

Bill Kauffman, İkiz Kuleler’in yıkılmasından iki ay sonra (11 Kasım 2001), Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ifade hürriyetinin hâl-i perişanını Independent gazetesinde şöyle anlatmıştı:

“Evimizde ailece sohbet ediyorduk. Aramızda yabancı kimse yoktu. 11 Eylül’deki saldırıların Ortadoğu’daki yanlış Amerikan siyasetinin bir sonucu olduğunu söylediğimde, bir aile ferdi, ‘Bill, bunu sakın yüksek sesle söyleme. Biri seni polise şikayet edebilir’ dedi. Çok ciddiydi.”

 

 

 

(Mİlligazete)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kısa bir mülahaza

Hakan Albayrak

[email protected]

20.05.2006

 

 

Danıştay 2. Daiesi’nde silah seslerinin yükselmesinden birkaç dakika sonra mecliste hükümet top ateşine tutuldu. Birkaç saat sonra Danıştay’da hükümet top ateşine tutuldu. Bir gün sonra Anıtkabir’de hükümet top ateşine tutuldu.

Top ateşi o kadar çabuk başladı ve o kadar iyi organize edildi ki, Danıştay 2. Dairesi’ni kurşun yağmuruna tutan Alparslan Aslan ile hükümeti topa tutan çevrelerin aynı yerden vurdukları intibaı uyandı. Taraflar, nereden vurduklarını bilmiyorlar. Aynı amaca hizmet ettiklerini akıllarının ucundan bile geçirmiyorlar. Birbirlerini vurduklarını sanıyorlar. Ama, kendi iradeleri dışında, asında beraber ve aynı yere vuruyorlar. Aynı yerden ve aynı yere. Emperyalist manipülasyon odaklarının oluşturduğu ‘birbirini boğazlayan iki Türkiye’ imajına dayanarak vuruyorlar. Ve bu imajın ardındaki gerçeğin ortaya çıkma ihtimalini vuruyorlar.

Sokakta bile başörtüsü yasağı uygulanmasını kabul edilemez bulduğunu söyleyen Başbakan Erdoğan ve cari laiklik anlayışının sorgulanması gerektiğini söyleyen Meclis Başkanı Arınç’ın beyanları ile Danıştay’a saldırı arasında bir irtibat kurulmaya çalışılıyor. Halbuki mezkur beyanlar Türkiye’de toplumsal barışın tesis edilip muhkem kılınmasına matuf iken, mezkur saldırı Türkiye’yi iç çatışmalarla güçten düşürme hedefine matuftur. Evet; Danıştay’a saldırı ile aynı şeye hizmet eden tavır, Erdoğan ve Arınç’ın tavrı değil, onları adeta terör azmettiricisi ilan ederek siyasi edepsizliğin dibini bulan ve bu suretle diyalog kapılarını sımsıkı kapatarak Türkiye’yi kuru sloganların insafına terk eden sözde cumhuriyet muhafızlarının tavrıdır.

Şiddetin bu ülke için çıkmaz sokak olduğunu hepimiz kabul etmeliyiz. Koca bir milleti ve ülkeyi mitoslara kurban etmenin ne kadar anlamsız olduğunu da...

Sahici olalım, sahici şeyler üzerinde konuşalım; neyi paylaşamıyoruz bu memlekette?

 

 

 

(Milligazete)

Share this post


Link to post
Share on other sites

‘Vatanı boşver, laiklik sağ olsun!’

Hakan Albayrak

[email protected]

13.05.2006

 

 

Bayım, küresel kapitalizm / emperyalizm ülkemizi tehdit ediyor mu?

- Ediyor.

- Cumhuriyetin kuruluş yıllarından kalma korkuların bir türlü aşılamaması ülkemizde bir bölünme potansiyeli oluşturuyor mu?

- Oluşturuyor.

- Başörtüsü yasağı gibi sorunlar devletle millet arasına psikolojik bir duvar örerek ülkenin birliğine-dirliğine zarar veriyor mu?

