Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Vakıf Ahmet

Güneydoğu Trajedisi Ve Pkk Meselesi (1)

Recommended Posts

[Yorum - Ali Ünal] Güneydoğu trajedisi ve PKK meselesi (1)

 

 

Genelkurmay Başkanlığı, bir zaman problemi "alçak şiddette bir savaş" olarak tavsif etmişti. ODTÜ Sosyoloji Bölümü tarafından yapılan saha araştırmasına göre halkın çoğunluğu, problemi "işsizlik, fakirlik, geri kalmışlık ve terör" meselesi olarak görüyor.

 

Mustafa Kaplan şunları söylüyor: PKK'nın mahiyeti belli değil. Türkiye Cumhuriyeti, 1980 öncesinde var olan birçok Kürt örgütünü 12 Eylül'le birlikte söndürdü. 80 öncesinden itibaren var olan PKK niye söndürülemedi? PKK, yoksa hedeflerine ulaşabilmek için dış mihrakların ortaya çıkardıkları bir kukla mı? PKK hareketine bakıyorsunuz, içinde MOSSAD ajanları var, sünnetsiz Ermeniler var, MİT'in adamları var." (Metin Sever, Kürt Sorunu)

 

Uğur Mumcu, 1993 yılında öldürülmeden önceki son yazısında şunları yazıyordu: "Kanıtlanan son ilişki, MOSSAD-Barzanî ilişkisidir. Bu ilişki, Israel's Secret Wars-A History of Israel Intelligence Services adlı kitapta sergileniyor. Kitapta ayrıca MOSSAD'dan Kürtlere her ay 50 bin dolar para verildiği ABD kaynaklarına dayanılarak açıklanıyor... Kürtler, sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa, ne işi var CIA ve MOSSAD'ın Kürtler arasında?"

 

Yeni Zemin dergisinin Aralık 1993 sayısında Mahir Kaynak ile istihbarat uzmanı Melih Aktaş, Orgeneral Eşref Bitlis, Hulûsi Aydın ve Cem Ersever ile arkadaşlarının öldürülmelerini, bunların Çekiç Güç'e ve Kuzey Irak'taki Kürt devletine karşı çıkmasına bağlıyordu. İşin içine, hattâ PKK ile ittifak halinde esrar ve silah kaçakçılığının, mafyanın ve kamuoyunda daha farklı tanınan önemli siyasî şahsiyetlerin ve üst seviyede asker-sivil bürokratların karıştığı da iddialar arasında. Bu çok yönlü hadisede dikkat çeken bir diğer önemli nokta da, Türkiye'ye teslim edildiği ana kadar Öcalan için resmî arama emri ve tutuklama kararı verilmemesi, Öcalan'ın gıyabında dahi olsa mahkeme edilip cezalandırılmaması ve vatandaşlıktan çıkarılmamış olmasıdır. Ayrıca, Güneydoğu'da PKK'ya karşı en güzel mücadeleyi veren Özel Tim, Mesut Yılmaz'ın 1991 yılında kurduğu ilk hükümet tarafından yapısı değiştirilmiş, o zamandan itibaren de geri çekilmiş, pasifize edilmiştir. Şemdin Sakık'a ait bir iddia olarak (Şamil Tayyar, Star, 8.10.2008), Öcalan'ı Suriye'de öldürmek için yapılacak MİT patentli 'Mercedes' isimli operasyon Yalçın Küçük vasıtasıyla Öcalan'a iletilmiş, 24 Aralık 1995 seçimleri sebebiyle askıya alınmasının ardından Mesut Yılmaz'ın başbakanlığı döneminde (ANAYOL 1996 Nisan-Mayıs) başarısızlıkla sonuçlanmış, yani Öcalan suikasttan "kurtulmuş"tur. Evet, bazı iddialara göre PKK, Ergenekon ve JİTEM, hattâ Hizbullah, aynı merkez veya merkezler tarafından yönetilen örgütlerdir.

 

Kürtlerin yaşadığı bölge daha Hz. Ömer zamanında Müslümanlaşmış, bu yörenin halkı, Emevî-Abbasî dönemindeki önemsiz birkaç isyan dışında sürekli İslâmî idareye bağlı olarak yaşamıştır. Fetihler çok kolay ve genellikle barış yoluyla olduğu halde, gerekirse örnekleriyle ortaya koyabileceğimiz üzere, Kemal Burkay gibi bazılarının kitaplarında tarihin ideolojik olarak çarpıtıldığı görülmektedir. Bölge, Haçlı ve Moğol istilaları ve takip eden karışıklıklar döneminde, İslâm dünyasının her tarafı gibi önemli sarsıntılar geçirmiştir. Osmanlılar, ancak Yavuz Sultan Selim zamanında güneydoğuya yönelebilmişler, Şeyh İdris-i Bitlisî, Yavuz'u güneydoğuyu da fethe davet etmiş, bölgenin güvenliğinin ancak Musul'a kadar olan bölgenin de fethedilmesiyle sağlanabileceğini belirtmiştir. Yavuz Sultan Selim, İdris-i Bitlisî'yi bölgeyi sulh yoluyla kazanmaya memur etmiş, İdris-i Bitlisî'nin Kürt beylerine teklif ettiği anlaşma aynen kabul edilmiştir.

 

Kürtler, baştan beri büyük çoğunluğuyla Sünnî Müslüman'dır. Osmanlı idaresi Kürtler için tam bir güvenlik şemsiyesi teşkil ederken, diğer yandan Kürtler, bölgeyi Safevîlere karşı korumuşlardır. Bölge, 19'uncu asrın ikinci çeyreğine kadar sükûn, hattâ ekonomik refah içinde yaşamıştır. Devlet-i Âliye'nin duraklama ve gerileme dönemlerinde bile, meselâ 17'nci asırda bölgeyi gezen Polonyalı Simeon, Fransız Poullet, 18'inci asırda bölgeyi dolaşan Danimarkalı Niebuhr gibi ve daha başka seyyah ve araştırmacıların intibaları ve verdikleri bilgiler, bunun böyle olduğu konusunda yeterince açıktır. (Kemal Burkay, Kürtler ve Kürdistan, 284-287)

 

Doğu ekonomisi hakkında önemli bir çalışma yapan ve çalışması Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası tarafından yayınlanan Rıfat Dağ'ın verdiği bilgilere göre de, 1800'lü yılların sonları ile 1900'lü yılların başlarında bile bölgenin genel ekonomik performansı, Osmanlı genel tablosunun gerisinde değildi; hattâ, madencilik, tarım, dokumacılık ve silah sanayii gibi sektörlerde Osmanlı ortalamasının üzerinde idi. (1800'lerden Günümüze Doğu Ekonomisi, 184-188) Bazıları, bölgede Osmanlı sisteminin feodaliteyi doğurduğunu ileri sürseler de Rıfat Dağ, "Giderek genişleyebilecek, ileride yeni yapılara dönüşebilecek feodalleşmeye izin verilmemiştir." demektedir (s. 171).

