Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Muvazene

Menemen Hâdisesi Ve Şeyh Esad Efendi

Recommended Posts

Üstadın "Son Devrin Din Mazlumları" eserinden iktibastır:

 

 

 

 

 

Dördüncü Fasıl

 

Şeyh Esat Efendi

 

O SENE:

 

1930 YILI, Serbest Fırka tecrübesinin yapıldığı, nihayet bu tecrübe elde patlayan bir hortum gibi beklenmedik bir korku verince hemen onun kapatıldığı ve peşinden dindarları sindirme hareketine girişildiği hengâme...

 

İnönü'nün, kaptanlığını ettiği hükümet gemisi, birdenbire Serbest Fırkaya Anadolu'da ve hususiyle Ege çevresinde büyük bir alâka, hattâ sarılma derecesinde bir iştiyak görünce, kendisini kayalara bindirmek üzere farzetmiş ve bu küçük komedyanın arkasındaki dram hazırlığını hemen sezmişti. Aynı şeyi Serbest Fırkanın başındakiler de görmemiş ve bu yüzden şaşırmamış değillerdi. Fantazya planındaki rollerinin altından böyle bir halk temayülü ve hâile istidadı doğacağını bilemezlerdi.

 

Serbest Fırka, 1930 yılının son bulmasına iki ay kala ortadan kaldırıldı.

 

Fakat bununla, bu fırkanın canlandırdığı ve şahlandırdığı mesele bitmiyordu. Serbest Fırka, halkın hasretler içinde yandığı din dâvasını meydana çıkarmış, olanca başarısını, vaadeder gibi bir eda taşıdığı din alâkasından devşirmişti. Yahut, şahdamarı dinsizlik olan Halk Partisine aykırı görünmesi, onun böyle bir istidat vaadetmesine kâfi gelmişti. Şimdi bütün mesele, işte bu vesileyle kıpırdanır gibi olan din alâkasını ezmek ve bu alâkayı besleyebilecekleri umulan din şahsiyetlerini yok etmekteydi.

 

Din alâkasını besleyici, geliştirici ve bir gün patlak vermeye doğru yürütücü kuvvet ve zümrelerin başında da Nakşîlik vehmolunuyordu.

 

Hiçbir pazarlığı ve sun'î tarafından güzelleşme ve göze girme zaafı olmayan ve topyekûn fezayı kuşatıcı bir (radar) aleti gibi sadece mukaddes Şeriatten istikamet alan bu tarikat, tekkelerin kapatılmış olmasına rağmen, ruhtan ruha sıçrayıcı kıvılcımlariyle, hükümete, yekpare bir halka şeklinde görünüyor ve mutlaka başının ezilmesi lâzım bir ejderhâ hissini veriyordu.

 

Ne yapsınlar da bu tarikatin yüce sandıkları şahsiyetlerini bir (eroin) çetesi ferdlerini tek tek avlarcasına toplasınlar ve boğazları kesilmek üzere çantalarına yerleştirsinler? Oldukları yerde ve birbirinden uzak, Allah'ı zikreden bu insanları hangi bahaneyle enseleyebilirler?

 

Zor!...

 

Fakat buldular!

 

Devlet ve hükümete karşı ayaklanma çapında büyük bir hâdise çıkarmak ve peşinden bunun Nakşîler tarafından körüklendiği iddiasiyle onları temizlemek ve dindarları yıldırmak...

 

İşte 1930 Aralık ayının sonlarına doğru Menemen'de cereyan eden hâdise, birkaç serseriye yaptırılmış böyle bir tertip işinden başka bir şey değildir ve olanca gayesi, büyük ve kuvvetli sandıkları bâzı din adamlarını ortadan kaldırmak olmuştur.

 

İspatını vak'anın nakli sırasında, hâdiselerin revş ve tarzından anlayacaksınız.

 

Şimdi, hâdiseye girmeden, onu din düşmanlarının nasıl gördüğüne dikkat edelim! İşte, size, din düşmanlığında en nâmdar gazetenin 1 - 2 ay önce bu bahis üzerinde neşrettiği satırlar :

 

«23 Aralık 1930 da, yâni Serbest Fırkanın kapanışından bir ay sonra Menemen olayı yer alır. Nakşibendi halifesi olarak kabul edilen İstanbullu Şeyh Esat'ın tahrikiyle, başlarında Şeyh Mehmed bulunan 5 Nakşibendi, Menemen'de bir irtica hareketi başlatmak istemişlerdir. Abdülhamid'in oğlunun Halife ilân edileceğini, bir sabah namazında cemaate bildiren bu beş gericiye bir kısım halk da katılmış ve Kubilây adındaki bir yedek subay duruma müdahale etmek istemiştir. Fakat gözü dönmüş yobazların tahrikiyle Kubilây'ın üstüne binlerce kişi saldırmış ve tekbîr sesleri arasında Kubilây'ın başı testere ile kesilmiştir. Bir mızrağa taktıkları Kubilây'ın başını, devrimlere karşı hareketin sembolü şeklinde Menemen'de gezdiren yobazlar, bir jandarma kıtası tarafından açılan ateş sonunda öldürüleceklerdir. İstanbul'daki Nakşibendi şeyhlerinin yargılanması ise, 1931 Aralığı sonunda Harb Divanı tarafından yapılacak ve 28 kişi idama mahkûm edilecektir.

 

1933 yılı Şubatında, Bursa'da Ulucamide benzeri bir olay cereyan edecek, Türkçe ezana karşı olduklarını belirten Kozanlı İbrahim ve bir kaç suç ortağından meydana gelmiş diğer bir Nakşibendi grupu, yine devrimci hükümetin kuvvetleri tarafından cezalandırılacaklardır. 1935 deki Şeyh Halit (Siirt) ve 1936 daki Şeyh Ahmet (İskilip) gerici ayaklanmaları, hep Nakşibendi tarikatının patlak verdirdiği olaylardır.»

 

Küfür karargâhı mahut gazetenin resmettiği «Menemen Hâdisesi» tablosunda Es'ad Efendiye atfedilen «Nakşibendi Halifesi» tâbirine kadar ne korkunç bir cehalet ve içyüzlerden uzaklık belirdiğini göstermeye değmez. Aslında tertip eseri olan bir vak'ayı, aynı tertip ruhuna bağlı bir neşir vasıtasından başka türlü izah elbette ki, beklenemez.

 

 

 

HADİSE:

 

Daha önce kaydettiğimiz gibi, 1930 yılının son ayındayız... Bu ayın ortalarına doğru, Manisa ve civarında bağ budama mevsiminin en elverişli olduğu bir zamanda «Mehdi Mehmed» isimli bir serseri, etrafına birtakım ve çoğu genç, hattâ çocuk, saf tipler toplayarak Menemen taraflarına sürüklüyor... İlk ikna vesilesi köylerde zengin işler olduğu, hususiyle Paşaköy dolaylarında bütün bağların budanmakta bulunduğu, kendilerinin de bu fırsatı kaçırmamaları gerektiği, oraya giderlerse çok para kazanacakları iddiasıdır.

 

«Mehdi» unvanını taşıyan Mehmed Giritlidir ve tarihin birçok devrinde şahit olunduğu gibi Mehdîlik iddiasında bir deliden başka bir şey değildir. Hiç kimse tarafından sevilmeyen bir insandır ve oturduğu mahalle Manisa'nın Arpalan semtinde hemen herkesin nefret ve istishaline karşıdır. Esrarkeştir. Buna rağmen, dışından, ham softa ve kaba yobaz tipinin bütün ârâzına maliktir.

 

Etrafında tam beş kişi: Sütçü Mehmed; sâf, âciz, kendi halinde, mahallede süt satan bir esnaf... Şamdan Mehmed. budala ve muvazenesiz bir insan ve mesleği budakçılık... Çoban Ramazan; 18-19 yaşlarındaki bu keçi çobanı, öbürleri gibi cahil ve muvazenesizin biri... Nalıncı Hasan; bu da Giritli ve hâdiseye hiçbir şey bilmeden karışanlardan... Zeki Mehmed; budakçılık yapan bu adam para ve menfaat karşılığında her şeye müstaid bir ahlâksız...

 

Mehdî Mehmed, işte bu bîçareleri telkini altına alıp bildirdiğimiz istikamete doğru sürüklüyor... Yanlarında bir de çakmaklı tüfek, hep beraber Manisa'dan Paşa'köy'e gidiyorlar. Yolda hangi konaklarda kaldıkları ve neler konuştukları belli değil... Fakat oradan kaçmak suretiyle başını kurtaran Çoban Ramazan'ın anlattığına göre, yolda birkaç kere esrar partisi tertiplemişler, hattâ Paşaköy'de iş bulamadıkları için Bozalar köyüne dümen kırmışlar, yolda yine sızasıya esrar çekmişler, ve bu arada kendine gelen Çoban Ramazan aralarından kaçıp Manisa'ya dönmüş...

 

Bozalan köyünde Sütçü Mehmed'in kardeşine misafir oluyorlar... Evde bir baba ve iki oğul olmak üzere üç kişi var... Oğullardan büyüğü askerlikten yeni dönmüş... Misafirlerin üslûp, tarz ve hareketlerinden şüpheleniyor ve babasına:

 

— Bunlar, diyor; bence şüpheli adamlar... Kendilerini dehlesek fena olmaz!..

 

Babanın cevabı:

 

__ Canım bir gece kalıp gidecekler!.. Kavgaya değer mi?.. Sabaha karşı sen onları arabayla Menemen'e götürürsün!.. Böyle istiyorlar!..

 

Sabaha karşı, askerden gelen oğulun sürdüğü araba, Menemen'e yaklaşıyor...

 

Mehdî Mehmed, arabanın kasabaya girmesini beklemeden :

 

— Biz burada inelim, diyor; bazı işlerimiz var!..

 

Araba başını aldığı gibi dönüyor.. Onlar da oracıkta, Menemen'e karşı, yere çömelip çubuklarını çıkarıyorlar ve esrarlı tütünlerini tüttürmeye başlıyorlar. Beşi birden dalgada...

