Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Achar

Çöle İnen Nur

Recommended Posts

ÇÖLE İNEN NUR

 

Allah’ın Kitabı

 

EN BÜYÜK MUCİZE

 

 

 

O'nun en büyük mucizesi Allah'tan getirdiği kitap... Kur’ân...

 

İsâ Peygamber, ölüye:

 

— Kalk, Allah'ın izniyle!

 

Dedi ve ölü kalktı.

 

Musa Peygamberin asası ejder oldu; ve yere birtakım ipler atıp onları yılanlaştıran sihirbazların marifetlerini yuttu.

 

 

 

Peygamberler Peygamberi de, bir taraftan, kameri ikiye böler, parmaklarından binlerce şahabının abdest almasına mahsus suyu fışkırtır, on kişilik yemeği bin kişiye yedirir, elinin değdiği noktada her illeti siler ve her haliyle ayrı bir mucize belirtirken, öbür taraftan, bütün bu mucizeler semasındaki yıldızların merkezine, Allah'tan gelen güneş mucizeyi yerleştirdi.

 

 

 

 

Birçok peygamberlere kısım kısım, bazılarına da bütün olarak inen kitaplar içinde, Kur'ân, Allah'ın hem kulların elinde mevcut, hem de kendi' indinde ve kendisiyle kaim mutlak Kitabı...

 

 

Ve Kur'ân, ölüyü dirilten İsâ, denizi yaran Musa, ateşi gül bahçesine çeviren İbrahim Peygamberlerin mucizeleri yanında, hem akıl almazlık, hem de açıklık ve belirlilik bakımından en büyüğü...

 

Allah'ın Peygamberinde tecelli ettirdiği her mucize kendi zaman ve mekânın marifet telâkkisi neyse ö plânda zahir oldu.

 

Kur'ân, Araplarda, üstün marifet telâkkisinin kelâm olduğu hengâmede indi. Ve onu dinliyenin dili tutuldu.

 

 

Allah tarafından indirilmiş ve insanlarca tahrif edilmiş eski kitaplarda, sırf beşerî hikmet olarak ele alabileceğimiz bir söz vardır. Vücut adına hiçbir şey mevcut değilken kelâmın var olduğunu kaydeden cümle... Fezada, fezanın da olmadığı akıl ermez bir âlemde başı ve sonu yok, muazzam bir dalgalanış halinde kelâm helezonları... Yani saf fikir, fikirler âlemi... Ve onun verâ'sında Allah...

 

Kelâm, zaten insan san'atının en büyüğü, insanî sıfat ve mahiyetin ta kendisi...

 

O'nun mucizesi insan denilen mucizenin, en büyük hikmet, marifet ve mahiyeti «namütenahiyi» getirdi ve mucize üstü mucize oldu.

Share this post


Link to post
Share on other sites

EZELİ VE EBEDÎ KİTAP

 

İçinde «Arap dili üzere» nâzil olduğu Allah tarafından bildirilen ezelî ve ebedî kitap...

 

Bir bakıma beşerî ve umum kelâm unsurları içinde apaçık ve apaydınlık iken o değil; bir bakıma da her harfinin gerisinde bir cihan gizliyecek kadar esrarlı, kapalı ve o... Bunlardan biri zahir, öbürü bâtın istikameti... Ufuk gibi, gaye gibi, gittikçe gidilir ve tutulmaz sır, bâtında... Fakat o zahir ve bâtın, tek bir bütün...

 

Yazılışı ve okunuşiyle, harfleri ve telâffuziyle, kendi aslî heyetinden zerre feda etmez, mutlak yekpare, mutlak bütün...

 

Allah'ın, ezelî kıdem sıfatı içinde kadîm ve onunla kaim kelâmı... Kelâm-ı Kadîm...

 

Ve mahlûk değil...

 

 

Allah’tan gelen namütenahi icaz, namütenahi mâna, namütenahi ahenk, namütenahi nizam, namütenahi azamet, namütenahi hikmet, namütenahi ölçü, namütenahi nisbet çağlayanı...

 

 

Kur'ân'ın zâhîrindeki yalnız:

 

«— Her şey helâkta; onun vechine karşı...»

 

Yahut:

 

«— Allah'ın yüzünden başka her şey helakte...»

 

Veya:

 

«— Onun yüzüne karşı, her mevcut yoklukta...»

 

Hikmetine, bütün beşerî tefekkür yekûnu ve tecrid çilesi yetişmedi. Bu hikmete yaklaşır gibi olan büyük mustaripler de, ellerini değiştirdikleri anda, gaipler perdesinden ruhlarına geçen cereyanla kavruldular. (Sokrat) tan (Paskal) a kadar bütün bir kol!.. Hakikati arayan büyük fikir mustaripleri...

 

(Paskal), geçirdiği metafizik buhranın nihayetinde:

 

«— Bana Allah gerek... Filozofların değil, peygamberlerin haberini getirdiği Allah...»

 

Dedi ve tek tek peygamberleri saydı da, O'nun ismini söylemedi, eteklerine yapışamadı ve kıl farkiyle kurtuluş teknesine sıçrayamadı.

 

Bu misali, insan aklının tek başına ve rehbersiz nereye kadar uzanabileceğini göstermek için ölçü diye aldık.

 

Peygambersiz, yâni Allah habercisinden ayrı iş yok... Bunu bilmek de kâfi değil; asıl haberciyi de bilmek ve bulmak lâzım...

 

 

Nazil olurken, ümmî Peygamberi râşelerle doldurdu, alnını ter damlalariyle noktaladı ve dizine, dizi değeni yıldırım gibi çarptı.

 

Bazen dünyanın en güzel insanının yüzüyle, bazen de heyûlâi tarakalarla geldi ve daima Melek getirdi.

 

O'nun ağzından serpildi de, O'nun ağzından çıkan hiçbir söze benzemedi.

 

 

Harfleriyle, sesleriyle, sayılı kelimeleri, 114 sûresi ve 6666 âyetiyle, mahlûk dilinin karşısında, Allah'ın mahlûk olmayan, sayıya gelmeyen ve bölünmek bilmeyen Kelâmı..

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Bugüne kadar okuduğum belki de en güzel siyer buydu. Martin Lings'inkiyle(Ebubekir Siraceddin) beraber iki mükemmel siyer kitabından biri, hatta taşıdığı tasavvufi havasından, tarafsızlık gayretinden uzak oluşundan dolayı bir adım daha önde gibi(Martin Lings'in kitabında da bu izlere rastlıyorsunuz fakat Çöle İnen Nur'da bu daha baskın hissediliyor). Üstadın, günümüzde en çok satan kitapları arasında yer alması bu kitabın hakkı gerçekten. Herkesin okuması gerektiğine inanıyorum.

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

NAZİL OLDUKTAN SONRAKİ MUCİZE

 

Allah'a ve neticede Resulüne ve Kur'ân'a inanmayanlar vardır. Allah'a inandığını sanıp da Resulüne ve Kur'ân'a inanmayanlar vardır. Bunlar bile bedahet aydınlığı içinde kabul eder ki, Kur'ân O'nun ağzından serpildiği gibi, sımsıkı, mahfuz kaldı.

 

Tek kelimesi değiştirilmemiş, harfi titrememiş ve o, en küçük aşıntı kabul etmez bir tamamlık halinde günümüze gelmiştir. Yarına da böyle, sonsuz yekpareliği ve tecezzi üstü mahiyetiyle zamanı delip geçecektir.

 

İşte Kur'ân'in nazil olduktan sonraki mucizesi! Bizzat Allah, bizzat O'nun ağzından, Kur'ân'ın mahfuz olduğunu söylemedi mi? Bu İlâhî ahd da gerçekleşti.

 

Aradan geçen bindörtyüz yıl içinde; Kur'ân, medeni muhafaza vasıtalarından mahrum devirler ve içli dışlı, İslâmiyet düşmanlarının; pusulaları içinde yol alarak geldiğine göre, onun bu muhteşem masunluğunu izah edin:

 

— Tesadüf...

 

Kelimesinden başka bir ifade yok mudur?

 

Vardır:

 

Ancak İlâhî kudrettir ki, onu elde tutmak iktidarındadır.

 

Kur'ân'ı Allah'ın kelâmı diye uyduran bir insanın!

 

— Ebediyen mahfuz kalacak!..

 

Diyebilmesi muhaldir. Uydurulması muhal olduğu gibi...

 

 

Allah varlığını, ezelî kelâmını, Resulünü ye O'nun sıdk derecesini Kur'ân'da öyle gösterdi ki insan, denize düşse ve suda boğulsa, yine bunun kadar, boğulduğu denizi hissetmek kadar açık bir vâkıa tecellisi karşısında kalamaz. O kadar keskin...

