Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
NFK-Fan

3. Şiir/nesir Yarışması

Recommended Posts

Ana Cepheleriyle, Necip Fazıl Kısakürek

 

 

 

Necip Fazıl, bütün cephelerinden evvel, gerçek bir şahsiyettir. Bu şahsiyet düşünceye tanıdığı hayat hakkı bakımından asildir, gene düşünceyi insanlığın en büyük değeri, daha doğrusu değerler çarşısına götürücü vasıta bildiğinden ve bunu samimi manada yaşadığından, dikkate şayandır, her şartta ve her fırsatta, meselelerin içyapısını kökünden tanıma ve dış mimarisini mütehassıs gözlerle görme, nihai hükmünü bunlara göre koyma açısından, takdire şayandır. Necip Fazıl'ın şahsiyetindeki bu istidatlar bütünlüğünü aklımızın bir köşesine asalım. Diğer köşesine, mutlak hakikati, eşya ve hadiselerin ötesindeki gerçekliği, mümin kelimelerle ifade edersek, Allah'ı, onun yarattığı ve bizim somut olarak hakkında bilgi ve fikir sahibi olduğumuz yegâne âlemi, yani dünyayı yerli yerine oturtalım. Mutlak hakikatin ifade üstü mahiyetini, onun türlü düşüncelerce tasvir edilen yapısını bir kenara koyuyoruz. Burada üzerinde durmak istediğimiz husus, Necip Fazıl’ın şahsiyetindeki (ham) istidatların (mutlak hakikat)e olan saf temayülünü göstermektir. Bunu gösterdikten sonra bu saf temayüllerin çatlayışlarını, yani (içgüdü) planından (şuur) planına geçişlerini göstereceğiz. Burada, karşımıza onun ve diğer bütün arayıcı kafaların (çile)si çıkacaktır. Çünkü (mutlak hakikat) ve onun sayısız tezahürleri, yapıları itibariyle basittirler, daha doğrusu, (yalın)dırlar, çetrefil ve kargaşa, araya (dünya) ve (mantık) girince ortaya çıkar. Mutlak hakikatin mahiyetindeki bu yalınlık ve pürüzsüzlük, bizim zihnimizin henüz ifadeleşmemiş, ham kısmıyla bir uyum arz eder. Çocukların, kâinat ve eşya karşısındaki (malumatsız), saf bilgileri ve içinde oldukları katıksız hürriyet bize bunu ispat eden bir hasletlerden sadece biridir.

 

 

Ana hatlarıyla, bir çırpıda görünen Mutlak Hakikat, ifade edilmeye, idrak edilmeye çalışıldığı vakit, içgüdünün şuurlaşması yaşanır. Arayıcı kafalar, ruhlarındaki (mutlak hakikat)e götürücü mayayı, (madde) hamuruna çalarken, (madde) ile (ruh) arasındaki muhteva ve mahiyet farkından ötürü, ıstırap çekerler. (Ruh)un latifliği, (madde)nin donukluğu karşısında duraksar bir müddet. Kendilerini ifade etme, her şeyin bir (öz)ün etrafında yoğunlaştığını ispat etmede güçlük çekerler. Çünkü (madde), insanların zihinlerini donuklaştırır. (Mutlak) ise, yapısı itibariyle durağan ve donuk değil, dinamik ve akıcıdır. Dünyadaki bütün peygamberlerin karşısına, kâfirler aşağı yukarı şu soruyla çıkmıştır: (Allah mı, bize onu göster. Tabiatımız ve tanıyış melekemiz olan akıl, bunu şart koşuyor. Biz, gördüğümüze inanırız. (kaynağın) tezahürünü doğrudan görmek isteriz. Bir şeyin mevcudiyetine inanmamız, üstelik iman edecek derecede bedahetle inanmamız için onu görmemiz şarttır. O halde onu müşahhas bir şekilde gösterin. Biz de onun gerçekliğine, hüküm koyma salahiyetine şahadet edelim). Demek ki putperestlik, insan aklının ve mantık kaidelerinin tabii bir sonucu idi. Peygamberler, Allah’ın mucizelerini göstermek suretiyle, onun hareket ve hamlede tek olduğuna, (var)lığın ve yaratıcılığın tek ve eşsiz mihrakı olduğuna ikna ettiler. İnsanları, (bildim) sanışın mağrur yanılgısından kurtarmaya çalıştılar. Bir (idrak) cihazı daha vardı. Bu, öyle büyük ve bereketli bir kaynaktı ki, kuru akıl onun yanında (et) ile (mukavva) arasındaki farktı. Sonradan nur diyarından akın akın gelen ilim büyükleri de, kâinatın manasını, insanların ondaki yerini ve vazifesini ifade etmeye çalıştılar. Bunlar gösterdiler ki, (akıl) ile (hakikat) arasında bir mahiyet farkı yoktur. Ancak çok büyük bir derece farkı vardır. Bu dereceler, kaba akıldan, gönle kadar uzanan muhteşem bir silsileydi. Bu silsilenin gönle uzanan mistik kısmını tasavvuf büyükleri üstlendi. Neticede, İslam dünyası, özellikle 8. yy.’dan başlayarak Bağdat, Kudüs, Kurtuba ve İstanbul’a kadar uzanan bir ilim-hakikat mimarisini yükselttiler. 16. yy’a kadar bu mimari olanca ihtişamıyla yükseldi. Ardından, muhasebesi farklı bir başlığa ait hadiseler gelişti, İslam dünyası Osmanlı kadrosuyla içerden kaba softa ham yobazla çürütülmeye başlandı. Tanzimat ve ardından gelen cereyanlarsa malum...

 

 

18.yy'da, Dünya'nın eşiğinde olduğu buhranı tarife imkân yoktur. Bir tımarhanedeki bütün çıldırmışların hikâyelerini romanlaştırsak bile bunu bir nebze tasvir etmeye yetmez. Makine, insanlığın başında, bir hakikat cellâdıdır. Doğu, İslamiyet’e olan aşkını kaybetmiş, kalbine batı taklitçilerince mühür vurulmuş. Hiç bir harekette bulunması mümkün değildir, çünkü kötürümdür; siyaset, sanat ve bilim alanlarında Batı’ya yaklaşmak sevdasındadır. Bu arada içindeki kıymetlerinin kökleri itibariyle Batı ile arasında bir doku uyuşmazlığı yaşanıyordur. Doğu ile Batı arasındaki muhasebeyi yapamayan Doğu aydınları, biçare, köklerine, değerlerine, kültürlerine, zenginliklerine, tarihlerine sırt çevirerek Batı’yı taklide başladılar. O zamanlar Doğu’nun gerileyiş, Batı’nın ilerleyişinin müessirlerini idrak edece kafa neredeydi? Kim bu kök tahribatına, tamiri kabil olmayan ruh sakatlıklarına, 6.yy’daki putperestliğin, yani donuk akla, kaba mantığa bağlı idrak ve hayat ölçülerinin makine sürümüne karşı çıkabilirdi ki? O hangi kafaydı ki, bu muhasebeyi (var)lığın iki sütunu olan (madde) ve (ruh)a kadar götürecek, kuru bir tenkit hışmının ötesinde sistemleştirecek, gayeleştirecekti?

 

 

Necip Fazıl’ın düşünce dünyası, (mutlak) ile (mevcut) arasındaki bütün perdelerin kaldırılması, (mutlak hakikat)i olanca saflığı ve özüyle bir çırpıda görüp, onu mantık üstü bir (seziş) cihazıyla fark ettikten sonra, eşya ve hadiseler üzerinde tatbik edebilme cehtinden müteşekkildi. Aklı, çıkılacak nihai düzey olarak görmekten ziyade, onu bir merdivenin basamakları olarak kabul etme, her basamaktan sonra yeni bir basamağın daha olduğunu idrak etme, basamakları çıka çıka nihayet (mutlak hakikat)e yaklaşma vasıtası olarak telakki ediyordu? Onun fıtratındaki saf temayüllerin, şuurlaşması suretiyle bu basamakları çıktığını ifade etmiştik. Düşüncesinin ana mimarisini ve en zengin yönünü şiir sanatında ortaya çıkarması ve kendini ifade etme aracı olarak onu kabul etmesi, bunun apaçık bir delilidir. Bu, nasıl oluyor? Seziş ile idrak ediş arasındaki bu bağ? İçgüdü mahiyetindeki bir bilginin şuurlaşması...