 

Mehdî Mehmed'in bu dalga içinde sözü:

 

— Artık Mehdîliğimi ilân edebilirim! Günü geldi!..

 

Mehdîlik iddiasında bir sapığın ardında, esrarkeş serseriler Menemen'e giriyorlar... Şimdiki Belediye binasının bulunduğu yerdi, binanın arkasına düşen camie giriyorlar... Cami avlusunda oturup imamın gelmesini bekliyorlar... Namaz vakti erişmiş bulunduğu için cemaat, birer, ikişer sökün etmekte... Bunlar, avludaki garip hal ve edalı adamları görünce adetâ ürküyor ve birbirine soruyor:

 

— Bu yabancılar da kim?

 

— Tanımıyoruz! Halleri gerçekten çok garip!..

 

Bu vaziyeti gören ve fısıltıları duyan Mehdîlik kalpazanı onlara doğru ilerliyor:

 

— Bizden korkmayın, diyor; biz de sizdeniz! Camiye ibadet etmek, namaz kılmak için geldik. Namazdan sonra bir işimiz olacak! Siz de bize katılın!

 

O cemaatte bulunmuş olan bir zatın yıllarca sonra bir arkadaşına şunları söylemiş olduğunu Manisa'da tesbit ettim:

 

«— Öyle bir namaz kıldık ki, kılan kim, kılınan ne, anlayamadık! Birdenbire müthiş bir ürküntü hissi havada donmuştu!.»

 

Mahutlar namaz biter bitmez camideki, üzerinde Tev-hid kelimesi yazılı sancağı alıyorlar ve kapıya çıkıp cemaatin gelmesini bekliyorlar. Cemaat, gözleri dehşetle bu garip adamlara takılmış, çabucak önlerinden geçip gidiyor ve camiin karşısındaki kahvehanede yer alıyor. Herkes büyük bir merak ve tecessüs içinde...

 

Mehdî Mehmed sancağı kaldırıyor ve hem meydandan geçenler, hem de kahvedekilere karşı avaz avaz bağırmaya başlıyor:

 

— Sancağımız etrafında toplanın! Müslümanım diyenler gelsin! Durmayın! Küfrü tepeliyeceğiz! Yerinden emir aldık! Kuvvetler hazır!.

 

Tam o anda Menemen'in Askerlik Şubesi Reisi oradan geçmekte değil mi?.. Mehdî Mehmed onu görür görmez üzerine koşuyor ve yakasına sarılıp haykırıyor:

 

— Hemen şimdi bize kuvvet gönder! Peşimize takılsınlar! Menemen'i 70 bin silâhlıyla sardık! Dediğimi yapmazsan sonun kötü olur!

 

Apışıp kalan Şube Reisi hiçbir şey anlayamıyor, ellerinde dinî bir sancakla ayaklanmış şu birkaç kişinin belirttiği mânayı ve kuvvet derecelerini kestiremiyor ve o ân için başının kaygısına düşerek:

 

— Peki, diyor; şimdi istediğinizi yaparım!

 

Ve sıvışıveriyor. Nümayiş, delice haykırışlar ve davetler devam ederken, birdenbire bir yüzbaşı peydahlanıveriyor. Arkasında sekiz tane jandarma eri... Bu kuvvet karşısındaki altı kişiyi bir anda enselemeye yeterken ¦dehşete düşen yüzbaşı, tıpkı Şube Reisi gibi, vaziyeti bilememekten hiçbir harekette bulunamıyor ve Mehdî Mehmed'in:

 

— Bize yardımcı ol, yoksa canınız elden gider!

 

Tehdidine cevap veremiyor. Bir er koşturarak Jandarma alayından imdat istiyor. Mehdî Mehmed'in görülmemiş cür'eti ve üzerine doğru koşması, yüzbaşıyı şaşırtmış, mefluç hale getirmiştir.

 

Hâdise bu şekilde devam eder ve delice bir cesaret içinde Mehdî Mehmed bağırıp çağırırken, o civardaki kışlada nöbetçi olarak bulunan ve olup bitenleri uzaktan takip eden yedek asteğmen Kubilây, yanına bir manga asker alıp meydana doğru koşuyor.

 

Aradan hayli vakit geçtiği halde hâlâ ciddî ve ani bir hükümet davranışı yoktur.

 

Kubilây erleri saf nizamına geçirip kumanda veriyor:

 

— Süngü tak!

 

Mehmetçikler hemen emre itaat ediyorlar. Kubilây önlerinde...

 

Mehdî Mehmed ise biraz ileride aynı mecnun teraneleri sayıp dökmekte, avazı çıktığı kadar haykırmakta...

 

Arkasındaki süngülü asker safının heybetine güvenen ve ilerideki mecnunların ihtilâç içinde nereye kadar gidebileceklerini tahmin edemiyen Kubilây, tek başına, Mehdîlik şarlatanı, bilerek veya bilmeyerek gizli bir tertip ve telkine âlet, bu maşa adamın üzerine yürüyor.

 

Kubilây, askerlerini geride bırakıp tek başına Mehdî Mehmed'in üzerine yürüyor ve hiç bir kelime sarfetmeden sol eliyle onun yakasına yapışıp sağ eliyle suratına iki tokat aşkediyor. Askerler geride ve halk etrafta merakla bakınmaktadır. Ortada hâlâ hükümet adına bir (otorite) ve hâkim kuvvetin göründüğü yoktur.

 

Tokatları yiyen Mehmed henüz kendisini toparlayamadan bir silâh sesi... Kubilây'ın yere düştüğü görülüyor. Topuğundan, bütün ayağı parçalanırcasına bir tüfek kurşunu yemiştir.

 

Müthiş ân... Jandarmalar tüfeklerini bırakıp kaçışıyor ve Kubilây'ın askerleri, yüz - geri, dağılıyor. Delice bir cür'et, başsız kalan askerlere, neyin nereden geldiğini ve nereye gittiğini kestirememek şaşkınlığı içinde büyük bir dehşet vermiş ve onlara dağılmaktan başka çare bırakmamıştır. Halk da her zaman olduğu gibi, çenesi bir karış düşük, sanki, bir (kovboy) filmini seyretmektedir. Ortada vaziyete el atacak tek irade ve hamle tezahürü yine mevcut değil...

 

İşte Mehdî Mehmed, bir hava boşluğunu hatırlatan bu ruhî hayret ve dehşet ânını seziyor ve en büyük numarasını oynamak üzere, yerde inleyen Kubilây'ın üstüne atılıyor. Onu, kurbanlık bir koyun gibi saçlarından kavrıyor ve cebinden çıkardığı bağ budama bıçağını boynuna dayıyor.

 

— Yapmayın, beni öldürmeyin! Ben, ayağımdaki bu yarayla yaşarım! Canıma kıymayın!

 

Kubilây, Mehdîlik taslayan esrarkeş mecnuna yalvarmaktadır:

 

— Canıma kıymayın!

 

Mehdî Mehmed'in ise ağzında bir nâra:

 

— Artık vakit doldu! Mehdî geldi!

 

Ve bağ bıçağıyle, testere kullanır gibi, Kubilây'ın ka-fasını vücudundan ayırıyor. Korkunç bir feryad, hırıltı,, kan fıskiyesi ve halkta çığlıklar...

 

Mehdî Mehmed, kesik başı yine saçlarından tutup cami avlusundaki musalla taşının üstüne koyuyor.

 

Seyirciler bağıra bağıra kaçışmakta ve meydan bir ân için Mehdî Mehmed ile beş arkadaşına kalmış bulunmaktadır...

 

Birden koşar - adım gelenlere mahsus ayak sesleri... Alaydan, altı serserinin üzerine, mitralyözlü, koca bir bölük sevkedilmekte...

 

Bölük hemen meydanı ve cami avlusunu sarıyor, makineli tüfeğini kuruyor ve ateş...

 

İlk kurbanlar, ne olup bittiğini anlamak üzere koşup gelen iki masum bekçidir. Vücutları bir çok yerinden delik - deşik, vurulup yere seriliyorlar.

 

Hâdisenin müsebbiplerine gelince :

 

Ateş çemberinden kaçmak isterken, aralarından yalnız iki kişi müstesna, hepsi birden vurulup vahşi hayvanlar gibi yere devriliyorlar. Başta Mehdî Mehmed, Şamdan Mehmed, Sütçü Mehmed, can verenler arasında... Zeki Mehmed, ölü taklidi yaparak uzandığı yerde, başından yaralı olarak ele geçiyor. Giritli Hasan ile Nalıncı Hasan ise nasılsa kaçıp sıvışma imkânını bulabiliyorlar.

 

İşte bütün oluşu ve bitişiyle topyekûn vak'a sadece kaçabilen iki kişinin ve eğer destekçileri varsa onların da bulunup cezalandırılmasından ibaret kalan ve bir iki mecnunun telif eserinden ibaret bulunan hâdise birdenbire o kadar büyütülüyor ki, ortada, tâ Sarıkamış'tan İstanbul'a kadar, tamamiyle masum ve alâkasız, tesir ve şahsiyet sahibi kaç müslüman varsa onlara çevrilmiş bir tuzaktan, kuru bir bahaneden başka bir şey kalmıyor. Ber nevi (terör) dehşet salma devri açılmıştır.

 

 

 

DEHŞET SALMA:

 

Mecnunların bile hayal ve teşebbüs etmiyeceği hâdiseden sorumlu, ellerinde, yaralı olarak tutulan tek kişi vardır: Zeki Mehmed... Kaçanlardan Girit'li Hasan ile Nalıncı Hasan Manisa yolunda ele geçirilecek ve onlarla beraber, fiilî teşebbüs kadrosundan tutulanlar 3 kişiye varacaktır. İşte, sonunda, cezalarına mâni olamıyacak bu serseriler ve hususiyle Zeki Mehmed o türlü ifadeler vermeye zorlanıyor ki, mahallelerinde oturan habersiz ve günahsız insanlardan tutun, hiç tanımadıkları, bilmedikleri ve eserlerini okumadıkları din âlimlerine kadar, şahsiyet sahibi bütün müslümanları avlamaya mahsus zâlim bir ağ örülmesine hizmet ediyorlar...

