Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Recommended Posts

BİR DEVLETİ YIKMAK O DEVLETİN SANAYİİ VE ASKERİ TEÇHİSATLARINI ZAPTETMEKLE

OLMAZ. O MİLLETİN DİLİ VE TOPYEKÜN KÜLTÜRÜYLE OYNAMAK YETERLİDİR...

 

şimdi asıl meramımıza ve temas edeceğimiz mevzuya gelelim.Hususiyetle son

yarım asırdır,Anadolunun katıksız ve saf öz meşrebiyle yeni nesil arasındaki

ulvi köprüyü yıkmak gayesiyle keskin kazmalarını bir çok manevi istikametten

sallayan bazı iç ve dış mihrakların bu köprüden koparmaya çalıştıkları DİL

vakasıdır.

 

Güya dilimizden arapça menşeili kelimeleri çıkartmak ve yerine de maymunları

güldürecek derecedeki frenkçe ve uydurukçadan mürekkep bir sözde -üstad

Necip Fazıl'ın tabiriyle(kurbağa dili-vakvakça) öz Türkçe vücuda

getirildi...

 

Hele bakın şu kanarya ile kutup ayısını aynı iklim şartlarında yaşatmak

kadar abes ve gülünç misallere;

 

NOT:Aşağıda vereceğimiz örneklerde doğru kelimenin yanında uydurukçasını

parentez içeriside teşhir edeceğiz;

 

CEVAP(yanıt)..İSPAT(kanıt)..TASDİK(onay)..FERT(birey)...MEDENİYET(uygarlık)..

 

HÜRRİYET(özgürlük)..ŞEREF(onur)...HADİSE(OLAY)..VS...

 

Komedi devam ediyor:Bizde nisbet eki olan 'i' yerine tamamiyle frenkçe

menşeili sözde öz Türkçe taraftarları sel ve sal eklerini kelimelerin

sonuna getirerek tam bir komedi ortaya koydular.işte bunlara bir kaç örnek:

 

FİZİKSEL-DİNSEL-TARİHSEL-BİREYSEL-KÜRESEL-AHLAKSAL VS...

 

HASILI TÜRKÇE'Yİ SAL'A BİNDİRİP SEL'E VERDİK..

 

ÜSTAD NECİP FAZIL BUNLAR İÇİN 'GÜVERCİNLER ARASINDAKİ EŞEK ARILARI 'DİYE

TARİF EDİYOR.VE EKLİYOR:VÜCUTTA Kİ BİR SİVİLCE ÇAPIYLA KÜÇÜK OLABİLİR FAKAT

BİR KANSERİN DE ALAMETİ OLABİLİR.DİYOR VE DEMİN Kİ YUKARIDA Kİ BAHSİNİ

ETTİĞİMİZ MÜTEFEKKİRİN DÜŞÜNCESİNE NASILDA İSABET EDİYOR.

 

HASILI BU MESELEYİ SADECE BİR DİL DEYİP GEÇİŞTİRMEMELİYİZ..DİL DE MEŞREBİMİZ

VE İTİKADIMIZ ARASINDAKİ MUKADDES KÖPRÜNÜN EHEMMİYETLİ BİR PARÇASINI TEŞKİL

EDİYOR. ZATEN BUNUN İÇİN DE DEĞİLMİ NESİL ÖZ BAĞIYLA KOPMUŞ VE İHTİLAFA

DÜŞMÜŞ....

 

DİL BAHSİDE BÜYÜK DOĞU DAVAMIZIN BÜNYESİNDE HALLEDİLECEK MESELELERDEN BİRİDİR.ÇÜN KÜ

BİZ MUKADDESATÇI GENÇLİK OLARAK HAYATIN BÜTÜN MÜSPET ŞUBESİNİ KUŞATMAKLA

YÜKÜMLÜYÜZ.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Oldukça güzel tespitlere yer verilmiş, güzel ve önemli bir yazı... Paylaşımdan ötürü teşekkürler.

 

Toplumların kültürel bakımdan tahribi çok tehlikeli ve dönüşü olmayan zararlara yol açabilecek derecede dikkat edilmesi gereken bir husustur. Özellikle yazının icadıyla daha bir önem kazanan dil kavramı ve muhtevası, bir kültürün devamlılığını ve korunmasını sağlayan en önemli etkenler arasındadır. Tarihe bakıldığında dilini kaybeden milletlerin zamanla dinlerini de kaybetmeye başladıkları, bunun neticesinde de asimile oldukları görülecektir. Çünkü bir toplumun dilinin değişmesi, o topluma ait kültür üzerinde çeşitli baskıların hüküm sürdüğünün en açık kanıtıdır. Yani kültürel bozulma dille başlar.