 

 

İster doğum sancısı, ister can çekişmesi şeklinde düşünün, ister yoğurdun kaymaklaşması şeklinde, ister bir şeftalinin dış yüzündeki incecik perdeden, ortasındaki çekirdeğe doğru, yoğunlaşma metoduyla katılaşması şeklinde tasavvur edin, tümü bir (oluş)un zahmetini ve sancısını gözlerinizin önüne serecektir. Necip Fazıl’ın, doğrudan doğruya (mutlak hakikat)i ve onun eşya ve hadiseler üzerindeki ağını görebilme kabiliyetine, belli bir nispette sahip olduğu aşikârdır. Bu, bir mükâfattan öte, bir yüktür, bir sınamadır, belki sınamaların en büyüğüdür ve yüklerin en ağırıdır. Necip Fazıl’ın çilesini bu mihrakta ararsak, yanlış yapmayacağımızı zannederim. Geçliğinde (bulduğumu sanmaktan ziyade umduğumu aramaktayım) diyen şair Necip Fazıl, içindeki kaba mantık hesaplarını alt üst edici mutlak hakikat temayülünün, ilk tesirlerini yaşamaktaydı. Burada, her (buluş)un ve her (biliş)in aslında bir (zannediş)ten başka bir şey olmadığını idrak edişin ilk işaretleri vardır. Aklımız burada bize sorar, o halde üstün (buluş) ve gerçek (biliş) nasıl olacak? Buna da, Necip Fazıl’ın sanat ve mücadele hayatının bir hülasası olarak, şu yanıtı vereceğiz: (Buluş)ları ve (biliş)leri, (zannediş)lerden ayıklayarak, onları taklitlerden temizleyerek, hâsılı (ulvi)liklerini gücümüz yettiğince teşhir ederek, (süfli)olandan münezzeh görerek, ilk adımı atarız. Ötesi, ne bir virgülü ne bir noktayı ne de bir paragrafı takip etmeye tenezzül etmeyecek kadar büyük bir iştir, Üstad’ın ömrünün son demlerindeki derin sükunet, sarsılmaz emniyet ve büyük teslimiyette bir nüshasını gördüğümüz mefhumdur, (aşk)tır.

 

 

O, şahsiyetindeki saf hasletler itibariyle (mutlak)ı sezebiliyordu, onu hiç olmazsa (süfli)den ve bilhassa taklitten ayırt edebiliyordu. O, hiç farkında olmadan içindeki bu saf temayülleri büyütüyordu, derken bunlar bir sarmaşık gibi bütün şahsiyetini yeşil bir ağ içine alıyordu, artık (mutlak) hakikat ve onun tezahürleri, yavaş yavaş bir dünya görüşü haline geliyordu. Bu dünya görüşünde taklide yer yoktu, çünkü onda, (kurmaca) olan (asli) olandan kendiliğinden ayrılıyordu. Ama öte yanda kendi nizamlarıyla, kendi sistemiyle, kendi değerleri ve ölçüleriyle bir (dünya) vardı dışarıda. (Mutlak)a içindeki saf temayüller itibariyle ne kadar bağlıysa, (dünya) ile de o kadar münasebet halinde olma zarureti vardı. İstidatları, henüz gayelerine perçinlenmedikleri için, (dünyevi) sistemlerle doğrudan bir çatışma arz etmiyordu. Hem etse bile bu şairlerin elbiselerinden evvel giydikleri (melankoli) fanilasından başka ne olabilirdi ki? Bu arada şairliği, içindeki ruh antenlerinin bereketince gelişiyordu. Hemen hemen böyle bir noktada, ömründeki en büyük çilelerden birinin içine düşüyordu. Niçin? Çünkü içinde, saf temayülleri şuurlaşmakta, kökleşmekte, yukarıdaki örnekte ifade ettiğimiz gibi, yoğunlaşarak katılaşmakta, kadifeden bir satıhken demirden bir çekirdek olmaktaydı. Yani düşünceler kafasında, uzak, sisli bir dağın ardındaki rivayetler değildi artık, başlı başına bir dünya görüşüydü, sistemli bir düşünce sisteminin temeliydi. İçindeki (saf)lıklar nispetince, dışında kargaşa vardı. O zamanlar dünya bir nizam bunalımındaydı, cemiyet kendi köklerinden koparılmış, taklit ağaçlarında maymunluk mesaisine zorlanmış, aile, içtimai hayat, içtimai düşünce ölçüleri, milli yekparelik kökünden kazınmaya yüz tutmuştu. O, içindeki (mutlak)a olan temayülünü kanlı bir çileyle şuurlaştırmış, düşünceleştirmiş biri olarak, bunların iç yüzünü bir anda, bütün çıplaklığıyla gördü. Dönemindeki (aydın) makamını işgal eden kafalardan, bu teşhis dehasıyla ve çare arama vicdanıyla ayrılıyordu. Onlar, memleketin buhranını kabul ediyor olsalar bile, batı takipçiliğiyle bunun aşılacak bir vaziyet olduğuna inanıyorlardı. Onların ve birkaç nesil evvelindekilerin ortak kanaatleri, Batı âleminin hakikatten her alanda büyük sıçrayışlar yaptığı yönündeydi. Buhranımızın ve gerileyişimizin nedenine gelince, bütün Doğu âlemiyle aynı marazdan ileri geliyordu bu. O halde yapılacak iş, bir matematik formülü kesinliğindeydi, onu görmemek (çağ dışı)lıktı. Ne de olsa madde planında son sürat ilerleyen bir Batı vardı. Doğu âlemi ise aynı nispette yavaşlıyor, aralarındaki fark ise kaplan ise kaplumbağa arasındaki sürat farkı gibi, durmadan açılıyordu. Şu halde batıcılığı tutmak, tek yoldu. Hiç olmazsa yolların en makulu idi. Necip Fazıl biliyordu ki, bu fikirler, her ne kadar temelde çürük olsalar bile, kendi içlerindeki bağ itibariyle tutarlı idiler. Daha doğrusu ortaya koydukları önermeler, birbirileriyle uyum arz ediyordu. Muhakemenin namusundan mahrum kafalar, bu uyuma aldanıyor, bu önermeleri tek tek incelemek akıllarına bile gelmiyordu Mesela, Doğu âleminin gerileyiş içinde olduğu, muhakkaktır. Buna karşı çıkılmazdı. Ama ki, bu gerileyişin müessirlerini aramak lazım gelmez miydi? Doğu âlemi, acaba mahiyetindeki bozukluklar yüzünden mi çökme devresine girmişti, yani yaşam hakkını tabii bir şekilde doldurmuş bir ihtiyar mıydı, yoksa onu içten içe çürüten şeyler mi vardı. Mesele, onu iç hastalıklardan kurtarıp dış tesirlerden arıtmak, yeniden İslam medeniyetini, bu kez madde planında da ilerleme dersiyle, yükseltmek miydi, yoksa yukarda bahsettiğimiz (unsur)ların tek tek içeriğine inmeden, onları (elde bir) sayma gafleti ve kolaycılığıyla, topyekun red yolunu tutarak batı takipçiliği yapmak mıydı? Bunlardan ilkini seçmek, büyük, tarihi bir muhasebenin yapılması anlamına geliyordu. Bu ise meselelerin içyapısını görücü gözlere, her şeye (mutlak hakikat) penceresinden bakıcı derin idraklere ihtiyaç duyuyordu. Bu ise çile demekti. Çünkü meseleler aydınlandıkça felaketin boyutları ayan beyan ortaya çıkacaktı. Necip Fazıl işte bunları net bir şekilde görüyordu. O, varlığın iki ana direği olan (madde) ve (ruh) planlarında, daha önceden kendi içinde samimi bir mücadeleye girişmiş olarak, belli kazanımlar ve yetkinlikler elde etmişti. (madde) ve (ruh) mevcudiyetin ayrılmayan iki kutbudur. Meselelerin künhü, insanoğlu için bunlardır. Necip Fazıl, kendinin ve cemiyetinin muhasebesine bunlardan başlıyordu. O yüzden, her şeyi (öz)ü itibariyle yalın ve (saf) görüyordu, her şeyin, (öz)üne ve ruhuna bağlı olması gerektiğini inanıyordu. Çünkü her şeyin (öz)ünde mutlak hakikat, yani Allah vardı. Ne kadar derinleşirsek, o kadar yetkinleşirdik, ne kadar yetkinleşirsek, o kadar Allah'a yaklaşırdık. Tarihimizde,16. yy.'a kadar kudretli bir aşkla O'na yaklaşmıştık. Hamlede ve hayatın diğer şubelerinde edindiğimiz muvaffakiyetlerle bunun semeresini almıştık. Ama bunları düşünceleştirmediğimiz, sistemleştirmediğimiz, disiplin altına almadığımız için koruyamamıştık. Kalbimizi, bir göğüs kafesiyle çevirip emniyet altına alamamıştık. Necip Fazıl bunları görüyordu. Ama her şey, insanların satıhçı şuurlarında ve kısık ateşte yanmaya çalışan idraklerinde, (öz)ünden uzaklaşıyordu. Bu kısık idrakler, o (öz)lere kendilerince kıyafetler giydiriyorlardı. Şuurlarını (öz)ün cevherini tanıyıcı ve onun azizliğini teslim edici bir hüviyete gelene kadar terbiye etmektense,(öz)leri şuura uygun gelecek kalıba sokmak kolay yoldu. Herkes bu yolu tutuyordu. Çünkü insanların fıtratlarındaki (saf) temayüller, herkeste Üstad’daki gibi şuurlaşıp kemale doğru gidemiyordu. Burada, Çile'ye göğüs gerebilme cesareti, insanları (biri) ve (diğerleri) olarak ikiye ayırıveriyordu. Herkeste fikir çilesinden korkma vardı, düşünememe vardı. Varlığı bir bütün halinde görememe vardı. Bütünü teşkil eden unsurları, köklerine kadar inip (madde) ve (ruh)larından başlayarak düşünememe vardı. Bu yüzden (elde bir) olarak hesap edilen önermelerin, eksikliklerine rağmen, üst üste yığılarak kördüğümleşmesi vardı. Bu kördüğümün neticesindeki eksik veyahut yanlış kanaate, zorunlu olarak bağlılık vardı. O, meseleleri bir bütün halinde görüp, tümünü (varlık) tahtasında hesap ettiği için, fikir mimarisi yukarda bahsettiğimiz satıhçılar gibi yamalı bohça değildi. Edindiği kanaatler titremiyordu, tereddüde düşmüyordu. Her biri hem parça, hem bütün olarak inanılmaz bir ahenk ve tamamlık içindeydi. Fikir namusu, dava inancı, bunlardan ileri geliyordu. Kendi çağında, Üstad Bediüzzaman ve bir kaç çilekeş kafa dışında, meselelerin bu kadar içine inerek, hesapların bu kadar büyüğünü ve doğrusunu yapabilen kaç kişi vardı ki? O biliyordu ki, dünya çok ve girift bir boğazdan geçiyor. Bundan kurtulmak ve Türkiye ile birlikte bütün Doğu alemini yüceltmek, takım tutar gibi siyasi fikirlerin yalancı heyecanlarına tutulmakla asla olmazdı. Çünkü siyaseti, (ol)duran bir düşünce ve ölçü sistemi olarak görmüyordu. O, olsa olsa bir tezahür ve netice manzumesiydi. Öyle bir kıpırdayış ve hareket olması gerekiyordu ki, siyasi planda takip edilmesi kabil olan tezahürler ve neticeler üretilebilsin. Bu yüzden siyaset, vücudun kafası olamazdı, kalbiyse hiç olamazdı. Mesele içteydi, ruhtaydı. Hem ferdi ve hem umumi planda, ruhlar pörsümüştü. Onları silkeleyip dirayete getirmek icap ediyordu. Siyaset, burada bir satranç oyunundan farksızdı. (Bediüüzaman Hz.'lerinin de siyasetten çıkması aynı müessirlere bakar) artık meydana inmek gerekiyordu. Karşısında hipnotize olmuş gibi bakan insanların yüzlerinde bir şefkat ve uyarı tokadı olmaya çalışıyordu. "Düşünün" diye bağırıyordu. İşte geçmişiniz, işte (maruz bırakıcı) ve kükreyici tablonuz ve işte şu anki haliniz, işte sürekli (maruz kalıcı) sefaletiniz ve miyavlayışınız. Bunun neticesinde, geleceğinizdeki hali çıplak gözlerle görmeye cesaret edecek biriniz var mı, diyordu.