 

 

 

TERTİP:

 

Evet; bütün şahsiyetli müslümanları, bilhassa Nakşibendî tarikati büyüklerini ortadan kaldırmak için hükümetçe düzenlenen Menemen Vak'ası, tertiplerin en vicdansızını temsil eder.

 

Sebep, tek olarak, din güdücülerinin imhası ve halkın yıldırılması...

 

Bu esasî sebep' etrafında iki tane de yardımcı sebep var:

 

Birincisi:

 

Serbest Fırka zamanında Menemen «7 sinden 70 ine kadar» tabiriyle o tarafa geçmiş ve aynı günlerde kendisini ziyarete gelen Halk Partisi kodamanlarına «yuha!» çekmiştir.

 

Hükümetçe karar:

 

«__ Menemen'e en tesirli bir gözdağı vermek lâzımdır!»

 

İkincisi:

 

Yine o tarihlerde bazı Halk Partisi büyükleri Bursa'-da Adapalas Otelinde zevk ve safaya batmış, günü birlik hayattan kâm almak cümbüşü içinde yuvarlanırken, bir hâdise oluyor:

 

Otellerinin önünde duran taksi ve otobüslerden, bereli, kasketli, sakallı, dinî üslûp belirtici kılıklarla bazı insanlar iniyor.

 

Manzarayı yorumlayamayan kodamanlar (Vasıf Çınar, Şükrü Kaya, Mahmud Es'ad vesaire) hayretle birbirlerine soruyorlar:

 

— Kimdir bu müslüman kılıklı adamlar? Yoksa bizden istekleri mi var?

 

Aralarından biri cevap veriyor:

 

— Yok, efendim; bizimle hiçbir alâkaları yok! Karşı oteldeki bir şeyhi ziyarete geliyorlar!

 

Ta karşılarında, Hakkı Paşa Oteli diye bir yer vardır ve oraya, îstan'bul'dan bir Nakşi şeyhi gelip inmiştir.

 

Kodamanlar konuşmakta devam ediyor:

 

— Kim bu şeyh?

 

— Erbil'li Şeyh Es'ad Efendi... Meşhur Nakşı Şeyhi...

 

— Ya, öyle mi?

 

Ve o akşam, bu kodamanların halkalandığı masada şu karar alınıyor:

 

— Artık bu adamların köküne kibrit suyu dökülmesi gereken zaman gelmiştir! Bizzat, mahkûm kabul ettiğimiz Menemen'de bir hâdise çıkartılacak, hâdiseye rejime karşı bir kıyam süsü verilecek ve ondan sonra sürek avı halinde din elebaşıları devşirilip birer birer ezilecektir.

 

Hâdisenin şahitleri, İlk Meclis âzasından merhum Hasan Basri Çantay ile Salih Yeşil'dir. Allahın getirdiği bir fırsat ve münasebetle bu kararı, mecliste hazır bulunanlardan biri marifetiyle öğrenen ve o akşam otelde bulunan bu iki zat, vaziyeti, sağlıklarında yeminle anlatmışlardır.

 

Bunlardan ve hattâ mecliste bulunanlardan çoğu sağ olmadığına göre, diyelim ki, bu iddia, (romantik) ve tumturaklı bir iddiadır.

 

Bahsimizin başında da kaydetmiştik ki, hâdisenin akışındaki garabettir ki, tertibi göstermekte en canlı delildir.

 

Şimdi iddiamızı, tertip tezine göre takip etmekte devam edelim :

 

Bu işe gizli ajanlardan biri memur ediliyor. Adam, haftalarca evvel Menemen'e gidip işin mekân, yâni dekor ve yer tarafını tesbit ediyor:

 

— Jandarma karakoluna karşı meydan, cami ve avlu, hâdise için en uygun yer...

 

Sonra Manisa ve bahsettiğimiz köylere gidip, mahut kadroyu tesbit ediyor; bunların sefil, esrarkeş, cahil ve ahlâksız tabakadan olmaları, gizli ajanın işini büsbütün kolaylaştırıyor. Hele din mevzuunda abuk - sabuk görüşleri ve Mehdîlik hevesi dikkatini çeken Mehmed'i bulunmaz kıymette kabul ediyor ve uzun çalışmalardan sonra onlara teklifini yapıyor :

 

— Menemen'e Birinci Kânun (Aralık) ayında erkenden gireceksiniz! Filân yer, falan cami... Namazdan sonra minberdeki yeşil bayrağı çekip cami ve avlu kapısını tutacak ve «bu bayrağın altına girmeyen, kâfirdir!» diye bağıracaksınız! Halktan veya jandarma ve askerden üzerinize gelen olursa silâhla karşı duracak ve mutlaka kan akıtmaya bakacaksınız! Bir kişiden olsun, kan akıtmak şart... Hâdise büyür büyümez hemen kaçıp başınızı kurtarmayı düşüneceksiniz! Neticede her birinize, sana şu, sana bu, sana filân, sana da falan bankadan onarbin (üç-yüzerbin) lira verilecek... Siz de çekip istediğiniz yere gideceksiniz!

 

Gerçekten, tekliflerin bu kadar ahmak ve sahtekârına, saçma ve gülüncüne inanabilmek için, vasıflarını çizdiğimiz berduşlar kadrosundan daha uygunu bulunamazdı. Bu tiplerden hiç birinin dinî bir harekete girişebilme vasfında olmaması, dinî her anlayış ve duygudan mahrum bulunması, başlarındaki sapığın da hiçbir din alâka ve bilgisi göstermez, eçhel bir muhteristen başka bir şey ifade etmemesi, gizli tertibi, başka bir delile ihtiyaç kalmaksızın ispat eder. Eğer böyle bir sapığın her zaman bu türlü hareketlere müstait olduğu ve düşünmeden girişebileceği iddia edilecek olursa cevabı hazırdır:

 

— Peki; o halde geriye kalanlardan hiçbiri deli olmayan, sadece serseri ve başıboş takımından 5 veya 6 kişi, ortada gizli bir teşvik, telkin ve menfaat vaadi olmadan nasıl bu adamların peşine düşebilir, tımarhaneliklerin bile kabul etmiyeceği bu işi nasıl benimseyebilir?

 

Misal:

 

Şeyh Said isyanı, her cephesiyle rejime karşı bir harekettir ve bunu inkâra kimsede mecal yoktur. Zira Şeyh Said, din bilgini olmak iddiasında bir kimsedir, kendisine göre bir telâkki ve muhitinde büyük bir tesir ve kadro sahibidir. Hareketinde de, yine kendisine göre, bir muvaffakiyet mantığı olabilir.

 

Fakat, hepsinin birden deli olmadığı, sadece cehalet ve hamakatte müşterek bu 6 şahsın gülünç ve maskara davranışlarında, kendilerinden bir teşebbüse nasıl ihtimal verilebilir?

 

Söylendiğine göre gizli ajan, hâdiseyi, çarşaflı bir kadın «kılığında uzaktan takip etmiş ve muradına erer ermez, ancak bir erkeğe mahsus sert adımlarla uzaklaşıp gitmiştir. Bu manzarayı aynen görenler vardır ve onlardan biri hâlâ sağdır.

 

Subayları yerde kıvranırken 8 jandarma ve bir manga askerin silâhlarını bırakıp dağılmaları, kendilerine bir işaret verilmeksizin, mümkün olabilecek bir iş midir?

 

Ve nihayet en muazzam delil şudur ki:

 

Evvelâ ölü taklidi yaparak yere yığılan, sonra da yakalanınca ellerine kelepçe vurulmasına hayretle bakan Zeki Mehmed şöyle bağırmıştır:

 

«— Hani bize para vereceklerdi? Bu ne iş?...»

 

Bunu da duyanlar ve duyanlar arasında hâlâ hayatta bulunanlar vardır.

 

Sadece gafleti ve ihtiyatsızlığına ve önceden tertipli plâna kurban giden Kubilây, topuğundan aldığı kurşun yarasiyle yerde kıvranmaya başladığı vakit, sancak kaldırma ve Mehdîlik ilânı hâdisesinden en aşağı 20 - 25 dakika geçtiği halde, hükümet (otorite) ve kuvvetlerinin meydana çıkmaması nasıl yorumlanabilir? Elde hiçbir vesika, hatıra ve müşahede olmasa dahi, zekâ ve irfan sahibi bir göz, hâdisenin bizzat akış şeklinden gizli tertibi heceleyebilir.

 

Neticede, belirttiğimiz vesikalar ve öne sürdüğümüz tahlil ve teşhisler ne nispette tatmin edici veya etmeyici olursa olsun, Menemen Hâdisesinin, kendi basit çapından dışarıya çıkarılarak memleket mikyasında bir din adamı avına vesile edildiği riyazî bir hakikattir.

 

 

 

SAVCININ AĞZINDAN:

 

Menemen Hâdisesinin peşinden derhal o mıntakada örfî idare ilânı...

 

Ne oluyoruz?.. Hâdise o anda bastırıldığına ve birkaç muvazenesizin eseri olduğuna göre, devletin umumî ve tabiî mevzuatı, gereken takibi yürütmeye ve suçluları cezalandırmaya yeterli değil midir?

 

Değildir!

 

Zira evvelâ Menemen'in, peşinden de bütün vatanı noktalayan din büyüklerinin mahvedilmeleri lâzımdır. Bunun için de örfî idare gibi, dediği dedik ve kanun üstü bir usul, şart...

 

Şimdi hâdiseyi «Divan-ı Harb-ı Örfî» isimli, Örfî İdare Harp Divanı Mahkemesi Savcısının resmî ağzından ve iddianamesinden dinlersek, (realite) lere uymayan ve örtülmek istenen noktalardan gizli tertibi büsbütün sezebiliriz.