 

 

Ve Kur’ân’da, haber verilen birçok fethin gerçekleşmesi, Daha bildiğimiz ve bilmediğimiz, gördüğümüz ve görmediğimiz nice zuhur...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Allah razı olsun arkadaşlar paylaşımlarınızdan ötürü..gerçekten tek kelimeyle mükemmel bir eser..bu kitabı okuyan hiçbir müslümanın tüylerinin diken diken olmayacağını ve hıçkıra hıçkıra ağlamayacağını zannetmiyorum..Allah O'na yakışır bir ümmet olmamızı hepimize nasip etsin

Share this post


Link to post
Share on other sites

tüyler sadece diken diken olsa..tüyler, tenler, ruhlar kısaca bize dair ne varsa herşey diken diken... mustafa miyaslıoğlunun dediği gibi, son yüz elli yıldır kuruyan edebiyat tarihimize gönderilmiş bir gül, bir , kaynak, bir şaheser... olan bu kitapda sanki herşey bilgisayar ortamında sadece kalbe nakşedecek biçimde ayarlanmış. İçinde O'nun ismini bile (saygısından ve hayasından) dolayı anmadan O'nu muhteşem bir çapta anlatmak...Belki de anlatanın bu muhteşem eseri anlatılanın bir mucizesidir...

Share this post


Link to post
Share on other sites

FARKLI BİR SİYER ÇALIŞMASI:

ÇÖLE İNEN NUR

Osman AKYILDIZ

[email protected]

 

“Sofra... Etrafında Allah Resûllerinin dizildiği sofra... Ve bu sofrada başköşe... Sen!

İnsanın hakikati... Sır... Kâinatın en çetin sırrı... Bir de misilsiz insan ki, onun hakikatinde, mahlûk, artık, son haddine ulaşır. Onun hakikatinde, mahlûk tükenir, fakat Allah başlamaz. O da sen!

Yaradan... Ve onun en güzel eseri... Zâtiyle tek olan Yaratıcı’nın koskoca insan ehrâmında ve en yüksek noktada halkettiği insan... Sen!”(1)

 

“Sen, mukaddes hedef; Haktan gelen aşkın hedefi!..

Sen, en ileri rütbe; Allahın Sevgilisi olmak mertebesi!..

Sen, en güzel insan; güzeller güzeli insanoğlunun en güzeli!..”(2)

 

“Ey tek katresinin hacminde bir umman çalkalanan ve tek zerresinin menşurunda bir kâinat yüzen Kevser havuzu’nun sahibi!

Ey ufuk; insanoğlunun ufku!..

Sende bizim gibi bir insansın! Sen bir derece daha fazlası olmayan bir insansın da, biz senden eksik olduğumuz kadar insanlığa uzak insanlarız.

Öyleyse hangi mânâsiyle olursa olsun, seni tekrarlamak, aldığımız nefesleri tekrarlamaktan bin kat daha aziz… Zaten sensiz ve senden habersiz alınan nefes, varlığın değil, yokluğun soluğu...”(3)

“Sen, sen, sen; eskimeyen biricik yeni solmayan biricik renk!”(4)

“O ki olmasaydı, topyekûn oluş olmayacaktır.

İşte O...

O kadar evvel ve o kadar üstün...

Bir arada sebep ve netice...

O Kİ, VARLIK O YÜZDEN...”(5)

 

Bu satırların yazarı size yabancı gelmese gerek. Kendi Peygamberinin adını söylerken O’na salât u selâm getirmeden telaffuz eden, dinine batılı müsteşrikler gibi bakan ilim hamallarının aksine edebinden Peygamberinin adını bile yazmaktan hayâ eden, bin bir ihtiram ve saygıyla ifadelerini yazan bir Hak aşığıdır O... Bu yazarın adı Üstad Necib Fazıl’dır.

Osmanlı sonrası fikirsiz, çilesiz, ızdırabsız kalan müslümanlara çile çekmenin, ızdırab duymanın ve belli bir dünya görüşü çerçevesinde fikir sahibi olmanın gerekliliğini, ne olduğunu ve nasılını müslümanlara gösteren, öğreten ender şahsiyet... O kadar çile ve ıztırab sahibiydi ki O, dâvânın ateşi kendisini uyutmuyor, durmadan, dinlemeden üretiyordu. O, İslâm dâvâsı uğruna pek çok “gazete köşesi fikirciliği” yapanların aksine şehir şehir, kasaba kasaba gezerek dâvâyı şuurlaştırdı. Her gurup, her cemaat ve cemiyetle görüştü, yayın organlarında yazılar yazdı, sürü psikolojisiyle hareket eden müslümanların zihinlerine fikir sahibi olmak gerektiğini ve bunun neticesinde “gerekeni gerektiği yerde yapmak gerektiğini” nakşetmek için çırpındı, gayret etti, yırtındı âdetâ...

O’nun kitabından naklettiğimiz Peygamber sevgisini ve aşkını terennüm ettiği ifadelerinin modernist zehire kapılmış müslümanlar için hiçbir şey ifade etmediği ortada. Zîra modernist müslüman Peygamberine aşkla bağlanmıyor, O’nu sadece bir “postacı” olarak görüyor. Modernist, ilimsiz fakat samimi bir müslümanın alnını secde-i Rahmân’a dayadığı gibi secdeye dayayamıyor. Modernist, okuduklarını ve bildiklerini boğazından aşağı geçiremiyor, aklın pençesi kendisini kıstırmış ve aklı akılla iptal edemiyor. Dolayısıyla da îmân suretâ kalıyor, içselleştiremiyor imânı... Bu noktada Üstad Necib Fazıl’a kulak verelim:

“İnanmak, ya çok üstün, kendi kendini kül edecek kadar üstün bir akıl dâvasıdır; yahut, yarı yolda bangır bangır iflas eden aklın her türlü desteğinden mahrum, fakat gizli bir ruh feyziyle gâyesini sezmiş ve fikir kargaşalığından kurtulmuş sâf ve basit adam işi...”(6)

“O akıl budalaları ki, gözün nasıl gördüğünü anlamadan gördüğü şeylere inanırlar, fakat görmediklerine inanmazlar, gözlük üstüne gözlük takarlar ve üstelik görüneni bile göremezler; işte onlar, ellerinde birer istiklâl pertavsızı taşırlar, eşya ve hâdiselerin posalarını hep onunla incelerler ve hiçbir şey bulamazlar...” (7)

“Gözümün gördüğü, elimin tuttuğu, kulağımın işittiği, burnumun kokladığı ve dilimin tattığı şeylerden hiçbirine, bunların kontrolüne inanmayabilirim de, yalnız O’na inanırım.”(8)

Yukarıdaki satırların yazarı Üstad Necib Fazıl, batıcı bir hayat yaşarken Nakşî Büyüklerinden Abdülhakim Arvâsî Hazretleriyle tanıştıktan sonra âdetâ çarpılıyor, ardından Üstâdının bereketiyle onlarca kitap te’lif ediyor. Bu yazıda onun, diğer siyer çalışmalarından çok farklı bir tarz ve üslûpla kaleme aldığı “Çöle İnen Nur” isimli eserini tanıtmaya çalışacağız.

 

İlim Değil San’at Eseri

Eserin keyfiyeti hususunda Üstad Necip Fazıl, eserinin hemen başında kitabının bir ilim değil, san’at eseri olduğunu özellikle vurguluyor. Tabiî ki san’at eseri olması ilimden yoksun ve mesnedsiz olduğu anlamına gelmiyor. İslâm âlimleri tarih boyunca Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hayatıyla ilgili eserler kaleme almışlar, tek tek nakillerini sahih kaynaklardan göstermişlerdir. Şüphesiz ki ilmî siyer kitapları, yani hadislerin, haberlerin, rivayetlerinin kaynaklarının gösterildiği siyer çalışmalarının da kendi içinde bir değeri var ve yayınlanmaları gerekiyor da... Ancak günümüzde Allah Resulü’nün hayatını belli bir fikre muhatap olarak, o’nun hayatını bir dünya görüşü projesinin ana merkezine koymak, bunun fikri örgüsünü kuran eserler çıkarmak ise ayrı bir kıymet. İşte Necib Fazıl’ın eseri bu dediklerimizi yaptığı için değerli. Eserin üslûp ve tarzıyla ilgili Üstad Necib Fazıl’a kulak verelim:

“Tefsir, hadis, siyer ve nakil olarak en emin kaynaklardan devşirili ve kaynaklarını tek tek göstermek tasasından uzak bu eser, “Başlangıç” yazısında da belirtildiği gibi, sadece iman sahiplerine hitap edici, hiçbir aklî teftiş, tesbit ve isbat gayretine düşmeyişi, mutlak “doğru” üzerine hissî ve teessürî bir çatı kurucu ve eğer bir kıymeti varsa onu bu noktada toplayıcı bir denemedir, ve akla verdiği pay, onu bazı noktalarda yine akılla iptal etmekten ibarettir. Bu bir ilim değil, san’at eseridir ve ilmin içini ve dışını tahkik selâhiyetinde olmadığı mukaddes kapıya, ancak inanmış ve teslim olmuş san’at tavriyle sokulmakta başka çare yoktur.”(9)

“Ben bir şairim...