 

 

Henüz pişme merhalesinde olan (derin bilgi)nin (oluş) çilesi, memleketin buhranıyla birleşiyor, kendini düşünce muhitini bulamama kahrıyla birlikte, önümüze (Çile) şiirini yazdıran ruh ve düşünce haletini getiriyordu? İşte, Abdulhakim Arvasi hazretleriyle tanışıncaya kadarki Necip Fazıl'ın ana yapısı budur.

 

 

Abdulhakim Arvasi, onun için, içindeki saf temayüllerin kanlı bir çileyle şuurlaşıp fikirleşmesini, (iman) emniyetine alarak terbiye edici, coşkunluğuna mecra ve kanal açmak suretiyle istikamet kazandıran bir kahramandır. Artık Üstad için (yok)ta çırpınma, beyhude arama yoktur. Bütün sarsılmazlığı ve çevikliğiyle (var)da derinleşme vardır. Bu, zaten olsa olsa tasavvufun işidir ve insandaki görüş, anlayış, idrak ediş cihazlarının sıkletleriyle, (mutlak hakikat) arasındaki fark itibariyle, kılavuzsuz yapılacak bir iş değildir. Üstad, dışıyla içi arasındaki o çetrefilli muvazeneyi kuran bu kahramanın eteklerine yapışıyordu. Bu arada, dünya görüşünü (iman) emniyetine aldığı için, artık (sufli)yi ve taklidi teşhir etmedeki (antitez) ustalığını, kendi dünya görüşünü sistemlendirme yolunda olduğu için, (tez) ustalığıyla birlikte yürütmeye başlıyordu. Antitezler ve tenkitlerle çapaladığı fikir tarlasına, artık (tez)leri ekme vakti gelmişti. Dışıyla içi arasındaki muvazene sarsıntısı, dinmiş görünüyordu. Çünkü artık, fikirler başıboş ve (antitez) yayan bir vehim buhurdanı değildi. Her birinin bir vazifesi vardı, her biri, dışarda ne kadar birbirinden ayrı kollar olarak yayılıyorsa da, merkezde, bir ahtapotun vücudunda birleşir gibi birleşiyorlardı. O kollar fikirdi, o gövdeyse İslam...

 

 

 

Cihat

Share this post


Link to post
Share on other sites

ÜSTAT İLE ZİNDAN

Nedenini bilmem, bir devirdeyken;

Ensemden tutuldum, hapse atıldım,

Tabakta yemeğim beklemekteyken;

Zehrolmuş kanıma ekmek batırdım.

 

Ey Üstat nerdesin?.. Dostum ve hocam,

Titrek ellerimde şiirlerin var,

Sıkıntı kaderim, teessür kocam,

Bir dua et bana beni kim anlar.

 

Canım yanarken uyuduğum zaman,

Kirli suyla içtiğim çaydan tatlı,

Beynim fokur fokur kaynayan kazan,

Sabır benden dörtnala kaçan atlı.

 

İzah ey Üstadım, sen nasıl bindin,

Öyle yağız ve ak sabır atına,

Takvimlerde Mayıs ve bir gün indin,

Kalanlar tek safta durdu zatına.

 

Perişanlık yanağımı öperken;

Hasret, hüzün; iç çeker alt ranzada,

Gözlerimi tavana çivilerken;

Ölmüş sanki dostlarım bir kazada.

 

Farzdır buralarda gelince zaman,

Başefendi der ki: Hadi avluya!

Bu kaçıncı adım Yarabbim aman!

Biz sana muhtacız, topraksa suya.

 

Ansızın küçülür, zindan avlusu,

Taşlarla döşeli, daracık bir yer,

Yürüdükçe artar, ölüm korkusu,

Ve Üstadım gölgen, yanımda gider.

 

Zehir bir avaz Hadi maltaya der,

Başlarımız sağdan tek tek sayılır,

Önde sanki biri Necip tamam! der,

Üstatsız duvarlar, çatlar yıkılır.

 

Işığı unuttuk, gönülde kahır,

Rabbenadan gayrı bizi kim görür

Saçlar ağardı daha da ağarır,

Ah Üstadım senle tükensin ömür.

 

Leyliyim, tespihimde düşer tane,

Üstatla olmak, ölümden şahane,

Elveda, annemden boş kalan hane!

Ben mahpus ve burası mahpushane

 

 

(DATA)

 

 

Umudum yok ama ben de katılayım... Üstada emeğim feda olsun...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Ha gayret arkadaşlar, artık son haftaya girmiş bulunuyoruz. Dereceye girecek kalitede yazılar geliyor, bakalım netice ne olacak :)

 

Uzak ufuklar kullanıcı isimli arkadaşımız yanlışlıkla şiirini özel mesaj yoluyla bana göndermiş. Kendisinin siteye tekrar girmeme ihtimalini de göz önünde bulundurarak şiiri benim paylaşmamın daha uygun olacağını düşündüm. Yarışmaya katılırken özel mesaj göndermek yerine, yazınızı bu başlık altına yazmak durumunda olduğunuzu tekrar hatırlatıyor, şu ana kadar katılan ve son hafta içerisinde katılacak olan herkese tekrardan muvaffakiyet diliyorum.

 

“NECİP FAZIL KISAKÜREK”

Sözler yetmez ki onu anlatmaya

O "üstad Necip Fazıl Kısakürek"

Kelimeler az gelir onu yazmaya

Onda vardı aslan gibi bir yürek

O bir döneme damgasını vurdu

O asırlık dev çınar

Sanmayın ki o şimdi unutuldu

O hep gönüllerde yaşar

Onu anlatıyor hep bize kaldırımlar

Onun hayat yolu;hep acı hep çile

Ona insafsızca saldıranlar

Hepsi gömülmüş bir bir tarihe

O bir davaya adadı hep kendini

Ömrü boyu hep bu dava için çalıştı

Hak boyasıyla boyamış onun rengini

Ona bu renk çok yakışmıştı

Yeşeriyor kalplerde yeniden filizler

Üstadım sen ekmiştin o binlerce tohumu

Açıyor yeniden renga renk laleler,güller

Üstadım sen yerinde rahat uyu

Kaç güneşler batsa da

Bu davanın ışığı hiç sönmez

Bedenleri kara topraklar alsa da

Hakkın yiğitleri hiç ölmez

Bu davayı yüklenmiş gidiyor

Nice yiğitler aslanlar gibi kükreyerek

Bir millet yeniden uyanıyor

Hem de içlerinde binlerce

Necip fazıl KISAKÜREK

Mehmet Yılmaz İNANOĞLU

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstadım,

 

Üstadım diye hitap etme cüretinde bulunurken hayâ ettiğim; aşkın, vecdin, fikrin ve çilenin ve şu an dehşetle muhtaç olduğumuz aksiyonun tetikleyicisi büyük insan.