 

"Üslûp ve lisan zaafı kendisine ait olmak üzere işte Harp Divanı Savcısı Hidayet Bey'in ağzından, aynen:

 

«Devlet kuvvetleri aleyhine suç işlemekten ve tekkelerle zaviyelerin kapatılmaları kanunlarına karşı gelmekten sanık...

 

Mehdilik dedikodusu Manisa'da duyulmuştur. İşte hükümetin keyfiyetten haberdar olduğu işitilince Girit'li Mahmed'in emriyle köy yakınındaki çamlıkta Mehmed'in kardeşi Hacı İsmail ile Hoca Mustafa tarafından bir kulübe inşa ediliyor. Bu kulübede tam bir hafta esrar içilmek suretiyle zikre devam eden sanıklar 1930 yılı Aralık ayının 23 üncü Salı günü Menemen'e gitmek üzere yola çıkmayı kararlaştırıyorlar.

 

Salı gecesi esrarkeş Mehdi, başta, (Kıtmir) adını verdikleri köpek de dahil, hep beraber yola çıkıyorlar. Evvelden haberdar edildiği için, Görece köyünün berisindeki kömür ocağında, Hacı İsmail oğlu, Hüseyin (tam babasiyle birlikte asılacağı zaman, sehpanın yanından kaçıp dağa çıkan, sonra yakalanarak Menemen'e getirilerek hakkındaki idam cezası infaz olunan şahıs) tarafından yakılan ateşte ısındıktan ve oraya, yine evvelden haberdar olduğu için Göreceli Mustafa oğlu Abdülkerim'in (bu sanık muhakemesi sırasında ağır hastalanıp İzmir Memleket Hastahanesinde tedavi altına alınmışken eceli ile öldüğünden hakkında verilen ölüm cezası yerine getirilememiş ve sukut etmiştir) getirdiği yemek de yenildikten sonra, bunların yol göstericiliği ile Menemen yolunu tutuyorlar.

 

Kafile Hasanlar geçidine varınca, kayıkçı Mehmed'in kayığı ile karşı tarafa geçiyorlar. Sanıklar Menemen kenarına geldiklerinde, Zeytinlik'te biraz durup dinlendikten sonra, Girit'li Mehmed, avanesinin hepsine çifte çifte esrarlı sigara dağıtıyor, hepsi dumanlı ve sarhoş kafalarla Menemen'e giriyorlar ve saat altıyı yirmi geçe Müftü Camii'ne gidiyorlar.»

 

Savcı, biraz sonra göreceğimiz gibi, (realite) leri sade gizleyici değil, tahrif edici tarzda iddiasına devam ediyor:

 

«Bu camide Nalıncı Hasan, o (înna Fetehnâleke) sûresini okuyarak mihraptan bayrağı alıyor. (Bu sanık ölüm cezasına çarptırılmışsa da yaşının küçüklüğü sebebiyle idamdan kurtulmuş ve cezası 24 yıl ağır hapse çevrilmiştir). Hep birlikte cami içinde bekliyorlar ve camie gelenleri Mehdi (yâni Girit'li Mehmed) dine davet ediyor ve Merdi olduğuna dair bunu nişanesi olan kıtmir dedikleri köpeğini kendilerine gösteriyor.

 

Namaz kılındıktan sonra sahte Mehdi, cemaati bayrak altına davet etmeye başlıyor ve bu davete icabet eden, isimleri meçhul bazı şahıslar, bunlarla birlikte Belediye Meydanına doğru ilerliyorlar. İçlerinden Abdullah oğlu Müezzin Hafız Ahmed (idama mahkûm edilip asılmıştır), sanıkların camie geldiklerini görmüş, vak'ayı hükümete haber vermeyi hatırına bile getirmeyerek sanıklar camiden çıktıktan sonra minareye çıkmış, minareden silâh atmış ve kendi ifadesine göre, etraftan gelecek 70.000 kişiyi beklemeye başlamıştır.

 

Müftü camiinden alınan bayrak burada Menemen'lilerden Arabacı Hüseyin (idama mahkûm edilmiş ve asılmıştır) tarafından meydanlığa açılan bir çukura dikiliyor. Sanıklar, tekbirlerle bu bayrağın etrafında dönerlerken, Jandarma yazıcısı Ali Efendi olaydan haberdar edildiğinden arkadaşları dört nefer jandarmaya silâhlarını almalarını tenbih etmiş ve kendilerini beklemeden doğruca Girit'li Mehmed'in yanına giderek ne istediklerini sormuş, Mehdî Giritli Mehmet de bu jandarma yazıcısına hitaben:

 

— Git, kumandanına haber ver de o gelsin! Bana top, kurşun işlemez! demiştir.

 

Bunun üzerine geri dönen Ali Efendi, durumdan Jandarma Bölük Kumandanı Fahri Beyi haberdar etmiştir. Vak'adan haberdar edilen Fahri Bey, doğruca âsilerin yanına giderek tam bir asker tavriyle Mehdî'ye hitaben:

 

— Ne istiyorsunuz? Buradan derhal dağılın! Diyor. Buna Girit'li Mehmed de:

 

— Ben Mehdiyim! Şeriatı ilân ediyorum! Bana kimse mukavemet edemez! Çekil karşımdan!

 

Cevabını veriyor. Bu söz üzerine âsiler orada toplanan ¦seyirci Menemen halkı tarafından el çırpmak suretiyle alkışlanıyorlar.

 

Durumun vahametini anlayan Jandarma Bölük Kumandanı Fahri Bey, tedbir almak üzere oradan hükümete gelip bu gibi hallerde kanunun icaplarına uyarak alaydan asker ve kuvvet istiyor ve telefon başında, askerle yola çıkan Kubilây Bey adındaki ihtiyat subay vekilinin gelmesini beklemeye başlıyor.

 

İhtiyat Zabit Vekili Kubilây Bey süngü takmış askerini, belediye meydanlığı'ndaki kahve önünde bıraktıktan sonra, kendisini öne atarak, âsilere dağılmalarını söylüyor ve Mehdîlik taslayan Girit'li Mehmed'i kolundan tutarak çekiyor. Buna Girit'li Mehmed silâh atmak suretiyle mukabele ediyor ve Kubilây Beyi ağır surette yaralıyor.»

 

Savcı, tertibi gizlemeye hizmet edici şekilde, fakat hiç bir şeydan haberi olmadığı için, birçok yerde ipuçlarını meydanda bırakarak devam ede dursun:

 

«Yaralanan Kubilây yine tam bir metin asker tavriyle oradan ayrılıyor, arkasından ikinci defa atılan kurşun kendisine isabet etmeden, hükümetin arkasındaki avluya kendini atıyorsa da aldığı birinci kurşun yarasından bitap düştüğü için uzaklaşamıyor, oraya yığılıyor. Yaralı Kubilây Beyin oraya düştüğünü her nasılsa haber alan Mehdî Giritli Mehmed, askerin kaçmasından ve halkın el çırpmasından ve bu suretle kendisine gösterilen müzaheretten cüret alarak ortalığa dehşet havası salmak için bu anda cinaî bir rol yapmak istiyor, sanıklardan Ali oğlu Hasan'ın torbası içindeki bağ bıçağını derhal aldıktan sonra Şamdan Mehmed'le birlikte yaralı Kubilây Beyin yanına gidiyor, bıçağı ile bu vazife kurbanı Türk delikanlısını, bir koyun boğazlar gibi, boynundan keserek kellesini alıyor ve Türk ordusunun genç bir subayı ve asil bir Türk evlâdı, tam bir canavarca hisle şehid ediliyor. Bununla da kanmayan Mehdi, kesik kafayı saçlarından tutarak orada bulunan üstüvane şeklindeki taşa vuruyor ve etrafını, elinde kesik kafa ile biraz gezdikten sonra, kesik kelleyi meydanlığa getirip dikili bayrağın üzerine takıyor ve bu kanlı facia karşısında hissiz kalan Menemen halkı tarafından ikinci bir alkış tufanı başlıyor. Bu arada bayrağın tepesinden yere düşen kesik başın, bayrak üzerinde durmasını sağlamak için elektrik direğine bayrağı bağlamak isteyen Yusuf oğlu Kâmil (idam edilmiştir) tarafından koşarak ip getiriliyor ve kanlı sancak ihtimamla elektrik direğine bağlanıyor.

 

Bu sıralarda alaydan yetişen diğer müfrezeler ve aynı zamanda hamiyetli ve namuslu iki bekçi ile âsiler arasında başlayan çarpışmada, Mehdî Giritli Mehmed, Şamdan Mehmed, Sütçü Mehmed vurulup ölüyorlar, Emrullah oğlu Mehmed Emin yaralanıyor. Bu meyanda âsilerle çarpışan iki bekçi de şehid düşüyorlar. Âsilerden Nalıncı Hasan ile Ali oğlu Hasan da halk arasından kaçıp sıvışıyorlarsa da Manisa'da yakayı ele veriyorlar.»

 

Vakaya dair Savcının verdiği (nötr) tarafsız bilgilerle bizimkiler arasındaki küçük farkların hiçbir değeri yoktur. Öyle veya böyle... Esas ve ana çizgiler aynıdır. Şu var ki biz sağladığımız bilgi unsurlarını, konferans için gittiğimiz Manisa'dan ve faciaya bizzat şahit olmuş yaşlı - başlı insanlardan devşirmiş ve doğruluklarından emin bulunuyoruz. Amma Savcının (nötr) tarafsız olmayan ve indî mütalâa ve kasdî ifade tarzına kaçan iddia ve izahlarında, kendisi hiç bir şey bilmese de, aldığı direktife göre, tezatlar içinde yüzdüğünü ve adetâ tertibi belli edici mantıksızlıklara düştüğünü gözden kaçırmıyoruz.