 

Dilin korunması ve gelişimini sağlayan önemli unsurlardan birisi de edebiyattır. Bu sebeple edebiyatçıların, dillerinin korunumu noktasında daha dikkatli olması gerekmektedir.

 

Üstad bu konuda elinden geleni yapmıştır. Tüm eserlerini okuduğunuzda, Türkçe'nin belki de en güzel kullanımlarıyla karşı karşıya kalırsınız. Genelde, Konferanslarında kullandığı ve kitaplarında parantez içinde verilen batı kökenli kelimelerin bugün sokakta konuşulan dilin içinde yer tuttuğu aşikâr... Kültürlü görünmek için yabancı kelime kullanma hastalığına müptelâ olmayışı neticesinde, yabancı kelime kullanma gereği duyduğunda dahi bunları, sokakta kullanılan kelimeler olmalarına rağmen parantez içinde vermiştir. Şiirlerindeki ve herbiri birer edebî eserden farksız olan konferanslarındaki Türkçe kullanımına lâf söylemek mümkün değil.

 

Dilimize sahip çıkarken de Üstad'ı örnek almamız gerekiyor...

 

TDK denen, ilk başkanı bir Ermeni olan müessesenin birkaç başarılı çalışması dışında dili katlettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.... Anadoluda konuşulan dil ile cumhurbaşkanının uydurduğu kelimelerle yazdığı bir beyannamenin üslûbu arasında ne denli büyük bir fark olduğuna dikkat çekmeye bile gerek yok. Hani gençlere empoze edilen "Divan edebiyatının dili ile halkın dili arasında inanılmaz derecede büyük farklar vardır, halk divan şiirlerini hiç anlamazdı." safsatasının bir benzerinin, günümüzde bu kurum eliyle yavaş yavaş "gerçekleşmekte" olduğunu görüyoruz.

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

lisan önemli bir husus insanı diğer mahluklardan terfrik edici bir nimet. dil sayesinde bir medeniyet öncesi ile mevcudunu meczedip istikbale yürüyebiliyor çığ misali gelişme kaydediyor.

ama bu husustada ifrat ve tefritten uzak olmak lazım. ben üstad necip fazılın cok da ağır bir divan edebiyatı dili kullanmadığını farsca özentisine dönüşen bir osmanlıcadan ziyade türkcenin istanbul şivesi diyebileceimiz bir lisanı kullandığını düşünüyorum.hem üstad osmanlıya körü körüne hayran bir kişi deildi belki en ciddi özeleştirileri yapan ama dostluk ve evladlık cizgisinden cıkmayan bir zattı.

yeniceri 2 abdulhamid gibi eserlerinde osmanlıyın cürüyen ve taklitte boğulan bağnazlıklarınıda başarı ve cesaretle resmedebilmişti.

belki dilde yenilenme ve özleşme cabaları aşırı bir tepki ve başka bir tutuculuk idi ama bi şekilde dilin başka bir lisanda erimeside ne için olursa hangi dil olursa olsun fıtrata aykırıdır. cenap şehabettinin elhanı şitasına nasıl türkce dieceksiniz yada bazı osmanlı hattı humayunlarına.

aşırılık iki kesimcede yapıldı ve bir türlü orta yolu yönetici ve aydın kesim bulanadı ama en sonunda halk kendi lisanınıda maneviyatınıda aşırılıklardan kurtarmasını tabii seyr içinde başardı.

zaten dil yaptırım yolu ile deil zamanla ve inancla şekil alır

halkı etkilememiş bir dil hareketi sönmeye mahkumdur

n fazılı hatırda tutan canlı kılan onun dilinin sakaryada anlatılan saf anadolu evladınca da anlaşılabilecek berraklıkta olmasıdır

ahmet faruk kanbak

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Üstad'ın körü körüne ne Osmanlı, ne Türk, ne Arap, ne Batı, ne Doğu hayranı olmadığını, hayranlıklarının ve düşmanlıklarının bir şekilde temellendiğini Üstad'ı devamlı okuyan kimseler olarak, biliyoruz.

