Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
NFK-Fan

Veliler Ordusundan 333 ( Halkadan Pırıltılar )

Recommended Posts

Selamlar,

 

Veliler Ordusundan 333 (Halkadan Pırıltılar), Üstad'ın tasavvufi eserleri arasında en çok tanınan ve kârî ilgisi gören kitaplarından birisidir. Bu eserde, başlıklar halinde sıralanan 333 tasavvuf büyüğüne ait menkıbeler, hikmetli sözler ve bu sözler hakkında Esseyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin yapmış olduğu açıklamalara yer verilmektedir. Baştan aşağıya insanı kuşatan bir ruha sahip olan bu eserin kalın cüssesine bakıldıktan sonra kendisinden uzaklaşılmaması ve eserin mutlaka okunması gerekmektedir, zira bu eser insanı tasavvufî bir havanın içerisine hayli büyük bir muvaffakiyetle sokma kudretine sahip. Eserle hissediyorsunuz. Üstad'ın özellikle üzerinde titizlik gösterdiğini söylediği üslubu ise, hadiseleri herhangi bir hikaye gibi okumaktan bizleri uzaklaştırıyor, direk cezbeye itiyor. Hikayeler geçmişte yaşanmış olmaktan çıkarak önümüzü aydınlatacak bir rehbere dönüşüyor.

 

Ben sözü fazla uzatmadan, aşağıya Üstad'ın bu kitap için kaleme aldığı takdim yazısını alıyorum.

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

BU ESER

 

Ne Türkiye, ne geniş manasıyla Rum illeri, ne Çin ve Maçin, ne Hint ve Sind, ne Arap ve Acem; bütün dünya...

 

Bu eser, dünya çapında ve topyekûn insanoğlu çevresinde bir gerçeklik ve güzellik fışkırışının kaynağını gösteriyor. Dâvası ve iddiası budur. Yazana değil, yazılanlara bağlı değer ölçüsü...

 

Bu eserin, fezayı ve toprağı dolduran tek dâva olarak, her türlü kalem ve ifade kudretinden münezzeh ruhu ve mânası önünde, bütün kelâm ve fikir şahsiyeti haşyetle siner ve silinir.

 

Her biri öbüründen ayrı, fakat her biri öbürüne bağlı ânlar... Esrarlı çizgiler, renkler ve sesler... Bunların doldurduğu hikâyeler... Amma şöylesine hikâyeler:

 

Aklın patladığı ve hesabın kül olduğu sınırdan ilerideki âlemde meclis kuranların hikâyeleri... Mutlak ve sonsuz nurun en mahrem tecellisi etrafında halkalanmış o kahramanların hikâyeleri ki, insan onlara rastgele bir göz atar atmaz niçin yaratıldığını anlar gibi oluyor.

 

Bu hikâyeler, dünyada insanî ve beşerî kaç mevcut varsa ve bu mevcutlardan ne kadar iş ve fikir çevresi kurulmuşsa, hepsinin birden olamadığı, bulamadığı, varamadığı, eremediği; ne şiirin, ne tılsımın, ne ilmin, ne fennin ulaşabildiği noktada bağdaş kuranların hayatından pırıltılar...

 

Nerede, ne zaman, ne istemiş, aramış ve bulamamışsak hepsi ve her şartıyla burada... Burası kendini aşmanın, fânilikten sıçramanın, gerçek insanı bulmanın, fert ve cemiyet halinde büyük oluşa ermenin yeri...

 

İnsanoğlunun bütün arayışlarında, atılışlarında, deneyişlerinde, bir, olup da olmayışa karşı hasreti; bir de, sezilip de tutulamayana doğru hayali yok mudur? İşte bu muazzam sırrın ve imân, ahlâk, güzellik, iyilik, doğruluk, sonsuzluk, iş, dâva, edep, muaşeret, zevk ve iştiyakın hakikati burada... Ey hüsranlarının hakikatini görmek isteyenler... Ne isterseniz burada!

 

Bu pırıltılar karşısında, tavla zarı kafalar hemen şu hükmü basacaktır:

 

- Olamaz! Hayâl!..

 

Adî hayatın nice "olur"undaki "olmaz'ı görenler ve ulvî idrak sancısını çekenler bu "olmaz'daki "olur'u da sezerler. Anlamayanların hali ve onlara verilecek cevap yine bu kitapta:

 

"- Bu işin sana anlatılabilmesi için git, toprakla kepeği birbirine karıştır da bir ömür yemeye bak!"

 

Bir kere daha mı işaret edeyim: Bin kere daha olsa yine az. Bu eser, dünyaya, muhtaç olduğu kâinat görüşünü, bir altın yağmuru halinde serpiştirmek ve kendini cihan ölçüsünde bir hâdise diye takdim etmek ihtiyacındadır.

 

 

Bu eserde usûl, şu: Tebliğ işlerinin gerçeklik usûlünden ziyade, telkin işlerinin güzellik metodu... Kitabın en haysiyetli kaynaklara bağlı ilim cephesi, maden suyunda demirin erimiş halde bulunması gibi, zevk ve lezzet ifadesi altında peçeli... Onun içindir ki, velîler ordusunun kahramanlarına ait ne cansız tarih, ne ruhsuz teferruat... Sadece bin çiçek yerine bin kitaptan süzülmüş ıtır damlaları... Yalnız ruh, yalnız ruh... Madde meraklıları diledikleri teferruat ve hususiyetleri (posaları ve tortuları) basit lügat veya tarih kitaplarında arasın ve bulsun...

 

 

Gök yırtılıyor, arkasından Mâverâ Sultanının bir üfleyiş-te bütün mekânı yıkan ve bütün zamanı söndüren azamet nuru infilâk ediyor. Ve baştan başa dünyamız, bir ilk mektep çocuğunun elindeki çıkartma kâğıdı gibi buruluyor, buruşturuluyor. Böyle bir tecelli anında bize, manzaraya bakıp, bir takım gülünç ukalâlıklar, kaba teşhisler yapmak mı düşer, yoksa kör olmak, dilsiz kalmak ve kendi kendimizi bir daha bulamamacasına kaybetmek mi? Şuurum kalır mı ki, kıymet hükmüm olsun.

