Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
nedmanün

Istanbula Hicretleri(kendi Ağızlarından)

Recommended Posts

İstanbul’a gelişleri hususunda da Sefine-i Evliyâ’ya verdikleri beyân-ı âlilerinde buyuruyorlar ki:

 

“1335/1919 Nisan ayında İstanbul’a geldim. İstanbul’a gelişimin sebeblerini tafsilâtlı şekilde bildirmek isterim. Tâ ki, o zaman çok küçük yaşta olan ve nereden nasıl geldiklerini bilmeyen âile yakınlarımıza ve onların çocuklarına bu bilgiler tarafımdan yâdigâr kalsın. Şöyle ki:

 

Vatanımız bulunan Başkale kasabası, bir zamanlar derebeyleri idâresindeydi. Nihâyet Hakkâri vilâyetinin ve sonra sancağının merkezi iken Birinci Dünya Harbinin başlarında, ya’nî 1332 Muharremi ve 1331/1915 Teşrîn-i sânisî içinde Rus askeri İran tarafından gelerek oraları istilâ ederken, memleketimizde bulunan Ermeniler silâhlandılar ve Müslimanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamiyle yağmaladılar, soydular ve hiç bir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çâre bulamadılar. On gün sonra ilâhî inâyet eseri olarak kasaba geri alındı ve âilece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik.

 

O sene (1332/1916) Mayıs’ın ikinci pazar gününe tesâdüf eden Receb ayının birinci günü ikindi vakti ya’nî saat dokuzda, düşman kasabamıza bir saatlik mesâfeye yaklaştığından hükûmet tahliye emrini verdi. Köylere, dağlara ve çöllere düştük. Mayısın 12’nci günü evlerimizi, akarımızı, çarşılarımızı, medreselerimizi, câmilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu göründü. Rus, memleketin şarkından hücûm edip, şark-ı şimâlîye tesâdüf eden Saray kasabasından Van'a doğru yürüdü. Garb-ı şimâlî ve garb-ı cenûbî olan Van, Şatak ve Nurdüz istilâ edildi. Tam şimal olan cihet ki Tayyar ve Nohub nâhiyeleri hâl-i isyanda bulunup, kâffesi müsellah olarak Ehl-i İslâm'a kadim bir kin bağlayan Nasturî, yani Keldânî-i Kadim tâifesi nâmiyle hunhar ve silahşor bir aşîret var idi. Mutaassıb, câhil, muannid ve mütekessir bir kavim idi ki bunlar yolları tutmuşlar, içimizde bulunan Ermeniler, tâ evvelden müteyakkız, tedârikli, müsellah ve muallem hâl-i isyana geldiler. Dünyanın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açtılar. O sırada hicret edenlere cenub-ı garbî istikâmetinde Masîrus adındaki bir dereden firara azmedildi.

 

Bu istikâmete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte, çoğu kadın ve çocuktan ibâret olan birkaç bin nüfus ile dağlara sığınıldı. Zirâ eli silâh tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cephede olduğu için bu kalabalık, tam bir ana-baba günü manzarasiyle müdâfaasız kimselerden ibâretti. Kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar iki kısım olarak, bir kısım aşîretler Feraşin’den aşıp Musul istikâmetinde çekilirken, öbürü civar kasaba ve köylerin ahâlisi olarak bizimle beraber Masîru’dan Gevâr’a gidildi. Ermeni fedâileri Nurdüz’den bu perişan muhâcirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehid ediyor ve elde kalan silâh ve eşyayı topluyorlar, kaçmağı başarabilenleri tekrar ta’kibe koyuluyorlardı. Zaho ve Akra kasabalarının dağ ve sahralarında muhâcirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve vahşi hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Hükûmet büyük bir harb içinde olduğu halde, fedâkârlık edip o günün parasiyle muhâcirlere adam başına 3 kuruş tahsis ettiyse de, uğranılan yerlerdeki memurlar bu paranın üçte ikisini nefslerine ve ancak üçte birini muhâcirlerden kendi adamlarına dağıtıyorlardı. Memleketinde hânedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular. Aşağı tabakadan olanlarsa, memurlarla anlaşarak keselerini doldurdular. Dokuz senedir bu hal hâlâ devâm ediyor. Böylece muhâcirlerin yüzde sekseni mahv ve telef oldu. Yüzde onu Anadolu’nun muhtelif yerlerinde kendilerine iş bulabildiler. Geri kalan yüzde onu da ancak dönebildiler.