 

"Fikirde, sanatta, anlayışta, anlatışta, buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta ve nihayet yaşanmaya değer hayatın ölçülerini billurlaştırma işinde dünyanın en büyük adamı olmak isterdim; nefsim için değil de, sırf O’nun ümmetinden en hakir ferde düşen liyakat payını ve üstünlük derecesini göstermek için” Böyle demiştin İdeolocya Örgüsü’nün başında üstadım. Ve şimdi biz, yani senin dehşetli bir arzu ve hasretle beklediğin “Büyük Doğu Gençliği”, biz şahadet ediyoruz , En büyük filozoflardan daha büyük, en büyük sanatkarlardan daha büyük, en büyük mütefekkirlerden daha büyük bir insan olarak, geldin, yaşadın; Allah, Rasulü ve Dostları yolunda, Allah’ın hak dinini ihya etmek, zahirde yerde olan o sancağı tekrar en yükseğe dikmek için mücadele ettin, “Biz şahadet ediyoruz!”

 

Bir gençlik yetiştirdin, ortaokuldan beri seninle, fikrinle, mücadelenle yetişen o zamanın gençleri şimdi ülkede söz sahibi olan siyasetçiler, gazeteciler, yazarlar, şairler, sanatçılar… Hepsinde senin tesirin, hepsinde senin fikrinin bir parçası… Attığın tohumlar o denli sağlam oldu ki, Mukaddes Emaneti omuzlarına alıp taşıyan gençlerin onlarca yıl sonra bile durmaksızın hedefe adım adım ilerliyorlar…

 

Hafızamıza soktuğun kelimeleri kullanıyoruz, daha önce hiç tanışmadığımız tanışsak dahi dikkatli takip etmediğimiz kelimeler girdi hafızamıza; tüm yazılarımızda mutlaka o kelimelerden birkaç tanesini araya sıkıştırıyoruz senin ki kadar tesirli olsun diye yazılarımız, konuşmalarımız… “ vecd, mana, mücerret, namütenahi, ruh…” ve daha niceleri…

 

Yazdığımız şiirleri hep seninkilere benzettik, senin şiirini okuduktan sonra kolay şiir beğenemez olduk. Şimdi senin söylediğinin daha cüretkârını biz söylüyoruz: Dünyada iki büyük şair varmış dediklerinde Öteki kim? demiyoruz, “Öteki yok!” diyoruz…

 

Okuduk, okuduk, okuduk…

 

Okudukça senin Aşkın bizim aşkımız oldu... Senin Davan bizim davamız, Senin Çilen bizim çilemiz oldu...

 

Her okuyuşta “Yahu bu kadar muhteşem bir dize yazılamaz, Bunu yazan zekâ nasıl bir zekâdır, Bunu yazdıran aşk nasıl bir aşktır” dediğimiz belki yüzlerce dizen oldu.

 

Saatler süren konferanslarını anlattı bize büyüklerimiz, o geçen saatlerin dakika gibi geldiğini, her coşkulu söylevinden sonra insanların alkışlamaktan ellerinin kızardığını ve yıllar sürecek bir vecdin içine girdiklerini söylediler. Hiç bitmesin isterlermiş konferanslar, binlerce kilometre uzaktan dahi olsa tereddüt etmeden dinlemek için geldiklerini anlattılar. Ve biz, yani seni göremeyen Büyük Doğu Gençliği, kitaplarını okuyarak seninle konuştu, konferans kayıtlarını dinleyerek orada hissetti kendini.

 

 

“Allah diyen bu millet hiç ölmeyecek” dedin. “Bu millet ölmeyecekse bu Fatih dirilecektir” dedin. Ve şimdi biz yeniden, manen çökmüş olan İstanbul’un fethi için elimizden geleni yapıyoruz. “Gençler, bu gün mü yarın mı bilmem ama Ayasofya açılacak” dedin ses tonundaki o muhteşem ikna edici güç ve kararlılıkla. Ve biz de aynı gür ton ve kararlılıkla haykırıyoruz: “Evet Üstadım Allah için, Rasulü için, Dostları için, Fatih için ve Senin için ve senin gibi bir davaya baş koymuş bütün mütefekkirlerimiz için BİZ AYASOFYA’YI AÇACAĞIZ!”

 

Vasiyetini okuduk hepimiz, tüm sevgi ve nefretimizi Allah dostlarının ve düşmanlarının üzerinde topluyoruz ve onları hiç unutmuyoruz, hele düşmanlarını. Hepimiz bizden istediğin üzere senin kaza namazlarından birer günlük namazını eda ettik üstadım. Namazlarımızdan sonra Fatiha'larını her daim yolluyoruz.

 

Bu memleket sana hasret üstadım. Hiçbir zaman şuan ihtiyacı olduğu kadar ihtiyacı olmamıştı senin kalemine, gür sesine… Gittiğinden beri 26 sene oldu, mücadelen 65 seneye yaklaştı ama değişen hiçbir şey yok. İnönüler, Bölükbaşlar, Faikler, Ataylar, Ataçlar hala var, isim ve vücud değiştirmiş halde. Hala küfür yobazları Müslümanların ruhunu çalmak için, bizi “Öz vatanımızda parya” yapmak için var güçleriyle çalışıyorlar. Hala gericiyiz üstadım, hala mürteciiyiz, evet biz de senin söylediğini söylüyoruz, onların zamanın kokmuşları olduğunu biliyor ve diyoruz: Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana; Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana. ...

 

Ve şimdi biz, yani “Dininin, dilinin beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik” Olan biz, “Kim var?” diye seslenilince, sağımıza ve solumuza bakmadan fert fert “ben varım!” diyoruz. Benim olmadığım yerde kimse yoktur! Diyoruz…

 

Haykırıyoruz ciğerlerimiz patlarcasına en ulvi manevi sesimizle:

 

DOĞACAK BÜYÜK DOĞU BİZDEN DOĞARAK!

 

 

Üstadım bu aciz kalem sadece ve sadece yüreğini koydu bu yazıya. Mekânın cennet, Komşun Nebiiler Efendisi, mükafatın Cemalullah olsun…

Share this post


Link to post
Share on other sites

NeFesLe ÖLeN ÖLüM

 

 

çevremde onca insan, bir iki tanesinde var ihsan

şikayetler var bitmeyen lakin ibadetler noksan

kaçımız cenneti hakettik, hepsi ''ben'' der sorsan !

belki de sorun çözülecek avcunu göğe açsan!

bir deniz gibidir namaz pisliklerini temizler

bir kıyıdır O'nun rahmeti sürekli kabul eden

tek ayağım çukurda gibiyim, ölüm her an ensemde

 

 

yukarlarda olupta Allah'a bir o kadar uzak olandır kibirli

nefesle öldürdüğümüz ölüm elbet kesecek nefesimizi

bir yol ki önüne uçurum çıksa dönmek istemezsin geri

kalbinin kalemiyle beyin kağıdına yazmak iste yeter ki

 

Aynı dünya'da farklı dünyalardayız

farklı rüyalarda aynı amaçlardayız

paranın dostluğu harcanana kadardır

imkansızları var eden önyargılardır

inancımız kadardık şu an çoğumuz karıncayız.

 

Katil sıfatı almadan öldüren bir Allah.

nefsin sevap kazanma isteğidir günah !

ey insan kendini dışardan izleseydin

yine bu kadar haklı olabilir miydin ?

 

parfümünüz size kokmaz !

yarınımız bir çıkmaz !

çıkarsız dostluk olmaz!

tek olmaz var adı olur !

içtiğimiz ölüm şerbetiyse,

sonsuz nimet suyudur

 

aklın yolu bir lakin bazılarının yolu biraz uzun

kabuk sarmamış yaralarının merhemidir tuzun

bu tasavvuf yolunda kaçımız kaldık tek bilek

çok şair vardır ünlü ve gerek Tek büyük şair Necip Fazıl Kısakürek

 

üstadım Necip Fazıl Din yolunda bir fasıl

bir şiiri her şairin rüyasındaki rüya!

geçici rüya dünya ona göre

somutluğun hakikati soyut ölümden sonra asıl...

