Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Muvazene

Şapka Dâvâsı -1950-

Recommended Posts

ŞAPKA DÂVÂSI -1950-

 

İtham edildiğimiz 163 ncü maddenin hakkımızdaki itham fıkrası malumdur. Bu fıkraya göre, suçun teşekkülü için tam dört adet suç unsuru lazımdır:

 

1- Evvelâ ve herşeyden evvel lâikliğe zıt bir maksat gütmek...

 

2- Bu maksatla devletin temel nizamlarından birinin dine uydurulmasını istemek...

 

3- Bunun için aynı temel nizama tekabül eden dinî bir esası ileriye sürmek...

 

4- Bu hususta, açıkça her iki esasın birbiriyle değiştirilmesi için propaganda yapmak...

 

Açıktır ki, bu dört unsurdan bir tanesi eksik olsa, kanunun çerçevelediği suç teşekkül ve tekemmül etmez.

 

Şöyle ki:

 

Maddeye göre, müstakil olarak, "ben laikliğe zıttım" demek suç değildir. Yine müstakil olarak, devletin temel nizamlarından birini tenkid etmek ve değiştirilmesini istemek suç değildir. Yine müstakil olarak, dinî bir esası müdafaa etmek, her şeyden üstün görmek suç değildir. Hatta devlete ait bir esasla dinî bir esası, dinî olduğu için değil, aklen ve ilmen üstün olduğu için daha menfaatli bulmak suç değildir. Hatta ve hatta, laikliğe tamamen zıt olarak, dinî bir esası, devletin bir esasına tekabül ettirip bu esasların sadece ilmî ve fikrî mukayesesini yapmak ve asla propaganda ve telkine yanaşmadan herkesi hükmünde serbest bırakmak, kezalik suç değildir.

 

O halde bu maddeye göre suç nedir?

 

Mutlaka laikliğe zıt olmak, mutlaka dinî bir esası öne sürmek, bununla mutlaka devletin temel nizamlarından birinin değiştirilmesini istemek, bu isteğin mutlaka propaganda ve telkinini yapmak... Ve bu dört unsuru mutlaka bir arada toplamak ve kullanmak...

 

Unsurlardan bir tanesi dahi eksik olsa, kanun maddesinin suç ifadesi teşekkül ve tekemmül etmeyeceği halde, ne akıllara zarar tecellidir ki, (kıyafet ve şapka) yazısında bu unsurlardan hiçbir tanesi, ilaç olsun yoktur. Hiç bir tanesi yoktur demek kâfi gelmez. Hiçbir tanesinin gölgesi bile yoktur.

 

Herşeyden evvel yazının bütün ruh ve gayesi, tamamiyle millî ve kanunî bir şahsiyet davasının müdafaasını hedef tutuyor.

 

12 paragraftan ibaret olan (kıyafet ve şapka) yazısının, birinci paragrafından sonuncusuna kadar, hem parça, hem de bütün halinde taşıdığı mana, millî ve kanunî bir şahsiyet ifadesine sahip olmak tezidir. Bazı temyiz içtihatlarına göre herhangi bir yazı üzerinde hükme medar nokta, o yazının küllî medlulünden ibaret bulunmak lazım gelirken, bizim yazımızda hem cüz'i medluller, hem de küllî medlul, müttefikan ve şahsiyet müdafaasından başka bir hedef gözetilmediğini göstermektedir. Olanca maksadımız şudur:

 

" - Her milletin kendisine göre kılıkta bile aşikâr bir şahsiyeti, bir şahsiyet ifadesi vardır. Biz de şahsiyetimizi bulalım ve taklitçilikten kaçınalım!..

 

Umumî ve terkibi bir teşhis gözüyle hal böyle iken, hususî ve tahlilî bakışlarla da vaziyet aynıdır.

 

Zira İslamiyette, dinî bir esrar ifade eden ve bu bakımdan bizce ileriye sürülmüş olan hiçbir serpuş nev'i ve davası yoktur.

 

Arap, keyfe ve agal isimli millî bir serpuş giyer. İranlı, başına, ismini bilemediğimiz takke şeklinde basık ve siyah birşey geçirir. Arnavudun beyaz bir külahı vardır. Çerkeş kafasına, astragan kalpak oturtur. Lazın, dolak şeklinde hususî bir serpuşu olduğunu herkes bilir. Kürdün serpuşu, heybetli bir kalpaktır. Aşiret Türklerinin kafasındaki, tas şeklinde "börk"dür. Hint usûlü kafa sargısı malum vs..