San’ata, yalnız Allahı aramak, onun mahrem ülkesi meçhûller âleminin karanlıkları içinde rüyalardan daha zengin fener alayları tertiplemek ve eşyalarının takındığı duvakları birer birer kaldırmak gayesini biçtiğim gün, sanki boynumda “mutlak hakikat”ten bir kement sezer gibi oldum. Bu kement beni çekti ve senin önünde durdurdu:

─ Kapı burasıdır; başka her kapı kapalı!”(10)

 

Peygamber Stratejisi

Üstad Necib Fazıl’ın eserinde ele aldığı konuların en önemlilerinden birisi hiç şüphesiz Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in vahiy ışığında yürüttüğü strateji meselesidir. Günümüzde modernizmin pençesine kapılmış kişilerin yanı sıra bazı medrese kökenli âlimlerin bile Peygamberimizin hayatını kaba hatlarla ikiye ayırarak Tebliğ dönemi ve savaş dönemi olarak isimlendirdiklerini üzülerek müşahade ediyoruz. Bu ayrımdan yola çıkarak bazıları devlet olmadan savaş yapılmayacağını, kâfirler müslüman ülkeleri işgal etseler bile onlara silahlı direnişle mukabele yapılmayacağı zırvalarını öne sürerek ilmin şerefini ayaklar altına almakta ve seleflerinin bıraktığı mirasa ihanet etmektedir. Hatta bazı nasipsizler daha da ileri giderek düşmana karşı bedenlerini feda eden, dinlerini, vatanlarını ve namuslarını müdafaa eden mücahidlerin yaptıkları eylemin haram olduğunu bile iddia etmektedirler.(11) Bir Nakşi Şeyhi görünümünde olan bu nasipsizlerden biri Beyaz Sarayda Bush’un koluna girerek “Irak’a tasavvufla girin” bile diyebilmiştir. Yani demek istediği “Bizi oraya gönderin, biz halkı afyonlayalım, sizde rahat rahat işgal edin” demektir.

Artık din tüm yönleriyle inmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) neyin ne şekilde yapılacağını ümmete öğretmiştir. Cihad yapabilen cihad eder, yapamayan ise maddî ve mânevî olarak yardım eder. Meselenin özü budur. Şimdi stratejik düşünce ve aksiyondan mahrum kişilere karşı Üstad Necib Fazıl’ın konuyla ilgili ifadelerini aktaralım:

“Resûl olmuşlar ve etraflarını uyandırmak emrini almışlardır; fakat bu emri, insanları tek tek avlayarak yerine getirmektedirler. Henüz cemiyetin açık mücadele meydanına çıkıp, küfürdekilere alenî tebliğ devresine girmemişlerdir.

Hiçbir şey gizli değil, bütün dâvâ ortada; amma herşey kendi içinde oluyor, gelişiyor; bir bütün halinde dışarıya huruç hareketi yapamıyor ve büyük sirayet teşebbüsüne girişemiyor. Öyleyse, henüz içine doğru bir oluş, dışına doğru değil... Ve bir siper arkasında hazırlık, bir meydan okuyuş değil...” (12)

“Yani Allah Resulü ve kutlu Sahabîleri İslâm’ı taviz vermeksizin yaşıyorlar ve ileriki huruç hareketine hazırlanıyorlardı. Nitekim ileride Medine’de Benî Kaynuka Kabilesi’nden bir yahudi müslüman bir hanımın örtüsünü açıp alay edecek ve Allah Resûlü bunu savaş sebebi sayacaktır ve bütün yahudileri sürecektir.” (13)

“Yine Beni Kurayza yahudilerinin müslümanlara ihanet etmelerinin ardından bütün malları ganimet, kadınları ve çocukları esir alınacak, bütün erkekleri öldürülecektir.” (14)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in 700 tane Benî Kurayzalı yahudi öldürtmesi, suikastlar düzenleyerek Ka’b bin Eşref isimli şairi vurdurması gibi olaylar moden zamanların müslümanlarınca nasıl değerlendirilecektir.

 

Sahabe Hakkında İtikadımız

Günümüzde, yaygın bir hastalık haline gelen sahabîlerin hukukuna riayetsizlik ve Ehl-i Sünnet’in bu konudaki inancını baltalamaya yönelik çalışmalar çoğalmıştır. Bu öyle bir haldir ki tasavvuf guruplarında bile bazı Şeyh (!)lerin kitaplarında Hz. Muâviye (RA) ile Hz. Ali arasındaki ihtilafı gündeme getirerek Hz. Muaviye (RA)’ye “zalim, fasık, düzembaz” hatta “kâfir” gibi küçültücü ifadeler kullanıldığını görüyoruz. Burada okuyucularımızı bir konuda uyarmak istiyoruz: “Ali”, “Hüseyin”ve “Ebuzer” gibi İran yapımı filimlerde Sahâbîlerin bir kısmına buğuz ediliyor ve halkımızın sahabe hakkındaki inancı bozulmaya çalışılıyor. Muhterem okuyucularımız bu filimlerin içeriğinden habersiz olup satan kitabevlerini uyarmalı, bu filimleri seyredmekten ailesini ve tanıdıklarını men etmelidir.

Sahâbîler konusundaki itikadımızı Üstad Necib Fazıl’ın kaleminden takip edelim:

“O’ndan ve Sahâbîlerden emin el ve dille ne geliyorsa doğrudur”(15)

“Böyleyken ortaya bir Muaviye meselesi çıkarıp bu sahâbîye ağız dolusu söven, lanet okuyan sonrada müslümanlık taslayan ve tesellisini Hz. Ali’den yana olmakta bulan bedbahtlara ne demeli?

Bunlar, hiçbir inceliğe, sır idrakıne ve ölçü hikmetine ruhları yatmayan, şeytan oyuncağı kafalardır. Allah Resulünün bu kadar açık ve aydınlık emri altında Muaviye kini güdenleri bizzat Kâinatın Efendisi ve O’nun sevgili ruh ve madde vârisi Ali ne düşünür diye en küçük nefs murakabesine girişmeksizin, güya Peygamber Evini ve Neslini koruma gayretiyle atıp tutanlar. Bilmezler ki, kalplerindeki «Suret-i Hak» perdesini idare den bizzat şeytandır” (16)

 

Netice

Tam anlamıyla bir aşk kitabı olan “Çöle İnen Nur”u gönüllerimizi nurlandırmak için okumalı, çocuklarımıza, yakınlarımıza da okutmalıyız. Özellikle Ehl-i Sünnet anlayışına günümüzdeki en önde temsilcilerinden Muhterem Mahmut Ustaosmanoğlu Hazretleri’nin sevenlerine bu kitabı tavsiye ediyoruz.

 

DİPNOTLAR:

 

1) Necip Fazıl Kısakürek, Çöle İnen Nur, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2004 (29. Basım, s. 9

2) Kısakürek, s. 12

3) Kısakürek, s. 14

4) Kısakürek, s. 18

5) Kısakürek, s. 28 (Vurgu müellife ait)

6) Kısakürek, s. 11

7) Kısakürek, s. 16

8) Kısakürek, s. 75- 76

9) Kısakürek, s. 8.

10) Kısakürek, s. 12

11) Bu konuyla ilgili olarak Hüseyin Avni Hocaefendi’nin Beklenen İrşad dergisinde yayımlanan “İntihar mı, İstişhad mı?” (sayı: 10, Temmuz 2004, s. 4-9) adlı yazısına bakılabilir.

12) Kısakürek, s. 169

13) Kısakürek, s. 312-313

14) Kısakürek, s. 376-377

15) Kısakürek, s. 75

16) Kısakürek, s. 477

 

 

(Yeni Furkan, Mart 2006, Sayı: 2)

Share this post


Link to post
Share on other sites

gerçekten enfes bir yazı olmuş..çöle inen nur u bir nebze olsun anlatabilmiş bu da hoş bir şey

 

selam ve dua ile...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Allah sevgilisinin böylesine güzel, böylesine büyüleyici, böylesine ürkek bir üslupla anlatılmaya çalışıldığı bir eser sanırım dünyada yoktur. üstadın O'na hayranlığı, sevgisi, bağlılığı buram buram tütüyor dizelerde, ta ciğerimize işleyip bizi de aynı havaya temasa yolluyor. üstadın O'na karşı acziyetini ve küçüklüğünü bilmesi yani aslında yerini bilmesi, satırlara bu kadar mı güzel yansır. ismiyle hitap edemeyecek kadar büyük bir saygı, hürmet ve uğruna yüzlerce sayfa düşünüp hissedecek kadar kocaman bir sevgi var içinde.