- Veriyor.

- Cinayet, ırza tecavüz, gasp, soygun, kapkaç furyaları ufkumuzu karatıyor mu?

- Karartıyor.

- İlkokulları bile etkisi altına alan uyuşturucu ve fuhuş salgını istikbalimizi tehdit ediyor mu?

- Ediyor.

- Bu gidişle Türkiye’nin kendi kendini tüketeceği aşikar değil mi?

- Aşikar.

- Ee? Ne diyorsunuz peki?

- Laiklik diyorum.

- Başka?

- Yine laiklik.

- Sonra?

- Yine laiklik.

- Vatan gidiyor, millet gidiyor, geriye laiklik lafından başka bir şey kalmıyor desem?

- Yine laiklik.

- Bayım, dikkat buyurun, faşizan laiklik saplantınız yüzünden memleketin can çekiştiğini söylüyorum.

- Olsun. Yine laiklik.

- Siz vatan haini misiniz?

- Olabilir. Laiklik sağ olsun.

 

(Milligazete)

Share this post


Link to post
Share on other sites

güzel bir yazı.. Laiklik de laiklik.. ne demek ise, kendilerine göre yonttular da yonttular laiklik denilen şeyi. Laiklik ne büyük bir olaymış, yukarda bir güzel anlatmış yazarımız.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Cevdet Sait, Suriye televizyonunda…

Hakan Albayrak

[email protected]

23.05.2006

 

 

Gönül isterdi ki, Suriye yönetimi İslâmi hareketle tamamen barışsın.

Gönül isterdi ki, Suriye hapishanelerinde bir tek siyasi tutuklu bile kalmasın.

Gönül isterdi ki, istihbarat teşkilatlarının Suriye toplumu üzerindeki baskısı kalksın.

Suriye’de istibdat sorununun devam ettiğini görüyor ve üzülüyoruz.

Öbür yandan, 5-6 yıl öncesiyle kıyasladığımızda, rejimin fevkalade yumuşadığını da görüyor ve seviniyoruz.

Suriye’de devlet-millet barışı ve kaynaşması henüz sağlanamadıysa da, bu yönde bir siyasi iradenin (‘derin devlet’ çevreleri tarafından sabote edilmeye çalışılan bir siyasi iradenin) mevcut olduğu aşikar.

Geçenlerde, İslâm dünyasının yaşayan en büyük mütefekkirlerinden Cevdet Said, Suriye devlet televizyonuna çıkarıldı.

O Cevdet Said ki, “Diktatörlük şirktir” diyor.

O Cevdet Said ki, Baas Partisi’nin varoluş sebebini teşkil eden Arap şovenizmini elinin tersiyle itiyor.

O Cevdet Said ki, Baas rejiminin üzerinde yükseldiği şiddeti lanetliyor.

Peki, Baas Partisi’ne ait Suriye televizyonunda ne söyledi Cevdet Said?

Hilal Televizyonu için çektiğimiz “Şam-İstanbul Köprüsü” belgeselinde ne söylediyse onu söyledi:

“Fransızlar ve Almanlar, aralarındaki Allsass-Loren sorununu nasıl çözdülerse, İslâm ülkeleri de aralarındaki sorunları öyle çözmeliler: Aralarındaki sınırları kaldırıp birleşerek.”

Rejimin adamı olmadığı için Suriye medyasında bugüne kadar yer alamayan ve Suriyeliler arasında neredeyse hiç tanınmayan Cevdet Said, şimdi devlet eliyle tanıtılıyor…

Suriye devlet televizyonunun Cevdet Said’i ağırlayarak canlı yayında yarım saat konuşturması, değişim yolunda bir kilometre taşıdır.

Cenab-ı Allah mübarek etsin.

 

(Milligazete)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu Türkiye araştırmalarından gına geldi artık!