 

 

Saygılarımla

 

Mert KURU

 

Üstadım Necip Fazıl Kısakürek'in de yolunda toz olduğu bu inanç yoluyla ilgili bir Şiir yazdım çapımca ve kalemimin mürekkebi yettiği kadar..Bu yarışmayı bize bir fırsat olarak , üstada bir atıf olarak sunan kardeşlerime sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

Share this post


Link to post
Share on other sites

HAKİKİ MISRALAR ŞAİRİ

 

Geceyi yazdı, geceye gizlenen fikir güruhlarını sözcüklerin ışığıyla çevirdi… Kara bulutlardan bembeyaz dökülen, döküldükçe insana farklı duygular işleyen yağmuru yazdı, yağmur hasretlerini, yağmurdan kaçışları anlattı… Aynaları yazdı, aynalardaki yansımaları, yansımalardaki sevinçleri, hüzünleri, kaygıları, korkuları, aynaya bakışları, aynanın insana bakışını anlattı… Perdeleri yazdı, bilinmeyenin üzerine çekilen perdeleri, perdelerin ardındaki hakikati anlattı… Türküler söyledi, Sakarya’nın türküsünü, ülkesinin türküsünü, dünyanın türküsünü söyledi, türkülere nice anlamlar yükledi… Çocuk oldu, çocuğu anlattı, İstanbul’u çocuk gibi sevdi… Zifiri karanlıkta ve yapayalnız, zihninde yüzlerce düşünceyle kaldırımlarda yürüdü, kaldırımlara dökülen hayat kırıntılarını yazdı, kaldırım taşlarının boşluklarına hapsedilmiş gölgelerin hesabını sordu… Çile çekti, çilenin çetrefilli, çetin gövdesiyle yüzleşti, çileye karşı sabretti, çile çekenlerle dost oldu… Yanlış fikirlere savaş açtı, savaşını anlattı… Tertemiz kelimelerden evren büyüklüğünde düşünce iklimlerine erişti O. Dizeleri nakış gibi işleyen, şairler şairi, şiarımız Necip Fazıl!

 

“Vatanımda sular akar, başıboş; / Herkes, birbirini kakar, başıboş.”. Tarihin en güzide sayfalarında kendine yer bulan Türk milleti kimi zaman çözülme, kendi kendine zarar verme temayülü göstermiştir. İnsanlar faydalı birtakım işlerle meşgul olacaklarına gereksiz ve amaçsız davranışlar sergilemiştir. Böyle anları çok iyi gören, analiz eden Necip Fazıl, içine düştüğümüz kaosu, bilinçsizlik kuyularını enikonu gözler önüne sererek gerçek bir sanatçı, yol gösterici vasfı taşıdığını tüm millete kanıtlamıştır.

 

Necip Fazıl İstanbul’a: “İçimde tüten bir şey; hava, renk, edâ, iklim; / O benim zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.” diye seslenir. Pek çok şair İstanbul’u anlatır, dizelerinde İstanbul’un eşsiz duruşundan bahseder. Fakat Necip Fazıl İstanbul’a apayrı bir görüntü yükler. Onun İstanbul imgelerinde tarihi, sanatı, bu şehrin insana verdiği duygu birikimlerini, şehirle insanın iç içe geçişini görürüz.

 

“Öteler, öteler, gâyemin malı; / Mesafe ekinim, zaman madenim.”. Hep detayları, görünenin arkasındaki manaları, kavramların kuvvetlenip derinleştiği hususları arayan Necip Fazıl, zaman mefhumunun önem ve azameti üzerinde durdu. Geçmişin yüceliğini en manidar düşüncelerle besleyip zamanın ötesine geçti. Ve bir şeylere hep mesafe koydu: Korkuya, kötülüğe, acımasızlığa, endişeye, bilinçsizliğe… Bu mesafelerin üzerine sözcük denizinin maviliğini örtüp aydınlık ufuklara ulaşmaya çabaladı.

 

Su… Huzurun, mutluluğun simgesi. Toprağa, tabiata can veren aşk. “Yaşam” sözcüğü; içindeki “ş” harfi ile vardır ve işte oradaki “ş” suyun şarıl şarıl akışından gelir. Su, etrafındaki her şeyi engin bir refaha taşıyarak akar, çıktığı ve ulaştığı yer ile bu ikisi arasındaki mesafeyi berrak kılar. Suyun içinde beyaz vardır, mavinin eşsiz akisleri vardır, pürüzsüzlük, bazen de gözü dinlendiren kıvrılmalar vardır suda. Üstat suyla beslemiştir dizelerini, sözcükleri su gibi akıtarak… “Su duadır, yakarış, ayna, berraklık, saffet; / Onu madeni gökte altınlar gibi sarfet!”. Ve Necip Fazıl esasında suyun ta kendisidir. Gaflet yangınlarını inatla söndürür, susuzluktan çatlayan çorak topraklara saadet verir, kurumaya yüz tutmuş ağaçların yapraklarına yeşil hayatlar sunar… Keskin dizeleri, suya hasret taş kalpleri yumuşatır, bu kalplerin doğruya ulaşmasını sağlar. Su gibi sessizdir Üstat. Fakat bu sessizlik, hata karşısında susmak değildir asla. İçinde büyük dalgalar, fırtınalar barındırır. İnsanlığa zulmeden cahil mihrakları su olup boğar… Dört tarafı sıkıntı duvarıyla çevrilmiş gönüller, üstadın ferahlatıcı düşünce ve mısralarıyla yaşama katılır, gözlere vurulan perdeler birer birer açılır…

 

Karanlığın saltanatını hercümerç eden bir güneştir Necip Fazıl… Tıpkı güneş gibi bütün dünyayı aydınlık temennileriyle kucaklamış; yeryüzünde korkunun, kederin, acının, güvensizliğin Allah’ın işaret ettiği güzel hislere galebe çalmaması için benzersiz bir gayret göstermiştir. Güneş yüzlü, parmak uçlarında güneşten parçalar taşıyan, nasırlanmış kalplere şifa veren mümtaz şair; İslam’ı çevreleyen uğursuzluk zincirlerini koparıp atmış, akılları, yürekleri, özgürlüğüne kavuşturmuştur.

 

“Ustada kalırsa bu öksüz yapı, / Onu sürdürmeyen çırak utansın!”. Daima gelişmeyi, kendini yenilemeyi arzu eden, hedef gösteren Necip Fazıl, durağanlığı, durağan, yenileşme adına gayret göstermeyen kimseleri eleştirir. Toplumun kalkınmasını iyilik, doğruluk niyeti ışığında gerçekleştirilen, oluşturulan fikir ve eylemlerde arar. Hareketsiz kalmaya, bilginin hızlı temposundan kaçmaya, cehalet karşısında inzivaya çekilmeye, şuursuz bir eylemsizlik içine düşmeye asla tahammül edemez.

 

Allah’ın varlığını bütün bedeninde, ruhunda, fikirlerinde, duygularında hisseder… Her yerde O’nu görür: “Sana daha yakın şah damarından; / O var!”. Baharda, çiçekte, umutta, sevgide, yıldızlarda, zemheride, zemherinin uysallığında, kuşların kanadında, denizin maviliğinde, sözde, sanatta, sükûtta, gelecekte, gelecek düşlerinde, renklerde, renklere doymuş ebemkuşağında, insana hayat veren kanda, kanın kırmızılığında… Her yerde Allah’ın kudretini idrak eder, daima bu kudretin yanında yer alır. İnsanlığın ancak Allah yolunda kendini tanıyıp terakki sağlayacağı düşüncesini benimser. “Yıkılmaz dayanak, kırılmaz destek; / O var!”. İnsanlar daima güvenecekleri birini ararlar, bir sıkıntıyla karşılaştıkları zaman kendilerine yardımcı olmaya çalışacak dostlara ihtiyaç duyarlar. Üstadın dediği gibi bu dostların en güvenilir olanıdır Allah. Bizi asla yalnız bırakmaz, içimize sonsuz huzur, güven tohumları saçar, can-ı gönülden yakarışlarımız mutlaka karşılık bulur.

 

Sınırları olmayan engin bir okyanus, okyanusla gökyüzünün kusursuzca birleşme görüntüsüdür Necip Fazıl. Sevgiye hasret, bilgi peşinde, hakikat peşinde koşan herkes, bu okyanusun berrak damlacıklarına sığınır, damlacıkların şeffaflığına hayran kalır. Fakat görünen damlacıkların her biri zaten başlı başına bir okyanustur. O’nun dile getirdiği her ifade, insanlığa yeni ufuklar açar, fikirler, yıldızların gökyüzüne dağılması gibi insanların zihinlerine sirayet eder.

 

Keskin mısraların müellifi, tesirli düşüncelerin mimarı… Bizim için gözyaşı döken, bizleri anlam dünyasına çekerek hakikatlere ulaşmamızı sağlayan, şiirimiz, şevkimiz, doğruluk adresimiz… Baharımız, baharda açan badem çiçeğimiz, çalışkanlığımız, gayretimiz… Seni tanıdığımız, senin eşsiz birikimlerinden istifade etme imkânı yakaladığımız için sonsuz mutluluk duyuyoruz.

 

Yolumuzu çizdiğin, hayatımıza yön verdiğin, doğruluğa güç kattığın için teşekkürler. Yüreğimiz her daim seninle!

