Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Ü.Y.

Bir Adam Yaratmak'ın Güçlükleri

Recommended Posts

Selamlar, Üstad hakkında birkaç şey araştırırken bu çalışma ile karşılaştım. Yazım hatalarını düzeltmeye çalıştıysam da yetersiz kalmış olabilir. İyi okumalar. Buyrun...

 

 

BİR ADAM YARATMAK' IN GÜÇLÜKLERİ

 

 

Vefa TASDELEN

 

 

Giriş

 

Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak adlı tiyatro oyunu hakkında pek çok olumlu değerlendirme yapmak mümkündür. Bu konuda söylenebilecek en ileri görüş, yine Necip Fazıl’ın kendi kaleminde ifadesini bulmuştur. Âdeti olduğu üzere, kendi eserleri hakkında çeşitli değerlendirmeler yapan yazar, Bir Adam Yaratmak hakkında da konuşur ve onun fikir aşamasından sahnelenişine ve tabii ki yapılan değerlendirmelere varıncaya değin geçen süreç hakkında açıklamalarda bulunur. 1937'de yazdığı giriş yazısında onu “bugüne kadar vücuda getirdiğim eserler içinde en bağlı olduğum eser” diye niteler. çeşitli zamanlarda yazdığı yazılarda ise (bunlara eserin sonunda yer verilmiştir), Mustafa Sekip Tunç ve Peyami Safa gibi dönemin önde gelen şahsiyetlerinin de hazır bulunduğu bir sohbette Burhan Toprak tarafından söylenen eserin bir şaheser olduğu yönündeki değerlendirmelere dikkat çeker ve “şaheser olmaya gelince... Acaba o da ne demek?...” diye sorar (s.153-154). Gerçekten de, Bir Adam Yaratmak, kurgusu, konusu ve tipleriyle özgün bir eserdir. Örnekleri çoğaltılabilecek bu olumlu yaklaşımların yanında, eseri farklı açılardan değerlendirmek de mümkündür. İste, “Bir Adam Yaratmak'ın Güçlükleri” adını taşıyan bu makalenin amacı, eseri ihtiva ettiği güçlükler ve bir ölçüde de yazı etiği açısından ele almaktır. Dolayısıyla makale, kısmen atıfta bulunulan bu olumlu eleştirilerin ve değerlendirmelerin yanında, “Bir Adam Yaratmak acaba su şekilde de okunabilir mi?” sorusundan hareket eden eleştirel bir okuma denemesi olarak görülebilir.

 

 

 

1. Bir Adam Yaratmak hakkında

 

Bir Adam Yaratmak güçlükleri olan bir eserdir. Onu okurken, seyrederken veya hafızamızda gezdirirken, bu güçlüklere dolanmamak ve sıcak terler dökmemek mümkün değildir. Belki de yazarın kasıtlı olarak amaçladığı bir etkidir bu. Söyle ki: Muhsin Ertuğrul kendisine, “Niçin bir piyes yazmıyorsun?” diye sorar. Annesinin, “Senin sair olmanı ne kadar isterdim” sözü nasıl sairliğinin ‘küçük' bahanesi olmuşsa, bu söz de tiyatro oyunu yazarlığının bahanesi olmuştur. Yedi gün çalışarak ilk tiyatro eseri olan Tohum'u yazar. Bu ilk piyesinin seyirci toplamaktaki basarisizliği karsısında hırslanır ve kendi deyisi ile yeni bir eser yazarak bu basarisizliğin ‘hincini' almak ister. Bu oyunun, beklenen seyirci kitlesini toplayabilmesi için her şeyden önce etkileyici, kelimenin tam anlamıyla ‘vurucu' olması gerekir. İste yazarın bu etkiyi ortaya koyma ve sıradan insanla aydını ayni sahne önünde buluşturma hayalinin gerçeğe dönüşmesidir Bir Adam Yaratmak. Bu hareket noktasıyla bile oldukça iddialıdır. Bu amaca ulaşabilmek için kaleminin ve sanatının tüm etki gücünü kullanmaya hazır olan yazarın tabii ki öncelikle ilginç bir öykü ve ilginç bir karakter bulması gerekir. Ve ortaya bütün çalkantıları, bunalımları, sırları ve acılarıyla Husrev tipi çıkar.

 

Husrev bir sırdan, kendine özgü bir sırdan söz eder. Ona hayat veren ve karakter kazandıran, bu sırdır. Bu öyle bir sırdır ki bütün varlığını, bütün iç âlemini etkisi altında tutabilmektedir. Kendisine derin acılar çektiren, kati bir yalnızlığın içine atan ve benliğinde bir mühür gibi taşıdığı bu sırrı anlatmanın, aktarmanın, ifade etmenin, paylaşmanın imkânı yoktur. Bir basına katlanmak zorunda olduğu ‘içteki kıyamettir' o. “Âlemden gizli tek bir sırrım kaldı. İçimdeki kıyamet! Kimse bir şey bilmiyor. Bakma kıvranışlarıma. Bakma ağzımın dikişlerinden sızan hırıltılara! Bakma beni çıldırıyor sanmalarına! Bilmiyorlar. Söyleyemiyorum. İstesem de söyleyemem. Söylesem de bir şey anlaşılmaz” (s.70). Kendi içinden bir türlü ötekine doğru akmayan, açılmayan bu ‘kati sır', Husrev tipinin tüm eylemlerini gerekçelendirerek eserin omurgasını oluşturan büyük acıya da kaynaklık eder.