 

İşte her dem bu tecelli anına nazır kahramanların hayatı ve mânası üzerinde her hangi bir şahsî telâkki, aynı nisbette gülünç ve edep dışı olurdu. Bu yüzdendir ki bu kitapta "tefsirci" ismi altında göreceğiniz kıymet hükümleri, yine o halkanın elmaslarından birine ve kendi aralarında kendi kendilerini muhasebe eden bir kaçına aittir. Hikâyelerden birinde, başlıca "Tefsirci"nin kim olduğunu zaten anlayacaksınız.

 

 

Hepsi bu kadar... Bir de, yazanın, yazılanlara lâyık olmaktan başka tasa çekmediği ve kan-ter içinde kıvranarak kendi aşağılık nefsinden kahramanlar üstüne herhangi bir leke düşmemesine çalıştığı üslûp çilesi... Bu çileye dikkât ediniz; gözle gördüğünü bile kendi "basit'ine düşürmemek için bu kadar telâşta, kaç çeşit gözlük takmak ihtiyacındadır.

 

 

Bir zamanlar "Halkadan Pırıltılar" adı altında çıkıp defalarca basılan, istismarcı (editör) ellerinde tükenmez bir mâden gibi işletilen ve türlü yanlışlıklar ve zevksizliklere kurban edilen bu eser, şimdi kemmiyetçe de fazlasıyla bütünleştirilir, nihaî şekline kavuşturulur ve "Veliler Ordusundan 333" ismini alırken, kaydetmek gerektir ki, bu "333" sayısında hiçbir sınırlama yoktur; ve gaye, belki 333333ü aşan kahramanlar kadrosundan sadece 333 büyüğü olgunluk ve kifayet hissini verici bir tamamlık içinde göstermekten ibarettir. Ama bu defa, bir daha değişmeyecek şekilde bir titizlik, incelik ve derleyicilik ölçüsüne bağlı olarak...

 

Bütün hakikât İslâm'da, onun bütün ruhu da tasavvufta, yani en büyük insan ve Peygamberin bâtınında... Buradakiler de o bâtının cezbelileri...

 

Aralarında yüz binlerce namsız ve nişansız kahraman eksik olsa da, başlıca en büyük 33 kahraman bilhassa eksik... Onları mahsus bu kitaba almadım. "Başbuğ Velilerden 33" isimli bir kitapta topladım.

 

O ki, kul ve Resul olarak tek ve birdir... O ki, kâinat kendi yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. O ki, getirdiği emrin, dâvanın dışında hiç bir mevcut yoktur.. İşte "bir" sayısını O'na verdikten sonra, mukaddes emaneti ondan alıp tâ bugüne kadar getiren onunla beraber tam 33 ferdin hikâyesi orada..

 

Buradakiler, kol kol, karmakarışık ve umumî şekilde, oradakilerin, hususî kolun, zemin ve muhitini çiziyor.

 

Allah'tan başka her şeyde yanılıyoruz. Bunlar, hiç bir şeyde yanılmayan ve tekte her şeyi bulanlardır.

 

N.F.K.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kitabı henüz okumadım ama sadece takdim yazısıyla bile bir deryanın içine dalacağımız bedahet.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kitaptaki menkıbe ve hikmet deryası içerisinden bir katre dikkatimi fazlasıyla celb etti ve ağzımı açık bıraktı. Allah Üstad'dan razı olsun bu mükemmel eseri derlediği için.

 

EBU BEKİR (Habbâz)

 

Meçhul...

 

Bir tek sözü var:

 

- Çoluk çocuğu, insana, şehvetini helâl yoldan gidermiş olmanın cezasıdır. Hele yol haram olursa düşünün artık!..

Share this post


Link to post
Share on other sites

"Necip Fazıl Kısakürek'in İslam tasavvuf ve tefekkürüne(edit//mehmet) dair derlediği en mühim eseridir. Denebilir ki şimdiye kadar bu kadar güzel, cazip ve sevile sevile okunacak, manen zevk alınacak daha bir kitap basılmadı. Eser de üçyüze yakın İslam mutasavvıflarının yazıları, menkabeleri, tasavvuf yolları en güzel Türk diliyle izah edilmiştir.

 

Üçyüz kibar ve eâzımı İslamın, hikmet, tasavvuf ve felsefeye dair Elmas ve Pırlanta gibi yazılarile dolu muazzam bir eser..."

Share this post


Link to post
Share on other sites

ŞEMS (Tebrizi)

 

Büyük ve meşhur velî... Tebriz... Hicrî Yedinci Asır...

 

Mevlâna Celâleddin (Rumî) Hazretlerinin en büyük dostu... O kadar büyük dostu ki, iki erkek, hele Allah yolcusu iki erkek arasında en ileri ve mefkûrevi mânasiyle bir dostluğa dünya, bir daha şahid olmadı.

 

Şems, irşad edicisinin elinde pişip olduktan sonra, aldığı emirle Tebriz'den yola çıkıp Konya'ya kadar geldi ve bir hana indi. Orada, ismi ve şahsiyeti her tarafı dolduran Mevlâna hakkında sorup soruşturdu:

 

- Kimleri sevmez?.... Bana onun sevmediği, hazzetmediği, nefret ettiği şekiller ve şeyler üzerinde bilgi verir misiniz?....

 

Dediler:

 

- Kalender edalı, kalender kılıklı insanları hiç sevmez! Onlara karşı gayet haşindir!..

 

Bunun üzerine Şems, kendisini kalender edalı, kalender kılıklı bir şekle soktu ve yolunun üstüne dikilip Mevlâna'yı beklemeye başladı. Mevlâna sokağın bir ucundan göründü. Etrafında ilim ve fazilet adamlarından bir kafile... Güzel bir ata binmiş, ağır ağır geliyor... Mevlâna tam önüne gelince, Şems, atıldı, atın dizginine yapıştı ve haykırdı:

 

- Ey müslümanların efendisi! Söyle bana. Bayezid (Bestâmi)mi daha büyüktür, yoksa Hazret-i Peygamber mi?

 

Mevlâna sarsıldı, atından düşecek gibi oldu. Balmumundan daha sarı bir renge girdi: ve derin, gökler kader derin gözlerini bu garip adama çevirip karşılık verdi:

 

- Bayezid ümmetten bir ferddir; Hazret-i Peygamber ise Alemlerin Efendisi! Onun yanında Bayezid kim olabilir?....

