Üstadın Yaramazlıkları

ÜSTADIN YARAMAZLIKLARI

YARAMAZLIK

Balkan Harbi yaralıları arasında gelip de, sonra büyükbabamın himayesine eren ve Adliyeye giren kalın siyah kaşlı, mert yüzlü, gayet ağır ve sakin tavırlı Mustafa Efendi…

Bu Mustafa Efendi, son zamanlarda İzmit Ağır Ceza Reisiydi ve 1943’de Erenköy’ündeki evimize gelip o sene doğan ilk oğlum Mehmed’in kulağına ezan okumuştu.

İşte bu Mustafa Efendi bana, konağın ilk katında, yemek odası katındaki küçük ve resmî ziyaret odasında Kur’ân dersi verirdi.

Garip ve derinliğine doğru, bir iç hayat istidadı içinde, duygularım dışarıya vurduğu zaman ne türlü yaramazlıklara, haşarılıklara kalktığımı tasarlayabilir misiniz?

Benim için:

– Babasını geçecek galiba yaramazlıkta…

Diyenler de vardı…

Konağın tavanarası merdiveninden tâ birinci katın avlusuna kadar trabzanlar üzerinde kaymalar… Yaralı bir atın cılk etine pergelle dokunup ondan muhteşem bir tekme yiyerek yerde yuvarlanmalar…

Çamura bulanmış bir sürü cam kırığını bir kova içinde arabacının başına geçirmeler… Zafer Hanımefendinin ne kadar zaafı varsa onlara doğru hücum etmeler, onun armonikli piyanosunu avaz avaz bağırtmalar, ilâçlarını birbirine katmalar, kitaplarını altüst etmeler, kilerlerini boşaltmalar…

Neler, neler?

Öbür çocuklar da, Selmacığım müstesna, hep maiyetimdeler… Bir tehlike görünce can attığım liman, büyükbabamın eteği veya kürkü…

Bazen kendimi o kadar mesut hissederdim ki, önlerinden koşup geçtiğim birtakım eşyayı, mahzun ve boynu bükük görür ve dönüp okşardım.

Buna rağmen annemden yemediğim dayak kalmamıştır. Kendisini delice sevdiğim için büyükbabama şikâyet edemiyordum da ondan..

Nihayet Zafer Hanımefendi, büyükbabası sayesinde kendisini tam serbest hisseden haşan üstü haşan torununun ruhunu kamaştırmak, uyuşturmak için müthiş bir (narkoz) uyutucu keşfetti.

Dört beş yaşında okuyup yazmayı öğrenmiştim ya…

Beni romana alıştırdı.

O ve Ben
Benden, yürümeye başlayınca müthiş bir haşarı türeyeceği zannı doğmaktadır ev içinde… «Bu çocuk babasını da geçebilir!» diyenler vardır.

Şu farkla ki, babamın çocukluğundaki çılgınca patlamalar, bende, her şeyi karıştıran, her şeyin içyüzünü arayan bir merak ve tecessüs halinde…

İstanbul’a gelen ilk otomobillerden birini babama aldılar. Bazı filimlerde gördüğümüz en eski otomobil modellerine eş bu araba Sarıyer’deki köşkün bahçesinde… Ön tekerlekleri (kriko) üzerinde havaya kalkık…

İki yaşında mıyım, üç yaşında mıyım, bilemiyorum; orada kimsenin bulunmadığı bir ân arabaya yaklaşıp tekerleği çevirmeye başlıyorum. Lâstiğinin üstünde pünez başları gibi küçük demir pullar bulunan tekerlek alnıma çarpıyor ve ben kanlar içinde yere seriliyorum.

Büyük babam, demire kösele sarılı bastoniyle babamın üstüne yürüyor ve araba hemen defediliyor.

Doktor, ilâç, pamuk, sargı… Yaranın izi hâlâ alnımda…

Köşkün çamaşırhanesindeki yüksekçe rafta teneke bir kutu gördüm. İçinde ne var acaba?.. İskemleye çıkıp rafa uzandım. Kaymak gibi bembeyaz bir şey…

Hemen parmağımı daldırdım ve beyaz şeyi tadmaya davrandım. Aman ne acı!.. Ciğerim yandı.

Bir çığlık koptu:

– Koşun, çocuk kireç kaymağını yiyor!