 

Güneydoğu, bazılarına göre bir petrol yatağıdır. 20 yıl Shell Petrol Firması'nın petrol araştırma genel müdürlüğünü yapmış olan Anthony Hage, şöyle demektedir: "Ortadoğu'da uzun süre çalıştım. Bütün Amerikan firmaları, uzaydan çekilmiş fotoğraflarla gördükleri Türkiye'nin bir 'petrol okyanusu' üzerinde durduğuna emin. Suriye, Irak, İran ve Sovyetler Birliği'nde petrol olur da, hiç Türkiye'de olmaz mı? Bir uzman olarak bunun aksini asla düşünemem." (Ömer Vehbi Hatipoğlu, Bir Başka Açıdan Kürt Sorunu, 106; Bilim Araştırma Grubu, Masonluk ve Kapitalizm, 406)

 

Masonluk ve Kapitalizm kitabında, bölgenin sahip bulunduğu petrol yataklarının özellikle İsrail'in politikalarına dayalı olarak bilhassa Mobil ve Shell gibi petrol şirketlerinin uyguladığı entrikalarla devreye girmesinin engellendiği ve hattâ açılan pek çok kuyunun kapatıldığı anlatılmaktadır (s. 405). Hatipoğlu, kitabının 4'üncü bölümünün dipnotlarında petrol ile ilgili kurum ve kuruluşlarda görev alan üst düzey yöneticilerden 40'a yakın masonun ismini vermektedir ki, üzerinde durulmaya değer.

 

Emekli büyükelçi İsmail Berdük Olgaçay, meşhur Tasmalı Çekirge adlı eserinde, ülkemizde kökü dışarıda dernek kurmak ve böyle derneklere üye olmak yasak ise de, kendisine dokunul(a)mayan masonluğu CIA'in çok iyi değerlendirdiğine vurgu yapar. Yine, bir başka emekli büyükelçi Aydın Alacakaptan, 6 Mart 1994 tarihli Zaman gazetesinde, mason teşkilatlarının Atatürk'ü istismar ettiklerini ve varlıklarının en mahzurlu tarafı olarak da, İsrail'e bağlılık duyduklarını vurgulamakta ve 12 Eylül'le birlikte askeriyeden Dışişleri'ne gelenlerin tamamının mason olduğuna dikkat çekmektedir.

 

İngiltere'de çıkan Financial Times gazetesinde Mayıs 1983'te yayınlanan haritada dünyanın 2010 yılında alacağı yeni biçimde Kuzey Irak, İran'ın güneybatısı ve Türkiye'nin güneydoğusu yeni bir ülke olarak gösteriliyor ve üzerinde 'Büyük Kürdistan' yazıyordu ve petrol havzası ile su kaynaklarının kontrolü için böyle bir devletin kurulması gerekli görülüyordu.

 

Doğu ve güneydoğumuz, yer-altı yer-üstü tabiî kaynaklar bakımından da bir hayli zengindir. Krom üretim ve ihracatında dünyanın sayılı ülkelerinden biri olan Türkiye'nin başlıca krom ve en önemli demir ve bakır yatakları bu bölgededir. Divriği'de demir, Ergani ve Maden'de bakır, Erzurum, Elbistan, Şırnak, Van, Bingöl, Tunceli ve Hazro'da zengin kömür yatakları, Elbistan yöresinde linyit yatakları, Keban'da gümüş ve kurşun, Antep ve Erzincan'da manganez, Mazıdağı ve Kilis'te fosfat bulunmaktadır.

 

Türkiye'nin zenginlik kaynaklarından biri de sudur. Pek çok bölge ülkesinin bilhassa Dicle ve Fırat'ın akıttığı sulardan, hattâ Manavgat sularından faydalanma arzusu bilinmekte, bölgede bir su savaşının çıkması ihtimalinden son yıllarda çokça bahsedilmektedir.

 

Türkiye'nin büyüklüğe sıçramasında en önemli kaynaklarından biri GAP'tır. GAP, Güneydoğu Anadolu'yu içine alan çok büyük bir tarım, enerji ve sulama projesidir. Projenin kapsadığı bölgenin yüzölçümü Türkiye'nin onda biri, İtalya'nın dörtte biri, İngiltere'nin üçte biri kadardır. GAP'a dahil projeler, 21 baraj, 17 hidroelektrik santralı ve çeşitli sulama şebekeleri ile tünellerden meydana gelmektedir. Bunlardan Şanlıurfa tünelleri, dünyanın en büyük sulama tünelleridir.

 

GAP projesi tamamlandığında üretilecek enerji 1988 yılında Türkiye'de sudan elde edilen toplam enerjiye eşit ve Türkiye'nin şimdiye kadar tarım için gerçekleştirdiği sulama alanlarının yarısı kadar bir alan daha sulu tarıma açılmış olacaktır. Bu alan 1,7 milyon hektardır ki, 10 Çukurova bölgesi demektir. Bu şekilde meydana gelecek altyapı ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde birçok sanayi dalı olacak, bölge iç ve dış sermayeyi çekecek ve bütün ülkenin ekonomik refahına çok büyük katkıda bulunacaktır (Birleşik Araştırma Grubu, Akrebin Kıskacında Güneydoğu, s: 26-28). PKK terörüne bu noktada yaklaştığımızda karşımıza çok önemli bir gerçek çıkmaktadır: İlk 12 yılında terör mücadelesine giden para ve sermaye, GAP'a bir yılda harcananın 5-10 katıdır. Bu hayatî proje, terör sebebiyle yıllardır durma noktasındadır.