 

Şems devam etti:

 

- Ya niçin Hazret-i Peygamber her ân Allahtan marifet isterken Bayezid "sultanlarının sultanı benim; Sübhan ben ve büyük şân benim!" dedi?..

 

Mevlâna cevap verdi:

 

- Çünkü Bayezid, susuzluğunu bir damlayla giderir ve sarhoşluğa geçerken, Alemlerin Fahri, Allah'ın şakkettiği göğsündeki sonsuz tahammül, feza kadar derinlikle, her ân daha ziyadesini alıyor, hiç bir derecede kalmıyor, daima biraz daha yakınlık diliyor, bu eşsiz derecenin temkin makamına çıkmış bulunuyordu.

 

Şems bu cevap üzerine yırtıcı bir nâra attı, kendinden geçti, toprağa yığıldı. Mevlâna atından inip Şems'in mübarek başını kucakladı, kendisine gelinceye kadar kucağında tuttu ve sonra yanındakilerine onu kendi evine götürmelerini tenbih etti.

 

Mevlâna, bir havuz kenarında oturmuş... Yanında bir takım kitaplar... Şems göründü ve sordu:

 

- Bunlar ne cins kitaplar?..

 

- Bunlara dedikodu derler!..

 

Şemd kitapları alıp havuza fırlattı. Mevlâna telâşa düştü:

 

- Ne yaptın? Bunlar bana atalarımdan kalmış şeyler... İçlerinde çok faydalandıklarım vardı.

 

Ve müteessir oldu. Şems elini havuza doğru çevirince kitaplar eski yerine geldi ve hiç birinde en küçük bir ıslaklık eseri yok... Mevlâna hayretle sordu:

 

- Bu ne haldir?.. Şems:

 

- Buna da zevk ve halet derler; ya sende bundan eser var mı?..

 

Ve Şems ile halvete çekilip üç ay, geceli gündüzlü sohbet ettiler; yanlarına kimseyi almadılar ve kimsenin yanına gitmediler. Mevlâna'ya sonsuzluk yolu açılmıştı.

 

Bir gün Şems, Mevlâna'dan bir sevgili istedi. Mevlâna hemen zevcesini alıp getirdi. Şems dedi ki:

 

- Bu benim kız kardeşimdir! Genç bir çocuk olsaydı!

 

Mevlâna hemen oğlu Sultan Veled'i getirdi ve şu karşılığı aldı:

 

- Bu da benim oğlumdur! Biraz şarap olsaydı da zevk etseydik...

 

Ve Mevlâna hemen çarşıya gidip mübarek ellerinde birer testi şarap, elâlemin içinden geçerek Şems'e getirdi.

 

Şems'in sözü:

 

- Biz Mevlâna'nın teslimiyetindeki dereceyi ve meşrebindeki kuvveti imtihan etmek istedik. Dediklerinden çok fazlaymış!

 

Şems bir çok defa Mevlâna'dan ayrılıp bir çok defa onunla buluştu. İki dost arasındaki ayrılıklar her ikisine de hasret ve ıstırapların en acısını tattırıyor. Nihayet birinden biri yollara düşüp deli gibi öbürünü arıyor, buluyor.

 

Bir gün Tebriz'de bir yahudi, Şems'in karşısına dikiliverdi:

 

- Müjde yâ Şems, Mevlana geliyor!..

 

Ve Şems, ne kadar malı ve mülkü varsa bu yahudiye hediye etti. Biraz sonra başka biri Şems'e dedi ki:

 

- Yahudi seni aldattı ve bütün malını aldı. Ortada ne Mevlâna var, ne birşey... Gelen giden yok... Yahudi sana yalan söyledi!..

 

- Biliyorum, dedi Şems; ben malımı ve mülkümü bu sözün yalanına verdim, doğrusuna canımı vermek lâzımdı.

 

Gerçekten dostluk mevzuunda, o gün bugün, bundan daha güzel bir örnek gösterilemedi.

 

Şems ile Mevlâna arasındaki münasebet bir takım anlayışsızlar ve nasipsizler arasında binbir türlü tefsir ediliyor, Hattâ Mevlâna'nın Alâeddin Mehmed isimli oğlunu kandırıp:

 

- Şems; senin annen ve kardeşinle bilsen neler yapıyor?

 

Tarzında onu çileden çıkarıyorlar.

 

Bir gün Şems Konya'da, Mevlâna ile yanyana sohbet ederken, Alâeddin, etrafında kendisi gibi yedi cani kapıdan Şems'e işaret ediyor:

 

- Buraya gel!..

 

Şems ayağa kalkıyor ve Mevlâna'ya hitap ediyor:

 

- Bizi ölüme davet ettiler!

 

Mevlâna başını hafifçe göğsüne eğip bir âyet okuyor.

 

Şems dışarı çıkar çıkmaz bekliyenlerden her biri ellerindeki hançerlerle üzerine üşüşüp onu şehid ediyorlar. Şems'in ağzından, yalnız:

 

-Allah!..

 

Diye bir sayha çıkıyor. Vaka yerine koşan insanlar. yerde birkaç damla kandan başka bir şey göremiyorlar; ve o mâna sultanının nişansız bir tarzda göz plânından kalktığına şahid oluyorlar.

 

Tefsirci:

 

- Mevlâna ile Şems'ten hangisi hangisinin irşadçısı diye hayli çekişmeler olmuştur. Kimi Mevlâna, kimi Şems'tir der. Biz de diyeceğiz ki, başlangıçta Mevlâna'yı irşad ettikten sonra, Mevlâna'nın derecesi kendisininkini geçince onun irşad kanadı altına girmiş olabilir, Şems...

Share this post


Link to post
Share on other sites

KADIN ERENLER

 

Takdim

Tefsirci:

-İlahi marifet yolunun büyükleri hep erkek değildir. Aralarında kadınlar da vardır. Fakat erkekler kemiyetçe ve en ileri örnekler bakımından keyfiyetçe üstündür. Bir büyüğe sordular:

-Ebdal kaçtır?

Cevap verdi: Tam kırk şahıs...

-Yine sordular:

-Niçin kırk erkek demiyorsun?

Yine cevap verdi:

-Aralarında kadın da var.

