Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
furkan-NFK

üstadla Ilgili Bir Yorum

Recommended Posts

üstadla ilgili farklı bir yorum

 

 

necip fazıl kısakürek bir aydın değildir. çünkü necip fazılda empati öğesi sıfırın bile altındadır. kendisiyle mutabık olmayan kalemlere yaptığı çıkışlardaki aşağılamanın ve nefretin dozu bile bu noktada ilginçtir. veya siyasi görüşleri kendisiyle çakışmayanlara karşı tahammülsüzdür; hemen bir cihadın başlatıcısı olarak onlarca kelleyi halihazırda uçurmaya hevesli gibi görmüşümdür kendisini ben. bir ideolog olarak sadece kendi gibi olana karşı sempati besleyen, ötekinin derhal tasfiye edilmesi gerektiğini savunan bir hatiptir. diyaloga tamamen kapalıdır; monologlarla idare eder, onların da sonu gelmez. işte tam da burada keskinliği şüphe götürmeyecek olan zekasına, müthiş muhayyilesine, tartışma kabiliyetine, analitik yaklaşımına ve birikimine rağmen necip fazıl kısakürek, aydın olma sınavında sınıfta kalır. neden? çünkü ötekine onu yok etmekten başka bir itkiyle yaklaşamamaktadır. komünizm korkusuyla gittikçe daha çok öcüleştirdiği tüm o hayaletler (avrupanın üzerinde dolaşıyorlardı yaklaşık bir asır evvel) en kısa zamanda başı ezilmesi gereken hortlaklardır. işte böyle bir empati eksikliğini aydın olamamanın en önemli sebepleridne biri olarak görüyorum ben. bu kadar bilenmemiş, saldırgan bir militanlığın, böyle denetlenemez bir polemikçiliğin ve ben - öteki ayrımını bu kadar kıyıcı bir şekilde yapan, ötekinin dünyadan silindiği bir fikriyatı besleyen necip fazıl kısakürek bu sebeplerden aydın değildir. veya ben paranoyak oldum. çetin altana hapishaneden yazdığı bir mektup, bizim konuşma, köşe yazısı ve şiirlerinde gördüğümüz kükreyen tondan uzak bir necip fazılı işaret eder. ama bu mektup oldukça eski bir zamana tarihleniyordu; üstad o zaman politikanın içine balıklama atlamamıştı; açık açık mhpye olan sempatisini dile getirmiyordu. büyük doğunun 23 ağustos 1967 tarihli sayısının arka kapağında bir eşek fotoğrafının altında çetin altanın bir fotoğrafı vardır mesela. perhizi, rejimi ve lahana turşusunu aklımıza bir daha getirelim. açıkça da söyleyelim: necip fazıl kısakürek ve onun gibiler bu memlekette çok canların yanmasına sebep olmuşlardır.

 

şiiri hakkında konuşalım biraz. üstadın ilk yılları benlikle ilgisi çok sayıda buhran ve korkunun cisimleşmesi olan hafakanların etkisi altında geçer. necip fazıl kısakürekde sık rastlanacak, kilit bir kelimedir hafakan. ne derece doğru olabilir bilmiyorum ama angst terimi belki biraz muadil olabilir hafakana. esasında necip fazıl kısakürekin ilk dönem şiirleri, garip ama hoş bir tesadüfün sonucu olarak heideggerdeki sein zum todeuyla inanılmaz bir benzerlik gösterir. bazen merak ederim acaba necip fazılın 1928de yazılan sein und zeitı inceleme imkanı olmuş muydu? felsefeyle olan yakın ilgisi, eğitimi ve sürekli olarak buhranlara savrulan kişiliği düşünülünce bunun olanaksız olmayabileceğini düşünüyor insan. çok fazla kesişen çizgiler üzerinde ilerliyorlar ikisi de. veya benim saplantım bu. sein und zeit, fransızcaya ancak 1964te çevrildi; ondan evvel okuma fırsatı olmuş muydu, bilemiyorum. fakat tam da bir yirminci yüzyıl bunalımı olarak adlandırabileceğimiz bu hissiyat sadece heideggerde veya farklılaşmış haliyle varoluşçularda yoktu; yirminci yüzyıla hakim olan karaltının özünde bu vardır zaten. bir ölüme doğru savrulmadır hayat bu yüzyılda. ben sadece belli noktaların kısakürekle heideggerde birbirini böylesine tamamlamasına takılmış durumdayım. ama heideggeri bilmesek de, kısakürekin bilginin ve somut verilerin karşısına sezgiyi çıkaran, mistisizme meyilli (ve ileride rasyonalizme militanca bir savaş açmasında, ay'a ayak basılmasını feza pilotuyla eleştirmesinde daha da belirgin bir örneğini göreceğimiz) anlayışının temelinde bergsonun yattığını biliyoruz. bunların üzerine bir de türk şiirinde modernleşmeyi dışarıdan sihirli değnek ile bir anda yaratıveren baudelairei düşünelim ki o yahya kemalden ahmet haşime, ahmet hamdi tanpınardan cahit sıtkı tarancıya kadar sayılmayacak kadar çok sanatçıya da benzer şekilde etkilemiştir. kısakürekın şiirinin koyu kıvamında baudelaireliğin çok tadı bulunur. hatta biraz fazlaca bulunur bazen, öyle ki insan dosdoğru `baudeliareìn kendisini okuyormuş hissine kapılır. tuhaf durum...

