Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
mukarrabin

"kanatlarım Ufuklara Çarpa Çarpa Kanıyor, Beni Kimseler Anlamıyor!..."

Recommended Posts

26 Şubat 2009 tarihinde Atılım Üniversitesi Edebiyat Topluluğu tarafından düzenlenen "Necip Fazıl Kısakürek'in Edebiyat Hayatı" konulu panelde Mustafa Miyasoğlu'nun yapmış olduğu konuşma:

 

Öncelikle bu güzel toplantıyı tertip eden genç arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Ben size Necip Fazıl’ın çok yönlü şahsiyetinden söz edeceğim. Önce şahsî gözlemlerimden başlayacağım: Bundan 45 yıl önce, bir lise talebesi iken, 1963’te Çile adlı şiir kitabı yayınlanmıştı. 1964 yılında Büyük Doğu dergisi yayınlanırken ben ilk kez kendisini o zaman bu dergiden tanıdım. Necip Fazıl şiirleri, yazılarıyla bana bilgece bir şahsiyet gibi göründü. O yıllarda Adalet Partisi’nin kongresi vardı.

 

Sadık Bey’in söylediği gibi o çalkantılı dönem içerisinde Adalet Partisi’nin kongresine siyasî yazılarıyla müdahale etmesini, doğrusu ben kafamdaki Necip Fazıl portresine pek yakıştıramadım. Bilge, düşünür, şair, hatip; böyle önemli bir adamın, aktüel bir siyasi parti olayı ile ilgilenmesini, doğrusu ben yadırgamıştım. Ben kendisini böyle tanıdığım için, ona günlük politik tavrı yakıştıramadım. Hâlbuki zamanla anlayıp kavradık ki, gençliğin doğru düşünebilmesi için iktidarların kültür politikaları önemlidir.

 

Doğru düşünebilmek için önce düşünebilmek gerekir. Onun için üniversiteli arkadaşlarımızın felsefe kitaplarını okumalarını tavsiye ederim. Ben lise yıllarımda Descartes’in Metod Üzerine Konuşmaları’nı Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü ve Nurettin Topçu’nun Yarınki Türkiye eseriyle birlikte okudum.

 

O dönemlerde Necip Fazıl’ın bu kadar kitabı yoktu. Kitapçılarda beş tanesi ancak bulunabiliyordu. Çile’den başka hikâyeleriyle piyesleri basılmıştı. O yüzden Necip Fazıl’ın şair ve düşünür portresini ben aynı dönemde idrak ettim. 1965’te Dünya Görüşümüz adlı konferansını dinledikten sonra Necip Fazıl’ı daha yakından tanımaya çalıştım. Bu konferans sonrası sohbet için bir eve gittiğinde ben de oraya gittim. O gün bana benim düşünmem gereken şeyleri ifade etmiş gibi görünüyordu. O zaman ben bir lise talebesiydim. Okuyarak mutlu olan, kelimelerden bir dünya kuran ve bundan mutlu olan bir gençtim.

 

Orhan Pamuk’un hoşuma giden bir sözü var: “Ben roman okuyanlar tarikatı için yazıyorum.” Bu şu demektir: Kelimelerden bir dünya kurmaya alışmış olacaksınız ki, okumanın bir anlamı olsun… Elinizde kitap gördüklerinde, genelde ailelerinizden size yöneltilen bir eleştiri vardır: “O kitapla niye zaman harcıyorsun? Git dersine çalış.” Hâlbuki derse çalışmanın en önemli hazırlığı, o hikâye, roman, şiir, hatta belki mizah, tarih, araştırma okuyarak okumaya alışmaktır. Kitap okumak, insanın zihnini açan, ufkunu geliştiren en önemli faaliyettir. Kitap okuyarak, benliğinizin dar kafesinden dünyaya açılıyorsunuz. Ondan sonra da kelimelerden bir dünya oluşturuyorsunuz ve kendinizi dünyaya açıyorsunuz.

