NECİP FAZIL’IN ŞİİRİ
Mehmed Niyazi ÖZDEMİR
Yılın bugünlerinde kaybettiğimiz rahmetli Necip Fazıl’ın pek çok yeteneği vardı; tiyatro eserleri, romanlar yazdı; sayısız makaleye, fıkraya imza attı, mütefekkir ve kalabalıkları coşturan bir hatipti; ama bütün bunların arasında en belirgin özelliği şair olmasıydı.
Nerede ciddi bir sanat ürünü ile karşılaşılsa, onun derinliklerinde mutlaka metafizik kaygılar, metafizik ürpertiler, en azından metafizik renk ve motif bulunmaktadır. ‘Nazım Hikmet’in yazdıklarını nasıl değerlendireceğiz?’ sorusu hemen insanın aklına gelebilir. Evet, Nazım olgunluk çağında materyalistti; fakat kalabalığı etkileyen şiirlerine bakınca, materyalizme ters düştüğü noktalarda gün ışığına çıktıklarını görürüz. Aksi halde “Karıma Mektup”, “Bahr-i Hazer” gibi şiirlerini izah edemeyiz.
Metafiziksiz bir hayat, derinliklerinden arınarak satıhlaşır; bu satıh da mutfak, tuvalet, yatak odası arasında sıkışır. Buradan biyolojik ihtiyaçları aşabilecek, insanların ruhlarını okşayacak, damaklarında lezzet bırakacak bir eser çıkmaz. Sözü edilen husus şiir olunca, metafizik daha da önem kazanır. Duyularımızla algılayabildiğimiz alanda kalan, kökünü somutlukta bulan konulara dair yazan şair, ihtiras kumkuması halinde bulunan bedenî varlığımıza hitap edebilir. Böyle bir şiirin uzun süre etkili olabilmesi mümkün değildir; çünkü biyolojik zevklerimiz doyuma ulaştı mı, şiirden aldığımız coşkunluk da sona erer. Ayrıca güzelliğini somutta bulan bir sanat ürünü, kendini kolay ele vereceği, çerçevesi rahatça çizilebileceği için etkisi uzun süre devam etmez, hakim olunan bir şeyden bıkkınlık duyulması insanî bir haslettir. Bunun için güzellik, derinlik sezdirilmeli, boyutları muhayyilelere bırakılmalıdır. Kaldı ki hiçbir somut varlık, kendisini zamanın pençesinden kurtaramaz, ilham ettikleri de zaman değirmeninde öğütülmeye mahkûmdur.
Zaman ve coğrafya somutluğu doğurur; izlerini eserlere nakşeder. Sadece o zamanın havasını teneffüs edenler, o coğrafyanın çocuğu olanlar bu tip eserlerden lezzet alırlar. Zamanın ve coğrafyanın üstüne çıkabilmek, herkese hitap edebilmek ancak soyut, bütün insanlığın paylaştığı konularla mümkündür.
Şüphe, kaygı, korku, aşk gibi insanî fenomenlerin hayat için önemini Necip Fazıl, çok genç yaşlarda kavramıştı; zira o sanatkâr doğmuştu; çok yükseklere uzanan antenleri esrarlı dalgaları seziyordu. Zaten bunun için, “Kurtarıcım” dediği Abdülhakim Arvasi’yle tanışmasından önce, daha gençliğinde ona “Mistik Şair” denmiyor muydu?
Metafizik âleme adımını atabilen kendi beninin nasıl bir dert olduğunu fark eder. Bu âlemin farkında olmayan, benini putlaştırır; adeta nefsi mabuduna dönüşür. Kof bir doymuşun bir başkasına söyleyebileceği ne olabilir? Oysa metafizik âlemde benini fark eden, ondan kurtulmanın ızdırabını çeker; işte bu ızdırap sanatın itici gücüdür.
Şair olarak doğması iç, yalınkılıç “İslam” demesi dış sarsıntılarına sebep oluyordu. İçeriden ve dışarıdan sarsılan bu insanın yetmiş dokuz yıl ayakta kalması olağanüstü bir durumdur. Bu ayakta kalışını, inandıklarına ölümüne sarılmasında aramak gerekir. Bir insan ne kadar inanırsa inansın nihayet et ve kemikten ibarettir, onların da dayanma gücü sınırlıdır. Ömrünün son yıllarında artık o, kükreyen Necip Fazıl değildi; yönünü tamamen ahirete çevirmiş, hayatına mana veren, bütün sevgilerinin ve buğzlarının kaynağı olan Rabb’ine ve Peygamber’ine “Artık geliyorum” diyordu.
Şiirden, sanattan nasiplenmiş herkes onun zirve oluşunun farkındadır. Siyasî ve ideolojik sebeplerden dolayı onun büyüklüğü ancak mecbur kalınınca teslim edilmiş, o da en fazla kulaktan kulağa fısıldanmıştır.
Kim ne derse desin, onun kadar etkili bir şairi, bir mütefekkiri son dönemlerde bu topraklar görmedi. Onun sanatı ve düşüncesindeki derinlik, sevenlerinin ve düşmanlarının ruhlarına sinmiştir. Kılıcı savrulan her çığlıkta onun damgası mutlaka sezilmektedir.
26 Mayıs 2008, Pazartesi (Zaman)