 

Divan edebiyatının halktan kopuk olduğu, Osmanlı Hatt-ı Hümayunlarının halk tarafından anlaşılmadığı gibi fikirleri ben abartılı buluyorum. Dilde devrime, devirime gidildiği için bazı kelimeler toplumdan bir şekilde silindi, bugün bir "selahiyet"i, bir "celadet"i anlayamaz hale geldik. Cumhurbaşkanının basın açıklamaları bugün anadolulu bir kimse tarafından ne şekilde algılanıyorsa, o dönemde de bir Fuzulî veya Şeyh Galip gazeli aynı şekilde etki yapıyordur.

 

Bunun yanında olayı abartan, anlaşılmamayı aydınlık, ilerilik, büyüklük olarak gören kimseler de türedi ülkemizde zamanında, hâlâ da var. Sözlükleri karıştırıp kıyıda-köşede kalmış Arapça, Farsça kelimeleri eserlerinde kullanan, öğrendikleri Fransızca'dan eserlerinde okurlara da koklatan kimseler peydahlandı. Buna diyebileceğimiz bir şey yok.

 

"Dil Devrimi" ile 1000 yılını çöpe atmış bir toplumuz ne yazık ki. Dilde asla dönmek adına yeni bir dil üretmeye çalışmış, oradan-buradan getirdiğimiz eklerle yeni kelimeler türetmekle uğraşmışız. Hazırlıksız bir Harf inkılabıyla -veya inkilab desek daha mı doğru olur?- tüm okur-yazar nüfusu işe yaramaz hale getirmekle kalmayıp geçmişle gelecek arasındaki bağı sağlayan kitapları, kültür hazinesini katletmişiz. Bu konuda bizim kadar cesur(!) olan bir devlet, mevcut bulunmasa gerek.

 

diğer yandan Körü körüne farklı bir dilin sempatizanlığını yapıp o dile ait kelimeleri dilimize sokmaya çalışmak, anlaşılamazlığı marifet sanmak kabullenemez tabii ki. Fakat bir dilin etkileşime girdiği kültürlere ait dillerden etkilenmeyeceğini söylemek de yanlış olur. Burada iş, dilin şu andaki halini koruyup aşırılıklardan, yani farklı dillerden köken almış, kullanılmayan kelimelere kastî olarak yer vermekten kaçınmanın yanı sıra, ona nizam vermek için tepeden inme müdahalelere de başvurmamak olmalı. Kültürel gelişmeler dilin özüne zarar verecek bir konuma gelirse, o zaman dili değiştirmek veya yönlendirmek için değil, sadece korumak için birtakım hamleler yapılmalı. Dil tabiata benzer, özüne yapılan müdahaleler karşısında o da olumsuz neticeler verir.

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

din gitmiş, milli, insanı çoşturan duygular gitmiş, örf, adet, gelenek ve görenekler gitmiş, dil zaten hepsinden önce gitmiş,ekonomi gitmiş, vefa gitmiş, güven bitmiş,umut gitmiş, bana gitmeyen, bitmeyen bir şey söylesenize? (Ben söyliyeyim, Karanlık gelmiş gözlerimize, kalbimize ve aklımıza..!) Ne kalmış geriye? Bir iki tane; sen , ben o... toplasan bir elin parmaklarını geçmez bir toplumun yanında...! Kültür denen yüce şeyin tüm dallarını kesmişler ve ya unutturmuşlar.. Korktukları ve üstüne binlerce oyunlar döndürülen, yıkmak için binlerce yıl uğraşılan millet gitmiş, güldükleri; yönettikleri gelmiş ve yetişmiş ve de yetişmekte..! Artık korkmuyorlar, yıkmak için bile uğraşmıyorlar.. Düzen kurulmuş, çark dönmekte.. Çarka o elin parmaklarını toplayıp bir çomak yapsan, kırılır gene de durmaz bu çark..! Bu konu hakkında o kadar çok şey yazılabilir ki. (Bir gün fena içimi dökecem...!)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Madem bu kadar hassasız; bu otağda İngilizce rumuzlara izin vermemeliyiz.

 

Türk Dili bir deryadır; bu deryaya kanalizasyon suları karışmasın...

Share this post


Link to post
Share on other sites
Madem bu kadar hassasız; bu otağda İngilizce rumuzlara izin vermemeliyiz.