Çemberlitaş’taki konakta en musallat olduğum eşya Cici annemin öteberisidir! Hususiyle armonikli piyanosu, rastıkları, pudraları, düzgünleri ve üstten açılır maun bir dolapta sakladığı türlü ilâçları… Kimi çarpıntıya, kimi baş ağrısına, kimi romatizma sızılarına iyi, renk renk şişelerde renk renk ilâçlar… Bu ilâçlara bir göz atan, Zafer Hanım’ın tipini hayâl etmekte güçlük çekmez.

Armonikli piyanodan yırtıcı sesler çıkarırken üzerime yürüyen Cici annemden kaçar gibi yapıyor ve onu kudurtacak yeni yaramazlık buluşları peşinde geziyorum. Her kovalamasında tek sığınağım Büyük babam…

Bir gün, araba atlarımızın birinin sağrısında açılan yaraya elimdeki pergelin ucunu sokmaya davrandım. Çifteyi yedim ve yere serildim.

Ali(Köşkteki hizmetçilerden) beni kucağına alıp anneme götürdü ve:

-Aman, Büyük Bey duymasın, evi başımıza yıkar!

Diye yalvardı. Tekme nazik bir tarafıma gelmemişti.

Bir şeyim yok, söylemem! Dedim.

Kedi yavrularına bayılıyordum. Onların incecik kaburga kemiklerini sıkarken çıkarttıkları ağlamaklı ses çok hoşuma gidiyordu. Birkaçını süt dolu bir tasa koyduğumu ve sonra kaburgalarını sıkarak ağlattığımı hatırlıyorum. Başlarını süte sokarak… Ali koşmuş ve hayvancıkları ölümden kurtarmıştı.

Zalim taraflarım da vardı. Zalimden mazluma ve mazlumdan zalime her ân yer değiştiren bir karakter… Tezatlar kumkuması… Bir, kutup iklimlerinde beyaz ayıları kovalayan; bir, (ekvator) sıcaklığında ceylânlarla ağlaşan, neşede de kederde de son derece mübalâğalı garip bir mahlûk… Bu garip çocuk, hallere göre dehâya mı, cinnete mi namzettir?

Neşe anlarımda öyle olurdu ki, konağın dördüncü katından, yalınkavî, taşlığa kadar inen merdiven trabzanlarından kayıp süzüldüğüm bir son basamakta; insan kafasına benzer trabzan topuzunu okşamış, onu cansızlığından ötürü adetâ teselli etmiştim.

Onun(Üstadın Babaannesinin), benim şerrimden korumak için, salondaki püsküllü kanepelerin altına gizlediği kaymaklı tatlıları ben keşfederim ve öbür torunları da yanıma çağırıp ne varsa siler süpürürüm. O kadar çevik, kaçak ve uçan bir metod izlemekteyim ki, konak sahibesi Hanımefendi beni ele geçiremez, üzerinde bir iplik gibi uçtuğum kılıç bana dokunamaz. Zor kullanmasına da, Büyük babamın koruyuculuğundan ziyade her kabalığa zıt meşrebi müsaade etmez.

Amerikan mektebinde mesudum. Çocuklar arasında bir efe…

Bir gün yanıma bir çocuk geldi. Başka bir çocuğu bileğinden kavramış sürüklüyor:

– Ağabey, dedi; sen beni dövebilirsin, ama bu çocuk dövebilir mi?

Azametle cevap verdim:

– Ben seni dövebilirim, ama bu çocuk dövemez!

(Mis Etinik) adlı, hocalarımızdan bir Ermeni kadını beni evine götürmüş ve yemek vakti olduğu için sofraya oturtmuştu. Gâvur yemeği olduğundan tiksine tiksine yediğim, fakat lezzetine bayıldığım fasulye pilâkisini hiç unutamam…

Yolumun üstündeki Cinci Meydanında ata binmekten, Gülhane Parkında kayık salıncakları safasına kadar öyle eğlenceler peşinde koşuyordum ki, kısa zamanda mektep bana giran geldi. Yolunu buldum:

– Eve, mektep tatil der ve dışarıda oynarım. Kendi hususî günlerinde gerçekten tatil olunca da, mektebe gitme bahanesiyle evden çıkıp İstanbul’u gezer tozarım. Yanıma da dalkavuklarımdan birkaçını alırım! Böyle yaptım. Mektep tatil dedim ve evde kaldım. Birkaç gün geçmedi, mektepten merak ettiler ve başta Müdire hanım, konağa kadar gelip sordular:

– Çocuk hasta mı?