 

Bizim gibi insanların rüya görmeden yaşaması mümkün değil. Rüya görmemiz engellenirse, hiç dinlenmiş olmuyorsunuz. Psikiyatrisiler, rüya olayını bir at üzerinde denemişler. Atın, rüya gören nadir hayvanlardan biri olduğu belirtiliyor. At rüya görürken uyandırılırsa ki, böyle bir deneme yapmışlar ve beş gün rüyası engellenmiş, sonunda at çıldırmış. Dolayısıyla at, rüya göremediği için hayatını kaybetmiş.

 

Biz de öyleyiz. Bana göre, bu kitaplarla bize ait olmayan, dört duvar arasında geçen dünyamızın üstünde bir meta âlemine, yani ötelere geçtiğimizi ve bu âlemin kelimelerden oluştuğunu söyleyebilirim. Ben Necip Fazıl’ı şairliği, yazarlığı ve mütefekkirliği içinde tanıdım. Daha sonra politik müdahalelerinde insan ve hayat anlayışının öne çıktığını gözlemledim. Kendisi, günlük politik menfaat, çıkar eleştirisinden hakikaten uzak, ama sokaktaki insanın hayatını değiştirecek yenidünya görüşüne ve onun yaradılış hikmetine uygun bir hayat yaşayabilmesi için iktidar ya da muhalefette olan siyasi partilerle görüşmüştür. Bazı oluşumları yönlendirerek kadrolar yetiştirme ve bir şekilde genç toplulukları organize etme, böylece devletin işleyişine müdahale etmeyi istedi. Organize bir güç olan devletin yapılanmasında, bu toplumun tarihi-kültürel mirasına uygun hareket edilmesi için müdahale ettiğini söyleyebiliriz.

 

...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Necip Fazıl, milletimizin tarihi-kültürel mirası çerçevesinde sanat-fikir-aksiyon dışında herhangi bir memuriyet düşünmemiştir. Siyasi partilerle herhangi bir şahsî menfaat ilişkisi olmamıştır. Kendisinin milletvekillik veya senatörlük gibi istediği zaman elde edebileceği bir talebi hiç olmamıştır. O kendisini ve tüm hayatını imanlı nesiller yetiştirmeye adadı. Bunu Gençliğe Hitabesi’nde çok güzel anlatır…

 

Paraya karşı tavrı konusunda çok şey söylenir. Osman Yüksel Serdengeçti’nin şöyle bir esprisi var: “Necip Fazıl üstadımıza para yetmez. Küçük çapta bir Afrika devletinin hazinesi ancak onun masraflarını karşılayabilir.” Yani Üstadın paraya ihtiyacı olmadığından değil, bazı şeylere tenezzül etmediğinden söz konusu etmez. Eline inanılmaz miktarda para geçer ve inanılmaz çabuklukla o parayı tüketirdi.

 

Bu konuda arkadaşlardan biri Üstatla ilgili şöyle bir hatırasını anlatmıştı. Bir gün Üstadın bürosunda otururken, bir adam geliyor ve masaya para dolu bir çanta bırakıyor. Üstada diyor ki, “Benim bir vaadim vardı, Allah lütfetti kazandım, bu parayı da size getirdim. Siz bunu istediğiniz hayır işinde kullanabilirsin.” Sohbet devam ederken, çantadaki paraya bakılmıyor bile. Biraz sonra büroya başka bir adam giriyor ve Üstada halini şöyle arz ediyor: “Üstadım, biz bir cami yaptırıyoruz, ama imkânlarımız sınırlı, paramız yetmedi... Bizi tanıdığınız zenginlerden birkaç adrese gönderin de oradan bağış alalım.” Üstat, biraz önce adamın masanın üzerine bıraktığı çantayı göstererek, “Bu çantada biraz para var. İşinizi görürse alın, kullanın!” diyor. Adam, çantadaki paraya bakıyor ve teşekkür ederek odadan çıkıyor.

 

Necip Fazıl’ın yerinde başkası olsaydı, masanın üzerine konulan çantayı açar, sayar ve saklardı.