 

Peki ne olmuş da Husrev böyle bir sırra sahip olmuştur? Onu kendi içinde bir kördüğüm hâline getiren şey nedir? Babası, Husrev sekiz yasında iken kendisini konağın bahçesindeki incir ağacının dalına asarak intihar etmiştir. Çocukluğu o incir ağacının uğursuzluğuna ilişkin hikâyeleri dinlemekle geçmiştir. İncir ağacı da kendi içinde taşıdığı sırrın bir parçasıdır. “Benim bir büyük annem vardı ki, bu incir ağacının dibinde göze görünmez bir cin ve peri alemi tasavvur ederdi. Çocukken, beni bu incirin dibinde oynamaya bırakmazlardı. Bir gün orada oynarken ayağım kayıp yere düştüm. Sabahtan aksama kadar mutfakta, cinlerin öfkesini dindirecek şerbetler kaynadı. Sihirbaz değneklerine benzer kepçelerle uzun uzadıya bu kazanı karıştırdılar. İncirin dibine döktüler” (s.19).

 

İncir ağacı hakkında anlatılanlar, babasının etkileyici ölümü, Husrev'in üzerinde derin etkiler bırakmıştır. Belki de bu etkilerin sonucu olarak ölüm düşüncesi bir ‘fikri sabit' hâlini almıştır kafasında. Psikiyatrideki tabiriyle bu takıntı (obsesyon) içinde giderek derinleşmiş ve tüm hayatini temelinden sarsacak noktaya gelmiştir. Bunun da etkisiyle varoluşun insani ürperten olasılığı ve ölüm konularında canlı sahneler1 çizer ve günün birinde Ölüm Korkusu diye bir piyes yazar. Büyük basarılar kazanır. Ama asil sorun da bundan sonra baslar. yazdığı piyeste kendini, kendi korkularını ve kaygılarını anlatmıştır. Böylece, tıpkı rüya içindeki rüya gibi piyes içinde piyes baslar. yazdığı piyese kendini, kendi dünyasını aktarmıştır. Piyesteki kahramanın babası da kendisini incir ağacına asmıştır. Bu kahraman bir gün annesini tabancadan çıkan bir kursunla öldürür. Kaza olduğu için beraat eder. Piyesin burasında, asil cezanın insanin vicdanındaki ceza olduğu yönündeki ve edebiyattaki en yetkin ifadesini Dostoyevski'nin Raskolnikov tipinde bulan geleneksel tez yinelenir: “Kendi kendisine öyle bir ceza vermiştir ki, ondan kurtuluş yoktur. Vicdan azabı günden güne pençesini beyninde derinleştiriyor. Birdenbire gözünde, o zamana kadar hiç dikkat etmediği bir şey canlanıyor. babasının akıbeti! İkide bir de, babam kendisini bir incir dalına asmıştı, diye söyleniyor. Muvazenesi gittikçe bozuluyor. Artik annesinin acısı onda mücerret bir ölüm korkusu halinde tecelliye başlıyor. Ölüm; sağı, solu, önü, arkası, her tarafı ölüm. Piyes bastan basa ölüm korkusu ile dolu” (s.17).

 

Annesinin, bir kaza kurşunuyla da olsa ölümüne neden olmanın vicdan azabına dayanamayan Ölüm Korkusu'nun kahramanı, ‘ölümden kaçacağı yerde ölümün kucağına atlar' ve babasının asıldığı incir ağacına kendini asarak intihar eder. Buradaki temel konu, piyes içindeki piyesin yazarının kişisel hayatinin eserine yansımasıdır, ama bunun bir karşılığı da vardır: Husrev, yazdığı eseri kendi bireysel hayatında tecrübe etmeye baslar. Artik beklenti, onun da bir kişiyi (annesini), tıpkı yazdığı piyeste olduğu gibi öldürmesi ve kendisini incir ağacına asmasıdır. Gerçekten de bir kişiyi kaza kurşunuyla öldürür. Ama bu annesi değil, kendileriyle birlikte kalan halasının kızı Selma’dır. Geriye Husrev'in kendisini asması kalır. Annesi bundan korktuğu için bahçedeki incir ağacını Uşak Osman'a kestirir. Bu arada ilginç haberlerle gazetesinin tirajını artırmaya çalışan ve “Ben ticarethanemin kanunlarına bağlıyım” diyen gazete patronu Şerif ve açtığı kliniğin reklamını yaptırmak için Husrev'i oraya (eserde geçen sekliyle ‘tımarhanesine') yatırmanın peşinde olan ruh doktoru Nevzat’ın ilginç entrikaları vardır (s.84-88). Sonunda Husrev tımarhaneye gitmeyi kabul eder, fakat sözde arkadaşı Nevzat’ın kliniğine değil, devlet hastanesine. Kapıdan çıkarken yüzünde tuhaf bir gülümseme belirir: Delirmenin sok edici ifadesidir bu.

 

Kısaca özetlemeye ve hakkında bilgi vermeye çalıştığımız Bir Adam Yaratmak’ın ihtiva ettiği güçlükleri, “Bir Adam Yaratma'nın Varoluşsal Güçlüğü” ve “Bir Adam Yaratma'nın Poetik Güçlüğü” olmak üzere baslıca iki kategoride toplayabiliriz. Varoluşsal güçlükler bölümünde eser, konusu, öyküsü, tipleri ve içerdiği görüşler açısından irdelenecek, Poetik güçlüğü bölümünde ise eserin dayandığı sanatsal zemin sorgulanacaktır.

 

2. Bir Adam Yaratmanın Varoluşsal Güçlüğü

 