Abdürrahman Selma, kadın erenler hakkında büyük bir telifin sahibidir. Onun bir sözü: Kadın, velilik şartlarına büründüğü zaman, fazl bakımından erkeği geçer. Nitekim isminin (müzekker-erkek) oluşu ay’a şeref vermez. İsminin (müennes-kadın) oluşundan da güneşe leke erişdirmez.

 

RABİA (Adviye)

Hicri birinci ve ikinci asır… Kudüs civarında medfun…

*

Basralıdır… İçtihad sahiplerinden meşhur Süfyan (servi)nin çağdaşı…

*

Süfyan ondan meseleler sorar, onun duasına rağbet gösterirdi. Bir gün Süfyan, Rabia’tül Adviye’nin yanında ellerini kaldırıp dua etti:

-Allahım senden selamet dilerim!

 

Rabia ağladı ve Süfyan sordu:

-Niçin ağlıyorsun?

-Sen ağlattın. Bilmiyor musun ki, dünyada selamet onu terk etmekle olur. Hâlbuki sen onunla dopdolusun.

*

Rabia’nın duası:

-Allahım senden istiğfar ederken doğruluğumun azlığından istiğfar ederim.

*

Süfyan ona sordu:

-Allaha yakınlık arayanların en ilerisi hangileridir?

Rabia dedi:

-Dünya ve ahirete Allahtan başka dost ve gaye edinmeyenler...

*

Bir gün yine Süfyan, Rabia’nın önünde dedi:

-Çok mahzunum, çok mahzunum.

Rabia cevap verdi:

-Yalan söyleme. Eğer sen gerçekten mahzun olsaydın, neşe sana hoş görünmezdi. Hoşlanmayı istemezdin. Bense gamlı olarak değil, gamsız olarak mahzunum!..

 

LİBABETÜL’MÜTEABBİDE

Meçhul…

*

Dedi ki

-Utancım, Allahın, beni kendisinden başka bir işle meşgul görmesindendir..

*

-Hacca gidiyorum. Varınca ne dua edeyim?

-Allahtan senden hoşnut olmasını, seni hoşnut olduklarının makamına eriştirmesini, seni dostların içinde namsız ve nişansız kılmasını dile!..

*

 

UKEYRE (âbide)

Meçhul...

*

O kadar ağladı ki, kör oldu.

Dediler:

-Ne çetin şey gözsüz kalmak!

Dedi:

-Allahtan mahçup kalmak daha çetin, hele Allahın emirlerindeki muradı görmeyip gönül körlüğüne düşmek... O büsbütün çetin!

 

ÜMMÜ HASSAN

Fazla bilgi yok...

*

Kûfe’nin dillere destan zühd ehlinden..Oo da Süfyan (servi)yi tanımış olanlardan hatta Süfyan’ın onu zevceliğe istediği rivayet olunur…

*

Süfyan bir gün onun evine gidiyor. Evde eski bir hasırdan ve derin bir fakirlik halinden başka bir şey göremiyor. Hâlbuki Ümmü Hassan’ın amca oğulları zengin kimselerdir, diyor ki:

-Niçin halinden amca oğullarına haber vermiyorsun? Sana bakarlar, yardım ederler.

 

Ve büyük kadından şu cevabı alıyor:

-Ey Süfyan! Sen bu sözü söyleyinceye kadar benim gözümde ve gönlümde daha büyük bir mevkie sahiptin, ben dünyaya malik olandan, kadir olandan, onu tasarruf edenden istemiyorum; bir zayıf ve aciz kuldan mı isteyeyim?

Ve Süfyan, bu cevap karşısında gözyaşlarını tutamıyor.

 

ÜMMÜ ALİ

Belirsiz...

*

Büyüklerden birinin zevcesi.. Çok zengindir. Parası ve malını son puluna kadar fukaraya dağıttı.

*

Bir büyüğün sözü:

-Ümmü Ali’yi görünceye kadar kadına ve kadın sözlerine kıymet vermezdim. Onu görünce anladım ki, hak kendi marifetini erkek veya kadın kime isterse verir.

 

Ona bir kadın geldi:

-Sana hizmet vesilesiyle Allaha yaklaşmak istiyorum.

 

Kadına cevap verdi:

-Niçin Allaha hizmet vesilesiyle Allaha yaklaşmak istemiyorsun?

*

Dedi:

-Allah insanları türlü iyilikler ve lütuflarla kendisine davet etti. Fakat isnanlar bunu alıyamadı. Bu sefer de Allah onların üzerine belalar yağdırdı. Tâ ki bela yoluyla insanlar yine kendisine yönelsin, zira Allah kullarını sever.

*

Dedi:

-Küçük düşmektense bir işin kaybolması evladır.

Share this post


Link to post
Share on other sites
ŞEMS (Tebrizi)

 

Büyük ve meşhur velî... Tebriz... Hicrî Yedinci Asır...

 

Mevlâna Celâleddin (Rumî) Hazretlerinin en büyük dostu... O kadar büyük dostu ki, iki erkek, hele Allah yolcusu iki erkek arasında en ileri ve mefkûrevi mânasiyle bir dostluğa dünya, bir daha şahid olmadı.

 

Şems, irşad edicisinin elinde pişip olduktan sonra, aldığı emirle Tebriz'den yola çıkıp Konya'ya kadar geldi ve bir hana indi. Orada, ismi ve şahsiyeti her tarafı dolduran Mevlâna hakkında sorup soruşturdu:

 

- Kimleri sevmez?.... Bana onun sevmediği, hazzetmediği, nefret ettiği şekiller ve şeyler üzerinde bilgi verir misiniz?....

 

Dediler:

 

- Kalender edalı, kalender kılıklı insanları hiç sevmez! Onlara karşı gayet haşindir!..

 

Bunun üzerine Şems, kendisini kalender edalı, kalender kılıklı bir şekle soktu ve yolunun üstüne dikilip Mevlâna'yı beklemeye başladı. Mevlâna sokağın bir ucundan göründü. Etrafında ilim ve fazilet adamlarından bir kafile... Güzel bir ata binmiş, ağır ağır geliyor... Mevlâna tam önüne gelince, Şems, atıldı, atın dizginine yapıştı ve haykırdı:

 

- Ey müslümanların efendisi! Söyle bana. Bayezid (Bestâmi)mi daha büyüktür, yoksa Hazret-i Peygamber mi?