 

necip fazılda ölüm hem kaçınılmaz olarak, her an ona doğru sürüklendiğimiz, azapların en büyük ve en korkunç olanını müjdeleyen bir büyük bilinmezdir. hafakan da sein zum todeun ta kendisidir (bunun tam bir türkçe çevirisini yapmak zor; ölüme doğru oluş denebilir belki). necip fazılda ölüm hem marazi ama vazgeçilmez bir merakla beklenen, hem de estetize edilen bir olgudur ve tek gerçektir. necip fazılın ölüme olan bu yaklaşımında onu aynı zamanda kutsal gibi görmesinde, hatta zaman zaman tabu yerine koyması yakalanabilir. tıpkı yhwh adının okunmaması gibi, kutsallığına atfettiği aşılmaz değerden dolayı telaffuz bile edilemez.

 

necip fazılın şiirinde asla değişmeyecek bir durumdur bu; 1930lardan sonra, abdülhekim arvasiyle tanışıp hayatını köklü bir şekilde değiştirdikten sonra bile ölüm ve her an kaçınılmaz olarak ona doğru sürükleniş durumu değişmemiştir. ancak şairin hayatında daha evvel olmayan islam inancı birden devreye girerek, onun hafakanla olan ilişkisini bambaşka bir hale koymuştur. artık ölüm, allaha daha yakın olunmayı sağlayacak bir büyük buluşmadır. dolayısıyla ölüme her an daha çok yaklaşıyor olmanın önemi yoktur çünkü nasıl olsa "vademiz dolunca gideceğiz"dir.

 

1930lar sonrası şiiri, dozu gittikçe kuvvetlenecek olan bir islam ideologunun doğuşunu müjdeler. giderek, şiir bir kavga aracı haline gelecek ve salt ideolojinin bir malzemesi olmak uğruna yazılacaktır. bugün islami büyük doğu akıncılar cephesinin savunduğu görüşlerle yakınlığı olmayan büyük doğuyu çıkarırken de siyasal söylemin ağırlık oranı gittikçe artmaktadır. muhafazakar kesim için de bu görülmüş şey değildir çünkü ilk defa aralarından yetkinliğine şapka çıkarılacak bir ideolog çıkmıştır. bu dönemden sonra yazdığı şiirlerin çoğunda hem ideolog hem de halen ölümü bekleyen bir fani olarak konuşur. fakat poetikasını da erken zamanlardan itibaren filizlendirmiş ve gittikçe daha mükemmelleştirmiştir.

 