 

Şöyle ki:

 

Savcı, hâdiseyi Menemenliler tarafından benimsenmiş ve şiddetle alkışlanmış göstermekle Menemen'in öldürücü bir gözdağı alması kararına (Bursadaki karar) mesnet tedarik etmeye çalışmaktadır. İddia hakikate zıddır; halk cinayet sırasında dehşet ve nefretle kaçışmıştır ve zaten alkışlamış olsaydı yalancı Mehdî'nin peşine düşmesi icap edeceği aşikârdır.

 

Yine Savcı, Hafız Ahmed'i hükümete haber vermemiş ve minareden silâh atmaya başlamış olmakla suçlandırırken farkında değildir ki, bu kadar tumturaklı (mizansen) sahneye koyuş içinde bizzat hükümetin nerede olduğu ve nasıl olup da haber alamadığını düşünmek borcundadır. Yâni hükümet haber almak için, silâhlar patlar, tekbir sesleri yükselir ve kıyamet koparken Hafız Ahmed'e mi muhtaçtı?

 

Diğer noktalardaki zaaflar ise teker teker gösterilmeye değmez.

 

Divan-ı Harp Savcısının öz kaleminden ve ağzından çıkan iddia, iki bekçinin mitralyöz ateşiyle ölümünü isyancılara yükleyecek kadar tahrifli olduğu bir yana, hükümetin iş neticeleninceyedek seyirci kaldığını ve böylece ne acemi bir tertip karşısında bulunulduğunu göstermeye yeter. Akıl ve insaf sahiplerinin başka bir vesikaya ihtiyaçları yoktur.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

ŞAHİT KONUŞUYOR:

 

Menemen Hâdisesi münasebetiyle Manisa ve civarını tarayan, en küçük toz tanesine bile müsamaha göstermiyen tarak, faillere ait mahallelerin muhtarını, manavını, kahvecisini, bakkalını, fırıncısını, ayakkabıcısını hâsılı dünya gözüyle bu adamları görmüş kim varsa hepsini birden topluyor. Manisa'da dinle alâkalı herkes hacı, hoca, müezzin, vaiz, imam, çuvalın içinde... Hattâ bu hocalardan ilim ve faziletiyle tanınmış Hafız Ahmed, hâdiseden kısa bir müddet evvel bir rüya görüyor ve zevcesine diyor ki:

 

— Rüyamda beni eşek arılarının soktuğunu gördüm! Galiba, hem de zâlimler elinde can vermek üzere, sonumuz geldi!

 

Keramet çapındaki bu rüya şöyle gerçekleşiyor: Hâdisenin hemen arkasından yüzlerce emsaliyle beraber Hafız Ahmed'in de evini arıyorlar ve bula bula 99 luk, büyük bir tesbih ele geçiriyorlar. Bu âlet, tesbihin her tanesine bir insan başı düşmüşcesine, Hafız Ahmed'i 99 kelle devirmiş bir insan sıfatiyle darağacına kadar sürükleyecektir.

 

İşte bu tarama esnasında tevkif edilip bir yıl hapis cezasiyle kurtulan, o zaman 50, şimdi 87 yaşlarında bulunan esnaftan bir şahıs (isim ve adresi bizde mahfuz) bize kelimesi kelimesine aynen, şunları anlatmıştır: «— Ben o zaman kurabiye yapar ve satardım. Geçimim bu yüzdendi. Geceleri dışarı çıkmak âdetim değildi. Zaten çıkacak vakit bulamazdım. Gece yoğurduğum hamuru sabaha karşı kurabiye yapar ve sonra fırına götürerek pişirtirdim. Menemen olayının ertesi günü, yani 24 Aralık sabahı yine fırına gitmiştim. O sırada mahalle berberi yanıma geldi ve bana, bizim mahalle divanelerinin, Menemen'de büyük bir hâdise çıkardığını, bir zabit kestiğini ve askerle çatıştığını söyledi. Ben şaşırdım ve bunları ilk defa kendisinden öğrendiğimi söyledim. O gün akşama doğru mahallenin bellibaşlı adamlarının, muhtarından ayakkabıcısına kadar hepsini polislerin götürdüğünü duyduk. Herkes telâş ve her ân (beni alıp götürürler) korkusu içinde... Daha bazılarını götürdüler. 25 Aralık günü sabahleyin evimin kapısı çalındı, iki polis beni alarak Malta karakoluna götürdüler. Burada kısa bir sorgudan sonra evimi aramaları için geri döndük. Yanımdaki polisin ismi... Tamam, hatırladım (Ahmed Nuri)... Evi aradılar, taradılar bir şey bulamadılar. Yalnız Ahmed Nuri, sanki bir cinayet belgesi bulmuş gibi, her müslüman'ın evinde var olması gereken (Envâr-ül Aşıkin) adlı kitabı buldu ve (bu yeter, bu insana her şeyi yaptırır!) dedi. Beni oradan alıp Balık Pazarı Karakoluna, daha sonra da Menemen'e, Askerî Kışlaya götürdüler, orada hapsettiler. Ertesi gün diğer arkadaşlarla beraber Divan-ı Harbin huzuruna çıktık. Reis Mustafa Muğlalı bana diğer zanlıları göstererek (bunları tanıyor musun?) dedi. (Aynı mahallede oturuyoruz, bazılarını şahsen tanırım, bazılarını da karşıdan görmüşlüğüm vardır. Zaten çoğu akranım değildir), dedim. Reis, birden mevzuu değiştirerek bana şu suali sordu: (Sakalı ne zaman ve neden bıraktın?) (Ben 50 yi aşkın bir insanım, sakal Hz. Peygamberin Sünnet-i Seniyesidir. Hükümet zaten sakalı yasak etmemişti.) cevabını verdim. Ve bana şu anda hatırlayamadığım birçok sual daha sordu. O gün Paşaköylü İsmail ile beraber bizi üç dört defa mahkeme huzuruna çıkardılar. Bir gün hapishanede ikindi namazını kılmış, toplu halde oturuyorduk. Bir ara gardiyan geldi; tok bir sesle (hiç kıpırdamayın, sadece ismini okuyacaklarım eşyası ile beraber dışarı çıksın! Sakın pencereden dışarı bakmayın, yoksa ateş edilir!) dedi. Bunun akabinde elindeki bir kâğıdı okumaya başladı. O gün iki üç posta halinde tam 33 kişiyi götürdüler. Ben askerlikte jandarmaydım, bu numaraları bilirdim, pencereden bakayım, dedim. Hiç unutmam, Hacı Hilmi Efendi (sakın ha!) dedi; (ateş ederler, bakma!) Buna rağmen başımı pencereye doğru uzattım ve dışarısını gözlemeye başladım. Aşağıdaki manzara şöyle idi: Koğuşun önü bir çok arabayla dolu... Her çıkanın neyi varsa hepsini aldılar, ellerini arkadan bağlayarak arabalara bindirdiler ve götürdüler. Ben, gidenlerin yüzde yüz öldürüleceğini anlamış, mahzun mahzun düşünürken, koğuşun kapısı açıldı, içeri giren gardiyan (arkadaşlarınız başka hapishaneye nakledildi, rahat durun!» dedi.»

 

Şahit, 87 lik nuranî ihtiyar devam ediyor ve lâfı, bizim :

 

— Asılanların nerede ipe çekildiklerini biliyor musunuz?

 

Sualimize getiriyor:

 

«— Evet! Menemen istasyonunun yanında, Kubilây Okulunun yanında, kışlada. Onları Ramazan ayında kadir gecesine iki gün kala, oruçlu olarak astılar! Biz, âkibetimiz ne olacak diye düşünürken 33 kişinin idamından bir gün sonra koğuşun tam karşısına 33 ip, 33 sehpa, 33 gömlek getirip orada bir hafta bıraktılar. Koğuşta bu hâdisenin dehşetinden bayılanlar bile oldu. Sehpalar bahçede iken İzmir'den yolcusu gençler olan bir tren geldi. Ve bu gençler yumruklarını bizim koğuşun penceresine doğru kaldırarak, (hepinizi asacağız, keseceğiz) diye bağırdılar. Muhakeme sırasında Hacı Hilmi efendi bir gün mahkemede şöyle haykırdı:

 

(Ben Yunan işgalinde, Manisa'da iken, Aynalı Camiinde Yunanlılar Kur'ân-ı Kerimi parçaladılar. Bunu görünce üzerlerine atılmış, onlarla mücadele etmiştim. Sonra beni yakaladılar, dövdüler, zulmettiler. Vatana dönünce mükâfatım bu mu olacaktı?) Sonra başını hâdise kahramanlarından Nalıncı Hasan'a çevirerek: (okuttuğum Kur'ân-ı Kerim hakkına söyle; bu olayla bir ilgim var mı?) diye sordu. Nalıncı Hasan, (yoktur!) dedi. Eğer vardır,

 

dese Hacı Hilmi'yi de asacaklardı belki... Onun için ona sadece hapis cezası verdiler.»

 

Şahide sorduk:

 

— Esrar içilerek girişilen hâdiseden sonraki aramalarda, faillerin üstünde ayrıca esrar bulundu mu?

 

«— Buldular!... Hattâ mahkemede Savcı bunun dirhemini dahi söyledi; fakat geçmiş gün, unuttum!»

 

— Bu adamların hâdiseyi esrar içtikten sonra çıkardıkları anlaşılınca bu işin hacılık ve hocalıkla ilgisi olmadığı ortaya çıkmıyor mu? Serseri ve berduş takımının dinle ne ilgisi olabilir?

 

«— Önceden alınmış bir kararı bunlar değiştiremezler. Suçluların ceplerinde esrar bulunduğunu söyleyen aynı Savcı, bu noktaya hiç dikkat etmeden 36 kişinin idamını istedi! Mahkemenin hakikatle olan rabıtasını, varın siz tayin edin! Biz bu işin önceden derlenip çatılmış olduğuna inananlardanız!»

 

— Bu işi takibe memur olanlar arasında hiçbir vicdan ve insaf şahlanması gösteren olmadı mı?