 

Görülüyor ki, bütün bu milletler, ayrı ayrı müslüman oldukları halde her birinin serpuşu ayrı ve kavmîdir. Demek ki, İslamiyette, dinî bir esası belirten sabit ve mutlak bir serpuş şekli ve davası yoktur. Olsaydı hepsinin birden onu giymesi icabetmez miydi?

 

Esasen bütün bu müşahhas unsurlara ihtiyaç olmadan, dinî bir kültüre malik her müslüman doğrudan doğruya takdir eder ki, serpuş, dinde, hiçbir din usûlüne dahil bir esas değildir. Vaziyet, müslümanlığı temsil eden muhtelif milletler topluluğunda bu bariz hakikati ışıldatırken, hıristiyan milletler camiasında da şapkanın, sabit ve herkesçe müşterek bir remz belirtmediği apaçıktır. İskoçyalının "kep"i, Fransızın beresi, İsviçrelinin sivri külahı, Rus'un kalpağı meydandadır. Hatta İspanyol'un şapkası başka, İtalya'nın, Alman'ın, Avusturyalı'nın, Sırb'ın, Bulgar'ın şapkaları teker teker ayrı ve başka başkadır.

 

O halde serpuşun ancak millî ve kavmî bir şahsiyet ifadesine mahsus bir şekil olduğu ve hem İslamiyette, hem de sair dinlerde bir esas belirtmediği bedahet üstü bir bedahatle sabittir. Ayrıca biz geriye doğru fes veya kavuk gibi bir şekli müdafaa etmediğimize ve ileriye doğru yeni bir şekil peşinde koştuğumuza göre, herhangi bir irticaî kıyasla da alakamız düşünülemez. Eğer fes veya kavuğu müdafaa etseydik bunlar din esasına dâhil olmadığı halde ve binaenaleyh kanunî olmadan denilebilirdi ki:

 

"- Bak fesle kavuğu müdafaa etmekten kastı, onu giyen ve şeriate bağlı bulunan eski nesilleri, binaenaleyh din hükümlerini korumaktır."

 

Biz öyle bir şekli ve ruhumuza bağlı öyle mücerret bir ifadeyi müdafaa ediyoruz ki, onu, bu zamana kadar hiç bir müslüman topluluğu başına geçirmiş değildir. Demek ki en uzak şekilde ve tamamiyle vehmî ve hayalî bir kıyas ile dahi, din esasını istihdaf ettiğimiz iddia olunamaz. Serpuş ittifakla din esaslarıyla alakasız bir nesne olunca, sıra devletin temel nizamlarına geliyor. Bugün şapka kanunu muayyen şekiller üzerinde mecburî bir mükellefiyet belirtse dahi, onun kanundaki ( içtimaî veya iktisadî veya siyasî veya hukukî) temel nizamdan biri olmadığı, hukuk kültürünün yüksek mümessili muhterem heyetinizce, hatta mübaşirinizce bile malumdur. Nasıl tek bir emirle, ordunun giydiği şapka değişivermiş ve yerine Arapların da giydiği (sidare) isimli (kep)ler kabul olunmuştur? İşin içinde temel nizam mefhumu bulunsaydı, bu olabilir miydi? Dinî bir esasın mevzuu olmadığı ve devletin temel nizamına tekabül edici bir vaziyet bulunmadığı noktada ise laikliğe zıt bir maksat güdülemez.

 

Dinî bir esasa istinad etmeyen, devletin hiç bir ni zamını hedef tutmayan, binaenaleyh laikliğe zıt bir mak sat gütmeyen yazı, muhal farz olarak bu cürüm unsuruna malik bulunsa bile, asla ve kat'a bir propaganda yazısı olamaz. Zira propoganda yazılarında ana şiar olan telkin ve teşvik üslûbuna malik bulunmamakta; aksine açık bir tebliğ ve şahsî bir kanaat ve niyet ifadesiyle ve ideolojik mahiyette, bir gün iktidar mevkiine geçecek olursak bizim ne yapacağımızı ve bu mevzuda ne düşündüğümüzü göstermektedir. Tamamiyle ideolojik bir içtihat yazısıdır ve propaganda ile alakasızdır. Biz "şunu yapın!" demiyoruz. "Şunu yaparız ve yapacağız!" diyoruz.