 

Mevlâna sarsıldı, atından düşecek gibi oldu. Balmumundan daha sarı bir renge girdi: ve derin, gökler kader derin gözlerini bu garip adama çevirip karşılık verdi:

 

- Bayezid ümmetten bir ferddir; Hazret-i Peygamber ise Alemlerin Efendisi! Onun yanında Bayezid kim olabilir?....

 

Şems devam etti:

 

- Ya niçin Hazret-i Peygamber her ân Allahtan marifet isterken Bayezid "sultanlarının sultanı benim; Sübhan ben ve büyük şân benim!" dedi?..

 

Mevlâna cevap verdi:

 

- Çünkü Bayezid, susuzluğunu bir damlayla giderir ve sarhoşluğa geçerken, Alemlerin Fahri, Allah'ın şakkettiği göğsündeki sonsuz tahammül, feza kadar derinlikle, her ân daha ziyadesini alıyor, hiç bir derecede kalmıyor, daima biraz daha yakınlık diliyor, bu eşsiz derecenin temkin makamına çıkmış bulunuyordu.

 

Şems bu cevap üzerine yırtıcı bir nâra attı, kendinden geçti, toprağa yığıldı. Mevlâna atından inip Şems'in mübarek başını kucakladı, kendisine gelinceye kadar kucağında tuttu ve sonra yanındakilerine onu kendi evine götürmelerini tenbih etti.

 

Mevlâna, bir havuz kenarında oturmuş... Yanında bir takım kitaplar... Şems göründü ve sordu:

 

- Bunlar ne cins kitaplar?..

 

- Bunlara dedikodu derler!..

 

Şemd kitapları alıp havuza fırlattı. Mevlâna telâşa düştü:

 

- Ne yaptın? Bunlar bana atalarımdan kalmış şeyler... İçlerinde çok faydalandıklarım vardı.

 

Ve müteessir oldu. Şems elini havuza doğru çevirince kitaplar eski yerine geldi ve hiç birinde en küçük bir ıslaklık eseri yok... Mevlâna hayretle sordu:

 

- Bu ne haldir?.. Şems:

 

- Buna da zevk ve halet derler; ya sende bundan eser var mı?..

 

Ve Şems ile halvete çekilip üç ay, geceli gündüzlü sohbet ettiler; yanlarına kimseyi almadılar ve kimsenin yanına gitmediler. Mevlâna'ya sonsuzluk yolu açılmıştı.

 

Bir gün Şems, Mevlâna'dan bir sevgili istedi. Mevlâna hemen zevcesini alıp getirdi. Şems dedi ki:

 

- Bu benim kız kardeşimdir! Genç bir çocuk olsaydı!

 

Mevlâna hemen oğlu Sultan Veled'i getirdi ve şu karşılığı aldı:

 

- Bu da benim oğlumdur! Biraz şarap olsaydı da zevk etseydik...

 

Ve Mevlâna hemen çarşıya gidip mübarek ellerinde birer testi şarap, elâlemin içinden geçerek Şems'e getirdi.

 

Şems'in sözü:

 

- Biz Mevlâna'nın teslimiyetindeki dereceyi ve meşrebindeki kuvveti imtihan etmek istedik. Dediklerinden çok fazlaymış!

 

Şems bir çok defa Mevlâna'dan ayrılıp bir çok defa onunla buluştu. İki dost arasındaki ayrılıklar her ikisine de hasret ve ıstırapların en acısını tattırıyor. Nihayet birinden biri yollara düşüp deli gibi öbürünü arıyor, buluyor.

 

Bir gün Tebriz'de bir yahudi, Şems'in karşısına dikiliverdi:

 

- Müjde yâ Şems, Mevlana geliyor!..

 

Ve Şems, ne kadar malı ve mülkü varsa bu yahudiye hediye etti. Biraz sonra başka biri Şems'e dedi ki:

 

- Yahudi seni aldattı ve bütün malını aldı. Ortada ne Mevlâna var, ne birşey... Gelen giden yok... Yahudi sana yalan söyledi!..

 

- Biliyorum, dedi Şems; ben malımı ve mülkümü bu sözün yalanına verdim, doğrusuna canımı vermek lâzımdı.

 

Gerçekten dostluk mevzuunda, o gün bugün, bundan daha güzel bir örnek gösterilemedi.

 

Şems ile Mevlâna arasındaki münasebet bir takım anlayışsızlar ve nasipsizler arasında binbir türlü tefsir ediliyor, Hattâ Mevlâna'nın Alâeddin Mehmed isimli oğlunu kandırıp:

 

- Şems; senin annen ve kardeşinle bilsen neler yapıyor?

 

Tarzında onu çileden çıkarıyorlar.

 

Bir gün Şems Konya'da, Mevlâna ile yanyana sohbet ederken, Alâeddin, etrafında kendisi gibi yedi cani kapıdan Şems'e işaret ediyor:

 

- Buraya gel!..

 

Şems ayağa kalkıyor ve Mevlâna'ya hitap ediyor:

 

- Bizi ölüme davet ettiler!

 

Mevlâna başını hafifçe göğsüne eğip bir âyet okuyor.

 

Şems dışarı çıkar çıkmaz bekliyenlerden her biri ellerindeki hançerlerle üzerine üşüşüp onu şehid ediyorlar. Şems'in ağzından, yalnız:

 

-Allah!..

 

Diye bir sayha çıkıyor. Vaka yerine koşan insanlar. yerde birkaç damla kandan başka bir şey göremiyorlar; ve o mâna sultanının nişansız bir tarzda göz plânından kalktığına şahid oluyorlar.

 

Tefsirci:

 

- Mevlâna ile Şems'ten hangisi hangisinin irşadçısı diye hayli çekişmeler olmuştur. Kimi Mevlâna, kimi Şems'tir der. Biz de diyeceğiz ki, başlangıçta Mevlâna'yı irşad ettikten sonra, Mevlâna'nın derecesi kendisininkini geçince onun irşad kanadı altına girmiş olabilir, Şems...

 

 

http://www.semazen.net/sp.php?id=241&p...amp;menu_id=id5

 

okunası bir yazı......

Share this post


Link to post
Share on other sites

bu kitabı okurken insan kendi nefsiyle sürekli münakaşaya giriyor...sürekli kendi nefsini aşağılayası geliyor..bu elbette güzel bir şey....hatta muhteşem bir şey...gerçekten çok ama çok faydalı bir eser...

her velinin her sözü her davranışı elbette ki bizler için birer model..hepsi birbirinden kıymetli inci taneleri gibi...kitapta ben sarsan çok yer oldu...bunlardan birini yazmak istedim..üzerinde gerçekten çok düşünülmesi gerekiyor bence...