– Hayır!

– Niçin mektebe gelmiyor?

– Mektep tatil değil mi?

– Ne münasebet!.. Bunu kim söyledi?

-O!

Müdire sert sert Büyük babama bakıyor:

– Bu yaşta yalan söyleyen ve mektepten kaçan bir talebeyi artık kabul edemeyiz!

Ve kovuluyorum.

Beni Büyük babamın öfkesinden korumak için yatağa yatırıyorlar ve hepten yalan, başıma sirkeli bir bez koyuyorlar.

Büyük babam, odanın kapısını açıp uzaktan bakıyor ve o yaşta yalana başlamış aziz torununa çatamadan gidiyor.

Bütün hakikatleri meydana ben çıkaracaktım. Ben gelmeden bu dünya dönüyor muydu, dönmüyor muydu?..
Halamın oğlunu, (Şarlok Holmes)in (Vatson)unu yanıma alıp, Binbirdirek ve Yerebatan mahzenlerinde kaatil aramaya çıktığım olmuştur.

İstanbul faili meçhul cinayetlerin kaatilleriyle doludur ve onları benden başka kimse yakalayamaz!..

Bu mektepte(yatılı Rehber-i İttihat mektebi) yapamayacağımı anladım ve kurtulmak için bir hile düşündüm.

Sabahları bize yedirilen kaşar peynirini toz ve pasla kirlettim. İçine böcek ölüleri ve kurtlar yerleştirdim ve tatil çıkışında anneme göstererek:

– Bak, bize ne yediriyorlar, ben bu mektepte kalamam!

Diye direttim.

Annem gayet soğukkanlı peyniri elimden aldı ve bıçakla ortasından yararak tertemiz meydana çıkardı:

– Misk gibi peynir… Sen kirletmişsin!..

Dedi ve beni bir temiz dövdü. Büyük babam işe karıştı:

– Çocuğu dövme!.. Madem istemiyor mektepten çıksın!

Büyükdere’de yalıdayım… Halam ve çocukları da orada…

Benim, hem büyüklerin sofrasında yemek, hem de küçüklerin sofrasına reislik etmek âdetim olduğu üzere, büyüklerle masa başındayken, «Yenge Zehra Hanım» isimli, cici annemin dalkavuğu, beyaz saçları kınalı şımarık ve yüzsüz bir acuze, anneme, arkasından dil uzatıyor:

– Bırakın şu veremli kadını!..

O kadar kızıyorum ki, elimdeki kiraz çekirdeğini bir sıkışta suratına fırlatıyorum. Çekirdek «tınnn» diye annemi babama boşatmak isteyen acuzenin altın çerçeveli gözlüğüne çarpıyor.

Ben yemekten kalkıyorum ve koşar adım polis merkezine giderek «Merkez Memuru», şimdiki tabirle Emniyet Âmiri dayıma, kardeşine edilen hakareti hıçkıra hıçkıra anlatıyorum.

– Keyfine bak, diyor dayım; Allah onlara cezalarını verir!..

Yenge Zehra Hanım’ın iki kız evlâtlığından biri veremden öldü. Annemse, bundan birkaç yıl öncesine kadar, 90 yaşına yakın, yaşadı.

….

O yaşta bende kadın alâkası başlamıştı. Hem de benimle yaşıt kızlara karşı değil, yetişmiş ve gelişmişlere karşı… Frenklerin (Odora di Femina – kadın kokusu) dediği esrarlı rayihayi adamakıllı almaya başlamıştım.

Kadın hizmetçiler yemek yerken masaların altına saklanır ve onları seyrederdim.

Bir gün yemekte bir kadın sofranın muşambasını kaldırdı ve taaccüple sordu:

– Kim var orada? Sen misin, Küçük bey? Hayret büyük… Gülüşmeler…

Biri suali dayadı:

– Ne yapıyordun orada?

-Hiç!.. Saklanıyordum!