 

cevdetsami

Share this post


Link to post
Share on other sites

böyle bir yarışma gerçekten çok hoş olmuş...bunun için tüm site yöneticilerine şahsım adına teşekkür ederim...tabiki herkes kazanmak ister ama elbette bir tane birinci olacak..önemli olan bu yazılardan bir şeyler kapabilmek..okyanus örneğinde olduğu gibi herkes kendi zaviyesinden bakıyor olaya ve ne kaptıya,ne gördüyse onu aktarmaya çalışıyor...yarışmaya katılmayan arkadaşlarıma da tavsiyem bu yazıları okumalarıdır,böyle diyorum çünkü bu yazılar bize göremediğimiz bakış açıları kazandıracak salahiyyette..yönetimin işi zor...benim de işim zor rakipler güçlü...:Dburaya emek verip yazı yazan herkese de teşekkürü borç biliyorum..sitede güzel bir hitap şekli var gönüldaş..hepsi gönüldaşım...işin güzel tarafı da geçen senelerle karşılaştırdığımız da da katılım artmış...belki bunlardan çoğu bu site sayesinde üstadı tanıma fırsatı buldu ve ona yöneldi...sitenin amacına ulaşma yolunda atılmış çok güzel bir adım..yarışmanın şekline gelince bence yöneticilerin işini zorlaştıran durumlardan biri de hem şiirleri hem de nesirleri aynı kategori de değerlendirmek olacaktır...şahsi fikrim seneye şiir ve nesirin ayrı kategorilerde değerlendirilmesi...tekrar teşekkürlerimi sunar,herkese başarılar dilerim..aek

Share this post


Link to post
Share on other sites

O REİS DEĞİL;O ADAM

 

 

 

'..demek böyle ölünürmüş.'

böyle ölünürmüş.

ölünürmüş.

 

Tam üç kelime sekti kalbime üç kere.Nihayet son kelime yuvarlandı gediğine:

ölünürmüş!

Fakat böyle ölünürmüş!Böyle..

..

Bir dakika..Dakika..

Demek 'zaman korkunç bir daire'..

İlk ve son nokta neresi bilinmiyorsa bir yerinden kurcalamalı bu tılsımlı mefhumu!

Fakat yine de bir dakika...Yani demek,kendisini göremeyen insan ,aynada kendini gördüğünü zannedeniyor!Fakat sağ ve solun;sol ve sağ olduğu bu alette bütün bir insanlık yalana teslim öyle mi?!

Ve bütün bir insanlık buz çölünde yol alıyor öyle mi?..Hepimiz buz çölünde yol alıyoruz.

Öyleyse beş dakika geciktirin şu mahkumun idamını ve dört kelime daha yuvarlansın kalbimize:

'..siz ağlayamazsınız;ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz.'

 

...

 

Kendisini uğurlamaya gelen yakın dostlarından biri haykırıyor ardından:

Tarihin malı olduğu unutma!

Unutmayacağı daha başka şeyler de var bu adamın:

Mesela Selma!O küçük kız..Sanki ne diye o parayı ona vermişken bir kez ısırılmış elmasının da onda kalmasına müsaade etmedi?

..

Gemi kalkıyor işte...Kalbimiz kalkıyor:Acaba tarihin malı olduğunu unutacak mı?!

Yol Paris..

..

Sanki bütün parasını bir meçhule yatırmamış ve o kumar masasında kaybetmemiş gibi çıktı dışarıya..Vakit epey geç..Şimdi bu adama kumarbaz Dostoyevski mi eşlik etmeli?

Hayır!Yalnız Kaldırımlar..

Paris Kaldırımları..

Sanki her sokak başını devler kesmiş gibi içinde damla damla bir korku birikiyor...Bütün parasını kumar masasında kaybeden bu adamın biriktirdiği bir şeyler var içinde.Yürüyor..Kaldırımlar birikiyor içinde.!Gece yarısını çoktan geçmiş bir sabaha karşı duyguların en girifti,en muğlağı,en isyankarı birikiyor içinde!

Durun!..Yıldızsız bir gökyüzü gibi siyah ve sessizce bir şeyler söylüyor:

'Size Paris'te üç ay gündüz yüzü görmediğimi söylesem bana inanır mısınız'.Ben inandım!

..

Kaldırımlar..Sahiden kaldırımlar çilekeş yalnızların annesi midir?

Annesini hatırladı:

o çilekeş kadını!

Hani on iki yaşındaydı.

Hani annesi hastaydı..

Ziyaretine gitmişti.

Hastane odası..Bitişikteki beyaz örtülü yatağın üstünde,siyah kaplı,küçük ve eski bir defter vardı..

Veremli bir kızın şiirlerini biriktirdiği defter..

Ve neden sonra annesi;

Senin demişti..'Senin şair olmanı ne kadar isterdim!'

Annesinin bu sözleri karşısında on iki yaşının yüreği ile gözlerini hastane odasının penceresinde savrulan kar ve uluyan rüzgara karşı dikmiş..Ve içinden karar vermişti:Şair olacağım!!!

..

Kaldırımlar!!!

Daha güçlü ve yüksek sesle yürüdü kaldırımları..Bir otel odasının soğuk yüzlü yalnızlığına attığında kendini bir aynanın karşısında buldu.

Aynada bir yalanı görmüş olmalı ki;

tırnakları ile yüzünü yırtarcasına taradı.Allah'ım dedi..'Beni benden kurtar'..

O zaman daha yüksekten sekerek geldi ve daha hızlı yuvarlandı bir idam mahkumunun sözleri:

'..siz ağlayamazsınız;ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz.'

Ağladı.

Anladı ve ağladı reis.

O halde kalem kıran elleri,yine kalemi tutsun.Kan karıştırdığı mürekkebine batırsın kalemini ve bu kez geçmişini idam etsin!!İstifa etsin geçmişinden.'O reis değil;o adam olsun'...

..

O adam.

Kaldrımlar..diye haykırıyor!!

Bu kez yedi kelimeli bir cümle uçuşuyor ölümün üstünde:

'Bana düşmez can vermek yumuşak bir kucakta'

 

...

 

Otuz dört yıl.

Ve yine zaman.

Sanki saat işliyor.Hayat hiç yaşanmıyor.

Ah bu uçurtmanın ipini tutan o el;gökyüzünden habersiz.

Fakat işte bir haber geliyor.

Bir davet.

Elindeki adres,Eyüp sırtlarına tırmandırıyor onu.

Bebekliği,çocukluğu,annesi,Selma,Bahriye mektebi,Paris,kumar masası,kaldırımlar,şair,banka memurluğu...Kalbinde bütün hayatını ve o hayatın içindeki bütün anılarını uçuran,ve sonra her şeyi unutturan bir fırtına..Bir fırtına esiyor...Bütün gücüyle essin fırtına..Ta ki her şeyi kaybedip,O'nu bulsun...

..

Başlasın saldırılar.

Ona büyük şair diyenler kussunlar kinlerini.

Mesela 'Sabık şair' desinler.

'Yazık etti sanatına' desinler.

'İslam faşisti' desinler.

'İslam komünisti' desinler.

Anlaşılan onun cevabı hazır:

'..Ben geçmişimi çöpe attım..Çöpü de ancak köpekler karıştırır!'

..

Ve anladığına ağlasın reis.Reis ağlasın.'Merhamet' diye haykırsın.'Beni affet' desin usulca.Tevbe,silsin bütün günahları ve işlemeye başlasın saatleri,gökyüzünden haberdar olanların..

..

Hapislere atın bu adamı.

Allah ve ahlak..diyor.

Zindanlarda çürütün..

Işıksız ve paslı bir işkencenin içinde o yine yazssın..ümitvar.Mesela bugünlerini çalanların yüzlerine haykırsın:

'Yarın elbet bizim;elbet bizimdir!'..

Yıkılır gibi olanların karşısına dikilip hatırlatsın:'Sen bir devsin!Yükü ağırdır devin!.'

Olmadı kollarını makas gibi açsın ve 'durun' desin kalabalıklara..'Bu yol çıkmaz!..'

Ciğerinden kalemine kan çekerek yazsın.Tırnaklarıyla kazısın.Aç ve susuz kalsın!

Dönüp vefakar eşine,söyle desin..'Söyle;acaba içinden ''şu adamın zevcesi olacağıma bir bakkalın,bir kundaracının karısı olsaydım!'' gibi bir duygu geçiyor mu?Söyle,hiçbir günü öbürüne uymayan bu belalı,bu netameli adam senden af dilemeğe muhtaç mı?'..

..

İşte böyle başlasın 'Çile'..İşte böyle yaşansın.Çünkü 'gaiplerden bir ses duyuldu'.Çünkü bu adam 'gezdirmeli boşluğu ense kökünde'..Çünkü yaşanan bir kızıl kıyamet.Yetişmeli imdada..!

..

O eski reis;şimdinin o adamı yetişmeli imdada..Bitirim yerlerinde yer almalı.Herkes ona gülmeli.O ise ne kadar hırsız,yan kesici,ırz düşmanı,katil varsa kazanmaya çalışmalı..Hırsıza kasasını emanet edip,katile göğsünü açmalı..Bakalım gizliyi çalan hırsız kendisine emanet edilini çalacak mı?Arkadan vuran katil,kendisine göğsünü açanı vurabilecek mi?

..

Derken iftiraya uğramalı.Cebinde eroin bulunmalı.Öyle ya ceketi onun,cep ceketinin ve eroin de o cebin malıdır.O halde 'Ben suçluyum' demeli!..

..

O adam Malatya'da iftiraya uğramalı..Kumar oynuyor diye karalanmaya çalışılmalı..

..

'Ben koydum' diye bağırmalı biri.'Reis beyin cebine eroini ben koydum'..

..

Her defasında güçlenerek çıkmalı..Her defasında İslam düşmanlarına hak ettiği cevabı vermeli o adam,dik ve gururlu durmalı bir müslümana yakışır şekilde!