 

Türkiye, jeo-stratejik yönden dünyanın en önemli yerinde bulunmaktadır. Denebilir ki, başlangıçtan beri dünyanın kalbi hep bu bölgede atmıştır. Türkler, Müslümanlaştıktan sonra geçen 1000 yılı aşkın tarihleri boyunca sürekli saldırılara maruz kalmış, 19. asır sonlarından itibaren Büyük İsrail hedefli siyonist entrikalar da buna eklenmiştir. Yeniden dünya düzeni kurma peşinde olan Amerika ve yedeğindeki ülkeler, dikkatlerini yine doğrudan Türkiye üzerine çevirmişlerdir. Onların farklı planlarına rağmen, Sovyetler'in dağılması ve ABD'nin GOP projesiyle bile kader, Türkiye'ye son çeyrek asırda altın tepside fırsatlar sunmuştur. Ne var ki, kısır siyasî çekişmeler, şahsî kin ve sürtüşmeler, iç hesaplaşmalar, yolsuzluklar, yönetim birimlerindeki anlaşmazlıklar, çıkarılmaya çalışılan sunî Sünnî-Alevî, Türk-Kürt, lâik-antilâik gerginlikleri, faili meçhul-malûm cinayetler, başörtüsü gibi en temel ferdî hürriyetler etrafında meydana getirilen problemler, bu fırsatların önüne hep birer set çekmiş, ülkenin bütün bunları aşabilecek potansiyel göstermesi karşısında da PKK terörü, önümüze daima en büyük engel olarak konmuştur.

 

Merhum Özal'ın 'Adriyatik'ten Çin Seddi'ne diyerek ortaya attığı ve altın ve tekstilde dünya ikincisi, pamukta dünya üçüncüsü, zengin petrol yatakları, doğalgaz ve madenler bakımından nerdeyse birinci konumdaki bir coğrafyayı içine alan ideal, çok kısa zamanda terk edildi. Ülkemiz, özellikle 28 Şubat sürecinde talana uğradı ve askerî-ekonomik anlaşmalarla İsrail'in kucağına oturtuldu. Terör kimlere yarıyorsa, onlar tarafından desteklenir. Şu anda, PKK teröründen zarar gören bilhassa Kürt'ü ve Türk'üyle Türkiye'dir. Faydalananlar, başta Batı ülkeleri olmak üzere, içeride terörden beslenen bazı odaklar, onu bir pasta haline getirip paylaşanlardır. Bölgede İsrail'in rahatlatılması ve İslâm dünyasında "düşmanlıklar"ın İsrail'den bir başka ülkeye, Kürtler üzerine çekilmesi için Kürdistan devletinin kurulmak istendiği de haylidir tartışılmaktadır. Meselâ Demirtaş Ceyhun, şöyle demektedir: "1970'lerden sonra bakıyorsunuz, Batı'nın bütün gelişmiş ülkelerinde Kürt enstitüleri kurulurken, diğer yandan Filistin olayı sabote ediliyor. Batı'da çok yoğun şekilde vatansız Kürt imajı yerleştirildi. Tabiî ki bu, Batı'nın Kürt'ü çok sevmesinden kaynaklanmıyor. Tamamen İsrail için yapılmış bir olay. Arap dünyasında İsrail'i rahatlatmayı amaçlıyordu." (Metin Sever, Kürt Sorunu, 104).

 

Meselenin bir diğer boyutu, hiçbir zaman ciddî manâda barışık olmamış Ermenilerle Kürtleri birlikte gibi gösterip, ikisini birden Türkiye aleyhinde kullanma stratejisidir. Kürt ayrılıkçılığını bayraklaştıranlar buna çanak tutar, Türkiye'nin Kürtler gibi Ermenileri de kırdığı iddiasında bulunurken, Batı'da bir Kürdoloji ortaya çıkarmaya çalışanların içinde de çok sayıda Ermeni yer almaktadır. Rafet Ballı, Kürt Dosyası adlı kitabında bu konuda önemli tespitlerde bulunur. Bölgeden olan ve bölgeyi iyi bilen Müfit Yüksel'in tespitleri de hayli ilginçtir: "Günümüzde PKK ve laik-Kürt entelijansiyası, Müslüman Kürt halkını diğer Müslüman halklardan kopartıp, Ermenilere ve Asurlulara yanaştırma çabası içindeler. Tabiî ki bu, PKK ve laik-ateist Kürt entelijansiyasının Kürtleri İslâmiyet'ten koparma ve dinsizleştirme planlarının bir parçasıdır. Zira bu plana göre, Kürtler çevrelerindeki diğer Müslüman halklara düşman edilerek ve Asurlular, Ermeniler gibi Müslüman olmayan Hıristiyan topluluklara yanaştırılarak daha kolay dinsizleştirilebilecektir." (Mazlum-Der, Kürt Sorunu Forumu, 111).

 

ALİ ÜNAL

......

Kaynak: http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=7...ti-degisiyor-mu

Share this post


Link to post
Share on other sites

Güneydoğu trajedisi ve PKK meselesi (2)

 

Cumhuriyet idaresi geçmişi ret, İslâm'ı en azından kontrol politikasıyla gelmiş, İslâm'ın yerine "ulusal" bir ideoloji yerleştirme maksadıyla bilhassa başlangıç yılları itibariyle tam bir 'ulusçu' teze oturmuştur. Bir zaman, "Biz Lozan'daki görüşmelerimizde millî davalarımızı 'biz Türkler ve Kürtler' diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik." diyen İsmet İnönü, daha sonra şu demeci vermiştir: "Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırkî haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur."

 

1925 yılında kabul edilen Şark Islahat Planı'nın 41. maddesi de şöyle idi:

 

"Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Adıyaman, Besni, Arga Hekimhan, Birecik, Çermik vilâyet ve kaza merkezlerindeki hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emirlerine aykırı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaktır."