Share this post


Link to post
Share on other sites

[Efendi hazretleri, hicretten evvel kitaplarını Nediruk dağındaki bir mağaraya saklatmıştı. Bilahare çobanlık yaparken bu kitaplardan bulanlar olduysa da vermediler. Başkale havalisindeki Masîrus deresinde yaşayan Piryanişi aşîreti, seyyidleri severdi. Bunlar hicret etmediler. İlkbaharda Mor dağlarına çıkarak Ruslardan kurtulurlardı. Hicretten sonra Resulânis’de seyyidlerden birkaç hâne kaldı. Gerisi İran’dan gelme Şikak aşîretine mensuptur. Resulânis köyünün ismi bugün Yüceler olarak değiştirilmiştir. Efendi hazretlerinin baba evi, câmiin hemen yanında olup, bugün yerinde bir kavaklık vardır. Câmiin kulleteyni âtıl olmakla beraber, hâlâ durmaktadır.]

 

Bizimle beraber Gevar’dan Şemdinan’a ve oradan Revandız’a kadar, yirmidokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda, elimize ne geçerse kemirip bin türlü meşakkat ve zahmetle, aç bî ilâç o sene (1916) haziranın birinci gecesi Revandız’a girdik. Bir çokları memedeki çocuklarını sulara atmış, biraz daha büyüklerini de kucaklarına birer parça ekmek bırakıp, dağlar, kayalıklar içinde bırakmışlardı. Bunların hemen hepsi öldü. Defn edilemiyen, meydanda kalan da çoktu. Tayyar ve Nahob Nasturîleri ile Ermeni çeteleri ve murdar tıynetli aşâir eşkiyâları tarafından katl ve itlâf edilenler de epeyce bir yekûna ulaşmıştı. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu halde, Revandız gibi harâreti 40 dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. O senenin (1333) başı temmuzun birinci gününe rastlamış idi. Kasaba müftisi Es’ad efendi, kaymakam ve mütedeyyin telgraf müdiri İzzet efendinin yardımlarıyla rahat yaşadık.

 

Eylülün 2’nci günü Erbil’e çoğumuz hasta olarak girdik. En aziz birâderim nakîb Seyyid İbrâhim Efendiyi kara toprakta Allah’ın rahmetine bıraktığımız gibi, Şeyhler Hânedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli ferdlerini Erbil ve civârında toprağa verdik.

 

---- bu yazının devamı var ancak hepsini birden atarsam sizin için okumak zor olur diye düşündüm devamını başka zaman atarım inşallah Selametle---

Share this post


Link to post
Share on other sites

O sene (1333/1916) Kurban bayramının arefesine rastlayan Ekim ayının 9’uncu günü Musul’a vardık. Musul şehrinde aslen Musul ahâlisinden olup, vaktiyle Hakkârî cezâ reisi ve sonradan Basra adliyesinde istinâf reisliğinden mütekâid bulunan Mustafa Nûrî efendiden, gerek bizzat, gerek önayak olarak, gördüğümüz iyilikleri, ancak ilm-i ilâhî ihâta eder. O değerli zâtın sâhib olduğu fedâkârlık hasleti, âdetâ, bu asırlarda hiç kimsede görülmemiştir denilse mübâlağa edilmiş olmaz. Vaktiyle Musul hükümdârlarından Ahmed Paşanın geniş ve yüksek sarayının sâhibi bulunan ve mezkûr paşanın torunlarından ve meşhûr Celîlzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan hacı Emin beyefendi tarafından, o vaktin râyicine göre, aylık otuzaltı lira vâridât getiren, Şeyhlerin yirmi odalı, harem ve selâmlık daireleri, kirâsız bize ihsân edildi. Burada on sekiz ay oturduktan sonra, ayrılmak üzere veda ederken, gönlümüzü hoş ederek: “Bu evde kırk sene otursaydınız, mealmemnuniyye bedel-i icâr almazdım” demiştir. Diğer yardımları da buna kıyas edilebilir.

 

[silk-i İlmiyyeye Mahsus Terceme-i Hal Cüzdanı’ndaki memuriyetleri kısmında Musul vilâyeti dâhilinde Ziybar kazâsına 6 Mart 1332/1916 tarihinden itibaren 400 kuruş maaşla müftü tayin edildikleri yazılıdır. Efendi hazretlerinin, bu memuriyeti hiç işitilmediği için, fiilî vazife değil de, bir ilmiye mansıbı olduğu düşünülebilir.]