 

MARUF(KERHİ)

 

bir gün talebeleriyle bir arada, dicle kenarında hurmalıklardan birinde oturuyordu.tevhid bahsi konuşuluyor.bakıyorlar ki dicle'nin yukarısından bir kayık geliyor.kayıkta bir kaç kadın ve erkek...içki,saz,nara cümbüş.. bu acı manzara karşısında bir talebe Maruf'tan rica ediyor.

 

-Efendimiz;bunlar için beddua buyurun!bir daha böyle kötü harekette bulunmasınlar.

 

şeyh,ellerini icabet dergahına kaldırıyor:

 

-YARABBİ;sen bu kullarını dünyada sevindirdiğin gibi ahirette de sevindir!

 

talebeler hayrette kalıyor.nihayet birisi cesaret edip soruyor:

 

-Efendimiz;ettiğiniz beddu değil,en güzel dua..nasıl olur?

 

cevap:

 

-eğer HAK bunları affedip cennetine alırsa size ne ziyan gelir?derdiniz ne ki,itiraz ediyrsunuz?

 

Aradan bir kaç saat geçmeden şu hadise oluyor:

kayık bir sahile yanaşıyor.erkekler ve kadınlar birbirinden ayrılıyor ve nereden geldiği meçhul bir sevk altında tövbe ve nedamete koşuyorlar..

 

Tefsirci:

-müslümanlık,sadece sevgi ve iyilik temennisinden ibarettir.

 

 

dehşet verici.......

Share this post


Link to post
Share on other sites
bu kitabı okurken insan kendi nefsiyle sürekli münakaşaya giriyor...sürekli kendi nefsini aşağılayası geliyor..bu elbette güzel bir şey....hatta muhteşem bir şey...gerçekten çok ama çok faydalı bir eser...

her velinin her sözü her davranışı elbette ki bizler için birer model..hepsi birbirinden kıymetli inci taneleri gibi...kitapta ben sarsan çok yer oldu...bunlardan birini yazmak istedim..üzerinde gerçekten çok düşünülmesi gerekiyor bence...

 

MARUF(KERHİ)

 

bir gün talebeleriyle bir arada, dicle kenarında hurmalıklardan birinde oturuyordu.tevhid bahsi konuşuluyor.bakıyorlar ki dicle'nin yukarısından bir kayık geliyor.kayıkta bir kaç kadın ve erkek...içki,saz,nara cümbüş.. bu acı manzara karşısında bir talebe Maruf'tan rica ediyor.

 

-Efendimiz;bunlar için beddua buyurun!bir daha böyle kötü harekette bulunmasınlar.

 

şeyh,ellerini icabet dergahına kaldırıyor:

 

-YARABBİ;sen bu kullarını dünyada sevindirdiğin gibi ahirette de sevindir!

 

talebeler hayrette kalıyor.nihayet birisi cesaret edip soruyor:

 

-Efendimiz;ettiğiniz beddu değil,en güzel dua..nasıl olur?

 

cevap:

 

-eğer HAK bunları affedip cennetine alırsa size ne ziyan gelir?derdiniz ne ki,itiraz ediyrsunuz?

 

Aradan bir kaç saat geçmeden şu hadise oluyor:

kayık bir sahile yanaşıyor.erkekler ve kadınlar birbirinden ayrılıyor ve nereden geldiği meçhul bir sevk altında tövbe ve nedamete koşuyorlar..

 

Tefsirci:

-müslümanlık,sadece sevgi ve iyilik temennisinden ibarettir.

 

 

dehşet verici.......

 

Bu kitabı okumadım ama gerçekten bu bölüm bizlere güzel bi ders....kendin için istediğinin kat ve katını başkası için istemek ne yüce bir davranış....bizim bi türlü beceremediğimiz bir davranış :)

Share this post


Link to post
Share on other sites

EBU HÂTEM (ATTAR)

 

Hicrî Üçüncü Asır... Büyük ve çok zengin bir tüccar..

 

 

Adamın biri Ebu Hâtem'in konağına geldi. Kapıya güm, güm, güm, çaldı. Ebu Hâtem içeriden bağırdı:

 

-Kimdir o?

 

Ses:

 

- Bir derviş, Allah diyen bir derviş...

 

Ebu Hâtem, hizmetçilerine bırakmadan kapıyı açtı. Perişan kılıklı bir derviş... Ebu Hâtem dışarıya çıktı, yüzünü toprağa sürdü ve şaşkın şaşkın bakınan dervişin çıplak ayaklarını öptü. Sonra ayağa kalktı. Doğruldu, yüzünü mesafelere çevirdi:

 

-Başka, Allah diyen var mı? Gelsin, ayağını öpeceğiz...

.........

Üstad'ın bir şiiri:

 

Ellerime uzanan dudakları tepeyim;

Allah diyen, gel, seni ayağından öpeyim!

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu kitap bir alem...O yüce zatlar her biri başka alem...Onların her bir cümlesi ise daha başka bir alem...Tarifsiz

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Kitaptan yapılan bir iktibası, mevzuunun müstakil olarak değerlendirilmesi gerektiğine inandığımdan ve kemmiyette uzun oluşundan dolayı farklı bir konuda paylaştım. Kitaptaki Muhiddin Arabî bahsini okumak için tıklayabilirsiniz.

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kitabı okumaya bugün başlamak nasip oldu, su gibi akıp giden ve insanı doyumsuz lezzetle buluşturan muhteşem bir eser.Bir kaç güne bitecek inşallah-ü teala.

 

Kitapta küçük bir cümle var ki sabahtan beri beynimi kurcalayıp duruyor.N.F.K üyelerinin yardımını istiyorum ne kadar düşünsem de tam olarak manasını çözemedim, kafamda bazı kendimce açıklamalar var ama yine de usta ellere bırakmak en iyisi olacak.

Cümle şu:

"Bu işin anlatılabilmesi için git, toprakla kepeği birbirine karıştır da bir ömür yemeye bak."