 

Bu ve benzeri kanunlar yer yer zorla uygulanmış, en küçük talep ve hareketler bazen şiddetli te'diplerle karşılaşmıştır. (Hatipoğlu, Bir Başka Açıdan Kürt Sorunu, 36-39) Şeyh Said isyanı, Raçkotan ve Raman te'dip harekâtları, Sason ve Ağrı ayaklanmaları, Dersim "ayaklanması" büyük şiddet uygulanarak bastırılmış, meselâ Dersim "ayaklanması" bastırılırken yağma bile yapılmıştır. (Mazlum-Der, Kürt Sorunu Forumu, 209-211; N.Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları).

 

Seçkinci aydınların desteğindeki devlet, halktan uzaktır ve halk devlete küskündür. Sistem, bir bakıma iç kavga ve sürtüşmelere âdeta ihtiyaç duymuş, bunlar üzerinden varlığını sürdürmüştür. Milletimiz gibi medeniyet kurucu ve tarih yapıcı bir halkın ve onun ülkesinin, devletinin devamlı iç sürtüşmelerle meşgul edilip, dışta inisiyatif almaktan alıkonulması, elbette dünyadaki egemen güçlerin de her zaman en önemli stratejilerinden biri olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, inancı, tarihi, değerleri ve aslî dinamikleriyle halkının büyük çoğunluğunu düşman gibi görüp, ülkenin güvenlik konseptini sürekli ve hiçbir zaman çerçevesi çizilmemiş irtica ve bölücülükle mücadele üzerine oturttuğu, Doğu ve Güneydoğu'da yaşayan vatandaşlarımız da daha dindar ve aralarında Kürt nüfus daha çok bulunduğu için, bu halk söz konusu mücadeleye iki kat hedef kılınmış, bölge, idamlar, tenkiller, te'dipler ve mecburî iskân gibi uygulamalarla sık sık karşı karşıya gelmiştir. Bu noktadan bakıldığında, bölgenin milyonlarca halkını yerinden eden ve göçe zorlayan PKK terörünün, bir bakıma hem devletin mecburî iskân siyasetine hem de Güneydoğu'nun boşaltılmasına ve dolayısıyla bunu isteyen bazı haricî güçlerin ve devletlerin politikalarına hizmet ettiği açıktır.

 

Devletin söz konusu tavrı, PKK terörünü bastırma operasyonlarında da belli ölçülerde sürmüştür. 1992'de Şırnak'ta, 1993'te Lice'de yaşananlar, Mardin Derik, Batman Heybetli köyü, Şırnak'ın Kumçatı, Sapaca, Gever, Çağlayan ve Hisar köyleri, Hakkâri Şemdinli, Tunceli Yukarı Karataş köyü, Diyarbakır Lice, Hakkâri Yüksekova, Diyarbakır Kunuklu, Genç ve Kale arasındaki Kaledibi, Silvan Dutveren köyü, Adaklı Kazlık köyü ve Diyarbakır Hazro köylerindeki birtakım uygulamalar, terörü önlemekten çok halkı devlete bütün bütün küstürme noktasında cereyan etmiştir (1994 Türkiye İnsan Hakları Raporu, 61-64; Mazlum-Der, Kürt Sorunu Forumu, 338-340). Bu tür davranışların PKK'ya nasıl yaradığını Öcalan şöyle anlatıyor:

 

"Bizim askerî zorumuzla yaptığımız ufak bir eylem, bir alanı bize açıyor. Ordunun, yani zorun Türk siyasîleri tarafından ölçüsüz kullanılması, işkenceler, tutuklamalar ise halkın akın halinde PKK'ya taraftar olmasına yol açtı. Cizre, Nusaybin bunun açık örnekleridir." (Rafet Ballı, "Kürt Dosyası"ndan: Akrebin Kıskacında Güneydoğu, 169-170).

 

Gücün ölçüsüz kullanılması gibi, bilhassa hapishanelerde ayyuka çıkan işkence olayları, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar, ortadan kaybolmalar ve mayın patlaması sonucu ölümler de PKK'nın ekmeğine yağ sürmüştür.

 

Şüpheler, sûistimaller

 

Bölgede her şey birbirine karışmış durumdadır. Meydana gelen terör atmosfer ve ekonomisinden çokları pay almaya çalışmakta, aydınlanamayan pek çok hadise de problemi karmakarışık hale getirmektedir.

 

Meselâ, PKK terörüne en büyük darbelerin vurulduğu bir dönemde 7.7.1991 günü cesedi Ergani-Mardin yolu üzerinde bulunan HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın'ın öldürülmesi, bölgede terörün azması ve PKK'nın taban oluşturmasında en önemli dönüm noktalarından birini teşkil etmiştir. Cinayetin Diyarbakır siyasî şubede görevli MİT mensubu iki polis tarafından işlendiği iddia edilmiş, hatta bu iki polisin adı bile verilmiştir. (Hatipoğlu, a.g.e., 135). Aynı şekilde, tezkere almış 33 askerimizin korumasız olarak minibüsle Erzincan'a gönderilirken 24.5.1993'te Bingöl'de katledilmesinin sır perdesi yeni yeni aralanmaktadır.

 

Köy koruculuğu ve daha başka vakıalar hadiseyi daha da karmaşıklaştırmaktadır. Uğur Mumcu'nun öldürülmesinden sonra kurulan ve çalışmalarını 1995 yılı Nisan ayında tamamlayabilen Meclis Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu raporunda, faili meçhul cinayetlerin 1991 yılından sonra hızla arttığı ve toplumda panik meydana getirdiği vurgulanarak, 1993 yılı sonuna kadar Türkiye genelinde kayda geçen 908 faili meçhul cinayetin 600'den fazlasının bölgede işlendiği belirtilmektedir. Rapor, ilgi çekici daha başka bilgiler de ihtiva etmektedir. Meselâ:

 

- Bölgede 200 kişi ile başlayan PKK hareketi, Olağanüstü Hal Kanunu'nun vermiş olduğu tüm yetkiye ve jandarma hizmetine tahsis edilen çok sayıda askerin bölgeye sevkine rağmen gelişmiş, gündemi tayin eder hale gelmiştir.

 

- Bölgede yeni bir yasadışı faaliyetin odak noktası olan koruculuk sistemi PKK'ya karşı mücadelede etkili olamamıştır ve lâğvedilmelidir.

 

- İtirafçılar, devlet lojmanlarında barındırılmakta ve bunlar devleti kullanmaktadır. Bu şekilde devlet-itirafçı ilişkisine son verilmelidir.