 

Muhatabımız, gözlerinden inen iki damla yaş, cevap verdi:

 

«— Nasıl olmaz! Fakat emre karşı gelebilmek ne mümkün!. Bakîn, size korkunç bir misal: Bir duruşma sırasında Menemen Örfî İdare Kumandanı Paşa şöyle haykırdı: (Bunların hepsi, kömürcü, fırıncı, ayakkabıcı, kahveci çırağı... Bunlar mı İnkılâbı yıkacak, devirecek?..»

 

— Daha başka hatıralarınız?

 

«— Meselâ: İsmini hatırlayamıyacağım bir hocayı, inanmazsınız, tâ Sarıkamış'tan getirdiler. Bu zat mahkemede şöyle bağırıyordu: (Ben Sarıkamış'lıyım, Menemen'in Türkiye'nin neresinde olduğunu dahi bilmem! Bu halde olayla ne ilgim bulunabilir?) Bu hocayı tam 7 seneye mahkûm ettiler!»

 

— Şeyh Esad Efendi ile hiç konuştuğunuz oldu mu?

 

«— Hayır! O devamlı hastahanede kaldı ve orada öldü! Yalnız oğluyla aynı koğuştaydık; zaman zaman konuşurduk. Faziletli bir insandı.»

 

— Hüküm giydikten sonra cezanızı Menemen'de mi çektiniz?

 

«— Hayır! Bizi tam Kadir gecesi, yani 1931 yılının Şubat ayında Ankara'ya gönderdiler. Ve cezamı orada tamamladım.»

 

 

 

BİR NUMARALI İNSAN:

 

Menemen Hâdisesinde hedef tutulan (1) numaralı insan Erbil'li Şeyh Esad Efendidir. Bu zatın verdiği ilk şüphe ve dehşet hissini de, Bursa'da karşılıklı iki otel arası (Adapalas ve Hakkı Paşa otelleri) geçen hâdiseyi anlatır ve onu tertibin başlıca vesikası diye gösterirken belirtmiş bulunuyoruz.

 

Menemen Hâdisesine beş ay kala cereyan eden Bursa konuşmaları ve peşinden alınan kararları adetâ ispat edici, vesika değerinde bir vakıa vardı ki, o da, toplantının hemen arkasında basına (dikte) edilen şeyh ve şeyhlik aleyhindeki yayınlardır. Evet; durup dururken, basın, birdenbire tarikatçılar, bilhassa Nakşîler aleyhinde bir kampanyaya girişmiş, böylece, Japonya'da zelzele habercisi, renk değiştiren bir nevi balık gibi, anlayana ilerideki felâketi ihtar edici bir rol oynamaya başlamıştı.

 

Bu gazetelerin başında o zamanların en çok satan «Vakit» gazetesi vardır. Bu rejim bağlısı gazetenin 18 Temmuz 1930 tarihli nüshasını açalım:

 

 

 

ERENKÖYÜNDE BİR DEDİKODU

 

YÜZLERCE MÜRİDİ OLAN BU ESRARENGİZ ŞEYH KİMDİR?

 

«Son zamanlarda bütün Erenköyü ve civarı halkının dilinde dikkate şayan bir dedikodu dolaşmaktadır. Beyaz bir konak etrafında temerküz eden bu dedikodular polis müdüriyetine kadar aksetmiştir.

 

Söylenenler, Erenköyü'nün hücra bir köşesinde, çamlıklar arasında saklı bir köşkte gizli âyinler yapıldığı, gündüzleri de bu ibadethanede oturan ihtiyar bir şeyhin çocuk, kadın, erkek, yüzlerce kişi tarafından ziyaret edildiği mahiyetindedir.

 

Yine rivayetlere göre bu beyaz konak yalnız civarın, çok daha geniş sahada oturan halk içindeki cahillerin, safdillerin nazarında ulvî bir mabet telâkki edilmekte, muhterem şeyh efendi, hastaları iyileştiren, kayıpları birleştiren kerametler sahibi bir evliya, bir ermiş olarak tanınmaktadır.

 

Bu şeyh efendinin şöhreti tâ Trabzon ve Of sahillerinden, Antalya, Adana havalisine kadar yayılmış ve her mevsimde buralardan bazı biçareler, işlerini güçlerini bırakıp, türlü türlü hediyelerle gelerek şeyh efendiye istirhamlarda bulunmaya başlamışlardır.

 

Mesele ile biraz basından alâkadar olursanız, duyacağınız şeyler şunlardır: Erenköyü'nde, Kazasker camii civarında, (E.) efendi adında 99 yaşlarında, (yaşı bile yanlış) beyaz sakallı bir şeyh vardır. Bu zat tekkelerin ilgasından sonra meçhul bir semtten Erenköyüne gelmiş ve bir köşkün bölüğüne kiracı olarak yerleşmiştir. Efendi, aradan çok geçmeden muhitte dedikodulu bir alâka uyandırmış ve herkes bunun kerametinden bahse başlamıştır.

 

Biraz sonra şeyhin oturduğu evde kalabalık bir mürid kafilesiyle âyin yapıldığı, onun ayrı ayrı topluluklara vaiz ve irşadlarda bulunduğu ve her isteyenin, bir tekke imiş gibi burada günlerce yatabildiği şayi' olmuş, iş büyümeğe, dallanıp budaklanmaya başlamıştır.

 

Bu sıralarda (E...) efendinin müridlerinden (Z...) Paşanın yakını (S...) hanım, şeyhin şimdi oturduğu beyaz konağı ona satın almış, diğer bir mürid köşkü boyatmış, bir başkası da baştan aşağı muşamba döşetmiş, atlas perdeler, mobilya, hattâ siyah bir fayton araba ile iki at alarak şeyhin istirahatını temin etmiştir.

 

Her gidenin mutlaka bir şeyler götürdüğü, uzaktan gelenlerin, kimsesi olmayanların bir imaret gibi orada yatırıldıkları, iaşe edildikleri söylenmektedir.

 

Bunlara nazaran şeyh efendi, yeşil çamlıklar içinde gömülü beyaz köşkünde beş para masraf etmeden bir cennet hayatı yaşamakta, tenekelerle yağ, un, kahve, şeker, hattâ çikolata, sağdan soldan yağmaktadır.»

 

Bu saçma - sapan (Fantoma) üslûbiyle kaleme alınan yazının garaz ve muradı üzerinde hiçbir tefsir zahmetine değmez.

 

Tâ Temmuz ayında Aralık ayının faciası hazırlanmaktadır.

 

Basındaki, şeriat ve tarikat adamlarına başlayan hücumun bir hükümet diktası olduğu şundan bellidir ki, Menemen Muhakemesi başlar başlamaz, savcılık, resmî ve şifreli telle hemen «Vakit» gazetesindeki yazıyı istemiş, bununla da kalmayarak İstanbul Polisine talimat gönderip bu yazıya karşı ne yapıldığını sormuş ve Şeyh Es'ad Efendi hakkında bilgi talep etmiştir.

 

Danışıklı döğüşü görüyor musunuz?

 

Hükümetin daha evvel tertiplediği vesikalar, sonra yine onun telkiniyle hüccet teşkil ettiriliyor..

 

İşte, yine kelimesi kelimesine aynen polisin Savcılığa verdiği rapor:

 

«Vakit gazetesinin 18 Temmuz 1930 tarihli nüshasında intişar eden (Erenköy'de bir dedikodu) serlevhalı makalelerine o zaman yapılan tahkikatta bu şeyhin uzun müddetten beri tarassut altında bulundurulan Erbil'li Şeyh Esad Efendi olduğu ve bu zatın 331 (Milâdî 1915) senesinden çok evvel memleketi olan Erbil'den İstanbul'a gelerek han, otel köşelerinde yaşamakta iken intisap ettiği ve vükelây-ı sabıkadan merhum Derviş Paşanın iane ve yardımı ile Şehremininde kâin ve şimdi kapalı bulunan (Kelâmi) dergâhına şeyh tayin edilerek birçok rical ve vükelânın teveccühünü celbetmesi ve az zamanda halk üzerinde büyük nüfuza sahip olması üzerine devrin padişahı Abdülhamid'in şüphesini uyandırdığından Erbil'e sürüldüğü ve meşrutiyetin ilânından sonra tekrar İstanbul'a gelen şeyhin adı geçen tekkede âyin yapmaya başladığı ve biraz sonra da Bab-ı Meşihatta âza ve bilâhare Meclis-i Meşayihde riyasete terfian tâyin kılındığı ve o babdaki kanun hükümlerine tevfikan tekkesinin kapatılmasından sonra Erenköy'de Ziya Paşa köşküne naklederek bir müddet kira ile oturduktan sonra, iki sene evvel şimdi oturduğu Şevki Paşa köşkünü Erbil'deki emlâkini satmak suretiyle tedarik ettiği para ile 2000 liraya satın alarak bu köşkte bazı tamirat ve tadilât yaptırarak oturduğu ve bundan başka gerek Erbil, gerekse İstanbul'da müteaddit ev ve dükkânları bulunduğu ve kendi malı bulunan iki eşeği satıp üzerine de bir miktar para ilâvesiyle 80 liraya bir körüklü araba ve bir at aldığı, maamafih seksen yaşlarında bulunan mumaileyhin evine Konya'dan ve diğer mahallerden birçok zengin ziyaretçiler gelerek kendisine para yardımında bulundukları ve hediyeler de getirdikleri dosyasında mevcut malûmattan anlaşılmış ve keyfiyet 25 Ağustos 930 günü Dahiliye Vekâlet-i Celilesine de tafsilen arzedilmişti.

 

Daima takibimiz altında bulunan Şeyh Esad'ın köşküne, Konya ve sair vilâyet halkından birçok misafirlerin geldikleri ve hediyeler getirdikleri ve cuma günleri İstanbul'dan birçok misafirler gelerek şeyhi ziyaret ettikleri ciheti de ayrıca Vekâlet-i Celileye bildirilmişti.