Ebul Hamza Horasani hazretlerinden.Üstatta kitabın açıklamasında yer vermiş.Açıklamasını verirseniz ayrıntılı çok sevinirim...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Veliler ki; ölmeden önce ölenler, kendilerini zâhirde ve bâtında İslam'a teslim edenler... Beşerin cihâd-ı ekberindeki mihrak noktası olan nefsini, riyazet ile kendi içlerinden çıkartacak kadar nefsin gıdasını kesenler... Büyük cihâdın fatihleri... Allah'a âşık olanlar... Halkın içindeyken Hakk'la birlikte olanlar... Allah dostları, Allah'a kul olmanın hakikatini yaşayanlar... Eşref-i mahlûkat olmanın haysiyetine erenler...

Onlar ki tek bir edebe bile riayetsizlik etmezler. Ki, tek bir edebe riayet etmeyene bu makam verilmez. Her hâllerinde incelik, güzellik, zarafet, uhuvvet, ulviyet, keyfiyet, ciddiyet, bediîyet... Onları en güzel anlatan, kendi hâlleri, tavırları, kelamları, hikmetleri, kerametleri...

 

İlmin, amelin ve ihlasın hakikatini ruhlarında billurlaştıran velilerin mekıbelerini kaleme aldığı bu kitabında Üstad, mukaddimesinde velilerin pırıltılı mahiyetlerinden bahsettikten sonra, salt aklın mahdut kalelerine hapsolmuş olanların veliler hakkında şöyle dediklerini yazar:

 

"Bu pırıltılar karşısında, tavla zarı kafalar hemen şu hükmü basacaktır:

- Olamaz! Hayâl!.."

 

Ve sonrasında da şöyle der Üstad:

 

"Adî hayatın nice "olur"undaki "olmaz'ı görenler ve ulvî idrak sancısını çekenler bu "olmaz'daki "olur'u da sezerler. Anlamayanların hali ve onlara verilecek cevap yine bu kitapta:

"- Bu işin sana anlatılabilmesi için git, toprakla kepeği birbirine karıştır da bir ömür yemeye bak!"

 

Sormuş olduğunuz cümlenin, tavla zarı kafaların velilerin hâllerine itiraz ederek, bu türden bir hayat olmaz diyenlere karşılık olarak verilen bir cevap mahiyetinde olduğunu öncelikle belirtmek gerek. Velilerin hâllerini sadece sınırlı akıl ile anlamaya çalışanlara yahut sâfi ahlak ve faziletten mürekkep veli hâllerinin hayat bulamayacağını savunanlara bu hâllerin anlatılabilmesi ve onların anlayabilmesi için toprakla kepeğin karıştırılıp bir ömür yenmesini tavsiye ediyor Üstad. Ki toprak-kepek karışımını bir ömür yemenin velilik literatüründeki karşılığına değineceğiz aşağıda.

 

Velilik ki, ömrün herhangi bir dilimini kapsayan ulvî hal değildir, ömür boyu sürdürülen bir ahlak, ömrün sonuna dek nefse karşı verilen bir harb, nefsin bir saniye olsun durmaksızın süren İslam dairesinden çıkarma ve bâtıla saptırma cehdine karşılık, bir saniye olsun Allah'ı ve emirlerini unutmama hâli... Üstad'ın O Ve Ben kitabında efendi hazretlerini anlatırken bahsettiği hâller...

Sadece aklı ile yaşayan ve ruhunu hakimiyet tahtına oturtmayan bir insan için bu hâllerin anlaşılması çok zor. Kendisinin hayatta yapmadığı, yapamadığı hâlleri bir başka insanın yapabileceğine inanamıyor böyleleri. Ne zaman ki, velilerin hâllerinden biri olan az yeme, yemekte lezzet aramak yerine sadece kendisine ibadet edecek enerjiyi deruhte etmenin yeterliliği, ömür boyu bir ekşi ayranı canı istediği halde nefsi azmasın diye içmemesi, hasılı, yemek örneğinden bütün bir dünyayı ihata edecek şekilde, dünya nimetlerini nefsi azdıracak dereceye getirmeden kullanmak meselesi. Üstad bir şiirinde şöyle diyor:

 

Ruhuma bir kefen bezi yeter de,

Yetmez aç nefsime sırma ve ipek.

Çare yok yüzünden düştüğüm derde;

Yesem de "toprakla karışık kepek..."

 

Toprakla kepeği karıştırarak yeme ifadesi, hiçbir zaman için doymayan, aksine verdikçe daha da isteyen nefsi hizaya getirmenin yollarından birini anlatan, sizin de değindiğiniz gibi Ebul Hamza Horasani hazretlerinden mülhem bir tasvir. Ki Üstadın şiirlerine kadar yansıtmıştır bunu. Ölçü, yemek ihtiyacındaki nefse hiç yemek vermemek değil, o kadar nefis ve leziz yemek varken hepsini bir kenara iterek sadece ayakta tutacak, hayatı sürdürecek gücü verecek olanı mideye göndermek. Bir veli hiç katı gıdalar yemiyor, sadece çorba tarzı, yemesi çok kısa sürede tamamlanacak şeyler yiyor. Sebebini soranlara ise, Allah'a ayıracağım vakti yemeğe ayırmak istemiyorum, yemeği bir an önce yiyip sofradan kalkayım ki hemen Allahımı zikretmeye devam edeyim mealinde bir cevap veriyor. Nerede kaldı ki, en muazzam sofralar başından tıka basa doymuş bir mideyle kalkan ve o dolu mide yüzünden gafletten, uyuşukluktan kurtulamayanlar. Çok yemek, çok konuşmak ve çok gülmek kalbi öldürür hakikatini de işin içine ekleyince, nerede velilerin bir ömür boyu devam eden dünyaya yüz vermeme hâlleri ve nerede bu hâlleri anlayacak aklını, midesini nefsinin eline vermiş olanlar...

 

Bu mevzuyla yakından âlâkalı olan bir başka Üstad şiiri için tıklayınız: Zifaf

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çok teşekkürler ablacığım tam da istediğim gibi doyurucu bir açıklama olmuş.Üstadı yeni yeni tanımaya başlayan birisi olarak sorularımla sizleri bunaltırsam kusuruma bakmayın lütfen:)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Geçen Büyük Doğu'ya gittiğimde almıştım bu kitabı.İlk başta Başbuğ Velilerden 33 le aynı kitap zannetmiştim. Elime alıp incelediğimde hiç düşünmeden aldım. Sindire sindire okudum. Okudukça utandım kendimden.