 

- Tarafımızca anlaşılamayan bir nedenden ötürü Komisyon'un çalışmalarını engelleyen, hukuka aykırı olarak Emniyet Müdürlüğü'nün bilgi ve belge akışını kesen Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral ile DGM Savcısı Ülkü Coşkun'un eylem ve işlemlerinin takdiri için raporun bir örneği Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na gönderilmelidir."

 

Bunların dışında, bölgede meydana gelen ve mahiyeti aydınlatılamamış, ayrıca terör karşısında hiçbir zaman inisiyatif kullanamayan ve asla muktedir olamayan siyasî iktidarların üzerine gidemeyip kayıtsız kaldığı o kadar hadise var ki, bunları bir özet araştırma çerçevesinde zikretmemiz mümkün değildir. Tek bir misal, meseleyi anlamaya yeter: 11.6.1992 günü Bitlis'in Tatvan ilçesinden 13 kişinin kurşuna dizilerek öldürülmesi olayı ile ilgili olarak, dönemin içişleri bakanı, yani hadiseyi aydınlatması gereken en yetkili ağız İsmet Sezgin şöyle diyebiliyordu: "Eğer bu olayı PKK yapmadıysa, bu olayı kimin yaptığını bilen biri varsa, gelip söylesin açığa çıkaralım. Kontgerilla mı yapmış diyorlar. Yakalayın bize getirin."

 

Din düşmanlığı, cehalet ve fakirlik

 

Güneydoğu'nun halkı, her şeye rağmen dindardır. TBMM raporunda "Bölgeye derhal, tecrübeli ve yeterli sayıda imam atanmalıdır." denilmesi de bunu doğrulamaktadır. Tarihin ve sosyolojinin kabul ettiği bir gerçek olarak, insanları birbirine bağlayan, özellikle etnik farklılıkları aşmada en önemli bir bağ dindir. Cumhuriyet hükümetleri ise bilhassa CHP ile temsil edildiği yıllarda ve bunu temsil eden zihniyet marifetiyle açıkça İslâm'a cephe almıştır. Devletin dine karşı olması, "faili meçhul" cinayetleri haksız yere Müslümanların üzerine yıkıp, öfkeli kalabalıklara "Kahrolsun Şeriat!" diye bağırtmak, yetkili ağızlardan yerli yersiz din aleyhinde beyanatlar çıkması, bölge halkını devlete küstüren, en azından terör karşısında devletten uzaklaştıran en önemli faktörlerin başında gelmektedir. Cumhuriyet nesilleri, meçhul bir düşmana, geçmişe, bir döneme küfrederek ve düşmanlık psikolojisi içinde yetişmişlerdir. Yine, Cumhuriyet yönetimleri ve seçkinler, menfaatleriyle örtüştürdükleri ideolojik yönelişleri zaman zaman devlet-millet menfaat ve gerçeklerinin önünde tutmuşlardır. Bu tavırdır ki, ülkede 4 darbenin yaşanmasına sebep olmuş, demokratik gelişimin önünün kesilmesine ve ülkenin her bakımdan kalkınmasına defalarca ket vurmuştur. Bölgede inceleme yapan kuruluşların pek çoğu ise meseleyi yalnızca ekonomiye dayamaktadırlar. Oysa Türkiye'de Güneydoğu bölgemiz kadar, hattâ ondan daha da geri pek çok yer vardır ve buralarda terör hadiseleri yaşanmamaktadır.

 

Terörün sürmesinin ve önlenememesinin bir diğer sebebi cehalettir. Cumhuriyet döneminde eğitim sistemimizin ne kadar çarpık olduğu değişen her hükümet tarafından itiraf edilmiş olmasına rağmen uygulamaya konulan reçeteler, ideolojik ve daha başka saplantılardan kurtulamadığı ve memleket gerçekleriyle çok bağdaşmadığı için eğitim sistemimizi âdeta içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Sağlık hizmetleri de bölgede hiçbir zaman yeterince sunulamamıştır. Doğu ve Güneydoğu, Cumhuriyet dönemi boyunca hep bir sürgün yeri olmuş ve öyle görülmüştür.

 

Bölge ekonomisi

 

Bölge ekonomisi, coğrafyası ve tabiat şartları gereği öncelikle tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Ne var ki, devletin planlı dönemlerde başta tarıma verdiği önem gittikçe azaldığı gibi, yem sanayii, süt ve süt ürünleri fabrikaları çok yerde durma noktasına gelmiş, bazı fabrikalar, et ve süt kombinaları arsa rantçılığına kurban gitmiş, hayvancılık % 90 nisbetinde darbe yemiştir.

 

Bölge, Kalkınmada Öncelikli Yöreler illerinin büyük çoğunluğunu barındırmasına rağmen kamu yatırımlarından ve Türkiye Kalkınma Bankası'na kullandırılan fon kredilerinden asgarî ölçülerde faydalanabilmektedir. Kamu ve özel sektör, bilhassa 1990'lı yıllarda bölgeye yatırım yapmakta çok cimri davranmıştır.

 

Gerçi Özal'lı yıllarda bölge, bilhassa GAP kanalıyla kalkınmadan belli bir pay almıştır. Köylerin tamamına yakınına elektrik ve telefon gitmiş ve ortalama % 70'inde de içme suyu akmaktadır. Fakat refah seviyesinin ölçülmesinde tüketim miktarı ve onu doğuran gelir yapısının yanı sıra doktor başına düşen hasta sayısı, okullaşma nisbeti, il nüfusuna göre yüksekokul mezunu, istihdam, şehirleşme nisbeti, tarım kredileri, 100 km2'ye düşen asfalt yol uzunluğu, nüfus başına sınaî katma değer payı, nüfus başına ileri sanayi (yatırım malı) katma değer payı gibi farklı sektör imkânları da dikkate alınır. Bütün bu noktalardan gelişmişlik seviyesine baktığımızda, 1985 DPT envanterlerine göre, bölgenin en gelişmiş ili olan Elazığ, Türkiye sıralamasında ancak 37. gelebilmektedir. 67 ile göre yapılan sıralamada Hakkari sonuncu, sonra Muş, Bingöl, Ağrı, Bitlis derken, Van 60., Erzurum 54.dür. 1990'lar, bilhassa Doğu ve Güneydoğu'muz için kayıp yıllardır.

