Site icon N-F-K.com

Necip Fazıl Ve Şiirinin İlk Kaynakları

NECİP FAZIL VE ŞİİRİNİN İLK KAYNAKLARI

Cevat AKKANAT

Milletlerin kültür hayatında sanat ve tefekkürü birleştirerek yüksek bir edebî dinamizm oluşturan şahsiyetlerin sayısı azdır. Necip Fazıl Kısakürek, hem sanat anlayışı hem de ‘dünya algısı’ndaki ‘millîlik’ sebebiyle, sözkonusu şahsiyetler kategorisinde değerlendirilmelidir.

Bundan ötürüdür ki o, hakkında pek çok çalışma yapılan edebiyatçı ve düşünce adamlarımızdan olmuştur.

Biz de bu yazımızda, Necip Fazıl’ın şiir kaynaklarına yönelirken, özellikle, kendisi dışında kimsenin pek dikkat çekmediği bir dönemine, çocukluk ve ilk gençlik çağına yönelik tespitlerde bulunacağız. Böylece, ömrü boyunca sergilediği ele avuca sığmaz tavrına ve “Çile”sine ışık tutacak ilk ‘veri’leri dikkatlere sunabileceğiz. Bunları gerçekleştirirken, onun, yetişme şartlarını geniş ve samimi bir şekilde anlattığı (‘ ruhi hareket romanım’ dediği) Kafa Kağıdı (Büyük Doğu Yay. 5. Bas., İst., 1995, 196 s.) adlı otobiyografik eserine müracaat edeceğimizi de belirtmeden geçmeyelim. Bu cümle şu anlama geliyor: Çeşitli sebeplerle gözlerden ırak kalmış olan bu esere okuyucunun dikkatini çekip, büyük şairin daha iyi anlaşılmasına da katkı sağlamak istiyoruz.

1982’de, vefatından hemen önceki dönemde yazmaya başladığı Kafa Kağıdı’nda Necip Fazıl, büyük bir bilinçle, kendisine ait önemli malzemeler sunar:

Bu malzemelerden ilki, çocukluğunu içinde yaşadığı ve mensubu olduğu aile ile ilgilidir. Bunları, ailenin maddî zenginliği, manevî yoksulluğu, karmaşık iç dengeleri, vb. şeklinde özetleyebiliriz.

Doğumuyla ilgili olarak “1904 yılının ilkbahar sonları… 26 Mayıs…” ifadesini kullanan şairimiz, adını ‘gelenek’ten almıştır: ” Adım Necip, Ahmed Necip… Büyük babamın babasının ismi…” Baba tarafından dedesi Mehmed Hilmi Efendi, mahkeme reisidir. “Abdülhamid devri Adalet ricalinden, ‘Bâlâ’ rütbeli, vakar ve ciddiyet heykeli …” Çemberlitaş’ta konağı, Sarıyer’de köşkü, Beykoz’la Şile arasında çiftliği, Büyükdere’de yalısı, Kocamustafapaşa taraflarında han ve evleri, Kapalıçarşı’da dükkanları olan bu dedenin emekli maaşı, o dönemde orta gelirli bir memur 15-20 altın alırken, aylık 100 altındır. Bu Osmanlı ‘seçkin’inin konağında ‘bir ahçı, bir ahçı yamağı, bir zenci uşak, Bingazi muhaciri bir hususi hizmetçi, iki arabacı, bir sürü halayık, besleme, kadın işçi, kocaman bir hizmet kadrosu ‘ bulunmaktadır…