 

üstadı rehber alıp da bu eseri okumamak olmazdı. ben de okuyalı 8 ay kadar oluyor ama etrafımdaki herkese tavsiye etmeye çalışıyorum uygunluk ölçüsünde. meğer kitabı okumak için bu kadar beklemekle hata etmişim.

 

bir kez daha şöyle diyorum: "üstad, Allah senden razı olsun"

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çöle İnen Nur adlı başlıklar birleştirilmiştir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

çöle inen nur kitabını orta okul 3te okumuştum gerçekten çok etkilenmiştim muhteşem bir kitap tekrar okuyacağım kitaplar arasında herkesede okumaları nokr-tasında tavsiye ederim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

CAN BAHADIR YÜCE:

 

Şair kaleminden Peygamber

 

Necip Fazıl, Çöle İnene Nur’a bir alt başlık eklemiş: “Çöle ve bütün zaman ve mekâna”. Bu alt başlıkta, şairin kendi deyişiyle “baş eseri”nin ruhunu, yazılış sebebini okumak mümkün: Necip Fazıl, Efendimiz’in (sas) hayatını klasik bir siyer usulüyle değil bir sanat eseri olarak ortaya koyuyor ve daha çok olaylardan değil durumlardan el alarak anlatıyor. O En Güzel Hayat’ı “inanmış ve teslim olmuş sanat tavrıyla” dile getiren Çöle İnen Nur, unutulmaz bir sofra betimlemesiyle açılıyor: “Sofra… Etrafında Allah Resûllerinin dizildiği sofra… Ve bu sofrada başköşe… Sen!” Necip Fazıl’ın O ve Ben, Kafa Kâğıdı gibi kitaplarını anımsatan bu bölümün benzerlerine kitap boyunca rastlıyoruz. Allah Resulü’nün hayatından bir kesiti anlattığı pek çok yerde Necip Fazıl araya giriyor ve bir bakıma, nesrinin en billurlaşmış haliyle O’na (sas) yazılmış en güzel Türkçe metinlerden birini kaleme getiriyor. Çöle İnen Nur’da genel çizgileriyle Asr-ı Saadet var, Efendimiz’in peygamberlik vasıfları var, İslam’ın ilk yıllarına ait şaşırtıcı bilgiler var ama bütün bunların yanında Necip Fazıl’ın O’nu bulmakla sonuçlanan manevî yolculuğunun izdüşümleri var. “Çile” gibi, “O An” gibi Necip Fazıl literatürüne aşina olanların sık karşılaştığı terimlerin Çöle İnen Nur’da bölüm başlıkları olması bundan. Kitabın Abdülhakim Arvasi’ye ithafı da onun niçin Necip Fazıl’ın “baş eseri” olduğunu işin ehline anlatıyor zaten.

 

Çöle İnen Nur’u öteki siyer kitaplarından farklı kılan nedir? Şöyle diyebiliriz:

 

Kâinatın Efendisi’ne benzersiz bir edep, adını tek başına zikretmeyecek kadar sonsuz bir saygı içerdiği için,

 

Cumhuriyet öncesini bilmiyorum ama çağdaş Türk şiirinde bir şairin (hem de iyi bir şairin) kaleminden çıkan tek siyer olduğu için,

 

Okuyana “İnsanlığın Tâcı”, “Gaye İnsan”, “Ufuk Peygamber”, “Mahzun Peygamber” gibi yeni tamlamalar öğrettiği için,

 

Efendimiz’in hayatı defalarca yazılmasına karşın bu konuda “sınırı aşma” çabasında olduğu için,

 

Necip Fazıl bunun ilmî bir kitap olmadığını söylese de Allah Resulü’nün soyağacını az rastlanan bir şekilde aktardığı için,

 

Başka siyerlerde pek görülmeyen ayrıntılara yer verdiği için,

 

Sık sık ‘araya girip’ Neo-Platonculuktan tasavvufa, Budizm’den şiire kadar pek çok kavramı irdelemesine rağmen asıl konudan kopmadığı için,

 

Vakar, hüzün, fikir ve güzellik timsali Hz. Hatice’yi anlattığı yerde “Aşk” başlıklı bir bölüme de yer verdiği için,

 

Kıvrak dili, benzersiz teşbihleri için;

 

ve kuşkusuz samimiyeti için okunmalı Çöle İnen Nur.

 

Necip Fazıl’ın bu kitapta geçmeyen bir cümlesi var. İnsanlığın İftihar Tablosu için hep, “O ki, o yüzden varız.” dermiş(Eserin eski ismi de zikredilen cümledir/NFK-Fan). Galiba “bütün zamana ve mekâna” inen Nur’un hakikatini pek az cümle bunun kadar iyi anlatabilir. Çöle İnen Nur, Türk şairlerinin yüz akıdır. Ve dilerim, öteki eserleri, yapıp ettikleri değil de özellikle bu, Necip Fazıl’ın kurtuluş bileti olur.

 

http://kitapzamani.zaman.com.tr/?bl=1&hn=800

Share this post


Link to post
Share on other sites

arkadaslar selamun aleykum.bende bu sıteyı yenı buldum daha once nerdeymısm dıye uzuluyorum simdi.Gerçekten Çöle İnen Nur tek kelimeyle süper bi kitap herkes mutlaka okumalı.

Share this post


Link to post
Share on other sites

FATIMA-TÜZ-ZEHRA-ÜL-BETÜL

 

Fatıma,isimleri...Zehra ve Betül de,lakabları ve sıfatları..

 

''Fatm'',Arapçada kesmek manasında..Fatıma;kendisi ve zürriyeti Cehennem ateşinden kesilmiş..

Zehra,beyaz ve nurani yüze deniyor.

 

Betül,kendisini Allah'a veren başka alakası olmayan..

 

Allah'ın Rasulune nebilik geldiği zaman doğdular.Allah'ın Sevgilisi Hira dağından dönerken,Derin ve İnce Fatıma,Büyük ve Temiz Hatice'nin kucağında..

 

 

Allah'ın Sevgilisinin en sevgili çocuğu..Sefere çıkarken en son onu öpüyor,dönüşte de en evvel ona sarılıyorlar..

 

 

Allah Rasulunu yere yatırıp,üzerine,alemlerin yaradılış sırrı yüklü bu mukaddes sırta tırmanan iki nur çocuğun,Hasan ve Hüseyin'in annesi Fatıma..

 

 

 

Bu bölümü çok sevdiğimden paylaşmak istedim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Usame; eski köle Zeyd'in oğlu, Peygamberler Peygamberinin sevgisini kazanmış delikanlı ve istikbalin büyük İslam kumandanı,anlatıyor:

 

-Sabahleyin çıkıp üzerlerine atıldık ve onları perişan ettik.Birisine, Ensardan bir ferdle beraber ben yetiştim.Yakalanınca şahadet getirdi ve Allah'ın birliğini doğruladı.Ensari hemen kılıcını indirip geri çekti.Fakat ben adamı öldürdüm.Onları Allah'ın Resulüne anlattığım zaman çok üzüldüler ve dediler:

 

-Ya Usame! Allah'ın varlığını kabul eden insanı nasıl öldürdün?

 

dedim:

-Ölüm korkusundan şahadet getirdi.Samimi değildi.

 

Yine aynı suail tekrar ettiler:

-Ya Usame, Allah'ın varlığını kabul eden insanı nasıl öldürdün?

 

O kadar tekrar ettiler ki, yerin dibine geçtim.Ve Allah'a yalvardım:

-Keşke bugüne kadar İslama girmemiş olsaydım da , şu anada tertemiz, girseydim.

 

 

tüylerim diken diken olmuştu okuduğumda (ki hala her okuduğumda benzer etkiye yol açıyor) o yüzden sizlerin de tekrar okumuş olmanızı istedim :rolleyes:

Share this post


Link to post
Share on other sites

HÜZÜN YILI

 

Deniz yükseliyor,fakat acı da beraber..Allah,Sevgilisini bütün insani desteklerden ayırıyor.

Ebu Talib'in arkasından,üç beş gün içinde,Hz.Hatice de vefat etti

 

Peygamberliklerinin onocu yılı..Bu yılı andıkları zaman Allah'ın Resulü şöyle derlerdi:

<<Hüzün yılı...>>

Tam yirmibeş yıllık zevce..O'na bütün ruhunu ve her şeyini veren büyük kadın...İlk müslüman ve Meleğin bizzat Allah'tan getirdiği selama nail insan..