 

Bölge, esasen Türkiye'ye dert değil, gelir kaynağı bir bölge olma pozisyon ve imkânına sahiptir. Yer-altı, yer-üstü kaynakları bakımından zengin, tarım ve hayvancılığa hayli elverişlidir. Türkiye toplam göl alanının % 43,5'ine ve Türkiye'nin en geniş nemli alanına sahiptir. Nemin doğurduğu yayla florası, küçükbaş hayvancılık sektörünün geliştirilmesini gerekli kılmaktadır. Ne var ki, bölgenin zenginlik potansiyeli kullanılamamaktadır. Petrol örneğinde görüldüğü üzere, bölgede sadece ilk üretim gerçekleştirilmektedir.

 

Bölge şehirleri, sanayi kültürüne yabancıdır ve sanayi tecrübesinden mahrumdur. İşsizlik, % 20'lerde seyretmektedir. İşsizlerin yarısından fazlası genellikle mevsimlik işçi olmaktadırlar. Nüfusun üretken sektör olabilme vasfı elinden alınmış veya bu vasıf nüfusa kazandırılamamıştır. (Rıfat Dağ, 1800'lerden Günümüze Doğu Ekonomisi, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası, Ankara 1995)

 

Mahallî geçimsizlikler ve kavgalar

 

Bölgede fakirlik dışındaki bir diğer olumsuz faktör, mahallî geçimsizlikler ve kavgalardır. Cehaletten, yer yer süren aşiret düzeninden ve daha başka faktörlerden dolayı kavgalar ve kan davaları tam olarak giderilememiştir. Ağaların, şeyhlerin, beylerin ve devletin zulmü halkı inisiyatif kullanmaktan yoksun hale getirdiği gibi, tabasbus, riya, kıskançlık ve aşiretler ve fertler arası rekabeti ön plana çıkarmakta ve önünde korkudan ve ihtiyaçtan dolayı boyun büktüğü ağanın PKK karşısında boyun büktüğünü gören bazı insanlarda PKK'lı olmak, yer yer kurtuluş ve kahramanlık gibi görülebilmektedir.

 

Kaynak: http://zaman.com.tr/haber.do?haberno=76210...iy%E2si-ir%E2de

Share this post


Link to post
Share on other sites

Güneydoğu trajedisi ve PKK meselesi (3)

 

Terörle mücadele iki cephelidir: 1. Bizzat terörle mücadele, 2. Teröristlerle mücadele. Bu her iki alanda mücadele adına aşağıdaki hususlar önemlidir:

 

Türkiye'nin şu anda karşılaştığı problemlerin tamamında, denebilir ki, devlet-millet ayrılığı ve Türk devletinin aslî temelleri, tarihî dinamikleri ve kendi öz değerleri ile barışık olamaması yatmaktadır. Bu ayrılık giderilmeli, devlet halkıyla ve halkın değerleriyle barışık olmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti'nin 85 yıllık tarihinde ülke hesabına hayırlı çalışmalarda ve atılımlarda bulunanların halkla ve öz değerlerimizle kısmen barışık iktidarlar olması ve bunların başındaki Menderes, Özal ve Tayyip Erdoğan gibi liderlerin halk tarafından diğerlerine nazaran daha çok sevilmesi, tezimizi destekleyen önemli bir delildir. Bölge halkı, en az 1300 yıldır Müslüman'dır. Bir Müslüman kolay kolay başka bir dine girmez. Onu dininden etmeye çalışmak, onu tefessüh ettirmek demektir. Müslümanlıktan çıkan bozulmuş tereyağı gibi olur, anarşist ve terörist olur. Bu bakımdan, dinî değerler bilhassa bölgede de desteklenmeli, yaygınlaştırılmalıdır.

 

Güneydoğu, eğitim yönünden yıllarca, belki asırlarca ihmal edilmiştir. Eğitim yoluyla cehaleti ve cahilî düşünce ve âdetleri yok etmek, halkı eğitmek, iç kavga, rekabet ve kıskançlıkları gidermek ve insanlara insanî kemalâtı kazandırmak mümkündür. Bu yüzden, eğitim sistemimiz yeniden gözden geçirilmeli, fenler ve fen ilimleriyle dinî ilimler bir arada ve birbirini destekleyici olarak verilmelidir. Din'i gerçekten anlamış, zamanın getirdiği yeni şartları çok iyi bilen ve Din'in bu şartlara bakan yönünü iyi kavramış, bizzat Din'i kendi hayatıyla temsil eden, zihni fenlerle, kalbi dinî ilim ve değerlerle aydınlık, hayatı güzel ahlâkla bezenmiş insanlara, eğitimcilere ve âlimlere şiddetle ihtiyaç vardır.

 

Bilhassa halkımız için cazibe merkezi haline gelebilmiş özel eğitim-öğretim müesseseleri mutlaka desteklenmelidir. Bu türden okulların, bulundukları yerlerde terör hadiselerinin az olmasındaki etkisi bizzat en üst seviyede yetkililer tarafından hayretle müşahede ve ifade edilmiştir. Bu okullar, başarılarıyla birlikte, halkları birbirine barıştıracak, kaynaştıracak bir kapasite de sergilemektedir. Eğitim için bir diğer önemli husus, fedakârlıktır. Bölgede çok sayıda öğretmen öldürülmüştür. Sözünü ettiğimiz türden özel eğitim kurumları, fedakâr elemanlarıyla da engelleri aşabilecek kapasiteye sahiptir. Ayrıca, talebelerin barınacağı yurtların açılması ve buralarda bölge insanına, öğrenciye maddî-manevî, ruhî-fizîkî destek olunması, hem yakın hem uzun vadede problemi önleyecek en önemli çarelerden biri olarak görülmektedir.