Bütün bu ‘eşya’ ve ‘eşhas’ onun çocuk ruhunda birbirinden farklı izler oluşturur. Bu izlerin birisi de, yukarıda sayımı yapılan ‘ hizmet kadrosu’ arasında bulunan ve ‘Matmazel’ diye anılan bir ‘tatlısu frengi’dir. Necip Fazıl onu kuşkusuz karikatüristler için zengin bir kaynak olsun diye tasvir etmez. ‘ Matmazel’, yabancılaşmanın, hatta hainleşmenin önemli bir ‘belge’si olarak kayıtlara geçmiştir: ” 45-50 yaşlarında… İlk bakışta bir kokona… Saçları vıcık vıcık biriyantinli, buruşuk ellerinin küçük parmakları tırnaklı, sarkık çeneli, daima dantela yakalı, burun köküne iliştirme gözlüğü kordonla göğsüne asılı Matmazel… Her an sökün edip kendisini kaçıracak şövalyeyi 50 yıldır bekleyen (romantik) bâkire …”

Necip Fazıl, dünyaya geldiği konağı, özellikle annesine yapılan kötü muameleden ötürü, “Konak değil, tımarhane…” diye nitelendirir. Ailede adı zulümle anılan kişi, babaannedir. Doğal olarak Necip Fazıl’ın bilinçaltı mekanlarında onunla ilgili olarak iyi görüntülere rastlamayız: ” Bana ‘cici anne!’ diye hitap ettirdikleri Zafer Hanım, Abdülhamid devri en ekabir sosyetesinin (tipik) çehrelerinden biri ve azamete kaçan bir vekarın heykeli…”dir. Bu ‘alagarson kesik saçlı ‘ kadının kimliği ve kişiliği, dünyayı yeni yeni tanıyan çocuk Necip Fazıl tarafından şu eşya dizisiyle yansıtılır: ” Armonikli bir piyanosu, rastıkları, pudraları, düzgünleri ve üstten açılır maun bir dolapta sakladığı türlü ilaçları… Kimi çarpıntıya, kimi baş ağrısına, kimi romatizma sızılarına iyi, renk renk şişelerde renk renk ilaçlar… Bu ilaçlara bir göz atan, Zafer Hanım’ın tipini hayal etmekte güçlük çekmez. ”

Zafer Hanım, annesi gibi, çocuk Necip Fazıl için de zulmün ana kaynağıdır. Bu despot kadın, ikisini de her halükarda mazlum konumuna sokmaktadır. Necip Fazıl, cici annenin uyguladığı bir zulmünü şöyle anlatır: “Bana, hiçbir süzgeçten geçirilmeden rastgele ve her soydan roman okutmak ve onların büyüleyici tesiri altında beni kendimden geçirip çocukluk insiyaklarımı körletmek, böylece yaramazlıklarıma engel olmak… (…) Ve yığdı önüme, 40 ambarlık bir sürü kitabı …”

Babaanneye karşı korunak ise büyük babadır: “Armonikli piyanodan yırtıcı sesler çıkarırken üzerime yürüyen Ciciannemden kaçar gibi yapıyor ve onu kudurtacak yeni yaramazlık buluşları peşinde geziyorum. Her kovalamasında tek sığınağım Büyük babam …” Çünkü, büyük babanın bir zaafı vardır. O, “En hassas noktası olan babadan oğla sülale çizgisini yürütmek bakımından, biricik oğlunun biricik oğluna meftun ve ona her kapıyı açık tutma vaziyetinde …”dir. Benzetmede hata olmaz, yaramaz Necip’in zalim cici anneyle kedi-fare oyunu oynaması, şair ve mütefekkir Necip Fazıl’ın siyasî otorite ile olan irtibatlarında işe yarayacaktır. Zira, her iki rakip de abad oluşun anahtarını ‘baskı’da bulmaktadır ve şairde bu unsuru yere serecek zeka her daim mevcuttur.

Anne ve babasının özellikleri de Necip Fazıl’ın şairliğine etki eden ana etkenler arasında sayılmalıdır: Zira, “züppe” bir babaya sahip olduğu için bahtsızdır: ” Babam kendi havasında ve ortada yok…” Şu cümle, sadece ailenin zenginlik derecesini göstermek için değildir; aynı zamanda babasının şairde bıraktığı ‘ezici hiçliği’ de bünyesinde taşır: “İstanbul’a gelen ilk otomobillerden birini babama aldılar .”