 

İmdi:

 

Dinî bir esası ele almıyoruz. Aksine, millî ve kavmî bir esas üzerinde hareket ediyoruz. Bunu devletin hiçbir temel nizamına tekabül ettirmiyoruz. Aksine, her an münakaşa ve tenkid kabil, hususi bir mevzuatına tekabül ettiriyoruz. Laikliğe zıt bir maksat gütmüyoruz. Bu mevzuda, müştereken din ve devlet hükümleri dışında müstakil ve kanunî bir şahsiyet davasını güdüyoruz.

 

Yazının 8, 9, 10 uncu paragrafları müstesna, diğer parçaları, millî bir şahsiyet ifadesi lüzumuna, bütün felaketlerimizin hep millî şahsiyetten fedakârlık ve körü körüne taklitçilik yüzünden doğduğuna, davanın, ne şalvar, ne de fes olmadığına, sadece 20. Asır ifadesiyle ayrı bir şekil aramaktan ibaret bulunduğuna, şapka kanununun hiçbir millette eşi görülmemiş (anti demokratik) bir mevzuda olduğuna, nihayet şapka bahsinde mutlaka ruhumuza istiklâl aşılayıcı bir ifade icad etmekle mükellef bulunduğumuza ve bütün bu noktaları ideolojik bir plan etrafında düşündüğümüze aittir ve herhangi bir din esası ile en küçük bir irtibata malik değildir. Bu paragraflar, millî, ırkî, kavmî, ruhî ve ideolojik bir görüşler manzumesini meydana getirmektedir.

 

 

 

 

Müdafaalarım'dan

Share this post


Link to post
Share on other sites

Şapka inkılabından Üstad da nasibini almış demek... Bu devrimbaz kodamanlar çok kompleksli insanlar. Zorbalıkla yaptıkları devrimlerin halk tarafından kabul edilmediğini bildiklerinden dolayı ilgisi olmayan yazıları bile devrimlerine karşı olmakla itham ediyor ve hemen mahkemeye veriyorlar. -maneviyat deviren devrimlere karşıyız-

Üstad İdeolocya Örgüsünde bile Şahsiyetçilik meselesine ayrı bir başlık ayırmış, millet ve devlet için bu hususun ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır. Ki şahsiyetçilik mevzuu en çok da devlet başkanlarının önemsedikleri, en başta tuttukları bir mesele olmalı. Olmayınca da işte hâl bu minvalde seyrediyor...

Share this post


Link to post
Share on other sites
Her milletin kendisine göre kılıkta bile aşikâr bir şahsiyeti, bir şahsiyet ifadesi vardır. Biz de şahsiyetimizi bulalım ve taklitçilikten kaçınalım!..

 

Üstad ne güzel söylemiş, ne kadar müthiş ifade etmiş hazin durumumuzu.

 

Evet, her milletin kendine has hali ve ahvali vardır. Lakin biz; ne bize benziyoruz, ne bize benzemek derdine düşüyoruz, ne de biz olmak için uğraşıyoruz. Biz bambaşkayız, değişik türde milletiz (olmuş milletiz), yeryüzünde kendi kendine bu kadar benzememeye çalış(tırıl)an başka bir millet daha yoktur sanırım. Kendine yabancı, evine yabancı, toprağına yabancı, insanına yabancı...

 

Bu durumun müsebbiblerinin varisi/varisleri bile itiraf etmeye başladı: Filan adamı, filan kişiyle görüştürmediler, buluşturmadılar diye. Filan ahaliyi, filan bulvara/meydana almadılar, sokmadılar diye beyanatlar vermeye.

...

 