Bir Adam Yaratmak, Husrev karakterinin etrafında dönüp dolaşır. Oyun, bastan sona onun ruh hâline kilitlenmiş durumdadır. O, diyalogdaki birinci kişidir, onunla konuşulur, onun sorularına cevap verilir, onun konuşmaları dinlenir. Husrev, sık acı çektiğinden, ifadesi imkânsız bir ıstırap içinde olduğundan söz eder. Hafifmeşrep bir karakter gösteren Zeynep'le olan konuşmalarından birinde kendisini tanımlayacak bir sıkıntıdan haber verir (s.35). Bu ‘arzuları öldüren' bir sıkıntıdır. Öyle bir sıkıntıdır ki hayatla kişi arasında sineklerin çarpıp geri döndükleri ve bir türlü delip de içeri girmeyi başaramadıkları cam gibi şeffaf bir engeldir. Bu sıkıntı, hayata çıkmasını engelleyen asılmaz bir duvar gibidir. Bir başka yerde de kendisini şekillendiren temel bir acıdan söz eder: “Ben Allahın yalnız acı çeksin, yalnız kıvransın diye yarattığı bir âletim galiba. Kâinatı dolduran her şey, her hadise, her hareket, benim için bir işkence vesilesi. Bir türlü rolümü ve rahatımı bulamıyorum. Tabii zevkleriyle yasayan hayvanlara bakıyorum da, ne güzel, ne emniyetli bir vasıtanın öksüzü olduğumu anlıyorum. Ben içindeki hayvani ürkütmüş, incitmiş bir hastayım” (s.74). Bu temel acı, savunma mekanizmasını yok etmiş, âdeta her türlü etkiye açık yalın ve çıplak bir benlik hâline gelmiştir. “Bir adam ki, içinin cehenneminde yanıyor; herkesin malik olduğu en basit müdafaa silahlarını, maskelerini kaybetmiştir” (s.82). Çektiği acı ve sıkıntıların, bir bıçağın deştiği yaradan boşanan kan gibi doğal bir şey olduğunu düşünür ve “Hiç bıçağın deştiği yerden kan akmaz olur mu?” diye sorar. Eğer bir kişinin düşünceleri de kendisine acı veriyorsa, düşünmek istememesinden daha doğal ne olabilir? “düşünmek istemiyorum diye bağırmak, ulumak istiyorum. Osman, düşünmek istemiyorum! düşünmek istemiyorum” (s.110). Kendisine “hep ölümle meşgulsün” diyen Mansur'a, “Ondan başka meşgul olacak ne var?” diye karşılık verir (s.29). Ölüm fikri, tüm varlığını kuşatmış durumdadır. Oyundaki temel karakterin böyle bir ruh hâline sahip olması ve hemen her cümlede kendini sarsan bir acıdan, azaptan ve ıstıraptan söz etmesi ve üstelik bunu yer yer kendi acısını yücelten bir tarzda yapması, neredeyse acı çekmenin bir imtiyaz, hem de yalnız ona özgü bir imtiyaz olduğu hissini uyandırır insanda.

 

Oyun süresince bu marazî ruh hâlinin propagandasına maruz kalan kişi, ‘arınmak' (katharsis) bir yana, içinde biriken kaygı, sıkıntı ve bunalım ile iyice sarsılmış bir şekilde terk eder salonu. Ama Necip Fazıl’ın tarzıdır bu. Gerçekten, onun pişirdiği yemeğe baştan sona tat veren bu ruh hâlidir. Bu ruhtan çıkan bunalım, sıkıntı ve karamsarlık bütün eseri bastan sona sarar. Ve bu karanlık ruh hâli, ‘büyük meselelere dolanıp durur. Öyle dolanır ki, hangisinin fikir, hangisinin fikrisabit, hangisinin bunalım, hangisinin dinî duyarlık olduğu belirsiz hâle gelir. Baudelaire, “Kurban da benim cellât da ben” der bir şiirinde. Husrev de, “Kimse bana kendim kadar düşman değil”, “Keşke ben de kendimden gizlenebilsem” diyerek kurbanı ve cellâdı kendi içinde, kendi kişiliğinde birleştirdiğini ilan eder (s.36, 129). Öte yandan, “Ben de bir insanim. Hiç bir fevkaladeliğim yok. Bir kadere bağlıyım. Bir takim zaaflarla doluyum. Belki herkesten daha zayıf” (s.23) dese de, ileri derecede farklı olduğu bilincine sahiptir. “Ben şehirleri, sokakları, kahveleri dolduran seri mali insanlardan değilim. Keşke onlardan olsaydım. Onlar sıhhatli, tabii, mükemmel mahlûklar. Benim en lâzım tarafım sakat. Ben Allah’ın yalnız acı çeksin, yalnız kıvransın diye yarattığı bir âletim galiba.” Ben bilinci öylesine ileridir ki, bu başkalığın ateşle suyun arasında olmadığına inanır. “Seninle aramda öyle bir başkalık var ki, bu başkalık ateşle suyun arasında yok.” Bunu ‘zayıf karakter'i oynayan Zeynep'e söyler. Oyun içinde ona en yakin karakter, yazdığı oyunu oynayan Mansur'dur. Onu kendine yakin görür, belki de yazdığı oyunu oynadığından ötürü. “Tabiatın çocuğusun” der Zeynep'e. “Bense...” cümlenin gerisini getirmez. Belli ki, ‘bedenini yitirmiş tedirgin bir ruhum' demek ister. Bunun kanıtı bir önceki sayfadaki “İçindeki hayvani ürkütmüş, incitmiş bir hastayım” sözünde gizlidir (s.74-75). Onun her sözü kendi ıstırabının ve başkalığının bir ifadesi olarak ortaya çıkar. Bu ıstırabın ve başkalığın yansımadığı pek az diyalogu vardır. “Ben, demek kimseyle müşterek ölçüsü kalmamış bir zavallıyım. Demek ben bu toprağın üstünde yasamıyorum. Demek ki benim beynim, kimsede olmayan bir takim vehim nebatları yetiştiren bir vehim tarlası” (s 83).