 

Allah nasip etti de okuduk bu güzel eseri. Allah razı olsun.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Çok teşekkürler ablacığım tam da istediğim gibi doyurucu bir açıklama olmuş.Üstadı yeni yeni tanımaya başlayan birisi olarak sorularımla sizleri bunaltırsam kusuruma bakmayın lütfen:)

Estağfurullah sevgili kardeşim, Üstad'ın fikir ve ruh dünyasının lezzetini gönüldaşlarla kurduğumuz şu sofrada birlikte almak gayesiyle burada yer alıyorken, bunalmak mefhumunun b'si yanımıza yaklaşmaz En küçük istifhamı dahi sormanız temennisiyle.

Share this post


Link to post
Share on other sites

333 velininin ruhaniyeti...bu kitabı okumaya başlamadan önce Üstad'a bir fatiha gönderip...arkasından her bir veliyi okumadan önce bir fatiha da o velinin ruhuna gönderirseniz....tam bir ziyafete döner okumanız inşallah...

Share this post


Link to post
Share on other sites

EVLİYA-YI KEBİR

 

Hoca Abdülhalik Gücdevani Hazretlerinin ikinci halifesi….O da Buhara’dan…

 

*****

 

Başlangıçta, Buhara alimlerinden birinin zahiri planda derslerine devam ederken, çarşıda, nurani bir zata tesadüf ediyor. Bu Hoca Abdülhalik Gücdevani Hazretleri’dir.Bir bakışta hocaya tutuluyor ve peşi sıra gitmeye başlıyor.Hoca bir dükkandan bir parça et satın alıyor.Tutkun genç hemen Veli’nin yanına sokulup hizmet arz ediyor.

---Müsaade buyurur musunuz, elinizdeki et paketinizi evinize kadar ben taşıyım…

Hoca bu aşk dolu gence bakıyor, kimbilir onda neler görüyor ve hemen razı oluyor:

---Peki oğlum, al paketi eve kadar benimle gel!

Evinin kapısında Abdülhalık Hazretlerinin mukabelesi:

---Teşekkür ederim; bir saat sonra gelde beraber yemek yiyelim!..

Bir saat sonra buluşup sofraya oturdukları zaman, Evliya-yı Kebir Hazretleri, dışından tahsiline çalıştığı ilim bakımından kendisini sıfır buluyor; yüreğinin Hoca Abdülhalik Gücdevani elinde yoğrulmaya, bütün varlığının ona doğru akmaya başladığını hissediyor ve mürşidine kapılanıyor. Artık zahir planında kendisine ders veren hocadan sıyrılmıştır.Fakat hoca talebesini tarikattan döndürmek için elinden geleni ardına koymamakta…Eski talebesi hakkında da söylemediğini bırakmamakta…Buna karşılık Hoca Evliya susmakta, asla karşılık vermemekte..

 

Bir gece Evliya-yı Kebir Hazretleri, Mahmut Hoca’nın şeni bir fiil işlediğine dair bir rüya görüyor. Aynı gecenin sabahı hoca, onun huzurunda…Büyük veliyi yüzüne karşı kötülemekle meşgul…

 

Hoca Evliya dudaklarında zarif bir tebessüm, adama dönüyor:

 

---Ey üstad geçinen adam! Gece filan şeni fiili işlersin, gündüz de utanmadan karşımıza geçip bizi Hak yolundan döndürmye yeltenirsin..!

 

Hoca, bu açık keramet karşısında Evliya-yı Kebir’in ayaklarına kapanırcasına ona el uzatıyor, tövbe ediyor, Hoca Abdülhalik Gücdevani Hazretlerinin kısa zamanda Evliya-yı Kebir üzerindeki eserini görüp aynı yola giriyor ve eriyor.

 

*****

 

Evliya-yı Kebir Hazretleri, Buhara pazarında Sarraflar Mescidi denilen yerde kırk gün, kırk gece bir çile çıkarmışlar…Bu çile esnasında murakabeleri o kadar derin olmuş ki, gönüllerine tek bir yabancı his (Havatır-hatarat) düşmemiş…Hoca Ubeydullah Hazretleri, Hoca Evliya’nın bu çilesini fevkalede büyük görürler, beğenirler ve taaccüplerinden parmaklarını ısırırlardı.

 

Derler ki:

 

--- Hacegan yoluna girenler az zamanda öyle bir mertebeye erişirler ki, duydukları her ses kulağına zikir gelir ve zikirden başka hiçbir şey işitmezler.Hoca Evliya’nın çilesinide, hatıra hiçbir şey gelmediği değil, gelenlerin kendi batınına asla zahmet vermediği şeklinde anlamak lazımdır. Bir ırmağın üzerindeki çer çöp nasıl suyun cereyanına engel olmazsa öyle…

 

*****

 

Yine Hoca Ubeydullah Hazretleri anlatıyor:

 

---Şah-ı Nakşibendi Hazretlerinin en ileri bağlılarından Hoca Alaeddin Atar Hazretlerine sormuşlar: “Sizin gönlünüz ona hiçbir yabancı his düşmeyecek kıvamdamıdır” Alaeddin Atar cevap vermiş : “ Yok, yok, düştüğü olur; ama kalmaz, gider.(Havatır)a kökünden mani olmak imkansızdır.Yirmi yıl nefyettiğim bir fikir, bunca emek ve gayretten sonra birdenbire yine zuhur etti; fakat karar kılamadı”…Bu fikirleri karşılamak zor iştir. Hatta bazıları onlara hiçbir itibar gösterilemeyeceği kanaatindedir. Şu var ki, onların ruha yerleşmesine göz yummamak lazımdır.

 

*****

 

Vefatlarına yakın kendilerine dört halife seçtiler.

 

*****

 

Mübarek kabirleri, Buhara tarafında Hakriz isimli hisarın Ayyar burcu yanında

-----------------------------------------------------------------------------------------

 

Üstadımızın “Veliler Ordusundan 333” adlı eserinin

II.baskısının 358-359-360’ıncı sayfalarından iktibasen

alınmış olup istifade edilmesi temennisi ile…

 

Essalamu Aleyküm ve Rahmetullah ve Berekatühü…

-------------------------------------------------------------------

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...