bitirmeden evvel ekleyeyim dedim; günümüzde birbirlerine karşı büyük bir hoşgörüsüzlük içindeki sol ve sağ cenahların birbirlerine karşı öne sürdüğü necip fazıl kısakürek ile nazım hikmet ran zamanında dostlardı. ikinci dünya savaşına kadar ortak bir muhalif söylemin ertafında şekil alan bir bağlaşma vardı ortada; farklı siyasi görüşlere sahip olmalarına rağmen birlikte dergiler çıkaranlar az değildi. siyasi görüşün bağlayıcılığına rağmen illa ki birbirlerinin suratlarına tükürmek zorunda değildi insanlar. ikinci dünya savaşıyla birlikte herkesin kalbine yerleşen faşizmin bulutu henüz ortalarda görünmüyordu. o yüzden şimdi cenahların birbirlerine karşı siyasi ve edebi birer silah gibi kullandıkları kişilerin vaktiyle dost olduğunu bilmek tuhaf gelebilir kimilerine. bilindiği kadarı ile beş kişilik dostlar meclisi şu isimlerden terekküp ediyordu: necip fazıl kısakürek, nazım hikmet ran, peyami safa, nizamettin nazif tepedelenlioğlu ve vala nurettin. tabii, o zamanlar siyaseten kimse daha sonra olacağı kadarkeskinleştirmemişti söylemini, belki nazım hikmet dışında. izleyen yıllarda sağın ideologları olacak olan peyami safa ve necip fazıl o zamanlar en fazla mistik sıfatıyla nitelenebilirlerdi. en azından peyami safa halen sosyalizme sempatiyle yaklaşan bir gençti. daha sonraki yıllarda nazım hikmetin hapishaneye girince, o sırada siyasi çizgisini tamamen sağdan yana belirlemiş olan necip fazılın bu eski dostunu ziyarete gittiği de bilinir. kısakürek son demlerinde bile nazım hikmetten biraz kinayeli de olsa eski bir dostu olduğunu hissetirecek şekilde bahis açardı (diye anlatıyor kimi milliyetçi-muhafazakar çevreler; ne kadar doğru bilemem).

 

fakat... son tahlilde necip fazıl kısakürek, özellikle mhpnin kanatları altına girdiği dönemden itibaren (ki daha öncesi var, msp ve mnp ile olan münasebetlerini göz ardı etmemek icab eder) bir kırıklık. şiirini 1930lardan sonra kaybetti. geriye de kime, nasıl saldıracağını bilemeyen, bu memleketteki neredeyse tüm ilerici hareketlerin kafasının koparılmasını isteyecek kadar gözünü kan bürümüş biri kaldı. ahmet emin yalmana düzenlenen suikastin ruhu necip fazılınki kadar karanlıktır. üstad giderek bana karanlık kuyuya sarkıtılan boş kovanın yalnızlık ve hüznünü anımsatıyor, ama içi kanla da dolabilir o kovanın.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ha ha...! Buna ancak bir tarafımla gülerim!

Kimin nesi bu yazı?

Çamura atsak çamur pislenir...

Neyse...

Share this post


Link to post
Share on other sites
Ha ha...! Buna ancak bir tarafımla gülerim!

Kimin nesi bu yazı?

Çamura atsak çamur pislenir...

Neyse...