 

İntiharla sonuçlanan hadiseler, ‘ağır' hadiselerdir. Dolayısıyla, piyes içinde geçen ve pes peşe gelen intihar ve kazalar, Bir Adam Yaratmak’ın en ileri derecede ve en ağır vak'ayi kendine konu edindiğini gösterir. Bu ağır vakfa onun etkileyiciliğini ve sürükleyiciliğini artırabilir, ama ayni ölçüde sarsıcı ve olumsuz bir tortu da bırakır. Bu tür ileri bir vak'ayi eserine taşıması ve kendi acıları, bunalımları ve takıntıları ile kördüğüm olmuş Husrev tipinin oyuna tüm anlamını vermesi, Bir Adam Yaratmak’ın baslıca varoluşsal güçlüğünü oluşturur. Sorun sudur: Bu tür ileri bir vakfa bir eserin omurgasını oluşturmalı midir? Okuyucuyu veya seyirciyi hayat ve ölüm konularında, marazî bir ruh hâliyle karsı karsıya bırakmak, ısrarla belirli saplantıların içine doğru çekmek, ahlâkî midir? Ama Necip Fazıl’ı bu konuda mazur görebiliriz. Çünkü ‘sürur' ve ‘neşe' onun lügatinde olmayan kelimelerdir. Onun sanatı bastan sona içindeki bitimsiz acı madenini islemekle vücut bulmuştur. Husrev'e söylettiği su söz, ona da uygundur: “Ben Allah’ın yalnız acı çeksin, yalnız kıvransın diye yarattığı bir âletim galiba.” (s.74). İnsanin acı çekmesi, birtakım sorunlara sahip olması, hayat ve ölüm karsısında en derin kaygıları yasaması elbette normal ve insanî bir durumdur. Burada sorgulanabilecek konu, bunları yaşamak veya yaşamış olmak değil, ne kadar ve ne ölçüde başkalarına açabileceğimiz, hele hele bir sanat eserinin konusu hâline getirebileceğimizdir. Söz gelimi, bir sanatçı olarak okuyucumuzun veya seyircimizin karsısına ‘kocaman bir azap ve cinnet binası' ile çıkarsak, sırf bundan ötürü bir şaheser mi yaratmış oluruz?

 

3. Bir Adam Yaratmanın Poetik Güçlüğü

 

Bir Adam Yaratmak’ın Poetik güçlüklerinden de söz edebiliriz. Kendisinin herkesten farklı olduğuna inanan Husrev tipinin, bu sikici ve gergin adamın, uzun söylevleri oyun boyunca sürüp gider. Seyirci olarak sözü hep onun ağzından duymaya şartlanırız. Oyun kendi içinde o kadar ben–merkezci bir görünüm sunar ki, âdeta Husrev tek basına kalır. Diğer konuşmalar, sanki onu söyletebilmek için bir bahanedir. Diğer karakterler yalnızca o monologunu sürdürebilsin diye uyduruluvermiş birer ‘vesile'dir. Oyunun tümünde, belki de seyirciler üzerinde etkili olması için Husrev tipi üzerinden üretilmiş abartılı ve içtenlikten yoksun bir gerilim vardır. Husrev'in oyun içindeki bu merkezî konumu, eserin Poetik güçlüklerine de yansır.

 

İnsan, üretmek, kendi iradesini ve gücünü eserinde seyretmek isteyen bir varlıktır. Bununla kendinden kurtulup kendi karsısına geçmek, kendisini algılamak ve kendi bilincine varmak ister. Ama bu ayni zamanda ilâhî bir nitelik de taşır. Çünkü Allah’ın yaratma eylemini de ayni şekilde açıklayanlar vardır. O, evreni ve insani yaratmış, eserinde kendini ve kendi kudretini seyretmek istemiştir. Bu iki tür yaratımı karsı karsıya getirmek ve sanatsal bir yaratım içindeki insani bir tür sirk içinde görmek, kuskusuz tartışılacak bir konu değildir. İnsanin sanatsal yaratıcılığı ile Allah’ın yoktan var ediciliğini karşılaştırmaya kalkışmak, sonuç vermeyecek bir çaba içine girmektir. Bu iki eylem arasında özce bir başkalık vardır. Öte yandan Allah, kendi özelliklerinden insanlara da vermiştir. Mutlak ve göreli arasındaki bir ilgidir bu. Bu nedenle, eski bilginler ve filozoflar, insanin yer yüzünde ulaşabileceği en ileri olgunluk (kemal) derecesinin ancak Allah'a benzemek suretiyle olabileceğini söylemişlerdir. Bir Adam Yaratmak bu konuda çelişkili bir görünüm sunuyor gibidir. Sanatsal yaratımı bir yandan “Allahlık taslamak”, “yalancı ilâhlık” gibi deyişlerle nitelendirirken, öte yandan bu tür bir yaratım içinde bulunan kişiyi, kemal derecesinde gösterir (s.7,70). “Ben sanatı hayattan başka bir şey sanıyordum. Hürriyetlerin sonu. Aciz bahtımın ulaşamadığı bir yer. Orası irademin bahçesiydi. Orada oyuncaklarıyla oynayan bir çocuk gibi başıboştum. Orada kulluktan çıkıyor gibiydim.” “Bir adam yaratmağa kalkıştım. Bir adam yaratmak. Bir adam yaratmak.... Ona bir kafa, bir çift göz, bir burun, bir ağız uydurmak. Ona göre bir beyin yapmak ve göğsünün içine bir kala takmak. Saat gibi islesin, kanını vücudunda döndüren bir kala. Bir kala, anlıyor musun? Güya duyan ve acılarına, sevinçlerine yataklık eden yer de orası. Bir kala. Bitti mi? Biter mi? Bu adama bir de kader çizmek lâzım. Bu adam yasayacak, gezecek, tozacak, basından bir şeyler geçecek. Bu adamın meselâ bir babası olacak. O baba bir incir dalına asilmiş bulunacak. Sonra da.... Eeee? Ben Allah miyim?” (s.70, 132). Bir başka yerde de sunu söyler: “Ben ne yaptım? Bir hududu zorladım. Kendimin dışına çıkmak isterken kendime rast geldim. Meğer kul olduğumu anlamak için Allahlık taslamalıymışım. Meğer nasıl yaratıldığımı anlamak için bir adam yaratmaya kalkışmalıymışım. Ben ne yaptım? En sağlam basamağı ayağımdan kaydırdım. Körlüğü zedeledim. Simdi görünen şeye nasıl bakayım? İnsan kaderini bir rüya gibi uykuda bulur. Bu rüyayı uyanık nasıl seyredeyim? Allarla kalabalık arasında kaldım. Boşlukta nasıl durayım?” (s.70-71).