 

Benim şahit olduğum başka bir hadiseyi anlatayım. Üstat, 1973’te hacca gidip geldikten sonra Büyük Doğu Yayınevi’ni kurdu. Bütün eserlerini gözden geçiriyordu. Her sene böyle üç dört kitap çıkartmayı planlıyordu. Burada kitaplarını bastırıyor, ama müthiş sabırsız. Kitap matbaadan çıkar çıkmaz dağıtıyorlar. Ama vakti ve sabrı yok. Ben böyle günlerden birinde kendisini MTTB’de gördüm. Gidip karşısına oturdum. Üstat konuşurken biraz sonra genç bir delikanlı odaya girdi. Elinde bir büyük zarfla küçük başka zarflar vardı. Zarfları üstada verdi. Üstad büyük zarfı açtı, paraları çıkarttı. Gencin yardımıyla paraları sayarak, küçük zarflara koymaya başladı. Bu arada bazı paralar yerlere dökülüyordu. Genç arkadaş paraları toplayarak masanın üzerine bırakıyordu. Üstad paraları küçük zarflara koydu ve genç arkadaşa da bazı yerlere ulaştırmasını istedi. Bana döndü, “Mustafa, hamd olsun zekât verecek hale geliyoruz!” dedi.

 

Ben üstadı 1965’ten ölümüne kadar 18 sene boyunca bazen ziyaret ederek tanıdım. Üstadı hiçbir zaman ümitsiz görmedim. Peygamberimizin sünnetine uygun olarak şöyle bir şey de yaptı. Hacdan geldikten sonra, ölünceye kadarki 18 yıl boyunca, “Bende kimin ne alacağı varsa, senetsiz-sepetsiz de olsa gelsin alacağını istesin benden!” dedi. Şimdi böyle bir cesaret peygamberimizden başka kimde vardı?

 

Üstadın şiirlerinde hakikaten daha önce hiç duymadığımız metaforlar, benzetmeler ve imajlar vardır. Bu imajlar, bazen nesirlerine, fikir kitaplarına da kayıyor. Çünkü fikrî ve evrensel gerçekleri bazen şiirle bulmuştur. Üstat Necip Fazıl, Akşam, Çile, Kaldırımlar, Sakarya Türküsü, Muhasebe, Geceye Şiir gibi ilk şiirinden son şiirine kadar şiir dünyamıza müthiş güzellikler sunmuştur.

 

Peyami Safa diyor ki: “Necip Fazıl’ın bir şiiri var. Bütün şiirleri o şiirin mısraları gibidir.”

 

Gerçekten de ilk şiir kitabı ile son şiir kitabı arasında ciddi bir fark yok. Aynı düşünceyi söylüyor. Üstadın şiirlerinde böyle bir bütünlük var.

 

Ben sizleri üniversiteli gençler olarak gerçekten talihli buluyorum. Bu çağda yaşayıp da, Necip Fazıl’dan habersiz bir Türk genci olmak gerçekten acınacak bir durum. Çünkü Necip Fazıl hakikaten çok farklı ufuklara götürüyor insanı. Bir akşamüzeri Çetin Altan’a şöyle bir şey söylemiş, o da bunu 40 yıl unutamamış: “Kanatlarım ufuklara çarpa çarpa kanıyor, beni kimseler anlamıyor!”

 

...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Necip Fazıl’daki Anka kuşunu andıran kanatlardaki kanama öyle bir kanama ki, Sokrates’in kanaması gibi. Sokrates’in savunmasını hatırlarsınız. Öğrencisi Eflatun, “Efendim, sizi haksız yere öldürüyorlar. Bunun için ağlıyorum” der. Sokrates, “Beni haklı yere öldürselerdi asıl o zaman üzülmen lazımdı. Bunun için üzülme!” Gençlere mitolojik söylemleri sorgulayarak düşünmeyi öğrettiği için Sokrates’i zehir içerek ölüme mahkûm ettiler. Çünkü onun kanatları da ufuklara çarpıyordu…

 

Necip Fazıl da buna benzer bir suç yüzünden mahkûm oldu. Suçu neydi? Bu ülkenin aydınlarına tarih muhasebesi yapmak ve yakın tarih üzerinde düşünmeyi öğretmekti. Bunu bir şiirinde şöyle bir imajla anlatmaya çalışır: Kafanızı iki dizinizin arasına koyuyorsunuz ve düşünmeye başlıyorsunuz. Bir hesaplaşma, bir mütalaa yapmaya başlıyorsunuz. Bu müthiş bir kuyuya girmek gibidir. Bu kuyuya girmediğiniz zaman, bu dünyaya girmediğiniz zaman nasıl bir dünyada yaşadığınızı anlayamazsınız.