 

Fakat âyin ve zikirler yapılmadığı gerek haricî tarassutlarımızın verdikleri raporlar ve gerekse dahile nüfuz çareleri düşünülerek, eskiden şeyhi tanıyan ve bu sebeple şeyhin evine hizmetkâr suretiyle sokulan teşkilâtımıza mensup bir memurun validesinden alınan malûmattan anlaşılmakta idi.

 

Nakşi tarikatını ihya ve inkişafına hadim olmak üzere ve kanunen müdahaleyi davet ettirecek bir şekil ihdas edebilmek gayesiyle Konya vilâyetinde hadis olan bir meseleden dolayı mezkûr vilâyete yazdığımız tahriratta Şeyh Esad Efendinin tevsi-i tarikat için Konya'da şebeke teşkil ettiği hakkında evrak-ı tahkikiye tanzimine kifayet edebilecek derecede bir malûmat mevcutsa, ifadelerin zaptedilerek gönderilmesi yazılmış ve tevessül kılınan kanunî yollar ile de bu noktanın ihzarına medar olacak müsbet bir cevap alınamamıştı.

 

Binaenaleyh Şeyh Esad'ın dikkati calip halleri dolayısiyle tekkelerin daha kapatılmalarından evvel nazar-ı dikkati celbederek tarassut altına alınmış ve hakkında malûmat istihsal olundukça Dahiliye Vekâlet-i Celilesiyle muhabereler cereyan eylemiş olduğu maruziyle İstanbul Cumhuriyet Müdde-i umumiliği canib-i âlisine takdim kılınır.

 

9 ŞUBAT 1931 POLİS MÜDÜRÜ

 

Bu rapor namuslucadır ve Polisçe, Efendi'nin kanun dışı bir harekette bulunmadığı, köşkünü de öz parasiyle aldığı itiraf edilmektedir. Hattâ, Şeyhi suçlu çıkarmak için ıkınıp sıkınan Polis, hiç bir şey bulamadığını açığa vurmaktadır.

 

 

 

GERÇEK ŞEYH ESAD:

 

Menemen Divan-ı Harbinin isteğiyle İstanbul Polis Müdürlüğü tarafından gönderilen raporda, hayatının bazı noktaları doğru haber verilen Şeyh Esad Efendi, gerçek biyografya çerçevesi içinde aşağıdaki hayat çizgilerini arzeder :

 

19 uncu asrın ortalarına doğru Musul'a 50-60 kilometre mesafede Erbil kazasında dünyaya geliyor. Orada ve daha ziyade din sahasında tahsil gördükten sonra, Nakşi Şeyhi Tâhâ Harirî'ye intisap ediyor ve kendisinden 24 yaşında icazet alıyor. Zahir ve bâtın ilimlerinde devamlı bir gayret gösteriyor ve zengin bir bilgi hamulesi kazanıyor. Aynı zamanda, Şeyh Abdülmecid Refkânî isimli bir şeyhten de Kaadirî icazeti almıştır.

 

1304 (1888) de, aşağı yukarı 40 yaşlarında, İstanbul...

 

Aldığı icazetler, İstanbul'da, Meşihat (Şeyhülislâmlık makamı) tarafından tasdik ediliyor. O da, irşad işiyle meşgul olmak üzere, alâkalı makamlardan, dergâh halinde kullanılmak üzere bir mekân istiyor. İsteğini kabul ediyorlar ve kendisine, Kocamustafapaşa taraflarında, «Kelâmı Dergâhı» isimli binayı veriyorlar.

 

Kısa zamanda İstanbul'u saran ve havada alâka pırıltıları çizen bir isim:

 

— Erbilî Şeyh Esad Efendi Hazretleri...

 

Etrafında geniş bir mensuplar halkası kuruluyor ve bunlar Şeyh Efendinin kemaline tam inanmış olarak ona baş eğiyorlar.

 

Bir müddet sonra beklenmedik bir hâdise : Ulu Hakan İkinci Abdülhamîd Han, kendisi bizzat tarikat bağlısı ve himayecisi olduğu halde, Şeyh Esad Efendiyi, şefkatli bir sürgün ifadesiyle, memleketine, Erbil'e gönderiyor ve orada oturmaya mecbur ediyor. Sebep? Meçhul...

 

Bu noktayı tam tesbit edebilmek mümkün olamamıştır. Ölçü, sadece şudur ki, Abdülhamid Han'ın, bir din adamına haksız muamele etmesine imkân yoktur. Bu noktayı Esad Efendinin bazı hudut dışı davranışlarına bağlamak mümkün olduğu kadar, bazı gammazlıkların Hükümdar üzerinde kasdî bir tesir aramış olması ihtimaline iliştirmek de kabildir.

 

Şeyh Esad Efendi, memleketinde 10 yıl kadar kaldıktan sonra 1316 (1900) de İstanbul'a dönüyor. Padişah tarafından affedilmiş olarak mı, başka bir suretle mi?.. Bu da meçhul...

 

Şeyh Esad Efendi, yine Dergahında ve aynı irşad dâvasında...

 

Şeyh Esad Efendi, yaşı altmışa dayanırken Meşrutiyet İnkılâbı...

 

Bu defa yeni Padişah Sultan Reşad ile arası çok iyi... İstanbul'da mevcut bütün tarikat şeyhlerini toplayan bir heyet kuruluyor ve Esad Efendi bu heyete «Reis-ül-Me-şayih : Şeyhler Heyetinin Reisi» seçiliyor.

 

Bazı şehadetlere göre, Esad Efendinin İkinci Abdülhamid'e bir aleyhtarlığı ve İttihatçılara yakınlığı yoktur. Sultan Reşad, Şeyh Esad Efendiye her alâkayı göstermekte devam ediyor ve ona, Üsküdarda, Karacaahmed Çiçekçi durağındaki mescid ve zaviyeyi bağışlıyor.

 

Bu devrede Şeyh Esad Efendi müridlerini yetiştirmek ve eser telifiyle meşguldür:

 

Mektubat (Yazdığı mektuplar)

 

Divan-ı Esad (Manzumeler)

 

Kenz-ül-İrfan (Hadîsler)

 

Risale-i Es'adiye (Tasavvuf - Şeriat)

 

Risale-i Tevhid (Tasavvuf-,Şeriat)

 

Nihayet Millî Mücadele... Bütün İstanbul, Türk'ün bu ölmemek iradesi karşısında vecd ve heyecanların en derin ve keskinini yaşıyor. Bütün mümin eller semalara açılmış, dua ve niyaz halinde... Şeyh Esad Efendinin elleri de onların arasında...

 

O sıralarda, Millî Mücadeleye katılmak üzere bulunduğu günlerde, Fevzi Paşa (Mareşal Fevzi Çakmak) Esad Efendiyi ziyarete geliyor. Yetmişini bir hayli geçmiş bulunan Esad Efendi, daha evvel ziyaretine şahit olduğu Paşayı birdenbire tanıyamıyor ve elini öpmek üzere ilerliyen Paşaya:

 

— Sizi tanıyamadım! Diyor.

 

Fevzi Paşanın mukabelesi sadece şudur:

 

— Fevzi kulunuz!

 

Esad Efendi, onun Anadoluya geçmek üzere bulunduğunu öğrenince dua ediyor:

 

— İnşaallah muvaffak olursunuz! Allah sizinledir.

 

Cumhuriyetten sonra tekke ve zaviyeler kapatılınca bir kenara çekiliyor, zikir ve âyini terkedîyor ve yalnız ilmî telkin ve sohbet ile yetiniyor.

 

Erenköyündeki beyazköşkün nasıl satın alındığı, «Vakit» gazetesinin iftirasına rağmen İstanbul Polis Müdüriyetinin raporundan bellidir. Erbil'deki mülklerinin satılması suretiyle kendi öz kesesinden...

 

Menemen hâdisesine rağmen, içinde her ân 30-40 misafir bulunan bu köşkte, kanuna tam bir riayet halinde, zikirsiz ve merasimsiz, yalnız sohbet ve ilim hayatı... Etrafındaki kalabalık ise, onun sohbetlerine meftun olmaktan başka bir tavır sahibi değil...

 

Menemen Hâdisesine kadar (1930 sonu) gidiş bundan ibaret... Bir aralık Bursaya yaptığı seyahatin, başına neler getirdiği malûm... Etrafını saran bağlıların kaynaşma halini gören Halk Partili kodamanların kararı:

 

— Başta bu adam, bütün dinî hüviyetler ve Menemen ve civarı ezilmelidir!

 

Sorumlular: İnönü, Şükrü Kaya, Vasıf Çınar...

 

Ve hemen arkasından, başta «Vakit» gazetesi, basın kuklasının yaylım ateşi... Ortada ne fol, ne yumurta!...

 

O günlerde Esad Efendinin oğlu, babası gibi Şeyh, Ali Efendi, ona yalvarıyor:

 

— Babacığım! Ben havayı beğenmiyorum! Etrafımızda uğursuz gölgeler dolaşıyor! Evimiz ve sokağımız devamlı tarassut altında... Bir tedbir alalım!... Meselâ, köşkteki kalabalığı dağıtalım, onları memleketlerine gönderelim! Biz de göz önünden silinelim!

 

Şeyh Esad Efendi, mahzun bir tebessümle diyor ki:

 

— Allahın takdiri neyse o olacaktır! Bana öyle geliyor ki, ok yaydan çıkmış ve hakkımızda karar alınmıştır! Yâni tedbir zamanı geçmiştir!

 

Misafirlerden bir kısmını geldikleri yerlere gönderip tevekkülle bekliyorlar...

 

Menemen hâdisesi...

 

Tırpan harekete geçiyor ve vuruşunu Şeyh Esad Efendinin 80 küsur yıllık başına yöneltiyor.

 

Menemen Hâdisesinin olduğu gün... Akşamüstü Erenköydeki beyaz köşkün etrafı kordon altında... O güne kadar tarassuta memur sivil polisler tek-tük ve seyrek şekilde boy gösterirken şimdi:

 

— Tertipçi sensin!