Şairimiz annesinden ötürü ise kederler içindedir: “Annem kaynanasına karşı eğik başlı ve konak işleriyle meşgul, tek ümit ve desteğini oğluna bağlamış bir ırgat …”

Necip Fazıl’ın annesine olan ‘gönül bağı’, şairliğe başlamasındaki ‘tuhaf’ bahanede de görülebilir. Bilinen olaydır, aynı mekanı paylaştığı veremli bir kızın şiir defterinden etkilenen anne, 12 yaşındaki Necip’e şöyle der:

“-Senin şair olmanı ne kadar isterdim!”

Necip Fazıl sonrasını şöyle anlatır: “Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi. Gözlerim, hastahane odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim:

-Şair olacağım! ”

Necip Fazıl, annesiyle babası arasındaki farkı şu cümleyle izah eder romanında: “Ne aldımsa, annemden, daha düne kadar yaşayan ve seksenini hayli aşkın olarak ölen, hayatı boyunca masum ve mazlum bu kadından aldığıma inanıyorum. Baba kolları ikinci plânda …”

*

Necip Fazıl’ı şairliğe hazırlayan bir diğer çocukluk dönemi etkeni ‘toplumsal gelişmeler’dir: Bunlardan ilki, şair daha dört yaşındayken, hürriyetin ‘ ilan edilmiş’ olmasıdır: “Daha doğrusu lafı getirilmiştir…” Bir ‘hürriyet’ masalı olmaktan öteye gidemeyen, hatta arka plânda ‘çeşitli zulümlere’ yataklık yapan ‘ Meşrutiyet’ dönemi, Necip Fazıl’ın kendisini tanımaya başladığı çocukluk yıllarıdır ve bu süreç 1918’e, Mütüreke’ye kadar devam eder.

Bu dönem, sadece ‘devlet’ açısından değil, çocuk ruhu için de tam bir ‘yenilgiler’, ‘eziklikler’ çağıdır: Şöyle ki, Necip Fazıl 8 yaşındadır ve Balkan Savaşı çıkmıştır. Çatalca’ya kadar gelen Bulgar ordusunun top sesleri şairimizce de hissedilmektedir. Ardından ‘Seferberlik’, yani 1. Dünya Savaşı. Necip Fazıl 10 yaşındadır. Onun bu savaşlardan hatırladıkları, ‘ kuru üzümle içilen çay, vesikalık saman ekmeği, idare lambalarına göre tortulu gaz vesaire’…dir.

*

Şehrin köpekleri… Simitçi, limon ve nane satıcıları… “Yangın var!” nidaları… Ve hastalıkları…

Özellikle hastalıkları… Çocuk Necip Fazıl’da şairliği körükleyen bir başka husus yaşadığı yoğun hastalık dönemidir. Babasının Bursa’ya tayini sebebiyle bir süre bu şehirde yaşayan Necip Fazıl, burada kızıl hastalığına yakalanır ve aile geri, İstanbul’a döner. İşte hastalıklarıyla ilgili birkaç cümlesi:

“6-7 yaşlarında başlayıp üst üste gelen ve 3-5 yıl birbirini kovalayan, bir çocuk için mümkün türlü hastalık turnikelerinden geçtim. Bu hastalıklardan bende kalan maddi ihsas, sirke kokusu, Hind yağı lezzeti, damlaların sesi ve sarı renk …”

“Bir yerden sirke kokusu alsam, hatırıma çocukluk hastalıklarım gelir. Ateşim düşsün diye alnıma koydukları sirkeli bezler …”

Hastalıkları bir ölüm izler: Kendisinden bir yaş küçük kız kardeşi Selma’nın 5 yaşında ölümü…

*

Bu arada, okuma etkinlikleri ve okulları…

En başta, büyük babasıyla okuma çalışmaları… Bu konuda şöyle yazar: “Büyük babam, (…) Fuzulî divanını mırıldanır ve hisli mısraların hakkını vermeyi ihmal etmez ”

O, daha çocukluk yıllarında Aleksandr Dümas’nın bütün eserlerini okumuştur. Oskar Vayld’i, Şekspir’i Bayrın’ı kendi dillerinden tanımıştır.