 

Necip Fazıl’ın yayınladığı Büyük Doğu’nun 1964 döneminin ilk dört sayısıyla iki-üç eserini okuduktan sonra, Adalet Partisi kongresine müdahalesi bana yadırgatıcı gelmişti. Ama Necip Fazıl’ı daha yakından tanıdıktan ve tüm eserlerini okuduktan sonra bir bütün olarak ele aldığım zaman onu daha iyi tanıyıp değerlendirdiğimi sanıyorum. Ne cemaatler, ne politikacılar, ne esnaflar, ne gazeteciler, ne şairler, ne yazarlar; bunların hiçbirisi Necip Fazıl’ı anlayabilecek seviyede değildir, çünkü o çok başka birisidir. Ben, her ay birkaç kez Necip Fazıl’ın yanına giderdim. Gideceğim gün o günü tam ona ayırırdım. Onun yanına gitmeden önce hiçbir şey okumuyor, hiçbir şey incelemiyor, zihnimi tamamen boşaltıyordum. Anlattığı şeyleri değerlendirebilmek ve anlayabilmek için yaz günlerinde sabah namazına kadar dolaşıyordum. Çoğu zaman kendimi yüksek gerilim hattına bağlanmış bir beyaz eşya, buzdolabı, çamaşır makinesi gibi hissettiğim oluyordu. Yani, o eşya ne kadar sarsılırsa, ben de öyle sarsılıyordum. Ama Necip Fazıl’ı ciddiye almadan, bu ne diyor diye öylesine dinleyen arkadaşlarımız da vardı. Bugün bu ülkenin fikir hayatı, sanat hayatı, dini-tasavvufi hayatı, politika hayatı, tarih değerlendirmeleri, tiyatro edebiyatı gibi alanlarda onun çok ciddî bir etkisi var. Necip Fazıl’ın eserlerini okumuş, ondan bir şekilde yararlanmış insan çok farklı olur. Ama ne yazık ki, bu ülkede Necip Fazıl’ın eserlerinden beslenmemiş, ondan yararlanmamış insanların çok olduğunu üzülerek görüyoruz.

 

Toparlayacak olursak, ben, Necip Fazıl’ı hem uzaktan, hem yakından tanıma fırsatı buldum. Onu tanıdığınız zaman gerçekten çok farklı ufuklara, başka dünyalara, başka rüyalara gider, insanlık için çok farklı şeyler düşünürsünüz. Tolstoy, Dostoyevski, Shakespeare, Cervantes gibi büyük bilge şair ve yazarların eserlerini okuduğunuzda, onlarda görülen insanlığın kendisiyle ilgili olduğu, binlerce insanın kaderinin bir noktada kesiştiği anlardan birini yaşıyorsunuz. Bu çok önemlidir…

 

Türkiye eğer dönüşecekse, değişecekse, dünya ile birlikte daha iyiye, daha huzurlu hayata ulaşarak yaşanabilir, insana yakışır bir duruma gelecekse bazı şeylerin okuyarak bilincinde olmalıyız

Share this post


Link to post
Share on other sites

Necip Fazıl’ın eserlerinde temel düşünce şu:

 

Biz Aydınlanma düşüncesinin oluşturduğu modern bir çağda yaşıyoruz. Modern çağ, Batı medeniyetinin globalleştirdiği bir modernizmi içine alıyor. Bu pozitivizm, materyalizm ve tarihi maddeciliğe yol açan bir düşüncedir. Rasyonalizm bunun en önemli aracıdır. Bu meseleyi anlamadığımız sürece, yani 18. yüzyıldan başlayan, Fransız İhtilâli’nın geliştirdiği, imparatorlukların, derebeyliklerin çöktüğü, ama meta olmayan her şeyin ötelendiği, metafiziğin bir tarafa bırakıldığı bir çağda yaşıyoruz.