Halbuki genç hizmetçinin siyah, kalın ve gergin çoraplarını cimbızlıyordum. Hattâ onun ayaklarını kucağıma almaya kadar davranmış ve işte o vakit yakalanmıştım.

Kadınlık cilvesine bakın ki, hizmetçi ortaya dökmedi ve kimsenin bir şey anlamasına müsaade etmedi.

Ben de sevindim ve bunu ilk aşk maceram kabul ettim.

Bunu ve bundan sonra gelecekleri, bazı Batı kalemlerinin bir nevi tersine riyakârlık ve günah şehvetiyle ettikleri itiraflar soyundan zannetmemeli…

Bunları, istesem de, istemesem de doğruyu söylemek ihtiyacı yanında, nereden, nasıl geldiğim ve hangi menzilde karar kıldığım bakımından, hazırlayıcı ruh haletlerinin noktalanması diye görmeli…

Elverir ki, ortada bir hicap perdesi kalsın ve her şey sınırlı bir edep tülü altında gizlendirilsin… Yoksa kadın, asliyle, Hristiyanlıkta yol kesici bir engel, İslâmiyette ise yol verici bir kanat… Tek ölçüleri bilinsin ve Allah Resulünün katî mizacına bürünmenin sırrı tadılabilsin…

Henüz bulûğ çağına en aşağı 6 yıl uzağım… Halamın oğlu, benden 9 ay büyük Tarık, akranı kızların gözünü benden fazla çekiyor. Zariftir, asil tavırlıdır ve nereden, nasıl enselediğini bilmediğim kızlarla gezip tozmaktadır.

Onları takip ediyor ve kendimi belli etmeden fırının önüne bırakılan iki sepetle ekmek küfesinin kenar yerine saklanıp yalıya doğru yol alışlarını kolluyorum.

Vay:

Kızlardan biri, kolunu Tarık’ın omuzuna atıp ensesinden dolaştırmıyor mu?… Çıldıracak gibi oluyorum. Hemen kestirme bir yoldan, yalının bahçe yolundan geçerek deniz tarafındaki sokak kapısına koşuyorum ve kapıyı çalmalarını bekliyorum.

Geliyorlar… Kapıyı açıyorum… Önde Tarık, arkasında çocukla genç arası 3 fıkırdak kız…

Tam zamanı… Sağ ayağımı kaldırıp Tarık’ın göğsüne bir tekme yapıştırıyorum.

Tarık’ın beyaz elbisesi üstünde minicik iskarpinimi, şu ânda gözle görür, elle tutar gibiyim.

Halîm ve selîm, nazik ve zarif Tarık, ağlaya ağlaya içeriye dalıyor, kıskanç ve Öfkeli, sert ve kaba Necib’i annesine şikâyete koşuyor. Kızlar yüzüme bile bakmadan çekip gidiyorlar. Hayret ve nefretleri yüzlerinden belli…

Ah şu (Odora di femina)!.. Henüz olgunlaşmamış olanlardan bile tütmekte…

….

Ondan(Bir Rum dükkan sahibi olan Barba’dan) bir olta satın aldım ve denemek için kıyıdaki sandal iskelesine çıktım. Ne oldum bilmem, oltayı atarken fazla mı savurdum ne; denize düştüm. Tepe üstü saplandığım bulanık sularda başım kumlara gömüldü ve ben insan nasıl boğulurmuş, orada anladım.

Beni su yüzünde kalan ayaklarımdan çekip çıkardılar… Koşarak gelen ihtiyar (Barba)nın emriyle öylece tuttular, içtiğim suları çıkarmama çalıştılar ve kucakta yalıya teslim ettiler.

(Barba) kapıyı açanlara:

– Çocuğu, diyordu; hemen soyup iyice kurulayın ve yatırın! Bir şeyi yok… Korkmuştur o kadar!..

….

Lâkin en ziyade geceleri nöbetçi bir kurt hademe var ki(Bahriye Mektebi’nde), peşimizi bırakmıyor ve bîzi idareye haber vermekle korkutuyor.

– Şuna bir oyun edelim!

Dedik ve uzun seneler Bahriye Mektebinde destanlaşan meşhur «Cin oyunu»nu oynadık. Rejisör benim!