Her defasında talebeleri meydanları doldurmalı!Her defasında yetiştirdiği gençlik,sağına ve soluna bakınmadan 'Ben varım' demeli..

 

 

..

 

Zaman:bir turnosol kağıdı gibi adamın ne olduğunu gösteren tılsım!

..

Yıl 1980..

On iki yaşında gözlerini hastane odasından dışarıya ok saplayan ve içinden 'şair olacağına karar veren' o çocuk Şairler Sultanı!

..

Zaman:Bir şeyleri alıp götüren bir şeyleri alıp getiren uçsuz hakikat:

Yıl 1982:

Yılın Sanat ve fikir adamı!

 

..

 

Zaman:o korkunç daire!

Yıl 1983

 

Zindan köşelerinde bestelediği İslam türküsü ile çağa meydan okuyan bu adamı 79 yaşında yine soğuk ve karanlık zindan köşelerinde boğmayı içeren bir eskimiş taktik hala aynı rayınında devam ederken dönemin cumhurbaşkanı tarafından içeri atılması destekleniyordu.

Beyazdan beyazın sıyrılamayacağı manasını emen kaderin cilvesindendir aynı yıl parti kurma hazırlığında bulunan ve sonraki cumhurbaşkanımız olacak olan Turgut Özal sık sık ziyaret edip tavsiyelerini alıyor..

 

 

...

 

 

'..demek böyle ölünürmüş.'

böyle ölünürmüş.

ölünürmüş.

 

Tam üç kelime sekti kalbime üç kere.Nihayet son kelime yuvarlandı gediğine:

ölünürmüş!

Fakat böyle ölünürmüş!Böyle..

..

Yani yeni bir hapisin eşiğindeki bu adam,sonsuz bir beraat davetine ve artık 'yeter' diyen bir ilahi fermanın müjdesine ermiş öyle mi?

..

Bir cenaze töreni..

'ÜSTAD..ÜSTAD' diyen haykıran bu nesil,'O Adamın' karşısında gördüğü ve onlardan dava taşını gediğine oturtmalarını beklediği Büyük Doğu gençliği..

Cenazenin ön saflarında bulunan 8.Cumhurbaşkanı Turgut Özal..

11.Cumhurbaşkanı ise 1969'da çektiği telgrafla 'şartlar neyi gerektirirse gerektirsin yüzde yüz' emrinde olduğunu söyeleyen Abdullah Gül olacaktır..

 

 

...

 

 

 

Mahkemede hakim soruyor.Belki o eski reise..O adama soruyor:

'sen islam nizamını propaganda ediyorsun öyle mi?'

 

cevabı yolumuzdur.cevabı ebedi beraatın vesikasıdır.cevabı kurtuluşunun/kurtuluşumuzun müjdesidir:

 

cevap ÜSTAD'ımındır:

 

'ŞÜPHE Mİ VAR?BİZ YALNIZ BU İŞİ YAPMIYOR,BU İŞİ YAPMAK İÇİN YAŞIYORUZ.'

 

 

..

 

 

 

Kendisini uğurlamaya gelen yakın dostlarından biri haykırıyor ardından:

Tarihin malı olduğu unutma!

 

Tarihin malı olduğunu unutmadan,tarihe mâl olmuş ÜSTAD NECİP FAZIL KISAKÜREK'in aziz hatırasına büyük hürmetlerimle..

 

 

...ahmet durmuş

Share this post


Link to post
Share on other sites

26 Mayıs 1904'te,Çemberlitaş'taki dünyaya gelen Üstad Necip Fazıl,konak alemdarıdır,kimi zaman kimliği ile kimi zaman kişiliği ile kimi zamanda sertliği ile hayatını idame ettirirken ve de bir deli dolu hayat sürerken tabiri caizse, birgün şu mısraları ile dünyaya yeniden doğduğunu kazır...

 

Tam otuz yıldır saatim işlemiş ben durmuşum

Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...

 

Ne olduysa ondan sonra olmuştur.geride hiç bir şey bırakmamışdır artık demiştir kendisini yadırgayan 'Sende önceleri doğru yolda değildin'sözünün muhatabına 'ben geçmişimi bir çöpe attım ve çöpleride yalnızca köpekler karıştırır''cümlesi ile, birdaha bu gibi konulara,karşısındakilere savaş ilan edercesine susturucu tedavi uygulamıştır. Susmuştur etrafındakiler,birdaha asla konuşamamışlardır. Dinlerler onun her ağzından çıkacak, en kutsi sözleri. O hep kendini unutarak yaşamış, kendi için asla bir lahza kalem oynatmamıştır. Sadece inandığı doğru bildiği davasının ardında koşmuştur.

Kimseye indir etmemiş kimse ile kişisel şahıs savunmasına girmemiş, zamanımızın burjuva ağızlıları gibi 'benim kim olduğumu biliyor musunuz havasına girmemiştir..Helbu ki bu sözü söyleyecek belkide tek insandır ama dememiştir.Her daim haklının yanında hak yolunda sabrederek gitmiş ,zindandan mehmede mektup şiirinde 'Birde geri adam boynunda yafta' mısrası ile de kendisinin hor görüldüğünü sadece o an dile getirmiştir. Lakin asla yıkılmamış, eğrilmemiş, bükülmemiş, ekşinin karşısında tatlı, eğrinin karşısında doğru, duruşu ile meydan okumuştur hayata, karşısındakilere.

Zamanı halinin devrinde iken bu kadar sevileceğini bilir miydi bilinmez.Bizler onun bayraktarlığına bu kadar canu gönülden seyirt ederken, bizleri gördüğünde, ziyaretine gidenlere sağı gösterip sağ profil solu gösterip sol profil muamelesi yapmadan, davasının ardın da yüreklerimizin halatları ile sımsıkı ardında durduğumuzu görerek eminim ki, o sert üstadın yerine yumuşak muhlis yapıda bir koca yürek manzarası ile karşılaşacaktık.

Hoşgeldiniz diyecekdi bizlere,diyecek ve bizler onun ellerine eteklerine sarılıp,belkide diyecektik O'na 'Sen bir devsin,yükü ağırdır devin! kalk ayağa,dimdik doğrul ve sevin!' Belki bu mısralar Zİndandan Mehmed'e mektup tan alınıp denirdi O'na lakin en güzel o anda bunu demek yakışırdı O'na...

 

Kimseden öğrenemediklerimiz,okul olsun, içtimai hayatımızda ki insanlar olsun,hatta kendi aile yapımızın bile öğreti konusunda hacimsiz kaldığı konularda,O'ndan öğrendiklerimizle,bu devirde, bu zaman da, Üstad gibi bir kalem ehli, fikir mahkumu, fikir işkenceleri ile kavrulan bir beyinle tanıştımığıza ne kadar şükretsekte, keşke kelimesi en aciz hali ile kalsada şu sütunda, keşke hayatta olsa idi de, O bizi, bizde O'nu bir görebilse idik. O'nun yokluğun da öğrendiklerimizi, varlığı ile pekiştirebilse idik. O vakit derdik işte tam manası ile ''O gençliğe hitabe de yazdığınız gençler varya işte biz onlarız ve geldik...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar!

Yarışma hakkındaki mesaji yeni okudum, bu fikir hoşuma gitti. Makaleyi yazabilirdim ama zaman az olduğu için şiirimi ekleyeceğim. Türk değilim, lakin söz konusu üstad olunca üstadın şiirleri değişik kültürlere ait insanların kalplere değdiğini göstermek dileğimle ben de katılayım, en azından bir katkıda bulunayım dedim

 

Bir gün dehşetli resmi gördüm kitapta :

Körlerin alayı betimlenmişti.

Körlere bakarken ağlıyordu kıta...

Malum, önderi çok çile çekmişti.

Nereye gidiyorsun, ey, önde gelen?

İlerideki kara meçhuliyette

Yar yırtıcı gibi saklandı... Hemen

Dön, yoksa boğulacaksın felakette!

Görmuyor gözleri kaybeden. İnsanlık

Körlerin alayına benzemiyor mu?

İşte budur sorun, işte bu gariplik.

Varış yerimiz yoksa biliniyor mu?

Değişik yolları sakladı istikbal,

Onlardan kim şaşmaz seçimi yapacak?

Kutsal vazifeyi taşıyordu hamal...

Sallandı kainat, tıpkı dev salıncak,

Çilekeş hamalin şarkısı duyuldu.

İnsanlık, bu şarkı çınlayınca, dans et!

Üstadın müddeti ne yazık ki doldu...

Mukaddes görev şimdi bize emanet!

Sültanü-ş Şuara seslendi gençlere

Ve tepki gösterdi çağrına çok insan.

Din cevaptır ruhsal tüm bilmecelere,

Hem destek hem de nurdur ilahi iman.

Çilekeş arayışlarının sonunda

Üstad Allah’a ulaşmaya başardı.

Kalp savaş meydanıdır, şiir – vasıta,

Değişmeyse zaferdir. Şair kaldırdı

Ayağa her Sakarya’nın dalgasını

Ve dikti Büyük Doğunun tohumunu.

Dev ağaç ondan bitsin, büyümesini

Bekliyor, umutla suluyoruz onu!

 

Tişenko Katerina

 

 

Ayrıca bu şiirimi de eklemek istedim, üstada benden bir ithaf olsun.