 

Pozitivist dünya görüşüyle önce Meşrutiyet ve sonra da Cumhuriyet kurulmuştur. Elbette aklı başında kimse saltanat çağına, tek adam sultasına dönmek istemez. Kendi hayatımıza kendimiz hükmetmek isteriz, kendi ihtiyaçlarımıza göre çıkarılan kanunlarla yönetiliyoruz. Cumhuriyet, belki de rejimler içerisinde İslam’a ve Türk kültürüne en uygun idarî yapıdır. Ama bunun Pozitivizmle, Rasyonalizmle ve Aydınlanma düşüncesiyle oluşturulması şart mıydı? Bu hayatî soruyu sormamız lazım.

 

Bu soruyu dünyada ilk kez çok kuvvetli bir şekilde sorabilen ve alabildiğine muhasebesini yaparak ortaya koyan düşünür Necip Fazıl’dır. Aydınlanma düşüncesi yerine vahyin ışığında alternatif bir başka yaşama biçiminin, “Bugünküne mazi, yarınkine istikbal” diye ifade edildiğini görüyoruz.

 

Necip Fazıl’ın bütün eserlerinde, şiirlerinden tiyatrolarına, yazılarından tarih muhasebesine kadar hepsinde bu var. Bu bakımdan Necip Fazıl, kendi çağının tarihteki en önemli dördüncü örneğidir. Ötekiler de Sokrates, İmamı Gazali ve Descartes’tir; bunların hepsi de diyalektik sorgulamacıdır.

 

Aydınlanma düşüncesinin Kartezyen düşüncenin yozlaştırılarak oluşturulduğu bilinir. Metafiziğin inkâr edildiği, “meta” olmayanın “meta” değil diye küçümsendiği bir çağda yaşıyoruz. Aydınlanma düşüncesi, felsefi olarak ortaya koyduğu bakış açısını sanat eserleriyle yaymıştır. Necip Fazıl da sanat eserlerinde fark ettiği bir güzelliği fikir eserleriyle takdim etti. Bu takdim çok önemlidir.

 

Necip Fazıl gibi felsefi bir düşünce disiplini aldığınız zaman, felsefenin temel kitaplarını okuyarak etraflıca düşündüğünüz zaman bunun farkını anlarsınız. Felsefi eserlerle sanat eserleri iki ayrı dille yazılır. Necip Fazıl bu iki ayrı dilin ikisinde de mükemmel eserler ortaya koymuştur.

 

Zaman zaman Necip Fazıl ile Nazım Hikmet’i karşılaştırırlar. Hâlbuki Nâzım, Ârif Nihat Asya gibi, o seviyede bir şairdir. Ârif Nihat Asya, Osmanlı-Selçuklu sentezi bir Türk-İslam dünya görüşünün propagandasını yapar, Nazım Hikmet ise Sosyalizm ve Marksizm’in Sovyet yorumunun propagandasını yapar. Necip Fazıl’ın yorumu kendine özgü tasavvufi İslam anlayışı ile İmamı Gazali’de bir kök bulur. Onu maziden alıp istikbale getirir. Yunus’tan bugüne evliya şairlerin benimsediği tarih şuuru, kendine özgü bir hürriyet anlayışı vardır. Necip Fazıl, ne Yahya Kemal gibi Osmanlı yorumunu, ne Mehmet Âkif gibi Selefi yorumu kabul edip bunu tebliğ etmez. O hep kendine özgüdür…

 

 

Kaynak: Ay Vakti Dergisi (105. sayı)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hem Üstadla ilgili hatıraları ihtiva eden hem de Üstadın sanat, fikir, aksiyon cihetlerini ele alan güzel bir yazı, istifade ettik, teşekkürler.