 

Husrev'in bir oyun yazmayı, bir karakter çizmeyi, bu insanî yaratıcılığı “Allahlık taslamak”, “yalancı ilâhlık” olarak görmesi hayret vericidir. Kendisinin böyle bir yasak bölgeye girdiğini düşünür. “Ben tırmanmak istediğim kayadan düştüm. Meğer çok ileriye gitmişim. Yasak ülkelere girmişim. Gözü kör, yürürken, bir çıyan yuvasına basar gibi bazı sırların üstüne bastım. Onlar gaip âleminin bekçileriydi. Ürktüler ve beni çarptılar. Yaratıcı neymiş, yaratmağa kalkışarak tanıdım. yalancı ilâh, doğrusunu tanıdı! Gölge artist öz sanatkârı tanıdı. Ben simdi, su anda tanıyorum Allaha. İlminin, sanatının karsısında aklimi veriyorum. Aklim bir cephane deposu gibi patlıyor, kül oluyor” (s.134). Bu şekilde, incir ağacı takıntısı, bir başka yerde ve hiç ummadık bir şekilde kendini yineler, büyük anne tarafından cinli ve perili olduğu tasavvur edilen incir ağacı, bu sefer bir çıyan yuvası gibi üstüne basılan ‘yasak ve sırlı bölge'ye dönüşür. İncir ağacının kesilmesiyle belki intihardan kurtulan Husrev, bu yasak ve sırlı bölgede bir başka şekilde kendi varlığını yitirir. Galiba buradaki temel sorun, sanatçı ile Allah arasındaki ilişkinin kurulabilmesidir. sanatçı, yarattığı tipe olasılıklar arasından tutup bir kader tayin ederken, Allah ile olan bireysel bağını, böylelikle kendi varoluş sırrını da keşfeder. Necip Fazıl’ın tüm sanatına hayatiyet kazandıran temel görüş, sanatçının beninin ve bilincinin, ancak Mutlak Ben'i ve Mutlak Bilinci tanımakla kendi özgül yerine kavuşabileceği yönündedir. Bunu ‘kemal derecesi' olarak görür.

 

Husrev burada kendi acısına mistik bir nitelik kazandırmaktan da geri kalmaz. Bir anda, hiç de kendisinden umulmayan bir tarzda, kendisi ve Allah arasındaki ilişkiyi çok ileri derecede dinî bir terminoloji ile ifadeye koyulur. Bu durum eserin ‘insicamı' açısından bir sorun teşkil edebilir. “Biz bu dünyada her şey, en sefil nebattan tut, en uzak yıldızdan tut, en kudretli insana kadar bütün mevcutlar, bilerek bilmeyerek Allahtan gelen cazibenin kasırgası içindeyiz. Sonbaharda yapraklar nasıl boranin çektiği istikamete çullanırsa, hepimiz, her şey, Allah'a doğru gidiyoruz” (s.132-134). Bir başka yerde de sunu söyler: “Allah gayedir. Her varılan şey gaye olabilir mi? Yollar uzun, yollar sonsuz, yollar açık.... Bilerek bilmeyerek Allaha doğru yol almak vardır, varmak yoktur. Varabildiğimiz hiçbir şey, hiçbir ufuk Allah değildir. Allah sonsuzluktur. Hiç sonsuzlukla boy ölçüşmek olur mu? Hiç adetler, milyonlar ve milyarlar sonsuzlukla yarışabilir mi?” (s.109, 133). Husrev bu sözleriyle çektiği acıya giderek artan bir dozda dinsel bir nitelik kazandırmaya çalışır. Hatta insan onun çektiği acıların sahip olduğu dinî duygudan, yasadığı mistik tecrübeden kaynaklandığı hissine bile kapılabilir. Aslında o da bu tür bir anlamı ima edecek ifadeler sarf etmekten geri kalmaz: “İşte yazdığını yasayan adam! Beni bu gülünç kadere insan iradesi sokmadı. Tepemde başka bir irade var. Onu bir kanat gölgesi gibi üzerimde duyuyorum.” “Anlayın bu azabı! Bir azap ki kul olduğum için çekiyorum. Çekmemek için Allah olmak lâzım. İnsana göre değil bu; yok bunu çekecek aza insanda! Yetişir! Gelsin artik her şey yerli yerine! Verin bana artik dünyamı! Salıverin beni kalabalıklara!” (s.70, 71).

 