 

Devamlı olarak, Bağdad-ı Dârüsselâm’da, hazret-i Gavs-ı A’zamın civârında oturup, orasını vatan edinmek arzûsunda bulundumsa da, o civârlarda İngiliz muhârebeleri pek şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul’da kaldık. Bağdad’ın istilâsında, hicretimizin ikinci senesi ve Musul’da ikâmetimizin on sekizinci ayı bitmişti. Kıtlığın şiddetinin arttığı bu sıralarda, amcazâdelerimden merhûm Abdülhamîd paşa’nın, Şeyh Hasan efendi evlâdından bir kısmı hükûmet vâsıtasıyla muhafaza edilerek, sonra geri alınmasını müteakib aslî vatan olan Hakkarî ve Van’a iâde edildi. Hepimizin nüfûsu yüzelli iken, ancak altmışaltı nüfusla [Efendi hazretlerinin kerimeleri Şefi’a hanım Musul’da vefât etmişti], çöl ve sahraları, Allah’ın yardımıyla aşarak (1918 Mayısında) Adana’ya geldik. Orada da Van muhâcirleri olarak, görevli memurların zulm ve gadrlerine hedef olduk. Onsekiz ay Adana’da, âlim ve şehrin ileri gelenlerinin yardımlarına mazhar olarak oturduk.

 

[Efendi hazretleri, Adana’da, Kâsım Gülek’in amcaları tarafından, onların konağında misâfir edilmişti. Adana’dan ayrılmayı düşündükleri sırada hiç parası kalmamıştı. Bir gün Adana’nın meşhur Ulu câmiinde namaz kılarken birisinin cebine para koyduğunu hissetti. “Allahü a’lem bu zât, İmam-ı Rabbânî hazretleriydi. Onun için cepteki parayı saymamak lâzım; Cenab-ı hak cepte para yaratır” buyururdu]

Share this post


Link to post
Share on other sites

Haleb’in düşmesi üzerine, Adana’nın da düşmesi kuvvetle düşünüldüğünden, vâlinin müsâadesinden ümidsiz olduğumuz halde, o vakit mahallî merkez kumandanı olan Osman Bey’in vâsıtası ile, Adana’da defn ettiğimiz nüfusdan kalan yirmi kişi ile Eskişehir’e geldik. Bunlardan bir kısmı Konya’da kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı içinde yaşadılar. [Van’ın Mejingir köyünden Çelenk ağa, on yaşlarındaki oğlu Şâkir efendiyi hizmet etmesi için Efendi hazretlerinin refâkatine katmış; Şâkir efendi, bundan itibaren Seyyid Abdülhakîm efendi hazretlerinin hem yanında olmuş ve hizmetlerinde bulunmuştur.] Eskişehir’deki muhâcir memurları, muhâcirlere gerektiği gibi bakamadıklarından orta bir halde yaşadık.

[Efendi hazretleri Eskişehir’de Kurşunlu câmi’in meşrutasında kaldı. Orada da bir oğlu Ahmed Enver vefat etti.]

1337 Şevvâlinin başında ve 1335/1919 mâlî senesinin Nisan ayı ortalarında Bursa’ya gitmek üzere İstanbul’a geldim. O zamanın Dâhiliye Nezâreti müsteşârı olup, sonra Evkaf nâzırı olan ulemâdan Hayrî efendi tarafından, Eyyüb Sultan Yazılı medresede ikâme edildik. Dağılmış âile efrâdımı, Allah’ın inâyeti ile, orada toplamağa muvaffak oldum. İstanbul’a, bu sûretle, sevk-ı ilâhî ile geldik. Yollarda görülen mihnet ve meşakkat son buldu. Lutf-ü ihsan-ı ilahî, ol vaktin Şeyhülislâmı Mustafa Sabri Efendi zamanına tesâdüf ve tecelli buyurdu.”

[Yazılı medrese, şeyhülislâm müfiyyü’s sekaleyn Ebussuud efendinin ders verdiği medrese olup Eyyüb Sultan câmiinin yakınında, meydandadır. Avlusunda Ebussuud efendinin mezarı vardır. Cinlerin kendisinden sorduğu fetvâları, kendi lisanlarında duvara yazdıkları için buraya yazılı medrese adı verilmiştir. Duvarlarındaki bu yazılar, vâli Lütfi Kırdar tarafından bilahare kireçle badana ettirilerek silinmiştir. Bugün Eyüb merkez sağlık ocağı olarak kullanılmaktadır.]

Share this post


Link to post
Share on other sites

Şu İstanbul ne garip belde!..İnsan mümin olmak için de..kâfir olmak için de burada her vâsıtayı, her imkânı bulabilir...

Seyyid Abdülhakim Arvasi k.s

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...