 

Türkiye, gücün hakimiyetinden hâlâ kurtulamamış, hukuku tek güç olarak ikame edememiş, sivil siyasetin âdeta düşman ve tehlikeli görüldüğü, sivil-asker barış ve kaynaşmasının bir türlü sağlanamadığı, en hayatî müesseseler arasında rekabetin ve zıtlaşmanın giderilemediği bir ülke olmaktan kurtulamamıştır. Bu problem, temel insan hak ve hürriyetleri, demokrasi ve hukukun hakimiyeti temelinde giderilmedikçe diğer problemlerimizin önlenmesi de zor görünmektedir. Ayrıca, Türkiye toplumu da maalesef parçalıdır. Bir yanda kendilerine "beyaz Türkler" de denilen, kendilerini ülkenin sahibi gibi gören, sayıca azın azı fakat ülke kaynaklarını en büyük nisbette kullanan ve tarihi, değerleri ve dinamikleriyle halkı aşağılayan bir azınlık, diğer tarafta halk kitleleri vardır. Bu parçalı olma, 1. maddede ifade edilen problemi de beslemektedir. Dolayısıyla, bu problemin aşılması da, yine temel insan hak ve hürriyetleri, demokrasi ve hukukla birlikte, adalet temelinde sosyal devlet anlayışının hakim olmasına bağlıdır.

 

Devlet-millet barışmasının en önemli şartlarından biri, etnik ayrılıkların üzerine gitmemektir. Etnik menşe, kimsenin tercihinde ve elinde değildir; bunu Yaratan tayin etmektedir. Etnik kimlik, idealize edilemez. Türk-Kürt ayrımı her bakımdan giderilmeli ve asla ırkî mülâhazalar üstünlük sebebi yapılmamalıdır. "İbadet ve camide sultan, derviş ve geda birdir. Müsavat hakikî düsturdur. Takvadan, faziletten başka üstünlük sebebi yoktur." Devlet-millet barışma ve kaynaşmasının bir diğer şartı, devletin müşfik bir peder gibi olmasında yatmaktadır. Bu, bir yandan bölgeye tayin edilecek dindar, ahlâkî değerlerle bezenmiş, bilgili ve çalışkan, müşfik ve halkla kaynaşabilecek idarecilerle sağlanabileceği gibi, bir yandan da şiddet politikalarını bir an önce terk etmekle sağlanacaktır.

 

Ferdin beş hakkı mukaddestir ve koruma altına alınmalıdır. Bunlar, din, akıl ve beden sağlığı, can, mal ve nesil hürriyet ve emniyetidir. Devlet, bu beş hürriyet ve emniyeti herkes için sağlamakla yükümlüdür. Ayrıca, suçun şahsîliği de nazara alınmalı ve bazı suçlulardan dolayı bir aile, bir köy, bir bölgeyi cezalandırma yoluna asla gidilmemelidir. Adlî tedbirlerde adaletten asla sapılmamalı ve "Bir topluluğa olan düşmanlığınız sizi adalet yapmaktan alıkoymasın." yüce düsturu esas alınmalıdır. Kaldı ki, ortada düşman olunacak bir topluluk yoktur. İşlenen suçlarda devlet kendi sorumluluğunu da araştırmalı ve suçun işlenme zeminini ortadan kaldırmaya çalışmalıdır.

 

Türkiye, yargı reformuna şiddetle muhtaçtır. Halkta yargıya güven olmadığı gibi, bilhassa yüksek yargı organları siyasete bulaşmışlık şaibesi altındadır. Yargı, Türkiye'de çatışan güçlerin asla tarafı olmamalı, halk nazarında en itibarlı kurum olma hüviyetini kazanmalı, hukuktan asla sapmamalıdır. Adaletin ve onu birinci derecede temsil etmesi gereken yargının bırakacağı boşluğu başka hiçbir şey dolduramaz.

 

Türkiye, dış politikasını ve dış politika önceliklerini her zaman iyi ayarlamak zorundadır. Ülkenin menfaati her şeyin üstünde tutularak, ideolojik yönelişlerden arınarak ve sürekli değişen şartlar göz önüne alınarak akılcı, şahsiyetli, çok yönlü, yakın-orta-uzun vadeleri olan ve inisiyatif sahibi bir dış politika izlenmesi zarurîdir. Bu da, her bakımdan güçlü olmaktan geçer. Bu noktada, emekli büyükelçi İsmail Berdük Olgaçay'ın tesbitleri gerçekten yerindedir: "Türk dış politikası üç hususta ipotek altındadır. Bir kere, Türkiye'nin astronomik seviyelere çıkmış dış borcu, dış politikada hareket etme imkânını büyük oranda sınırlamaktadır. Türk dış politikasını zorlayan ikinci ipotek, Türkiye'nin silah sanayiindeki Batı'ya bağımlılığıdır. Üçüncü ipotek ise, artık politikacılarımızı kendi irademizle belirleme özgürlüğümüzün yavaş yavaş elimizden alınmasıdır." (Zaman gazetesi, 31 Ocak 1994). Sayın Olgaçay'ın tesbitleri, bugün de büyük ölçüde geçerlidir. Silah alımında ve modernizasyonunda dışarıya bağımlılık gözden geçirilmeli, sürekli silah alımı ve modernizasyonuyla terör arasında münasebet olup olmadığı mutlaka dikkate alınmalıdır. Şahsiyetli bir dış politika, her birimde yönetim mekanizmasını ellerinde tutanların bazı merkezlerle menfaat ilişkilerine ve masonluk gibi kökü dışarıda derneklerle bağlantılarına kesinlikle son verilmesini ve ülke içinde politika belirleyici hale gelmiş bulunan mafya ve yasa üstü kuruluşların gücünün kırılmasını da gerektirmektedir. Bunun için açık ve şeffaf politikalara ve demokratik hakların genişletilip yaygınlaştırılmasına ihtiyaç vardır.