 

 

Namazını bizzat kıldrdılar;ve mesafelere hayat katan gözlerine yaş, <<Hatice-tül Kübra>>'nın üstüne atılan kara toprağa uzun uzun bakıp döndüler.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Tam anlamıyla bir şaheser.. Sadece bu şaheserin ismindeki mistik akıntıya kapılabilir insan.. Çöle İnen Nur... İslam Peygamberi denilerek kelam cinayetleri yapılan şu devirde, mukaddes isimlerinin bile yazılmadığı, her harfinden edep ve haya tüten bir eser.. Nerede bu hassasiyet, hangi yazarın parmaklarının ucunda söyler misiniz ? Bu iş ancak samimiyeti kuşanmakla olmaz mı ? Anlatımdaki ve aktarımdaki fevkaladelik, anlatılanın özünü ve dolambaçsız olarak meseleye ihlas penceresinden bakılabilmesini sağlamakta.. Zaten onun mesleği bu değil mi ? Samimiyet öğretmeni.. Belki şairliğinden öte bu,yazarlığından da.. Belki bütün bunların perde arkasındaki tek gaye.. Bu izahların hiçbirine gerekte yoktu,sadece şahlanmış birkaç duygunun harflere dönüşmesi, o kadar.. Çöle inmiş bir kere nur..

Share this post


Link to post
Share on other sites

sure meali: o dem kı,ALLAHın nusretıyle fetıh gerceklesır... sende ınsanların dalga dalga ALLAHın dinine gırdıgını girdiğini görürsün.. RABBBINı tenzih et ve O na hamd et... O ndan magfıret dile.. O tövbeleri kabul edicidir..... mekke fethınden ve ıslam davasının duzluge cıkısındansonra nazıl olan"NASR SURESI"bır azım hıkmet ve dalalet getırmıstır..... cam gıbı mucellave puruzssuz bır duzluk ustunde butun fetıhlerıyle yukselen ıslam...ınsanlar dalga dalga ALLAH dınının kapısına akıyor..surıyeden kıvrılıp hıcaz ıstıkametıne sapan "gozyası vadısı"ndengecen ve yemene ınen yollarve bunların dal dal subelerı uzerınde en ulvı tenzıh sıvesıyle ALLAH demeyen kalmamıs...son dokuntuler ,bas kaldırmalar,mukavemetlerde yerle bır...peygamber beldesı yonunde ınsanları arkalarından ıten ruzgar..... ALLAH ,bu hale karsı resulune :artık butun ısın benı tenzıh etmek,bana hamdetmek,benden magfıret dılemektır.ben tevbelerı kabul edıcıyım...demekte. bu ıhtarda ,ALLAH resulunun,vazıfesını tamamladıgına daır gızlı bır ısaretmı var yoksa ?.........her kemalde zeval,her tamamda noksan belırır..bu ısaret,artık donus ve gıdıs saatının hazın hazın calmaya basladıgını gosterır.......

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Bu eserin girişi de, tıpkı Esselam'ın girişi gibi harikadır ve insanı tesiri altına alabilecek, Alemlerin Efendisi'ne beslenen sevgiyi katlayabilecek harikuladeliktedir. "Allah'ı aramak olan sanatın, insanı Allah'ın elçisine erdirdiği nokta Çöle İnen Nur'un 'Başlangıç' başlıklı yazısıyla karşımıza çıkan seslenişte mevcuttur" desek mübalağa etmiş olmayız. Her Müslüman'ın imanında tazelenmeye ve yenilenmeye ihtiyaç duyduğu, veya mana iklimlerinin en güzelinin tertemiz havasından teneffüs etmek iştiyakını taşır hale geldiği anlarda, bu yazıya sarılmasını rahatlıkla tavsiye edebilirim. Çöle İnen Nur'daki Başlangıç başlıklı yazı, Esselam'ın girişiyle beraber, nesir halinde yazılmış en güzel Peygamber Medhiyelerindendir. Ben bunlardan daha iyisini, daha aşk yüklüsünü, daha coşkulusunu ve daha tesirlisini okuduğumu söyleyemem. Bilvesile bu iman destanının müellifine birer Fatiha bağışlayalım ve kitabın "Başlangıç" ismini taşıyan yazısını okumaya geçelim.

 

 

 

Başlangıç

 

Sofra... Etrafında Allah Resullerinin dizildiği sofra... Ve bu sofrada başköşe... Sen!

 

İnsanın hakikati... Sır... Kâinatın en çetin sırrı... Bir de misilsiz insan ki, onun hakikatinde, mahlûk, artık, son haddine ulaşır. Onun hakikatinde, mahlûk tükenir, fakat Allah başlamaz. O da sen!

 

Yaradan... Ve onun en güzel eseri... Zâtiyle tek olan Yaratıcı'nın koskoca insan ehramında ve en yüksek noktada halkettiği insan... Sen!

 

Evet, Sen!

Senin bana inandırdığın ve seni bana inandıran Allah, öz dilinle hitap etmiş ve sana demişti ki:

 

"SEN OLMASAYDIN, SEN OLMASAYDIN, ÂLEMLERİ YARATMAZDIM!"

 

Sana, işte bu Allah kelâmının sonsuz kılavuzluğu içinde inanıyorum!

 

Sana inanmış, inanmakta ve inanacak olanlar, deniz kıyılarında kum misâli... Ben de bu hudutsuz yığında bir kum tanesiyim.

 

Sana inanan herkes, göz alabildiğine geniş bir sed üzerinden eşsiz bir manzara seyreder gibi, seni, oldukları yerden, yerlerinin görmek ve bilmekte verdiği imkânların gözlüğünden seyrediyor. Bense Allaha hamdediyorum ki, seni, o kum tanesine, uzun zaman çilesini çektiğim birtakım idrâk mahremiyetlerinin "Yakın"a açılmış yakıcı penceresinden gösterdi.

 

Keşke sahiden, topuğunu bir kere öpebilmiş bir kum tanesi olsaydım!..

 

Evet!...

 

Ben seni, Allahın yalnız habercisi ve ana yola çağıran Resulü olarak değil; boşluğu ve yıldızları, zamanı ve mekânı, mesafeleri ve istikâmetleri, canlı ve cansız maddeleri ve maddesiz her şeyiyle bütün kâinatı, bu en güzel eser etrafında halkalanması ve onun yüzüsuyu hürmetine yaratılmış olması için yarattığına inanıyorum!

 

Sen; var oluşunun şerefine, Allahın topyekûn varlığı hediye ettiği ilk ve son Varlık Nuru!

 

İnanmak dedim de hatırıma geldi: Bu ne zor ve ne kolay iş! Kim inanır ve kim inanmaz?

 

Tebeşirle kondurulmuş bir nokta kadar basit ve sefil bir köylü inanır.

 

Yük altında iki büklüm, akşama kadar solumaktan başka bir hayatiyeti olmayan bir hamal inanır.

 

Yahut... )

 

Eline aldığı her lokma ekmeği, zikir ve tesbihini dinlemeden ağzına almayan o "Şeyh-i Ekber" inanır ki, mücerred riyaziye cehdini, Âdem baba'dan kıyamet gününe kadar gelecek bütün insanların yüzlerini çizmeyedek götürmüştür.

 

Beyninin her atomu bir güneş kadar ışıklı o "İmam-ı Rabbani" inanır ki, Allahı bulmaya doğru her atılışında gizli bir put diken aklın türettiği putlar ormanını, yine akıl baltasiyle devirmiş, böylece yine aklın atabileceği en uzun adımı atmış ve baltasının parlak yüzüne, dünyanın en güzel sözü olan "Allah ötelerin ötesi; ötelerin ötesinden de ötesi, ondan da ötesi, her ötenin ötesi..." düsturunu yazmıştır.

 

Kerametler sarayının haşmetlisi o "Şah-ı Nakşibend" inanır ki, akşam üstü, at sırtında bir ovayı geçerken, yanında müridi korkmasın diye güneşi sımsıkı ufka bağlamış, batmasına izin vermemiş ve dehşetle titreyen müridine:

 

- Bunlar tarikatın oyunlarıdır; gaye bu değil!

 

Karşılığından fazla ipucu göstermemiştir.

 

Ve nihayet sen inanırsın...

 

Ötesi var mı? Ya en aptal, ya en akıllı inanır. Aptal da ne demek? Tam akıllılık kabil mi ki, tam aptallık mümkün olsun?