ALİ

Share this post


Link to post
Share on other sites

Aşağıya alacağım yazı, Victor Hugo'nun (Anılar) adlı kitabından iktibastır. Esasında Türk ve İslam dünyaları hakkında hiçte olumlu düşünmez Hugo. Bu deha, en büyük eseri olan Sefillerde Türklerin Viyanaya kadar uzanan fetih manzumesine karşı öfke doludur; Fransanın Avrupadaki ilerleyişinden iftiharla bahsederken, Türklerin ilerleyişini (tecavüz) olarak niteler ve bu ithamında oldukça hararetlidir. Konu İslama gelince daha bir küstah, daha bir yüzeysel, daha bir cahildir. Âlemlerin sultanı, peygamberimiz hakkında olmadık şeyler geveler kitabının birkaç yerinde. Dehada cehalet ne arar demeyin, deha diye insanlar arasında zihin hududunu zorlayan, onu bir adım da olsa aşmış olan, mücerredi didiklemede belli bir yetkinliğe ermiş olan kimselere deniliyor. Hakikati miyop gözleriyle arayan, nezle burunlarıyla koklamaya çalışan bu insanlar, kılavuzdan mahrum olunca, dönemlerinin düşünce akımlarının da tesiriyle, cehaletin bayraktarlığını yapabilirler. Arayışa olan bağlılıkları, aranana olan ihanetleri olur. Hugo, bence bunlardan biridir, belki en tipik olanıdır Onun mücerredi işaret etmedeki ustalığı, tasvirlerindeki orijinalitesi, eşyanın özüne inmedeki derinlik kabiliyetiyle, biraz önce her hangi bir mesele üzerinde neredeyse uçar gibi olan seziş kabiliyeti bir de bakarsınız durmuş, tökezlemiş; dehası kin balçığında kirlenmiş, vıcıklaşmış. Biraz önce kanatlıyken bir anda koltuk değnekleriyle yalpalar olmuş. Aşağıdaki yazıda dikkat edilecek olunursa Türk karşıtlığı güdümünde olsa dahi Türk şahsiyetine olan hayranlığını gizleyemez, bir Avrupalı gözüyle giyimde kendini gösteren Türk kopyacılığını gözlemler.

 

 

Mukallitlerin en tuhaf ve en hazin yanılgılarından biri şudur ki, taklit ettikleri şeyin erdemini öne sürerek, taklitçiliklerindeki ayıbı örttüklerini zannederler. Hâlbuki taklit edilen şeyin erdemi, kendine kalmış bir haslettir. Erdem diye vasıflandırılan o şey, bizim ruhumuza uygun mu, yoksa ters mi? Buna bakmak lazımdır. Uygunsa, ruhumuza uygun düşüyorsa, amenna, onu alırız ve bunun adı taklit değil, esinti veya özümseyiş olur. Bunu mümkün kılmanın tek yolu vardır, ruh muvazenesine, yani ruh dengesine hâkim olmak, ruhumuzu tanımak; onu, bir turistin bir mabede bakışıyla değil, bir ev sahibinin kendi evine olan yakınlığıyla bakmak. Bundan mahrum olununca, her (erdem) fakültesi, birer ahlak müessesesi namzedi olur. Hâlbuki erdemlerin kendileri de ahlaka ve hakikate muhtaçtırlar. Avrupa dehasının hayran olduğu bir Hıristiyan ahlak fakültesi vardır; feragat. Biri sağ yanağına tükürürse ona sol yanağını çevir anlayışı. İşte, bütün Avrupa kafasını peşinden sürükleyen ahlak bu temel üzeredir. Bu anlayış dokunaklı olduğu kadar tatbike uzaktır. Sadece küçük insan yığınlarına hitap eder, bütün beşeriyete sinmez. Çünkü her insan fıtratı feragatin bu denli hararetlisine müsait değildir. Hıristiyanlığın künhünde olan şey, ruhaniyet Ama her şeyde olduğu gibi ruhaniyetin de fazlasında zarar vardır; saptırılıp farklı doğrultulara uzatılmaya müsait bir fazlalık. Ahlak insanlığı muhatap tutar, insanınsa bir ayağı maddede, diğeri ruhtadır. Onu ne büsbütün ruhaniyete kaldırmak, ne de büsbütün maddiyete indirgemek mümkündür. Bu dengeyi tutturmuş, hem dünyanın, hem öteki dünyanın hakkını vermiş tek bir sistem vardır, bu sistemin ahlaki yapısı Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından tatbik edilmiştir, adı İslamiyettir. Konunun biraz dışına çıkmış olduk, affedilsin. Yazı şöyle;

 

Tunus beyi Ahmet... Bugünün o gülünç Türk modasına uyarak giyinmişti. Bu moda iki Fransız'ın sultan II. Mahmut'u uygarlığın pantolon ve redingot giymek demek olduğuna inandırdıkları günden beri bütün Osmanlı İmparatorluğuna yayıldı.

 

Böylece yiğit Türkler geleneksel giysilerini, insan giysilerinin bu en güzel ve en gösterişlisini bir kenara attılar ve bizim giysilerimizi yalan yanlış taklit etmeye başladılar. Türklerin bizden fazla bir şeyleri, güzellikleri vardı; biz onlara çirkinliğimizi vermeyi başardık. Bizim uygarlık taslayan bilgiçlerimiz ise buna ilerleme adını veriyorlar.

 

Victor HUGO, Anılar, Çeviren: Şiar Yalçın

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...