Bir Adam Yaratmak’ın Poetik güçlüklerinden bir başkası, oyunun ‘tabiîliği' noktasında ortaya çıkar. Mansur'a göre oyunda tabii olmayan hiçbir şey yoktur. Husrev de bunun felsefî ve psikolojik gerekçelendirmesini yapar. Oyunun tabiîligini sağlayabilecek tek nokta, hayatta her şeyin ihtimal dahilinde olduğudur. Her şey olabilir. “Hayat beklenmediklerle doludur. Şimdi su tavan çöker ve hepimiz altında kalabiliriz. Hiç de olamaz demem. Hiç de hayret etmem.” Bu olasılık hesapları yazarı ‘kader'le veya ‘hayatin gizli şuuru' ile karsı karsıya getirir. (s.43-45). Bu gizli şuurun içinde insan varoluşunu kuşatan olasılıkların, bir anda olasılık olmaktan çıkarak bir kader hâline gelişi söz konusudur. Husrev söyle der: “Bir kahraman düşünün! Dünyada atlatmadığı tehlike kalmamıştır. Ne korkulu isleri kendi iradesiyle doğurmuş, kendi iradesiyle yenmiştir. Bir gün bu adam evinden çıkarken ayağı bir tasa takılır, düşer ve ölür. Ne dersin?” Bu söz karsısında, Şeref, hiç de kendisine biçilen gazetesini satmak için her şeyi mubah gören gazete patronu rolüne yakışmayan, kendi karakteriyle bağdaşmayan bir söz söyler: “İnsan ne sefil, ne küçük sebeplere mahkûm.” Oyunun tabiîligini garanti edecek bu varoluşsal olasılık hesabi, yine Husrev'in dilinde çarpıcı bir örnekle ifadesine kavuşur: “Her zaman beynimi tırmalamış bir misal hatırlarım. Bakin nasıl! Meselâ bir gün, Eminönü meydanında bir otomobil bir adamı çiğner. Hadiseden on dakika evveline gidelim. Adam, meselâ Gülhane Parkının önündedir. Otomobil de faraza Taksim'den geliyor. Manzarayı görüyor musunuz? Geliyor? Bin otomobil içinde bir otomobil ve yüz bin adam içinde bir adam. Ne adam çiğneneceğini bilir, ne de otomobil çiğneyeceğini. İkisi de bir sürü tesadüflerle bilmeden birbirine doğru yaklaşırlar. Meselâ adam bir dükkânın önünde durur. Bir kutu kibrit alır. Bir iki adim atar. Bir arkadaşıyla konuşur. Bir vitrini seyreder. Bu masum hareketlerin bile birkaç dakika sonra kopacak faciada hisseleri vardır. Bütün bu hadiseler esrarlı bir şekilde geçe geçe nihayet mes'um ani doğururlar. O an gayet basit bir son sebebe dayanır. Bir dalgınlık, bir belirsizlik, su bu. Tesadüflerin kim bilir nasıl ve nereden idare edilen son derece girift ve içinden çıkılmaz bir riyaziyesi vardır” (s.45). Husrev, bunca sözden sonra artik eserinin tabii olduğunu kanıtlayabileceği felsefî zemine kavuşmuştur. “Ben de eserimde hayatin bu tarafını göstermek istedim. Basit bir sebep temelinin üstünde kocaman bir azap ve cinnet binası kurayım dedim. Binaya hayret edenler sebepten şüphelendiler. Sebep dediğiniz de ne? Bir hiç, bir hiç!” (s.44-45).

 

Kabul etmek gerekir ki, varoluş, doğal hadiselerin aksine, olasılıkların iç içe geçtiği bir alandır. Bu alanda olup bitenler insanin yapıp etmelerine, özgür iradesine dayalı ortaya çıkar. Bu nedenle, doğal hadiseler gibi belirli yasalara indirgenemezler. Bu anlamda varoluşun gerçekleşmesi, bir imkân olan varoluşun, iradî bir karar ve eylemle imkân olmaktan çıkarak edimsel (fiilî) hâle gelmesidir. Bu olasılık hesaplarının içinde büyük sevinç ve mutluluklar vardır, ama Jasper'in deyisiyle insanin ‘eninde sonunda' karsılaşacağı derin ve kaçınılmaz acılar, varoluşun ‘sinir durumları' da vardır. Bir insanin basına gelebilecek her şey, hayata dahildir ve bu her bir kişi için geçerlidir. Bununla birlikte, varoluş içindeki olasılık hesapları, bir tiyatro oyununun tabiîliginin gerekçelendirilmesi için kullanıldığında, oyun bu kuramsal temeliyle bile çoktan tabiîligini yitirmiş olur. Onun tabiîligini kendi oyun mantığının dışında felsefî bir olasılık hesabında aramak yanlıştır. Eser bir tiyatro eseridir, felsefî bir diyalog değildir çünkü. Ne var ki, Necip Fazıl’ın tez ortaya koyma ve bunu betimsel değil de kuramsal bir yaklaşımla yapma tarzı, Bir Adam Yaratmakta da baskın bir şekilde gözlenir. Bu özelliği ile eser, yer yer bir tiyatro eseri olma niteliğinden uzaklaşarak felsefî bir diyalog denemesine dönüşür. Bu da Bir Adam Yaratmak’ın Poetik güçlüklerinden bir başkasıdır.

 

Sonuç

 

Oyunun başlıca sorunu Husrev tipidir. O, Bir Adam Yaratmanın tüm güçlüklerini üzerinde taşır. Sanki bir kuyudan sesleniyor gibidir. Dış dünyayı kendi içindeki bulanır suda kaybetmiştir. Oyun, bu temel sorunu ile hayatin canlı dokusunu ıskalamıştır. Böyle bir tip hayati ne kadar temsil edebilir, insan varoluşunu ne kadar yansıtabilir? İnsanlardan onu anlamalarını, onu sevmelerini ve onunla hemhâl olmalarını nasıl bekleyebiliriz? Onun yangınından sıçrayacak bir kıvılcım, ‘körlüklerinin zedelenmesine' ve varlık saraylarının tutuşmasına neden olmaz mi?

 

Burada, yazıyı sonuçlandıracak paragrafı yazmadan önce Bir Adam Yaratmak’ın belki de en muhteşem, en parlak ve eserin karamsar yüzünü bir ölçüde yumuşatacak bir yönünden söz edebiliriz: ‘Varılma iştiyakı' diyebileceğimiz bir duygu, hiçlikten delice kaçış ve varılmaya duyulan sinirsiz bir tutkudur bu. Husrev'in dilinde, ölümün ve yok olmanın uyandırdığı dehşet karsısında, yok olmaktansa herhangi bir şey, sözgelimi ‘yeşil sırtlı bir kertenkele' olmaya duyulan özlem kendisini ağır bir şekilde hissettirir: “Alladım, ben yok olamam! Her şey olurum yok olamam. Parça doğranabilirim. Nokta nokta lekelere dönebilirim. Tütün gibi kurutulabilir, ince ince kıyılır, bir çubuğa doldurulur, içilir, havaya savrulabilirim. Madem ki bu kadar korkuyorum, yok olamam. (...) Razıyım bir toz parçası olayım. İnsanlar üzerime basarak geçsin. Canım acısın, duyayım. Canımın acıdığını duyayım. Razıyım bir kertenkele olayım. Kızgın yaz günlerinde bir bahçe duvarına tırmanayım. Tırnaklarımı tuğlalara geçireyim. yeşil ve ıslak sırtımı güneşe vereyim. Fakat güneşle sırtım arasındaki öpüşmeyi duyayım. Tuğlaların incecik zerrelerini sayayım. Kovuklardaki böceklerin, bir boru içinden bakar gibi bana baktıklarını göreyim ve düşüneyim. Razıyım bir nokta olayım. Fakat o noktaya bütün kainat, bütün mevcudiyet dolsun. Ben yok olamam. Ağlarım, tepinirim, çatlarım, çıldırırım, ölürüm, fakat yok olamam” (s.113). Ölüm korkusunun ve yok olma kaygısının ulaştığı bu ileri noktada varoluşun derin akısı duyulur. Varılma isteğinin ve varılma değerinin bu üstün ifadesi, eserin en görkemli noktasını oluşturur.