 

Aptal dediğimiz çok defa üstüne hiçbir yazı yazılmamış boş kâğıda benzer. Mademki boştur, güzeli bulamamıştır. Fakat mademki yine boştur, çirkinden kurtulmuştur. Aptalın şuuraltı veya şuurüstü kavrayışıyle bulunmuş, kimbilir ne erişilmez hakikatler var!

 

Hakikî aptal, o boş kâğıdın üzerine hiçbir yazı yazmamış olan değil, saçma - sapan, kör - topal, yalan - yanlış şeyler karalamış ve onlara sımsıkı sarılmış olandır. Yâni, aptallıktan yola çıkıp akla varmamış ve yarı yolda kalmış idrâk cücesi...

 

İşte bu korkunç örnek, gördüğünü gördüğünden ibaret bilen, her şeyi ve her hâdiseyi beş duygu sınırından başlıyor ve bitiyor sanan, hiçbir şeye ne kâmil bir şüphe, ne de kâmil bir imanla bakan, bu ikisi ortası havsalacıktır ki, hakikî aptaldır ve Allaha inanmaz.

 

İnanmak, ya çok üstün, kendi kendini kül edecek kadar üstün bir akıl davasıdır; yahut, yarı yolda bangır bangır iflas eden aklın her türlü desteğinden mahrum, fakat gizli bir ruh feyziyle gayesini sezmiş ve fikir kargaşalığından kurtulmuş sâf ve basit adam işi...

 

Belki de "Sâf" kadar güzel bir mefhumu, bilmeden, onun için basit insanlar hakkında kullanıyoruz.

 

Allah, en ileri dereceye çıktığı zaman akılsızlığını anlayan şu akılsız aklın belâsını versin!

 

Sen, mukaddes hedef; Haktan gelen aşkın hedefi!..

 

Sen, en ileri rütbe; Allahın Sevgilisi olmak mertebesi!..

 

Sen, en güzel insan; güzeller güzeli insanoğlunun en güzeli!..

 

Güzelliğinin büyüsüne mıhlanmak, sonra hummalılar gibi hep onu sayıklamak dururken, mukaddes mevzuuna bâzı dâvalarımı ve öfkelerimi kattığım için beni hoşgor!..

 

Ben bir şairim...

 

San'ata, yalnız Allahı aramak, onun mahrem ülkesi meçhuller âleminin karanlıkları içinde rüyalardan daha zengin fener alayları tertiplemek ve eşyanın takındığı duvakları birer birer kaldırmak gayesini biçtiğim gün, sanki boynumda "mutlak hakikat"ten bir kement sezer gibi oldum. Bu kement beni çekti ve senin önünde durdurdu:

 

- Kapı burasıdır; başka her kapı kapalı! Vaktâ ki, böyle oldu, sen benim her şeyim oldun. Ey, bütün mucizeleri içinde en hayran olduğum mucizesi diye, ömründe bir defa bile kahkahayla gülmemiş olmasını gösterebileceğim mahzun Peygamber!..

 

Ey, Allahın, Kur'ânda hâs ismiyle ve nida edâtiyle bir kerecik bile hitap etmediği haya ve edep kaynağı!..

 

Ey, Allah kelâmına mecra bir çift kudsî dudağın sahibi!.. Dedim ki, ben bir sanatkârım...

 

Ve ne tarih yazmak, ne arz tabakalarını mikroskopda incelemek, ne de dört taş duvar arasında istif edilmiş ve son yaldızcısı toz - toprak olmuş kitaplara bekçilik etmek,, benim vazifem... Böyleyken, hayatını yazmayı murad edindim. Hayatını...

 

O hayat ki, bizzat hayat mefhumu, başta "O yaşayacaktır" diye yaşamış, sonra da "O yaşadı" diye yaşamakta devam etmiştir. Ve etmekte...

 

Senin hayatını yazmak...

 

Göklerin temiz bir ayna halinde, dipsiz bir mavera derinliğine battığı şeffaf bir yaz akşamı, ay, her zamankinden daha büyük, daha parlak doğarken, insan, yeni bir hâdise karşısındaymışçasına şaşkın ve tutkundur. Halbuki onu ilk defa görmüyoruz. Bir gün evvel gördüğümüz gibi, ömrümüzün birçok ânında da birçok defa görmüştük.

 

Bu, her akşamın kanıksanmış hadisesiyle, yine her akşam kapımızın önünden geçen çöp arabasının kanıksatmaktan bile âciz silikliği arasındaki fark nedir?

 

Şudur ki, birinin oluşundaki sırları bilmediğimiz hâlde, öbürünün meydana gelişini, bütün dış şekilleriyle tanıyoruz. Biri, aklımızı, çepçevre sarmış bulunuyor. Bu yüzden, biri bin kere olmakla yeni kalıyor da, öbürü, bir kere olmakla eskiyiveriyor.

 

İşte hayatınla hayatımız arasındaki fark! Hiç seninki, en küçük çaptan en büyüğüne kadar, bütün söylenmişlere, söylenenlere ve söyleneceklere rağmen anlatılmış olabilir mi?

 

İzin ver; onu bir kere de ben anlatayım! İzin ver; herkesin, boyuna göre açıldığı bu ufuksuz denizde, sana yaklaşabilmek değil, fakat kıyılardan, gerilerden yâni kendimden uzaklaşabilmek mânasına bir kere de ben gücümü deneyeyim! Öyle ki, sahili kaybetsem, artık gerilere dönemesem ve sende boğulsam, işte o zaman aradığım hayatın eşiğine ayak basmış olurum.

 

Niçin hayatını yazmak?..

 

1400 küsur senelik bir emeğe yeni bir omuz vermek, güçlü güçsüz ve elverişli elverişsiz, pekçok insanın her fırsat doğuşunda yaptığı bir işi, bir kere daha yapmak; kısacası tekrarlamak, sadece tekrarlamak için mi? Nasıl olur? Tekrarlamak...

 

Tekrarlamak, bir şeyi tam maluma irca ettikten, çepçevre sardıktan ve kavradıktan, yâni posalaştırdıktan ve cevhersizleş-tirdikten sonra ele almak demekse, sen hiçbir surette tekrarlanamazsın.

 

Yine tekrarlamak, denizin en derin noktasında boyuna göre sulara gömülen bir veya bin Ölçü şeridinin, her defa beraber ve ayrı ayrı gösterdiği mikyas, yâni bir veya bin kişinin her defa beraber ve ayrı ayrı belirttiği duyuş ve anlayış seviyesi demekse, onlar seni değil, kendilerini tekrarlamış olurlar.

 

Ve yine tekrarlamak, hiçbir sırrına erişilmeyeceğinden başka şuurumuz olmayan namütenahi derin ve girift bir hâdisenin, sadece vecd ve aşk aynasında, durmadan, üstüste aksettirdiği pırıltıları toplamak, yâni gerçek san'ata gerçek mevzuunu vermek demekse, seni tekrarlamaktan büyük vazife olmaz ve ona tekrarlamak denmez.

 

Allah... En büyük san'atkâr!.. O, dış görünüş çerçevelerinde, tekrarlanıyormuş gibi duran namütenahi hâdiseyi, zaman dediğimiz esrarlı havan'ın içinde toplar, her ân birbiriyle nisbetini bozup, birbiriyle nisbetini ihya eder, her ân yokluğa batırıp varlığa daldırır, sonsuz benzerlik ifâdeleri içinde ne mutlak ayniyete ne de mutlak zıddiyete yer verir, böylece asıl olarak hiçbir ânı tekrar etmez ve her ân gerilere doğru eskilikte ezelî ve ilerilere doğru yenilikte ebedî şahsiyetini ilân eder. Allah, insanoğlunun âşık olduğu yenilik sırrını anlatıyor; anlatıyor amma, kime? Anlayana, yâni anlatmak istediğine!..

 

Ey tek katresinin hacminde bir umman çalkalanan ve tek zerresinin menşurunda bir kâinat yüzen Kevser havuzu'nun sahibi.'

 

Ey, ufuk; insanoğlunun ufku!..

 

Sen de bizim gibi bir insansın. Sen bir derece daha fazlası olmayan bir insansın da, biz senden eksik olduğumuz kadar insanlığa uzak insanlarız.

 

Öyleyse hangi mânasiyle olursa olsun, seni tekrarlamak, aldığımız nefesleri tekrarlamaktan bin kat daha aziz... Zaten sensiz ve senden habersiz alınan nefes, varlığın değil, yokluğun soluğu... \

 

Ne kürenin devri, ne rakkasın köşe kapmacası, ne ağacın giyinip soyunması, ne de tek nokta etrafında sayısız noktanın, herbiri o noktaya müsavi mesafelerde sıralanışındaki yusyuvarlak devam ahengi, mücerret vazife sırrı bakımından, senin tekrarlanışındaki hikmeti şekillendirebilir.