 

Hakan Albayrak

[email protected]

29.05.2006

 

 

Konrad Adenauer Vakfı, Soros’un Açık Toplum Enstitüsü veya Rand Corporation geliyor, parayı bastırıyor, ’evrensel’ aydınlarımıza Türkiye’nin iflahını kesmeye yarayacak sosyolojik araştırmalar yaptırıyor, makaleler yazdırıyor, paneller düzenletiyor.

Avrupa Birliği fonlarından da milyonlarca avro (euro) akıyor Türkiye’nin emperyalist operasyonlarda kullanılmaya müsait röntgenini çekmekte hiçbir mahzur görmeyen ’evrensel’ aydınlarımıza.

Amerika ve Avrupa adına mütemadiyen Türkiye’yi araştırıyor bunlar; araştırıyor, araştırıyor, ama bir türlü bulamıyorlar.

Canların bir olduğu hakiki Türkiye’yi değil de, canların kalın duvarlarla birbirinden ayrıldığı sahte bir Türkiye buluyorlar.

Kaşınacak yaralar buluyorlar.

Fitne-fesat malzemeleri buluyorlar.

Bölünmeye müsait, hatta bölünmeye mecbur bir Türkiye buluyorlar.

Bunları büyük bir entelektüel heyecanla ve büyük bir entelektüel sorumsuzlukla servis ediyorlar emperyalistlere.

Buyurun size Alevi sorunu, buyurun size Kürt sorunu, buyurun size Laz sorunu, buyurun size milliyetçilik sorunu, buyurun size Kemalizm sorunu, buyurun size Diyanet sorunu, buyurun size fundamentalist İslam sorunu; buyurun size bu sorunların en içinden çıkılmaz, en çözümsüz, fitne-fesatta kullanılmaya en müsait versiyonları; alın, kaşıyın, birliğimizi-dirliğimizi bir güzel bozun, bizi bir güzel parçalayın diyorlar.

Bir de Euroimages’in desteğiyle Pontusçuluk ve dahî homoseksüellik propagandası yapanlar var; bu ülkeyi bu ülke yapan değerlerin canına okumaya yarayan bir proje olsun da ne olursa olsun, Amerika-Avrupa fonları hizmete amade.

Yeri gelmişken:

Bir arkadaşımız, bir Avrupa hükümetinin amatör sinemacılara ayırdığı fondan biraz para almak istemiş.

Bakmış ki, bu fondan para almayı başaran Türkiyeli amatör sinemacıların projeleri ya Kürtleri Türklere karşı ya da Alevileri Sünnilere karşı kışkırtacak cinsten.

Bir de, “Heteroseksüel Müslüman toplumun ezdiği homoseksüeller”le ilgili projeler var bunların arasında.

Canı sıkılmış arkadaşımızın.

Bunlar bize para vermez, demiş.

Yine de şansını denemeye karar vermiş.

İlgili komisyonun başkanına varıp, maruzatını şöylece arzetmiş:

“Ben Türkmen’im, Sünni’yim ve heteroseksüelim. Ayrıca Türk-Kürt / Sünni-Alevi ayrımına karşıyım ve Türkiye’yi bölmek isteyenlere uyuz olurum. Film çekebilir miyim?”

Adam, espriyi anladığını belli eder bir şekilde gülümsemiş.

Neyse…

Ne diyorduk?

’Evrensel’ aydınlarımız ABD-Avrupa kuruluşları adına Türkiye araştırmaları yapmaya bayılıyor.

Franzsıların Yemen’de Yemen Araştırmaları Merkezi, Suriye’de Suriye Araştırmaları Merkezi, Cezayir’de Cezayir Araştırmaları Merkezi var, ama bizim Almanya’da bile Türkiye Araştırmaları Merkezi’miz var.

Üstelik o da genellikle yabancıların siparişlerini karşılıyor.

Bir vakfımızın Fransız aydınlarına “Soykırımcı Fransız mentalitesi” üzerine makaleler yazdırdığını, veya Frankfurt’ta “Avrupalıların Kültür ve Medeniyet Irkçılığı” konulu bir sempozyum düzenlediğini, yahut Afrikalı Yahudilerin İsrail toplumunda maruz kaldığı diskriminasyonla ilgili araştırmalar için bu gruba mensup aydınlara ödenek ayırdığını göremeyecek miyiz kardeşim?