aynen öle...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Empati kabiliyetinden kasıt başkalarının penceresini sahiplenmekse, kendi penceresinden her yeri görebilen ve diğer pencereleri de 30 yaşına kadar denemiş, daha sonra da uzaktan incelemiş olan bir insanın böyle fikirsizce, sersemce bir harekete ihtiyacı olmadığı aşikardır. Üstad'da, Karşı tarafı hoş görmek değil, anlamak ön plandadır. Kitaplarını geçtim, günlük makalelerinde bile önce antitezini çerçeveler, daha sonra kendi zihnini açar, antitezi tokat manyağı eder. Üstaddan ve Polemikler forumu yığınla örnekten müteşekkil. Baba oradan 'sıfırın altındadır' diye ahkam kesmiş. Bu tabir bile tek başına arkadaşın, bunun bir eksiklik olduğu fikrini taşıdığını hissettiriyor. O öyle değil. Ebu Cehil'i anlamam yeterli, onun penceresini sahiplenmeme ve olaylara onun gözünden bakmama gerek yok. Gerçekten inandığı, bağlandığı bir fikri olan ve sahip olduğu fikrini yılların çilesiyle ve araştırmasıyla elde eden bir kişi, 'Ayy niye öyle diyosunuz abisi, Müslüman olsaydı mevkiini kaybedecekti, hem insanların yaşlanana kadar taşıdığı fikirlerini değiştirmesi zordur, Ebu Cehil bile özünde iyi bi insandır, canım benim, hanimiş de benim ebuşum, gugugugu' yumuşaklığına göz kırpamaz. Büyük buhranlar neticesinde, büyük bir itminan ile elde edilen hayat görüşlerine sahip olan Üstad gibi zatlar, bu fikrini hayatının merkezine oturtur ve hareketlerinde bu hayat görüşünden, bu ideolocyadan güç alır. Siz Allah'a inanıyorsanız; dünyaya gönderiliş amacınızın ona kulluk etmek olduğunu, hayatınızın bir sınavdan ibaret bulunduğunu ve sonsuzluk aleminde sizi yaratan kâdir varlığın sizi bu dünyada yaptıklarınızla hesaba çekeceğini biliyorsanız, bir de üstüne üstlük inandığınız görüş İslamiyet gibi sosyal bir yöne de sahipse, elbette diğer görüşlerle mücadele edecek, kendi doğrularınızı merkeze alacak, diğer görüşleri anlamakla onların yaşamasını desteklemek veya onlarla mücadeleden kaçmak arasındaki farkı şahsınızla ortaya koyacak ve hareketlerinizde ulvi hakikat peşinden koşacak, kendi nasibinizi diğer insanlarla da paylaşırken parazitlerden ortalığı temizleme gayretinde olacaksınız. Üstad da bu kişidir ve klavye münekkidleri ne derse desin bir mütefekkirdir, münevverdir. Modern manada bir aydın olup olmadığı ise önemli değil. İslam mevzuu şakaya ve entellik tafralarına gelmeyecek kadar ciddidir. 'Farklı görüşlere hayat hakkı tanımaz' ifadesi düpedüz cehalet kokuyor, şu an yerini hatırlayamadığım bir yazısında (muhtemelen Çerçeve'lerdeydi) Allah'a ve peygamberine hakaret içeren düşünceler hariç, her düşüncenin inandığı sistemde savunulabileceğini yazıyordu Üstad). Fakat fikrine samimiyetle bağlı olan, hakikati yumuşaklık gösterilerinin üstünde tutan bir şahıs için, kaypaklıktan uzak olan bu red ve karşı duruş tavrı gayet normal ve azizdir. Yalnızca kendinizi değil, bütün insanlığı birleştirmeye nanıyorsanız ve bu esnada öne çıkardığınız değer saygı tekerlemeciliği değil de hakikatse, bundan daha doğru bir tavır olamaz. Kaldı ki Üstad'ın yaşadığı dönemde takınmış olduğu bu tavır, iki kat daha haklıdır. Savunduğunuz fikrin düşmanları size güllerle gelmiyordu ki siz güllelerinizi saklayasınız. Bir yandan adamın da belirttiği komünizm mevzuu vardı, diğer taraftan devrimlerle, kan dökerek; sünepe müslümanların, şamar oğlanlarının, süt dökmüş kedilerin gözyaşları üzerinde yükselen bir rejim hüküm sürüyordu. Bu halde elbette ki ezilmeye mahkum insanları uyandırmak gerekecekti, gereken de yapıldı. Bugün yükselmekte olan, uyanmış ve bilinçlenmeye başlamış İslami neslin oluşumunda en büyük pay üstad'a aittir desek mübalağa etmiş olmayız, Üstad bu güruha çiftçilikten liderliğe yükselmeyi öğreten adamdır. 'Can yaktı, man yaktı', bırakılsın bu tıraşlar. Bıraksaydı da yanacaktı bu canlar, hala ne dediğinden habersiz güdülen bir Müslüman kesimin parçaları olacaktık muhtemelen, sünepelikten sesimizi çıkaramayacaktık. Klavye arkalarının ferahlığı bambaşka tabi, atış serbest. Her ilerici hareketin kafasının koparılmasını savunurmuş, ağız bozmaya gerek yok, şimdi o iki heceli malum ifadeyi telafuz etmeyelim, uza çocuğum, uza lan sığır!

 

Bundan sonraki kısım ise bildik, klasik ve temas etmeye değmez mevzular; değinmeye gerek duymuyorum. O dönemde dahi sabahlara kadar tartışmak dışında bir ortak noktaları olmamasına rağmen yumuşakçaların ısrarla telafuz ettiği 'Nazım'la kankaydı onlar, herşey keşke öyle olsa, hayat bayram olsa' teraneleri, Baudelaire geyikleri, şiirini katletme zırvaları, Malatya Suikastı, bilmem neler. Bu adamların yazılarını yayarak kendilerini şımartmaya, tempralıklarına müsade etmeye devam etmeyelim. Çaplı adam isterük!

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...