 

Bana yalnız, bu tekrarın; belki en kaba, fakat en saygılı cephesiyle düpedüz tekrarın, hiçbir şahıs mümtazlığı ve hiçbir âlet hususiliği göstermeyen hakîr ve basit bir halkası olmak yeterken...

 

Evet, gözümde sadece bu yeterliğe sahip olmaktan büyük kazanç ölçüsü yaşamazken, ben bir sınır aşmak istiyorum. Ben, bir sınır aşmak istemiyorum; onu aşmak için senden izin istiyorum.

 

Ah, bu sınır, bu sınır!..

 

Kur'ânda teker teker her âyet, her kelime ve her harfin birinin içindeki nisbetiyle, aynı âyet, harf ve kelimelerin bütün lisan, bütün kelime ve harf terkiplerine nisbetindeki sırrı kucaklamaya giden ulvî bir nüfuz ve muhteşem dikkat, mübarek saçlarının her telinden, muazzez ayaklarının her adımına kadar sana ait her şeyi ayrı ayrı saydıktan, derledikten, düzenledikten sonra, ben hangi sınırı aşmaktan ve hangi yeniliği getirmekten bahsediyorum?

 

Fakat var, bir sınır var!.. Her şeye rağmen, herkesçe aşılmak istenmesinden daha aziz bir gaye belirtmez olan bir sınır var!

 

Ey, dışından görüldüğü kadar görünen vücut, ve ey, içinde gizliliği bile gizleyen ruh!..

 

Hayatının dış çizgileri senin, binbir kere, binbir kimse tarafından hendeseleştirilmiş ve hiçbir noktası eksik bırakılmamış, harikulade bir petektir. Şekillerin en intizamlısını, çizgi terkiplerinin en kemâllisini düğümleyen bir petek...

 

İşte ben, olanca ruhumun, ruhumdaki olanca şiir cevherinin, bu cevherdeki olanca aşk ve hassasiyet özünün balını, bu peteğin hücrelerine dökmek, hücrelerin çerçevelediği esrar mahfazalarında eriyip kaybolmak ve mukaddeslerin mukaddesi mevzuunda kendi teessüriyetimi bütün derecelerin üstüne çıkarmak dâvasındayım.

 

Demek ki, ben, aşmak istediğim sınırla, huzurunda, ham istiklâlin ne kadar gülünç, kör benliğin ne kadar sefil, dış mantık ve müşahadenin ne kadar aptal hâle geldiğini gösteren bir teslimiyet meydanı açmak istiyorum.'

 

Bu meydanda, bakalım kim en çok ve en güzel kendi kendinden geçebildi?

 

İşte sınır, işte at, işte meydan!..

 

O akıl budalaları ki, gözün nasıl gördüğünü anlamadan gördüğü şeylere inanırlar, fakat görmediklerine inanmazlar, gözlük üstüne gözlük takarlar ve üstelik görüneni bile göremezler; işte onlar, ellerinde birer istiklâl pertavsızı taşırlar, eşya ve hâdiselerin posalarını hep onunla incelerler ve hiçbir şey bulamazlar...

 

Onlar, benim bu itirafımdaki senedi, ilim ve usûl bakımından en büyük zaaf telâkki edebilirler ve peşin olarak kendimi, bizzat kendi elimle mahkûm ettiğimi iddiaya kalkabilirler.

 

Vecdimin ateşi, bana onları göstermez bile... Onlar, gerçekten müstakildir; bense esirim!

 

Ben, senin esirinim! Ve benim için hürriyetin son kemâl haddi, hakikate esarettir.

 

İnsan olarak; hürriyetini bulmak isteyen, hakikate esir olsun! Ve sen, benim için bizzat hakikatsin!

 

Ve onların istiklâli, boyunduruk altında istediği gibi kuyruk sallayan, çifte atan ve dilediği yeri pisleyen hayvanların istiklâlidir!

 

Nihayet varılmaz olan sana, en çok yaklaşmanın, görülmez olan seni en aydınlık görmenin biricik usûlü, şu noktada toplanıyor;

 

Tepeden inme aşk yıldırımları altında büsbütün mefluç, büsbütün kör hâle gelmek ve ondan sonra her vücut zerresine bir çift kanat ve bir çift göz hediye eden bir hafiflik ve kolaylıkla uçmak ve görmek.

 

Aklın son kertesini temsil eden melek "Sidre-tül Münteha"da sana demedi mi?

 

- Bana burdan ileriye yol yoktur! Geçersem yanarım!

 

- Ya buradan ileriye nasıl geçilir?..

 

- Aşkla!..

 

Ve sen uçtun ve ilâhî visalin en mahrem bucağına ulaştın. Senin, ulaşılmaz olan Allaha yine onun izniyle ulaşmandaki usûlledir ki, biz sana, ulaşılmaz olan sana, ulaşmaya çabalayabiliriz. Sana yaklaşmanın biricik şartı, bu!..

 

Sana imansız akılla sokulmak isteyenler, daha kapının eşiğine ayak atmadan yanarlar. Hep yandılar!..

 

Sadece aşk ve iman rivayet ederek, yine akıldan başka bir vasıta bulamayanlar da, kabalaşırlar. Hep kabalaştılar!..

 

Mevzuundaki kudsiyet ve namütenahi inceliğe lâyık olmanın çilesini çekmeyenler de çirkinleşirler. Hep çirkinleştiler!.. Bense, kapında aşkla yanmış ve daha çok yanmaktan gayrı muradı kalmamış, senin inceliğin ve güzelliğin karşısında, kendi kabalığımı ve çirkinliğimi görmüş, azad kabul etmez esirinim!.. Hamdolsun, öbür türlü çirkinleşmek ve kabalaşmak ihtimaline, senden gelen ve her şeyi temizleyen bu aşk ateşi sayesinde uzağım!..

 

Bu kadar...

 

Bütün kâinat ve bütün varlığın ana mevzuu olan mevzuunda, insanlığa düşen borç ve usûl, bu kadar...

 

Herkes, borçların en ulvîsine ve usûllerin en san'atlısına götüren bu yolda, huzurunda sadece en fazla yanıp kül olmak noktasından birbirine meydan okuyabilir ve bu meydan okuyuştan sonra, o meydanda, hattâ mağlûp olmaktan büyük zafer olamaz!

 

Bu meydanda zafer ihtimâli de bu kadar...

 

Senin, herkesçe bilinen ve bildirilen dış hayat çizgilerini, ruhumun menşurundan toplayacağım... O menşur içindeki tefsir ve teessür kırıntılarını, küçük elmas zerreleri hâlinde donduracağım... Sonra o esrarlı taşları mendil üstüne serip üzerlerine abanacağım, tılsımına bağlanıp kalacağım ve anlatacağım, anlatacağım...

 

Ben bunu yapmaya, çalışacağım!..

 

Yine belli oluyor ki, işimde en az değer vereceğim şey, en doğru ve titiz bir örgü halinde meydana gelse de, daima arka plânda bırakılacağı için, tarih ve tarihçilik; vak'alar ve vakıalar ilmi...

 

Hâdiselerin derinliğine doğru keyfiyetten ziyâde, genişliğine doğru kemmiyet kadrosunu köpürten tarihçiye, birçoklarının bu kadar intizam ve itina ile şekillendirdiği petek mevzuunda yeni bir iş yoktur. Hangi tarihçi o petekten bir hücreyi kaldırmak veya o peteğe bir hücre ilâve etmek iktidarında olabilir?..

 

Bu bakımdan sen, yeryüzünün her noktasında, bellibaşlı noktalardan doğan güneş kadar sabit ve mutlaksın. Fakat yine sen, herkesin kendi ruh menşurundan aksettireceği her ân yeni ve değişik pırıltılarla da, muvazi aynalar arasındaki mum gibi sonsuz ve hudutsuzsun!...

 

Sen, sen, sen; eskimeyen biricik yeni ve solmayan biricik renk!

 

Senin zâtındaki aslî sonsuzluk ve hudutsuzluğa bir de bu, herkese kendi hassasiyet ve teessüriyet istidadına göre tecelli edecek sonsuzluk ve hudutsuzluk binince, insanın en aşılmaz sınırları içinde yine bir sınır aşmak istemesinden daha ulvî bir belâ olabilir mi?..

 

Ben bu belâya fedayım!..

 

Senin, insanı kül eden nurunun karşısında her ân birbirinden yeni ve ileri olarak tecelli etmesi gereken, sadece sanatkârdır, sanat ruhuna mâlik fikir adamı...