Bize bu yakışır.

 

(Milligazete)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Almanya ve Hollanda notları

 

Hakan Albayrak

[email protected]

01.06.2006

 

 

Avrupa Birliği’ne girdiğimizde Vadi Kitabevi saat 17.30’da kapanacak. Frankfurt’ta saat 18.00 civarında bir kitap evinin iliklerine kadar kilitlenmiş kapısından dönerken bunu dehşetle fark ettim. Acayip kafam bozuldu, çatacak adam aradım, caddede tek-tük insan kalmıştı, hayattan öyle hızlı adımlarla kaçıyorlardı ki hiçbirine yetişemedim. Mesai bitmiş, her şey bitmiş. Neyse ki Amerikan emperyalizmine hizmet eden bir misyoner çıktı karşıma; onu tersledim.

Hollanda’nın Almanya sınırına yakın bir şehrinde –ki adını unuttum ve dahî adı batsın- gece yarısı gülüp eğlenen insanlar görmüştük de sevinmiştik Avrupa adına. Sonra biz otelde uyurken emmoğlunun arabasının plakasını eğip büktüler Alman plakası diye. Meğer o gün Hollandalıların Almanlardan kurtuluşunun sene-i devriyesi miymiş neymiş. Plakayı düzeltirken “bu da güzel” dedik; “hayat alametidir, iyidir.”

Breda’da akrabaları ziyaret ettim. Dört-beş hanemiz var bu güzel ve ruhsuz Hollanda şehrinde. Ruhsuz ve ruhsuzluğa şartlanmış. Ruh görünce homurdanmaya başlıyor gavurlar. Bizimkiler birbirlerini sık sık ziyaret ediyorlar ya milyonlarca çocuklarıyla; neşeli sesler yükseliyor ya Türk hanelerinden; bizim çocuklar büyüyüp çoluğa çocuğa karışınca da evden kopmuyorlar ya; neşeli Türk komşu kâbusu bir türlü bitmiyor ve üstelik yeni nesillerin katılımıyla büyüdükçe büyüyor ya; öfkeden kuduruyorlar. Çok derinlerde bir yerde kıskançlıktan ölüyorlar aslında. Yapayalnız ölüyorlar. Bizimkiler onları yalnızlık çukurundan çıkarmak için çok uğraşmışlar; bozuk Hollandacalarıyla tatlı tatlı selam verip durmuşlar onlara, “buyurun, çay kahve içelim” deyip durmuşlar yıllarca, lakin nafile; selamları yarım ağızla ürkek ürkek alıp evlerine veya arabalarına kaçmış gavurlar, yapayalnızlıklarına sığınmışlar.

Birbirinden güzel sayısız Hollanda evi. Birbirinden güzel sayısız Alman evi. Hiçbirinin kapısını çalamazsın. Hiçbirine sığınamazsın. Hiçbiri bilmez, tanımaz, saymaz Tanrı misafirini. Halbuki bir gece vakti Şam-ı Şerif’in en kadim sokaklarında yolumuzu kaybetmiştik de, ben, evinin önünde dikilen meçhul bir Arap’a tercüman vasıtasıyla “Türkiye’den geliyoruz, yolumuzu kaybettik, bu gece sende kalacağız” demiştim (aynen böyle, vallahi billahi), adam da cân-ı gönülden “ehlen ve sehlen” deyip eliyle kapıyı işaret etmişti. “Allah razı olsun, ama şaka yaptık” dedim. Hiç oralı olmadı. Kollarımızdan tutup bizi zorla evin avlusuna sokmaya çalıştı. Adamın elinden zor kurtulduk, ne mutlu İslam dünyasına.