Önce bir ‘Fransız Papaz Mektebine’ vardır onun okul hayatında… Çünkü büyük babası Fransızlardan Lejyon D’onör ödülü almıştır: ” Büyük babam, Fransızlardan almış olduğu nişanın rozeti yakasında, bizzat mektebe götürüp kaydettirdi. Bir hürmet, bir itibar Büyük babama… Kolay değil (Lejyon D’onör) sahibi olmak…”

Bu okulda barınamaz Necip Fazıl: “Papazlar bana pek tadsız ve haşin geldi. Büyük babama ‘istemiyorum!’ diye tutturdum ve oradan haydi Kumkapı’daki Amerikan mektebine …”

Amerikan okulunda mutludur. “Çocuklar arasında bir efe…” Fakat orada da fazla barınamayacaktır, önce ‘ mektepten kaçış ‘, ardından kovuluş…

Daha sonra ‘Rehber-i İttihat’ adlı okula verirler Necip Fazıl’ı. Bu okuldan hoşlanmaz ve bir hile ile kaydını aldırır. Bahriye Mektebi, sonra Darülfünun… Dans ve adab-ı muaşeret dersleri… Tatlısu frengi hocalar… İngiliz terbiyesinden Alman eğitimine geçiş…

Siyasî ve askerî oldu-bittilerin yaşandığı çocukluk yıllarının sonlarında Necip Fazıl’ı askerî bir okulda görürüz: “Ne oldumsa bu mektepte oldum. Bu mektepte bülûğa erdim; düşünmeye ve kişiliğimin ana dokusunu bu mektepte örgüleştirmeye başladım.” dediği Bahriye Mektebi’nde… 1916-1920 yılları arasıdır ve giyindiği ‘Cemaliye’ ve ‘Enveriye’ler ile birlikte onu etkileyen bir diğer husus, ‘askerlikten korunmak’ isteyen (askere gitmek istemeyen) bazı ‘Türk aydını’nın ‘ menfi’ tavrıdır. Zira, Bahriye Mektebi onlar için (Hamdullah Suphi, Yahya Kemal, vb…) bir sığınaktır. Gerek sözkonusu savaş ortamı, gerekse bu dönem aydınlarının tutumu Necip Fazıl’ın taze dimağında şiirin kıvılcımlarını körüklemektedir.

Bu arada, artık hayatında ne konak, ne yalı, ne bir şey… kalmamıştır.

Bir ara, Erzurum’daki polis müdürü dayı ile irtibata geçilir. Anneanne, anne ve şairimiz, Trabzon üstünden Erzurum’a giderler…

Sözkonusu olan hayatın devamıdır…

*

Bütün bunlar, Necip Fazıl’ın daha ömrünün ilk baharında yaşadığı her biri ilginç, her biri sarsıcı, hayatî öneme sahip sahnelerdir.

Ve bizce Necip Fazıl’ın şairliğinde, sözgelimi İstanbul ve Fransa’da Felsefe okumasından, Paris’te bohem bir hayat sürmesinden, 1934’te şöhretinin zirvesindeyken, Arvasi ile tanışıp ona bağlanmasından, hatta çeşitli defalar yargılanıp hapislere konulmasından daha önemli etkenlerdir.

Aksi takdirde, onun şiirindeki Kaldırımlar’ı, Otel Odaları’nı, Muhasebeleri, Sakarya’ları; yalnızlık, korku, ölüm ve hürriyet duygularını, ruhsal çalkantılarını; coşup, kaynayıp duran ruh hallerini; hiçbir zaman uzlaşmadığı zulüm sahiplerine karşı mücadelesini, hatta mistisizminin boyutlarını, vb. anlamamız mümkün değildir.

‘Sanki azapla izdivaç etmiş’ olan bir şairi önce böyle okumak gerekir düşüncesindeyiz.

Exit mobile version