 

Passal, “ben bir harabe değil, gören bir adamım” der. Bir Adam Yaratmaktan yazının basına koyduğumuz epigrafi, benzer bir duyarlığı, hatta bir ruh akrabalığını haber verir gibidir. Oyunda Husrev’in kendi derdini anlatma girişimlerinin başarısızlıkla bittiğini görürüz. Bir türlü kendisini ifade edecek cümleyi kuramaz. Ölümden söz eder, sabit fikirden söz eder, bunalımdan söz eder, kıyametten söz eder. Belli ki, söylediği hiçbir söz, aslında söylemek istediğini karşılamamaktadır. Bu söz denemelerinden birinde, ‘körlüğü zedelemek' ifadesi geçer. Galiba bu onun anlatmak istediğinin tam ifadesidir. ‘Körlüğü zedelemek', mutluluk ülkesinden göçün ve çöllere doğru ilerleyişin ilanıdır. Körlük zedelenmişse, rüya da bitmiştir. Nietzsche, “Zerdüşt bir kez uyanmıştır, simdi bu uyuyanlar arasında ne yapacak” diye sorarken, ayni şeye, yani ‘zedelenen körlüğe' işaret eder. Casus, ayni ruh ülkesinin vatandaşı olarak ayni dilden cevap verir onlara: “Zamanın cehennemi onun ülkesidir artik.” İste Bir Adam Yaratmak, zamanın cehennem olduğu ülkeden gelen bir esindir. Necip Fazıl bu oyunu yazmakla muhtemelen kendi içinde büyük bir dinginlik yasamıştır, tıpkı şiddetli bir yağmurdan sonra havanın sakinleşmesi gibi. Ama biz, okuyucular ve seyirciler, bu devasa ‘azap ve cinnet binası' karsısında, onun bu dinginliğinin bedelini gerilerek ödüyoruz. Bu iyi mi? Gerilimin de estetik bir kategori olmadığını kim söyleyebilir?

 

 

 

__________

 

KAYNAKÇA

 

Kısakürek, Necip Fazıl. (2003). Bir Adam Yaratmak. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.

 

 

 

1) Babasının resmi karsısında söylediği su sözler sarsıcıdır: “Şimdi o eller nerede? Şimdi onlar belki bileğinden kopmuş, buzdan soğuk, beş tane kemikten kalem. Bu gözler, baktığı zaman gören, gördüğü şeyin hayalini ayna gibi içine aksettiren bu gözler nerede? Onlar birer fincan renkli suydu. Toprağa döküldü. Buhar olup bulutlara karıştı. Nerede bu adam Osman? Gözünü, yüzünü, ellerini, ayaklarını bırak, bütün terkibiyle, terkibinin tek ve yegane manasıyla nerede bu adam? Eridi, dağıldı, kurudu, ufalandı, silindi değil mi? Ya erimek, dağılmak, kurumak, ufalanmak, silinmek de ne demek? Her şey erir, dağılır, kurur, ufalanır, silinir. Fakat bu adamın terkibinden çıkan, terkibinin mihrak noktasından fışkıran hayat alevleri, varlık sevk ve kudreti, var olmak haz ve emniyeti nasıl silinir?” (s.112).

Share this post


Link to post
Share on other sites

+Püffffff... Vallahi bu eleştirmen üfürüklerinden tiksiniyorum. Ne kadar fikirsiz adam varsa sanki hepsi edebiyat akademisyeni olmak zorunda. Neden adam gibi bir eleştirmen, adam gibi bir edebiyat alimi çıkaramıyoruz, çıkanlar neden bu 'vara yoğa kakıyanlar'ın ufacık bir kısmı oluyor, bir misal daha, oturun siz düşünün. Böyle sathi yazarlarsa olacağı da budur. Ben münekkidim diyen şahıs, evvela incelediği kişiyi iyi bilecek ve onun fikirlerine, hislerine aşina olacak. Sadece sathi bir bakışla çene çalmayı kahvehane köşelerindeki adamlar da yapabilir, saçmalayabilmek için yıllarca tahsil görmeye hiç gerek yok.

 

Acı çekmek bir imtiyazdır evet, Üstad'ın kendi hayatını ve fikriyatını biliyorsanız çile çekerek olgunlaşmanın sizi götüreceği bir kemal noktasından sürekli söz ettiğine de aşina olmalısınız. Derdiniz bu görüşleyse, bunu çıkıp adam gibi fikir tabanında izah etmeye çalışırsınız, uzaktan edebi bir esere salvolamakla olmaz bu işler. İmtiyazdır fikir çilesi çekebilmek, çünkü ortaya düşünce bazında birşeyler koyabilen önder şahıslar hep bu acının yetiştirdikleridir, Goethe'nin dediği gibi hep bu ergenlik bunalımlarını hayatları boyunca yaşayanlardır. Bırakın çevresini, dünyayı da kendi etrafında döndürebilen bu insanların ben algıları elbette ki daha kuvvetlidir, zaten gavurun internal locus of control dediği şeye (dahili denetim merkezi mi deriz buna?) sahip olan kimselerin liderlikte kişilikleri baskın olmayan figüran insanlara göre daha başarılı olduğu da hayli meşhur bir psikolojik hakikat... Bir Adam Yaratmak da, güçlü karaktere sahip şahısları yetiştirmeye çalışan birinin, bu karakterdeki bir insanı tarif ettiği bir eser olduğu için 'Ne bekliyodun kardeş?' diye sormakta mazurum.