Karşılıklı iki büyük yatakhane arası bir hol vardır ve bu holde 3 kapılı bir dolap… Bu dolaba bir adam zor sığabilir; yükseklik olarak da başı tavana değmezse ne devlet!.. Kapılarında birer nefes deliği bulunan bu dolap (kodes) adlı (sembolik) ve (fantezik) hapishane… Küçük kabahatlerin suçluları 15 dakikadan 1 -2 saate kadar buraya tıkılır, Önüne bir süngülü nöbetçi dikilir, saati gelince koyuverilir ve nöbet defterine kaydı geçirilir.

İşte, benim tiryaki arkadaşlara teklifim:

– Bu adamın nöbetçi olduğu gece, üzerimize bornozlarımızı geçirerek ve kukuletelerini çenemize kadar indirerek dolaba girelim… Onu bir bahaneyle karşı yatakhaneye çağırtır ve hemen dolaba dalarız. Adam dolabın yanındaki sıra üzerinde etrafı kollamaya başlayınca biriniz dolaptan, esrarlı tavırlar ve mirıltılarla öbürlerini davet eder: «Yeşil cin, çık; mavi cin, çık!». Çıkarlar ve davetçinin arkasında, yine esrarlı hareketler ve mırıltılarla nöbetçiye doğru yürürler… Bu vaziyette nöbetçinin korkması ve büzülüp kalması lâzım… O zaman öndeki davetçi cin tarafından adama ihtar: «Talebeleri rahat birak; sigara içmelerine engel olma! Yoksa seni çarparız!» Bir arkadaş:

– Ya, adama vız gelir de üzerimize saldırırsa?..

– Kukuletelerimizi kaldırır, kendimizi gösterir, «şaka ettik, kusura bakma!» der, oyalarız.

Tatbikat aynen plâna uydu. Herif, en önde ben, sahte cinleri görünce donup kaldı ve oturduğu sıradan ileriye doğru kaymaya başladı.

Tam o ânda beklenmedik bir hadise! Arkamdaki cinler yatakhaneye doğru kaçmaya başlamaz mı? Nöbetçi zabiti, elinde palaskası, merdiven başında…

Enselendik ve muziplik olsun diye girdiğimiz dolapta, ertesi gün, cezalı olarak 1 saat bekletildik. Fakat mesele bu kadariyle kapanmadı. Bizden sonraki sınıfların küçük yaşta talebeleri arasında cin hikâyesine inananlar oldu. Bunlar, gece yataklarından çıkamaz ve donlarına kaçırır oldular. Bir hikâyedir sürdü.

Bizi ve daha küçük sınıfları toplanmaya çağırdılar.

Kumandan:

– 1054 Necip Fazıl, 3 adım ileri, marş!.. Yüzümü talebelere çevirttiler:

– Şu gördüğünüz haylaz, gece nöbetçisini korkutmak için bir cin hikâyesi uydurmuştur. Bu işin aslı faslı yoktur. İşte kendisini cin, cin diye satan haylaz karşınızda!.. Onu en büyük ceza olarak teşhir ediyorum!.. Siz de rahatınıza bakın ve geceleri korkunuzu gidermekte kuşkuya düşmeyin!

…..

(Madam Bakir) diye bir İngilizce muallimimiz var… (Rey) adında Ölmüş bir bahriyelinin dul karısı… Topal, zaif, kara kuru, sesi ancak işitilebilir… Sarkık bir iplik gibi püf desen havalanacak derecede mukavemetsiz bir yapı… Hiçbir hayatiyeti, varlık nümayişi yok… Sanki bir çığ altında kalmış da son dakikada kurtarılmış.. Öylesine donuk, bitik, ezik, ürkek… Sınıfa girerken ayağa kalkan talebeden ödü patlar, gibidir. Arkadaşlar bana sordu:

– Şu kadını sınıfta bayıltabilir misin?

– Çok kolay… Siz dediğimi yapın, yeter!

Kadın sınıfa girdi. Ben «bak!» diye çok yüksek sesle kumandayı bastım. Bütün sınıf beton döşemeyi çökertecek bir şiddet ve «rap!» sedasiyle ayakta…

Kadın iki adım atamadan düşüp bayıldı. Birkaç arkadaş onu koltuk altlarından ve ayaklarından kavradık; ve doğru (revir)e…

Sual, sepet, ihtar, kodes…

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.