 

Askerî harcamalar, silah alım ve modernizasyonları mutlaka sivil denetime açık olmalı, ordumuz, problemin tek muhatabı, çözümün yegâne mercii olmaktan çıkmalıdır. Onun yerine, bölgeye ve bölge insanına başka türlü bakan şovenist ideoloji, duygu, yaklaşım ve tavırlardan uzak, insana, bilhassa kendi insanına sevgi ve şefkat duyan, ahlâklı, iyi yetişmiş özel timlerin başarı şansı ordununkinden çok daha fazladır. Olağanüstü hal uygulamasının, bazı idarecilerin bilhassa esrar ve silah kaçakçılığı gibi kirli işlerle şaibe altında kalmalarından başka, özellikle müsbet bir fonksiyon görüp görmediği, terörü önlemede fayda getirip getirmediği her zaman sorgulanabilir. Ayrıca, bölgede tek partili dönemde 16 isyan görülürken, çok partili hayata geçildikten sonra 12 Eylül yıllarında palazlanan PKK terörüne kadar herhangi bir isyanın vâki olmaması da üzerinde durmaya değer bir husustur. Bu da, sertliğin, gayr-ı demokratik uygulamaların fayda değil zarar getirdiğini ortaya koymaktadır. Aynı şekilde, koruculuk sistemi de faydadan çok zarar getirmiş görünmektedir. Bu tür uygulamalara gerek olup olmadığı çok iyi etüt edilmelidir.

 

Her meselenin çözümünde en önemli bir görev de medyaya düşmektedir. Fakat büyük bölümü itibarıyla medyanın yayınları, problem çözücü değil problem artırıcı bir mahiyet arz etmekte, hadiselerin âdeta birer reyting aracı olarak istismar edildiği esefle müşahede olunmaktadır. Yayınlarda mübalâğalar, yalanlar, heyecan körüklemeler, tahrikler, siyaset ve menfaat tercihli çarpıtmalar, gerçeklerin çok önünde gitmektedir. Medyadaki acı ve gayrı ahlâkî istismarlar mutlaka durdurulmalıdır. Medya, ayrıca, olaylara serinkanlı yaklaşıp, ayırımları körüklemekten kaçınmalı, gerçeklere uygun yayın yapmalı, problemin üzerine benzin dökerek gitmemelidir.

 

Hem bir devlet görevini yerine getirmek, hem de istismarları önlemek için bölgenin fakirliği giderilmelidir. Çok kaba ve özet bir tesbitle, Osmanlı'nın en buhranlı dönemlerinde bile Türkiye'nin kalan yöreleriyle çok farklılık arz etmeyen bölgeye gerekli önem verilseydi, meselâ, fizikî ve sosyo-ekonomik altyapı imkânları geliştirilmiş olsaydı; yıllarca petrole eşdeğer olarak kabul edilen hayvancılık âdeta durma noktasına getirilmeseydi; kaçakçılık yapılıyor bahanesine sığınılmadan sınır ticareti geliştirilseydi; sadece bir kısmı Batman rafinerisinde işlenip kalanı İskenderun'a gönderilen petrol misalinde görüldüğü gibi, bölge kaynaklarını işleyecek tesisler bölge dışında değil de bölgede yer alsaydı; bugün Türkiye'yi bir Türkiye daha yapacak güçte olduğu varsayılan ve beş çeyrek asır önce Abdülhamid tarafından düşünülen GAP, hiç olmazsa 30-35 yıl önce şartların imkân verdiği ölçüde kademe kademe devreye alınsaydı; barajlardan enerjinin yanı sıra sulama işinde de faydalanılsaydı; bölgeye kalkınmanın sosyal boyutu olarak daha fazla demokrasi, teşebbüs, inanç ve fikir hürriyeti götürülebilse ve bölge Türkiye'nin kalan kısmına entegre edilerek göçler önlenseydi; modern usûllerde tarım desteklense ve arsa rantçılığı gibi rantçılığa kaçılmasaydı ve bölge sermayesi bölgede değerlendirilebilseydi, bölge ile Akdeniz, hattâ Ege arasında büyük farklar olur muydu ve teröre bu kadar hazır zemin bulunur muydu?

 

Güneydoğu meselesi, ilk bölümde izahına çalışıldığı üzere, çoklarının pay aldığı bir pastaya dönmüş durumdadır. Meselâ 1995 yılında, Yeni Yüzyıl gazetesinde çıkan bir haberde, Hollanda'da tutuklu bulunan Baybaşin, burada isimlerini vermek istemediğimiz üst seviyede pek çok devlet yetkilisinin uyuşturucu ticaretine ortak olduğunu öne sürmüştür. Baybaşin, "Mafya, devletin ta kendisi!" demektedir. Millî Savunma Bakanlığı'nın açıklamasına göre, daha 1990'ların başları itibarıyla PKK'nın beyaz vurgundan elde ettiği para 250 trilyondu. Ve dikkate alınması gereken iddialara göre, bu işte bazı devletliler de PKK ile ortak çalışmaktadır. Bu kirli ilişkiler meydana konup PKK meselesi kirli bir pasta olmaktan çıkarılmalıdır. Aksi halde, 'PKK terörü gerçekten önlenmek mi, yoksa korunmak mı isteniyor?' sorusu daima zihinlerde kalacaktır. Faili meçhul cinayetler, işkenceler, aynı kirli pastanın başka unsurları durumundadır.

 

Son söz: PKK, asla Kürtlere hürriyet ve Kürt halkının saadeti için çalışan bir örgüt değildir; tam aksine, PKK teröründen en büyük zararı Kürt halkı ve onların yaşadığı yerler çekmiştir. PKK, büyük güçler, ilaveten, bu güçlerin Türkiye'deki uzantıları olan "derin" merkezler ve ülke içinde çatışan bazı unsurlar tarafından bölgede İsrail'i rahatlatacak bir oluşum adına Türk-Kürt ayrımını körüklemek ve Kürt kardeşlerimizi Türkiye'den soğutmak, ayrıca bölge politikalarına ve bilhassa Türk iç siyasetine yön vermek ve Türkiye'nin güçlü bir ülke olarak büyüklük rampasına sıçramasını önlemek için kurulup kullanıldığı şaibesi altında uluslararası terör, kaçakçılık ve uyuşturucu örgütü manzarası arz etmektedir. Onunla mücadele, yukarda arz etmeye çalıştığımız şekilde çok yönlü olmak zorundadır ve bu bir millî dava, ülkenin bugünü ve yarını adına çok önemli bir sorumluluk haline gelmiştir. Bu davada başarılı olunması için önce iyi niyet ve samimiyet, sonra zihniyet değişikliği ve en son da gerekli donanım ve strateji üç önemli şarttır.

 

Ali Ünal

 

Kaynak: http://zaman.com.tr/haber.do?haberno=76246...et-ve-insaniyet

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...