Her şey sulara benziyor : hep akar, gider...

Bu, alemin alnında yazdığı kader.

İnsan ömrü kuma dönüşür bir gün,

Tarih çölünde o kum kaybolur... Olgun

Dünya sırının meyvesi insanı bekler.

Onu yiyeceksin, nura erişsen eğer.

Allah ise dünyamıza o nuru serper.

Sultanü-Şuara, sanatında bunu göster!

Ömrünün aktığı yatak kurumaz, şair.

Çok kitap yazılır şimdilik fikrine dair.

Şiirin, kalpteki tellere dokunur, çınlar,

İnsanın kalbinden mükemmel melodi çıkar.

Hiç solmaz şiirlerine beslenilen sevda.

Gerçekten yerini hakettin yazının tahtında!!!

Share this post


Link to post
Share on other sites

Allahım seni anar fikrim kalbim sana yanar ancak

adanmış yüreğim ismini haykıracak haykıracak

sevdam sonsuz Rabbim bilir ama dökülmüyor heceler

haykırayım kuşkusuz gerçeği yardım edin geceler

sevdalıyım aşığım ben,Allah'ım tek sevgilim

üstadım nerelerdesin? anlatmaya varmıyor dilim

senden yoksunken ben gerçeği aramaktan yoruldum

gün geldi ki seni dizelerde Hakkı sende buldum

yalanlar sönsün yüreğimde yalnız dizelerin kalsın

anlatayım derdini herkese sonsuz bir masalsın

sen garip kul Haktan uzaksan sil artık hain geçmişi

o gerçek, tek sevgili bırak eşi çocuğu kardeşi

zavallı kafir seni ateşler gibi yaksa da ölüm

bana bayramdır İlahıma binlerce kez ölürüm

yorma kendini sevdam sana zor anlamazsın derdimi

sorsam ki sana kalbin insanlığına hiç yer verdi mi?

ben yandım, sen bilemezsin ki bu yangın başka yakar

dönüp bakar gözlerim yüreğime sonsuz korlar akar

alnım varırken secdeye şehadete varsın da sözüm

al beni yanına Allah'ım öksüzüm sensiz öksüzüm

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Yarışmaya katılım bu gece itibarıyla sona ermektedir. Saat 00'dan itibaren gönderilecek olan hiçbir yazı bu yarışmaya dahil kabul edilmeyecektir. Yazısını zamanla olgunlaştırarak yayınlamayı düşünen arkadaşların herhangi bir sıkıntı ile karşılaşmamak için, yazılarını en kısa zamanda göndermesi gerektiğini hatırlatmak istiyorum.

 

Yarışmanın, katılım zamanının tamamlanmasından sonraki 10-15 gün içerisinde sonuçlanması beklenmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, yazılar yöneticiler tarafından muhteva ve şekil belli ölçülerde dikkate alınarak puanlandıktan sonra, en yüksek puanı alan 3 yazı dereceyi oluşturacaktır.

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sitenin yelpazesinin bu denli genişlemesi ve aynı zamanda keyfiyetinin durmadan artması, yönetimdeki insan üstü şevke ve çalışkanlığa bağlıdır. Buradan tüm yöneticileri tebrik ve takdir ettiğimi belirtmek isterim. Üslupça ve muhtevaca birbirinden zengin ve lezzetli çalışmalara geliyor. Ben de yazımın yanı sıra (büyük şair)i bir şiirle anlatmak istedim. Kaynayıp fokurdayan, taşırdıklarıyla eserler husule getiren bütün kardeşlerime selam ederim, başarılar dilerim. :)

 

 

Sen

 

 

Durmadın, rüzgara bağrını açtın

Sen, kendi kanında yüzen dev gemi!

Örümcek ağından yelkenler yaptın,

Sordun ufuklara, sonsuz sende mi?

 

 

Doğruldun, rüzgarlar esti ardından

Sen bir çırpınıştın, sen bir arayış,

Vehimli suların girdaplarından

(Yok)tan var edene, (yok)tan yol alış...

Share this post


Link to post
Share on other sites

KAFİLENİN PEŞİNDEN

 

Diyemediklerimiz vardı

Tüm ihtişamından yana yatmış şehir

Tüm bunların başında

Bir deprem ve tozu toprağı

Dolaşırken sokaklarda

Bakıp da görmediklerimiz vardı

Kelebek değil çıkartma kağıdı

Ve Ezan dili bağlı

Kötü adamlar ve onların parmakları

Her yandalardı

Her yan karardı

Baş eğik ve Biz diyemedik

 

Kimimiz boğulurken boğazdaki ilmikle

Ses çıkartmayın

Bir feribot yanaştı iskeleye

Bir süre, göz göze ve bir süre

Bir davet; bir rahmet buluyordu Adam’ı

Bir rahmet ki; Arvasi açıyordu kapıyı!

 

İşte vardı

Güneş vardı işte

Biz susaduralım

O ve O vardı bir de

Vaktin engin Işığı

Ve tüm sustuklarımızın tellalı

Medeniyette İslam demek günahtı

Adam ki tüm gücüyle bağırdı

Aydınlığında Işığın

O’nun temiz parmakları

Güneşin doğduğu memleketi yazdı

 

İnsanlar bilin

Kahramanlar da insan

Parmakları vardır ve tek fark gönüllerde iman

Bir şehir diyorlar

Bir şehir ki yeniden kurulu

Kaldırımına şiir yazarsanız;

İslam diyen Büyük Doğu!

 

Fakir

Share this post


Link to post
Share on other sites

NECİP FAZIL

 

Yürekten yükselen feryâd,

Figan, isyan Necip Fâzıl,

Şiir ufkunda bir serhad,

Yiğit insan Necip Fâzıl.

 

Şiirdir “Kaldırımlar”la,

Hicivdir yıldırımlarla,

Tam, ölçülmez yarımlarla,

Büyük sultan Necip Fâzıl.

 

O hiç korkar mı kullardan!

Vakûr, mağrur, cesur vicdan,

Nasıl engel olur zindan!

Azim bir şan Necip Fâzıl.

 

Eser vermişse dünyâya,

Nehir olmuşsa deryâya,

Nefes katmışsa dâvâya,

Asil bir kan Necip Fâzıl!

 

Nesilden nesle bir imdâd,

Küfür bağrında bir Ferhad,

Husûsî ismidir Üstâd,

Ağarmış tan Necip Fâzıl!

 

Plân, tecdit; Büyük Şark’ı,

Çevirmek, buz tutan çarkı,

Kalan dillerde bir şarkı,

Makāmından Necip Fâzıl!

 

Ömür gömdün, “Çile”n dolmaz,

“Tohum saç”tın, gülün solmaz,

“Utansın” olmayan olmaz!

Sabırsız can Necip Fâzıl!

 

Ozanlıktan, yazarlıktan…

Usandın “Gölge varlık”tan,

Bıkar rûhun bu darlıktan,

Sorar meydan, Necip Fazıl.

 

Ve Pîr Abdülhakîm Arvâs,

Bırakmaz, şüpheden kir, pas,

Parıldar yüz kırat elmas!

Bulur irfan Necip Fâzıl!

 

Gönül Tâlî, diler rahmet,

Duâ, aslâ değil zahmet,

Ve inşallâh olur cennet,

Öbür dünyan Necip Fâzıl.

 

 

Mustafa KÜÇÜKAŞCI

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Ortacagli kullanıcı isimli üyemizin yazısı ile yarışma sona ermiştir. Bundan sonra gönderilecek olan yazılar yarışmaya dahil kabul edilmeyecektir. Yazıların değerlendirilmesi işlemine en kısa zamanda başlanacaktır. Şimdiden neticenin hayırlı olmasını diliyor, ilgi ve katılım gösteren tüm arkadaşlara teşekkür ediyorum.

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstadımız için yapılan yarışmada şiirlerin ve yazıların bir çoğunu okudum, duygulandığım oldu...

 

Üstadımız için her şiir ve her yazı gönlümüzde birincidir demiştik... Ben maşallah diyorum yarışmaya katılan kardeşlerimin hepsine yüreklerinize sağlık... Üstadımız hayatta olsaydı hepinizin alnınızdan öperdi...

 

 

O bu şu demiyorum ben hepiniz 1. incisiniz vesselam...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu yarışmanın sonucunu merak ediyorum açıkçası. En kısa zamanda sonuçlandırılıp buraya da aktarılır umarım.

 

Bütün şairleri kutlamak lazım mutlaka. Ve hepsi de iyi işler çıkartmışlar. Ama ciddi olarak derecelendirilme yapılsın ki yarışma mantığına uysun de mi:

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Başlığın ilk mesajında da belirtildiği üzere puanlamalar tamamlandıktan sonra neticeler ilan edilecektir. Değerlendirme kriterlerimiz ve ciddiyetimiz hakkında fikir sahibi olmak isteyenler, daha önceki yarışmalarda ilan edilen neticeleri gözden geçirmek için, yine ilk mesajda yer alan linklerden istifade edebilir.

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

sonuçların ne zaman açıklanacağını öğrensekte ona göre beklesek kanaatindeyim..açıkçası gecikti desek sanırım yanlış olmaz!..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...