 

Sanatkâr ki, seslerin ipekten vücûdunu meshederek ve renklerin ateşten nabzını sayarak, büyük sır kapısının önünde haber soruşturanların en çilekeşidir; ancak seni bulduğu zaman, memuriyetini bulmuş ve yaradılışının hikmetine ermiş olur...

 

Sen; verâların verâsının, verâ ihtimâlini bile çıldırtıcı nihaî verâsındaki sır hazinesi anahtarını taşıyan en büyük esrar çözücüsü!..

 

Senin esrar âlemin içinde kendisini büsbütün kaybetmekten, yâni en büyük sanatkârlığın ne demek olduğunu göstermekten başka gayesi olmayan bu sanat çilekeşinin duasını kabul etmesi için, sana "Sevgilim!" diyen Allaha yalvar.

 

Allah, her türlü akıl, ispat, delil, münakaşa, mukayese, mantık lafazanlığı dışında, yalnız mü'minler veya iman istidadında olanlar için yazacağım bu eseri bana nasip etsin

 

Bu eserde güzel olan her şey senin, çirkin olan her şey benimdır...

 

Sen; Allahın iradesiyle, bütün insanlığın şefaat tâcını taşıyan ve kabul edenleri ve etmeyenleri bir arada, bütün beşeriyet ümmet topluluğu tahtında oturan!..

 

Senden şefaat dilenen bîçareler arasında en sefil dilenci, Abdulbakı Fazıl oğlu Ahmet Necib'e şefaat et!..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstadın eserleri arasında Çöle İnen Nur'un bende apayrı bir yeri vardır.Üstadın kitaplarından ilk okuduğumdur.Okuduğum zaman biraz,yok aslında baya küçüktüm :rolleyes: O yüzden tam anlamıyla idrak edebilmek için ilerleyen vakitlerde bir daha okumuştum :) Birçok siyer okudum ama beni kendisine en çok bağlayan bu eser oldu.Bu da Üstadın farkı olsa gerek :D

Share this post


Link to post
Share on other sites

bugünlerdeki tartışmalara cevaben geçmişten beri süregelen hesaplaşmaların kimin işi olduğunu üstadın anlatımıyla efendimizin ve ashabın yaşadıklarından bakalım istedim...

bir yahudi kuyumcusunun dükkânında oturan arap kadını...genç ve güzel kadın örtülü...kuyumcu,kadının yüzünü açıp görmek istiyor.kadın razı değil...kuyumcu bir şey demiyor ve usulca yerinden kalkıp,kadının sarkan örtüsünün ucundan,arkada bir yere iliştiriyor.kadın işini bitirip de ayağa kalkar kalkmaz üzerinden örtüsü düşüyor,başı ve vucudu açılıyor.kadın çığlığı basıyor.YAHUDİLER üşüşüyor ve iğrenç kahkahalarını koyuveriyorlar.

yoldan geçen bir müslüman manzarayı görüyor,atılıyor ve bir vuruşta yahudiyi öldürüyor.yahudiler de onun üzerine atılıyorlar ve müslümanı parçalıyorlar.

işte müslümanlar ve yahudiler arasındaki ilk hâdise...hâdise,beni kaynkağ topluluğundan çıkma...

heyhat söz mü kalır bu manzara karşısında yine yeni ve yeniden...

Share this post


Link to post
Share on other sites

bir veli şöyle dedi:

-"hiç bir günah,günahsızlık gururundan,günahsızlık iddiasından daha büyük olamaz."

bir başkası da şöyle dedi:

-"günahkara kibir gözüyle bakmaktan ve günahkarı hakir görmekten büyük günah yoktur."

ve islam büyükleri şu ölçüyü şiirle heykelleştirdiler:

"günah ki, sahibine nefsini hor görme ve Allah'a sığınma hissini verir;nefse izzet ve kibir veren isabetten daha hayırlıdır."

Allah'ın bildidiğini kuldan saklamanın manasız olduğunu sanan şeytani teselli,uydurma bir samimiyet rolü içinde dünyanın en misilsiz ahmaklığına yuvarlandığını bilmez.bu teselliyle cemiyet meydanına çıkarılan günahın alenilik planında belirttiği cür'et ve bir nevi iftihar edası başka...birinde dayanılmayan bir nefs zoru,ötekisinde günahla varılan keyif edası var.ikincisi,derecesine göre,günahı aşar.

Share this post


Link to post
Share on other sites

SEVGİ VE NEFRET

 

Âyet meali:

— Bir kavim bulamazsın ki, Allah'a ve Âhiret gününe iman etsin de, Allah Resulünün düşmanlarını sevebilsin.»

Sahabî ki, Allah Resulünün en ileri dostudur. O'na sevgi, Allah ve Resulüne sevginin yol göstericisidir.

Bu, naziklerin naziği dâvada, Allah'ın Resulü buyurdular:

«— Sahabilerin bahsinde daima Allah'tan hazer edin... Onları sevenler beni sevenlerdir. Onlara düşmanlık duyanlar, bana ezâ ederler. Bana ezâ etmekse Allah'a ezâ etmeye kalkışmaktır; ve Allah'ın azap eli böylelerini yakar.»

Ve:

«— Ben her günahın şefaatçisiyim; yalnız sahabîleri-mi hor görenlere ve onlara sövenlere şefaat etmem.»

Böyleyken ortaya bir Muaviye meselesi çıkarıp bu sahabîye ağız dolusu söven, lanet okuyan, sonra da Müslümanlık taslayan ve tesellisini Hazret-i Ali'den yana olmakta bulan bedbahtlara ne demeli?

Bunlar, hiçbir inceliğe, sır İdrakine ve ölçü hikmetine ruhları yatmayan, şeytan oyuncağı kafalardır. Allah Resulünün bu kadar açık ve aydınlık emri altında, Muaviye kini güdenleri bizzat Kâinatın Efendisi ve O'nün sevgili ruh ve madde vârisi Ali ne düşünür diye en küçük nefs murakabesine girişmeksizin, güya Peygamber Evini ve Neslini koruma gayretiyle atıp tutanlar. Bilmezler ki, kalblerinde-ki «suret-i hak,» perdesini idare eden bizzat Şeytandır

Sahabî meselesinin en nazik miyarı olan bu mevzuda ölçü şudur:

— Hazret-i Ali mi haklı, Muaviye mi?

— Hazret-i Ali mutlaka haklı...

— Ya Muaviye?

— O da haksız değil.!. Ve bütün fark bu kadar...

— Bu nasıl ölçü? Hem biri kafiyen haklı, hem de öbürü haksız değil?

— Çünkü bir sahabîye haksız diyemiyeceğimiz için ancak bu hadde kadar uzanabiliyoruz. Aralarındaki ihtilâf, sadece içtihad farkından ibaret.. Böyle olunca, birinci plânda bulunan tam haklı, ikincisi de haksız değil olur. Çırçıplak ve yırtıcı haksızlık, asıl, sahabîlerin en büyüklerinden birine dayanarak öbürünün sahabîlik vasfını unutmaktır. İşte sır idrakini örseleyici kabalık.

Sır mı; yine sır noktasına mı geldik? Buyurun:

Bir gün Allah'ın Resulü, kendi vahiy kâtiplerinden Muaviye'ye dedi ki:

— İleride senin çocukların en zâlim şekilde benim çocuklarımı öldürecek!

Muaviye titredi:

— Ne diyorsun ey Allah'ın Resulü; öyleyse vücuda geldikçe hepsini keseyim ve neslimi kurutayım!

— Hayır, Muaviye; buna kimsenin hakkı yoktur. Allah'ın takdiri neyse o tecellî edecektir.

Ve sükût ve tevekkül emrini alan Muaviye'nin ıstırap derecesi...

Muaviye, oğlu Yezid'in ne yapacağını bîlseydi kahrından erir, giderdi.

 

 

Eserden İktibastır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamun Aleyküm,

"Çöle İnen Nur" çok güzel bir kitap tabi ki.Saadet Devrini ve Efendimiz(sav)'i hem bilgi yönünden hem de edebi yönden çok muhteşem anlatmıştır.İnsan kitabı bitirmeye kıyamıyor.

Ama merak ettiğim birşey var.Yine benim dar kafalılığımdan kaynaklandığını bildiğim ve bilen birinin beni aydınlatmasını istediğim bir mevzu.Kitapta Üstad Efendimiz(sav)'in ismini anmıyor.O'nun peygamberliğine dair bazı sıfatlar,ünvanlar kullanıyor ya da" .... "bırakıyor.Ve Allahu Teala'nın bile kitabında o mübarek ismi anmadığını söylüyor.Ama benim bildiğim kadarıyla Kur'an-ı Kerim'de ismi geçiyor.Hatta O'nun ismi ile bir sure de var.Beni bilgilendirecek,yanlışımı düzeltecek biri olursa çok sevinirim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...