 

Necip Fazıl, ne Yahya Kemal gibi Osmanlı yorumunu, ne Mehmet Âkif gibi Selefi yorumu kabul edip bunu tebliğ etmez. O hep kendine özgüdür…

Ama buraya katılmıyorum. Üstadın üslubunun kendine özgü olduğu doğrudur ama onun fikir örgüsünün İslam'a, İslam cephesinin de ehl-i sünnete bağlı olduğunu vurgulamak elzemdir. Üstadın 'Doğru Yolun Sapık Kolları' isimli kitabı da buna en net şekilde delalet eder. Üstad ehl-i sünneti tebliğ eder. Bunu da vurgulamamız lazım. Bir Teymiyye hakkında yazdıkları, Efgani, Abduh, Mevdudi hakkında yazdıkları, onların tahlilini yapması gözardı edilemez.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kişinin kendi sözündeki kastını en iyi bilenlerden biri yine kendisidir.

Dikkatinizi çeken daha doğrusu ilginizi daha farklı bir şekilde çekerek yorumda bulunmanıza sebeb olan hususa gelince; kendi kendine özgülük ve halis, makbul, yegane kurtuluşa vesile olacak olan iman yani ehli sünnet inancı bence birbirine paralellik arzetmekte...

İnsanda ama her insanda böylesi bir imanın; kendinden, kendiliğinden, yaratılışına mahsus olarak fıtraten bulunduğu inancındayım...

Her (saf) insanın kendine özgü duruşu: Ehl-i sünnet inancı...

Ama öyle değil, denilebilir ki zaten "saf"lık parantez içinde. Evvelce bu saflığı, zaman zaman kısmen hatta kimi zaman toptan kaybeden insan bu zamanda da o kayıp definenin uzağında.

Âh saflık kim bilir neredesin?...

Necip Fazıl'ın hiç bir zaman büsbütün kaybetmediği böylesi bir saflığı yıllarca aradıktan sonra 30'lu yılların ortalarına yakın bir zamanda bulduğu hakîkat...

Bu hazineyi bulduğu mu, buldurulduğu mu yoksa bizzat kendisinin bulunduğu mu konusu bir ince konu.

Ve cevheri, sonsuz hazinenin saklı olduğu âlemin çilingirini (Hz. Rabia'nın da sırrı artsın); efendisini bulup kendi öz malını; saflığını tekrar aldıktan sonraki hayatı ve yorumu malum...

Kendine özgü hayatı yorumu...

Necip Fazıl'ın bu her hâli ile bu duruşu, ehli sünnet inancından ayrı görülemez ve gösterilemez...

Sitedeki yönetici ve kimi arkadaşların Üstâd hakkındaki bilgilerinin bizden daha ilerde olduğunu biliyor, görüyor ve kabul ediyoruz.

 

Dediğimiz gibi söylediği sözü ne mânada söylediğini en iyi bilenlerden biri Mustafa Miyasoğlu'dur.

Share this post


Link to post
Share on other sites

''kendi kendine özgülük ve halis, makbul, yegane kurtuluşa vesile olacak olan iman yani ehli sünnet inancı bence birbirine paralellik arzetmekte...

İnsanda ama her insanda böylesi bir imanın; kendinden, kendiliğinden, yaratılışına mahsus olarak fıtraten bulunduğu inancındayım...

Her (saf) insanın kendine özgü duruşu: Ehl-i sünnet inancı...''

 

Yunus Emre'nin şiirleri geldi aklıma...

Bir Ben Vardır Bende

Severim ben seni candan içeri

Yolum vardır bu erkândan içeri.

 

Beni bende demen bende değilim

Bir ben vardır benden içeri.

 

Nereye bakar isem dopdolusun

Seni nere koyam benden içeri.

 

O bir dilberdürür yoktur nisâni

Nisan olur mu nisandan içeri.

 

Beni sorma bana bende değilim

Sûretim hoş yürür don’dan içeri.

 

Beni benden alana ermez elim

Kadem kimbasa sultandan içeri.

 

Tecelliden nâsib erdi kimine

Kiminin maksudu bundan içeri.

 

Kime dîdar gününden sûle deyse

Onun sû’lesi var günden içeri.

 

Senin aşkın beni benden aliptir

Ne sirin dert bu dermandan içeri.

 

Seriat, tarikat yoldur varana

Hakikat mârifet andan içeri..