 

İnsanları düşünmeye ve büyüklüğe, tefekküre davet etmek miymiş ahlakiliği sorgulanacak olan şey? Bunun ahlaki olup olmadığı sorgulanabiliyorsa, çiçekten böcekten bahsedip insanları tefekkürden uzaklaştırmak, uyuşturmak düpedüz ahlaksızlıktır. Abi bi de pişkin pişkin 'Ama Necip Fazıl'ı bu konuda mazur görebiliriz' demiş. Minnet buyurdunuz hazret, Allah razı olsun. Çok basitsiniz be mütekebbir münekkidler, Küçük dağların sahte ilahları...

 

Bir eserin şaheser olup olmayışını belirleyen tek şeyin acı kavramının öne çıkarılması olduğunu kim söyledi? Arkadaş kafasına göre bir sonuca varıp sonra da bu sonucu yargılıyor. Ne kadar zekisin sen öyle, canım benim. Bu eser benim de yakınımda olan bir şahsı tek başına, evet tek başına haytalıktan alıp hatrı sayılır bir tasavvuf yolcusu yapmıştır. Bu dünyada çile çekmeye zaten memur ve malesef mecbur olan insanın çekeceği çilenin fikir çilesi olmasını sağlamak yolunda atılan adımların ahlaki olup olmadığını sorgulama selahiyeti, neden yazısının başında da farklı konuşmak kasıntısında olduğunu söyleyen bu münekkid arkadaşta olsun ki?

 

Oyunun gerilimi içtenlikten yoksunmuş. Neden? Bu soruya dair hiçbir izah yok tabi, maksat sallamak. Ayy çok içten sallıyo ama di mi abisi?

 

Eserin 'ben' merkezli oluşuna daha önce değinmiştik zaten. Ezberlenmiş teknik kurgularla zihinlerini sınırlayan adamlar varsın beğenmesin, o monologların tek satırına kurban olsa yeridir sahte ilahlar, valla çok da güzel olmuş. Hele Allah aşkına şu cümledeki yüzeyselliğe bir bakar mısınız: 'İnsanin sanatsal yaratıcılığı ile Allah’ın yoktan var ediciliğini karşılaştırmaya kalkışmak, sonuç vermeyecek bir çaba içine girmektir. Oy oy oy. Deme lan? Peki şekerim hadi kendisi de bir sanatçı olan ve karakterler üreten Üstad'ın böyle bir karşılaştırma yapmasındaki sebebin ne olabileceğini düşünemedin, bunun, yazının başından beri eleştirdiğin ben merkeziyetli insanın bazen, senin gibi, kendini küçük dağların ilahı sanmasına karşı getirilmiş bir tenkit olabileceği de mi aklına gelmedi? Bunu karşılaştırmak yanlıştır diyorsun, altında da 'Allah kendi özelliklerinden insanlara da belli ölçülerde vermiştir' diyorsun. Ee o zaman? Bir önceki alakasızlık tezini kendinin çürüttüğünün farkında değil misin? Allah cezanı vermesin senin, hadi bunların kafandan geçmiş olmasından geçtim, bir de utanmadan yazmışsın yahu. 'Sanatsal yaratımı bir yandan “Allahlık taslamak”, “yalancı ilâhlık” gibi deyişlerle nitelendirirken, öte yandan bu tür bir yaratım içinde bulunan kişiyi, kemal derecesinde gösterir.' 1. Hüsrev'in her söylediğinde tutarlı olması şart mı, buhranlarla örülü bir tiyatro eserinde gel-gitlerin varlığını yasaklıyor musun münekkid amca? Pardon ama kimsin sen? 2. Verdiğin örneklere dikkatlice bakarak itidali kaybetmeden, ilahi hududa riayet eden bir bilinçle üretmenin, ortaya birşeyler koymanın öne çıkarıldığı neticesini sentezleyemedin mi? Allah'tan habersizce bir adam yaratmakla, onun varlığından haberdarken uyarlanan hayatlar arasındaki farkı idrak çok mu zor? Sanatın hayattan başka bir şey olmadığı hakikatini yeni fark ettiğini söyleyen Hüsrev, Allah''lık tasladığını düşünürken acaba hayattan ayrı bir hayat planladığı için nedamet duyuyor, Allah'ın bağışladığı hayattan gayrı bir hayatın yaratılamayacağını ortaya koyuyor, oyundaki hayat-eser ilişkisi de bu gerçeği ifade etmek için kullanılıyor olmasın? Bu kadarını olsun düşünmek zor mu?

 

'Husrev burada kendi acısına mistik bir nitelik kazandırmaktan da geri kalmaz. ... Husrev bu sözleriyle çektiği acıya giderek artan bir dozda dinsel bir nitelik kazandırmaya çalışır.'

 

Oldu olacak 'Bu takiyeci şerefsiz Hüsrev dine yamanmak için kasım kasım kasılmaktadır' filan da yazsaydın bari.

 

Son kısım hele hepten felaket. Eserde felsefi noktalara temas edildiğinden bu eser bir tiyatro eseri olamazmış. Ee 'yuh' diyebiliyorum sadece...

 

Bir de sonuç faslı var. Hüsrev karakteri çok fenaymış. Asıl temellendirme ise şurada: 'İnsanlardan onu anlamalarını, onu sevmelerini ve onunla hemhâl olmalarını nasıl bekleyebiliriz?' Belli ki arkadaş bana hayvan diyor...

 

Piyasada ucuzluk var!

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...