Gerçek Hayat, 26 Mayıs 2006

Share this post


Link to post
Share on other sites

Diyarbakır

Hakan Albayrak

[email protected]

03.06.2006

 

 

Özgür-Der, Diyarbakır’da, emperyalizme karşı direniş imkânları üzerine bir panel düzenledi.

Burhan Kavuncu, Hazam Türkmen, Rıdvan Kaya, Hülya Şekerci, Abdurrahman Dilipak, Kazım Sağlam, Serdar Bülent ve Mehmet Bekaroğlu konuştu.

Ben de birkaç kelam ettim.

Konuşmalar bir yana, dinleyiciler muhteşemdi.

Mir Yıldız Konferans salonu ağzına kadar doluydu.

Erkeğiyle kadınıyla 1000’i aşkın Diyarbakırlı, 9 konuşmacıyı inanılmaz bir sabırla ve olağanüstü bir dikkatle dinledi.

Saatler boyunca yerlerinden kımıldamadılar.

Coşkulu alkışlar hariç, çıtları bile çıkmadı.

“Dokuz konuşmacı fazla.” dedik; “Millet sıkılmıştır, ama misafirlere ayıp olmasın diye bunu belli etmemiştir.”

“Yanılıyorsunuz.” dedi Diyarbakırlı bir arkadaş; “Millet, İslâmî söylemlere susadı.”

Rasulullah aleyhisselama bağlılık mitingine en kötümser tahminle 120 bin kişi katılmıştı.

PKK’nın psikolojik egemenliği ve İslâmî hareketin saygınlığını gölgeleyen malum olaylar yüzünden kimse böyle bir kalabalık beklemiyordu.

Mitinge katılanlar, “Katılım düşük olacak, gülünç duruma düşeceğiz ama biz yine de üzerimize düşeni yapalım” diyerek katılmışlardı.

O görkemli kalabalık, herkesten önce kalabalığın kendisini şaşırttı.

“Biz neymişiz?” dedi, Diyarbakır’ın mütedeyyin ahalisi; “Biz daha ölmemişiz!”

Üzerlerindeki ölü toprağı kalkınca, Kutlu Doğum Haftası’nda da muazzam bir gövde gösterisi yaptılar.

Özgür-Der’in panelinde sergilenen manzara da bir gövde gösterisiydi.

Daha önce Diyarbakır mitingiyle ilgili yazımızda da ifade ettiğimiz gibi; Ümmet-i Muhammed’e bağlılıklarını haykırıyor Diyarbakırlı kardeşlerimiz; Müslümanlar üzerinde böl ve yönet siyaseti uygulayanlara “Biz buradayız ve hiçbir yere gitmiyoruz” mesajını veriyorlar.

Kandil Dağı’na da bir mesaj veriyorlar: “Müslüman mahallesinde salyangoz satmayın!”

Bize de bir mesaj veriyorlar: “Burasının Müslüman mahallesi olduğunu unutmayın. Siz bizi bu kadar ihmal etmeseydiniz, bize yapılan fenalıklara bu kadar duyarsız kalmasaydınız, PKK bu kadar yükselemezdi!”

Ve devlete de bir mesaj veriyorlar: “Bu ülkeyi bir arada tutan şey İslâm’dır, İslâm’dır, İslâm’dır!”

 

(Milligazete)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kandil Dağı’na da bir mesaj veriyorlar: “Müslüman mahallesinde salyangoz satmayın!”

Bize de bir mesaj veriyorlar: “Burasının Müslüman mahallesi olduğunu unutmayın. Siz bizi bu kadar ihmal etmeseydiniz, bize yapılan fenalıklara bu kadar duyarsız kalmasaydınız, PKK bu kadar yükselemezdi!”

Ve devlete de bir mesaj veriyorlar: “Bu ülkeyi bir arada tutan şey İslâm’dır, İslâm’dır, İslâm’dır!”

 

Evet bu mesaj veriliyor lakin ne yazık ki bu mesajı anlayabilecek muhattablar yok..

 

Var ise de anlamamazlıktan gelmek daha hesaplı herhalde..

 

Vesselam

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...