 

Der gibi, Esad Efendiyi halkalamışlar... Her şeyin hükûmet tertibi olduğu ne kadar da belli!... Kurdukları tuzağın avını peşinen enselemek gayretindeler...

 

Nitekim, bir gece sonra sabaha karşı beyaz köşkün "kapısı acı acı vuruluyor ve Şeyh Esad Efendi bohçasını almaya bile imkân bulamadan apar-topar Menemene aktarılıyor...

 

 

 

YİNE MENEMEN:

 

Şeyh Esad Efendi, Menemende ve hususî bir hücrede kısa bir müddet hapsedildikten sonra, muhafaza altında, Askerî Hastahaneye kaldırıldı.

 

Bu ne şefkat ve adalet eseri, öyle mi?

 

Tamamiyle aksi!...

 

Yaşları doksana yaklaşan bu yatalak insanın hastalığı aşikâr olsa da, ona kanca atan kötü niyet, eğer onu öldürmeye kadar gitmeyecek olsaydı asla hastahaneye kaldırmak, zindanda inletir ve orada ne olursa olsun der, hâline bırakırdı. Halbuki onun öldürülmesi, tertip plânının ilk maddesiydi ve bu işin yapılacağı en müsait yer de hastahaneydi. Zira yaşı doksana yaklaşan bir adamın idamı kanun bakımından mümkün değildir.

 

Sırf şu hâdise, Şeyh Efendiyi kanunun her ihtiyara mahsus müsamahasından kaçırıp kilitlemek suretinde tecelli eden kastı, bütün dehşetiyle göstermeye yeter. Şeyh Esad Efendiyi zindanda bırakmış olsalardı kurtarmış olurlardı.

 

Nitekim onu, yemeklerine kattıkları hafif zehirlerle birkaç kere öldürmeye kalkışıp sadece hastalığını artırmaktan başka bir netice elde edemeyince, bir gece, damar içi bir (enjeksiyon) şırınga ile işini bitirdiler ve muradlarına erdiler.

 

Böylece Şeyh Esad Efendi, Dîvan huzuruna çıkartılmadan ve tek kelime konuşturulmadan katil ve kaatillerin en denî şekli ve eliyle öldürülmüş oldu.

 

— Bu iddiamızı ispat edebilecek vesikanız nedir? Sualine şu cevabı verebiliriz:

 

— Söylentilerden başka hiçbir vesikamız yoktur! Fakat işin mantıkî akışı, başka bir mânaya yer bırakmamaktadır. Hakkındaki idam kararının infaz edilemiyeceği muhakkak olan bir ihtiyarın hastahanede ölmesi, öldürülmüş olmaktan başka hiçbir mânaya bağlanamaz. Böyle bir iş de katil işleyenle Allah arasında kalacağına göre hiçbir türlü vesikalandırılamaz.

 

 

 

HÜKÜM:

 

Muhakemeler şimşek hızıyla geçmişti. Zira alınan talimat şudur:

 

— Mahkûmları söyletmeyin! Sizi müşkil mevkie sokabilirler. Derhal idam kararlarını verin ve hemen infaz edin!

 

İleride delirerek bağıra bağıra ölecek olan Muğlalı Mustafa Paşanın verdiği idam kararları tam 37 dir:

 

1 — Çıtaklı Molla Hüseyin, 2 — Kahveci çırağı Mustafa, 3 — Topçu Hüseyin, 4 — Tatlıcı Mutaf Hüseyin, 5 — Eskici Hüseyin Ali, 6 — Keçilli Himmet oğlu Süleyman, 7 — Emrullah oğlu Mehmed Emin, 8 — Mutaf Süleyman, 9 — Manifaturacı Osman, 10 — Hatib Hafız Cemal, 11 — Tabur İmamı İlyas Hoca, 12 — Ali Paşa oğlu Ragıp, 13 — Şeyh Hafız Ahmed, 14 — İbrahim oğlu İsmail, 15 — Lâz İbrahim Hoca, 16 — Şeyh Ahmed Muhtar, 17 — Koca Mustafa, 18 — Hacı İsmail, 19 — Hacı İsmail oğlu Hüseyin, 20 — Cumabâlâ'h Ramiz, 21 — Yahya oğlu Hüseyin, 22 — Çingene Mehmed oğlu Ali, 23 — Hayim oğlu Jozef, 24 — Ali Osman oğlu Mehmed, 25 — Yusuf oğlu Kâmil, 26 — Kerim oğlu İbrahim, 27 — Salim oğlu Boşnak Abbas, 28 — Erbil'li Şeyh Esad, 29 — Şeyh Esad oğlu Mehmed Ali, 30 — Mustafa oğlu Abdül-kerim, 31 — Nalıncı Hasan, 32 — Küçük Hasan, 33 — Kâhya Ahmed oğlu İsmail, 34 — Terzi Talât, 35 — İzmir'li Hacı Mehmed Ali, 36 — Harput'lu Mehmed, 37 — Manisa'lı Hüseyin Çakır oğlu Ramazan...

 

İdam cezasına mahkûm edilen 37 kişiden yalnız 28'i asılıyor ve geriye kalanı yaş haddi ve sair sebeplerden kurtuluyor.

 

Aralarındaki Hayim oğlu Jozef isimli yahudi ise mahut serserilere parası mukabilinde ip sattığı için kellesini vermiştir. Hiçbir şeyden habersiz, basit bir dükkâncı olan bu yahudiye tatbik edilen muamele, olanca zulüm ¦ve habaseti göstermeye tek başına kâfidir.

 

Hâdisenin fiil çerçevesi içinde bulunanlardan başka (ki bunlardan üç kişi kalmıştır) hemen hepsi, bir baştan öbür başa masumdur. Yâni hâdisenin 105 sanığından hemen hepsi masum.. Fiil çerçevesi içinde olan 6 kişinin 3 ü vak'a sırasında ölmüş, 1'i yaralı olarak ele geçmiş ve tazyik altında ihbar ve iftira etmediği kimse bırakmamış, kaçanlar ise Manisa yolunda tutulup yaşlarının küçüklüğü sebebiyle darağacından kurtulmuştur. Şu halde, fiil çerçevesinde bulunanlardan tek insan kalıyor: Zeki Mehmed... Gerisi yahudi Hayimoğlu Jozef'e kadar topyekûn suçsuz...

 

Asılanlar arasında, bütün suçu Şeyh Esad Efendinin oğlu olmaktan ibaret bulunan Ali Efendi, dinî ve umumî bilgisi kuvvetli bir insandır ve «Tetkikat ve Telifat-ı İslâmiye Heyeti» İkinci Reisliğini etmiş bir şahsiyettir.

 

Asılırken:

 

— Son sözün nedir? Sualine:

 

— Tevhid kelimesidir!

 

Mukabelesinde bulunmuştur.

 

Böylece Menemen hâdisesi, aslî gayesi olan dinî şahsiyetleri ortadan kaldırmak gayesini, başta Şeyh Esat Efendi bulunmak üzere birçok mübarek hüviyeti hayat defterinden kazımak veya hapislerde süründürmek suretiyle meydana getirmiş oluyor.

 

Menemen hâdisesi münasebetiyle tevkif edilip de beraet edenlerden biri de benim mürşidim ve kurtarıcım Abdülhakîm Arvâsî (Üçışık) Hazretleridir ki, kendilerinin Divan-ı Harp huzurunda ne dediklerini ve ne şekilde kurtulduklarını, bahisleri geldiği zaman göreceksiniz.

 

 

 

ESERİ:

 

Şeyh Esad Efendi'nin eserlerinden «Mektubat» ile «Divan-ı Esad» isimli Farsça ve Türkçe şiir kitaplarını temin ve tetkik edebildik. Mektupları, hususî münasebet, şeriat ve tasavvuf mevzularında olup bu bahislerde dinî ölçülere sâdık bir irfan sahibinin konuşmakta olduğu hissini aldık. Şiirlerine gelince, bunlar, Şeyh Esad Efendinin nadir bir hassasiyet ve şiir kabiliyetine mâlik bulunduklarına delildir.

 

Bir kaç misal verelim:

 

Yetiş imdada ey Şahı Risalet ruz-u Mahşerde

 

Benim bâr-ı günahım lûtf-u Şah-ı Embiya ister

 

Ne âb-ı dideden rahat, ne ah-ı sineden imdad

 

Benim bâr-ı günahım lûtf-u Şeh-ı Embiya ister

 

Nola bir kerre şâd olsun cemal-i bâkemalinde

 

Ki kemter bendeniz Esad sana olmak feda ister

 

Ayrıca:

 

Ne mümkün bunca âteşle şehid-i aşkı gasletmek

 

Cesed âteş, kefen âteş, hem ab-ı hoşgüvar âteş

 

Ben el çektim safa-yı ü ârâm-ı canımdan

 

Safa âteş, cefâ âteş, firar âteş, karar âteş.

 

Bir yakınımızdan sağladığımız «Kenz-ül İrfan» isimli hadîs tercümelerinde ise aslî metne ve Osmanlıca büyük bir sadakat ve hâkimiyet müşahede ettiğimizi belirtmek borcundayız.

 

Şeyh Esad Efendi ve Menemen mevzuunda son sözümüzü söylerken, tespiti gereken hak ve hakikat şudur ki, Şeyh Esad Efendi, kendi öz keyfiyeti bir yana, küfrün Islâmiyete yönelttiği kasda hedef kabul edilmiş olmak bakımından, «üzerinde ehemmiyet ve hassasiyetle durulacak muhterem bir zat ve büyük bir din mazlumudur.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sayın Reyhan;

 

Emeğine sağlık. Yakın tarihle günümüz vakaları arasında bağ kurmayı öğrenmemiz gerek. Bir daha teşekkürler...

Share this post


Link to post
Share on other sites
"Son Devrin Din Mazlumları"nda daha ne menemenler anlatılır...

Hem o kitabı 2 defa okumuş hemde menemende vakt-i zamanında ikamet etmiş birisi olarak şunu söyleyebilirim... Gerçekten haklısınız...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...