 

Süleyman kuş dilin bilir dediler

Süleyman var Süleyman’dan içeri..

 

Unuttum din diyânet kaldı benden

Bu ne mezhepdürür dinden içeri..

 

Dinin terkedenin küfürdür işi

Bu ne küfürdür îmandan içeri..

 

Geçer iken Yunus sas oldu dosta

Ki kaldi kapida andan içeri….

 

murai_muhib kardeşim, 'kendi kendine özgülük ve halis, makbul' gibi sıfatlar bu deryayı anlatmada çok yetersiz kalıyor gibime geliyor. Hani bu sıfatları bile bünyenden yok edebiliyorsan ne ala... Asıl bizden istenen bu olmasın. Ha senin dediğin tabiki doğru. İnsanlar İslam fıtratı üzerine yaratılır ama 'Ballar balını buldum kovanım yağma olsun' demiş Yunus'um... Allah'ın sığdığı yer mümin kullarının kalbidir. Ama nasıl kalb... Ah, işte asıl mesele... Beni bende demeyin, bende değilim... Bir ben vardır benden içeri... Esasında belli bir seviyeden sonra kitapların bile gücü bitiyor ve artık tamamen, kalbe, içten gelen nur hüzmeleri işliyor. Mevlana'ya çok sevdiği bir kitabı, hocası yasaklıyor. Ne derin mana var, ah ne derin... Yunus Emre 'Aşk boyadı beni kana...' der mesela... Yarabbim beni bana bırakma diye dua ederiz. Evliya hayatlarından çıkarabildiğim, ilk önce yok oluyorlar yani, nefslerini her türlü isten temizliyorlar, pak hale getiriyorlar. İşte tam bu aşamada ise ortaya ham ve tertemiz, işlemeye hazır bir kalb çıkıyor. Hüdayi'nin ciğer satması bu mücadeleye enfes bir misal... Öyle ki, bu kalb enerjisini dıştan değil, içten alıyor. Esasında bu aşama, insanın doğumunda sahip olduğu fıtrata bürünüyor. İşte kendine özgülük, bana göre, burada bitiyor. Çünkü buradan sonrası bir derya ve yokluk kapısı... E artık dünyadaki eli, kulağı; tüm mevcudumuzla onun oluyoruz. Özgülük bitiyor. Ehli Sünnet inancı bizim şeriatımızdır. Böyle bir deryeda muvazenemizi, şeriata bağlı kalarak koruyabiliriz. Hallac-ı Mansur bir örnek...

Kardeşim, fikirlerine bir anlamda katılabilirim. O da şu: Dört halife eskimez yeniyi yoklukta bulmuşlardır. Ama nihayetinde dört ayrı mizac yapısı vardır ortada... Hz Ömer şiddetlidir mesela... Ama sen özgülük derken bu mizaç yapısını demiyorsun herhalde. Mizaç denen şey insanın elinde bir bıçak gibidir. zalim elinde öldürür, doktorun elinde hayata döndürebilir...

 

Reyhan hanımın yapmış olduğu alıntıyı ise ben şöyle okuyabilirim:

Necip Fazıl Yahya Kemal'in Osmanlı yorumunu pek kabullenmez. Evet, Osmanlı'yı maddiyat açısından, işte ne bileyim camileriyle, Osmanlıya özgü mimarisyle enfes anlatmıştır. Necip Fazıl bunu böylece belirttikten sonra, işin manevi boyutu ihmal edilmiştir veya mukaddes davamızın köküne inememiştir Yahya Kemal, fikrine varıyor. Bu anlamda ''Yahya Kemal gibi Osmanlı yorumunu'' ifadesini bu haliyle, yani sadece maddi tasarruflarla yapılmış yorumları benimsemeyebilir. Dava meselesi... Mesela Abdulhamit'in aksiyon tarafının zayıf olduğunu usta bir dille belirtir üstad, Abdulhamit'in de hakkını vererek... Çünki kendi davası aksiyona sıkı sıkıya bağlıdır. Akif'in meselesine bu mantıkla bakarsak aynı kapıya çıkarız.

Selam e dua ile...

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...