 

Türk Dili bir deryadır; bu deryaya kanalizasyon suları karışmasın...

 

 

size katılıyorum hocam

Share this post


Link to post
Share on other sites

Büyük bir yabancı mütefekkir der ki;

 

BİR DEVLETİ YIKMAK O DEVLETİN SANAYİİ VE ASKERİ TEÇHİSATLARINI ZAPTETMEKLE

OLMAZ. O MİLLETİN DİLİ VE TOPYEKÜN KÜLTÜRÜYLE OYNAMAK YETERLİDİR...

 

şimdi asıl meramımıza ve temas edeceğimiz mevzuya gelelim.Hususiyetle son

yarım asırdır,Anadolunun katıksız ve saf öz meşrebiyle yeni nesil arasındaki

ulvi köprüyü yıkmak gayesiyle keskin kazmalarını bir çok manevi istikametten

sallayan bazı iç ve dış mihrakların bu köprüden koparmaya çalıştıkları DİL

vakasıdır.

 

Güya dilimizden arapça menşeili kelimeleri çıkartmak ve yerine de maymunları

güldürecek derecedeki frenkçe ve uydurukçadan mürekkep bir sözde -üstad

Necip Fazıl'ın tabiriyle(kurbağa dili-vakvakça) öz Türkçe vücuda

getirildi...

 

Hele bakın şu kanarya ile kutup ayısını aynı iklim şartlarında yaşatmak

kadar abes ve gülünç misallere;

 

NOT:Aşağıda vereceğimiz örneklerde doğru kelimenin yanında uydurukçasını

parentez içeriside teşhir edeceğiz;

 

CEVAP(yanıt)..İSPAT(kanıt)..TASDİK(onay)..FERT(birey)...MEDENİYET(uygarlık)..

 

HÜRRİYET(özgürlük)..ŞEREF(onur)...HADİSE(OLAY)..VS...

 

Komedi devam ediyor:Bizde nisbet eki olan 'i' yerine tamamiyle frenkçe

menşeili sözde öz Türkçe taraftarları sel ve sal eklerini kelimelerin

sonuna getirerek tam bir komedi ortaya koydular.işte bunlara bir kaç örnek:

 

FİZİKSEL-DİNSEL-TARİHSEL-BİREYSEL-KÜRESEL-AHLAKSAL VS...

 

HASILI TÜRKÇE'Yİ SAL'A BİNDİRİP SEL'E VERDİK..

 

ÜSTAD NECİP FAZIL BUNLAR İÇİN 'GÜVERCİNLER ARASINDAKİ EŞEK ARILARI 'DİYE

TARİF EDİYOR.VE EKLİYOR:VÜCUTTA Kİ BİR SİVİLCE ÇAPIYLA KÜÇÜK OLABİLİR FAKAT

BİR KANSERİN DE ALAMETİ OLABİLİR.DİYOR VE DEMİN Kİ YUKARIDA Kİ BAHSİNİ

ETTİĞİMİZ MÜTEFEKKİRİN DÜŞÜNCESİNE NASILDA İSABET EDİYOR.

 

HASILI BU MESELEYİ SADECE BİR DİL DEYİP GEÇİŞTİRMEMELİYİZ..DİL DE MEŞREBİMİZ

VE İTİKADIMIZ ARASINDAKİ MUKADDES KÖPRÜNÜN EHEMMİYETLİ BİR PARÇASINI TEŞKİL

EDİYOR. ZATEN BUNUN İÇİN DE DEĞİLMİ NESİL ÖZ BAĞIYLA KOPMUŞ VE İHTİLAFA

DÜŞMÜŞ....

 

DİL BAHSİDE DAVAMIZIN BÜNYESİNDE HALLEDİLECEK MESELELERDEN BİRİDİR.ÇÜN KÜ

BİZ MUKADDESATÇI GENÇLİK OLARAK HAYATIN BÜTÜN MÜSPET ŞUBESİNİ KUŞATMAKLA

YÜKÜMLÜYÜZ.

 

 

 

Alıntıdır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Onur sözcüğü Türkçe değildir.

Fransızca honneur sözcüğünün Türkçe okunuşudur.

-sel ,-sal eki bildiğim kadarıyla Türkçedir.Ama Türkçe olmasa bile, -i ekinden daha uyumludur.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Büyük-küçük ünlü uyumlarına uydurma bahanesiyle "i" gibi oturmuş bir eki iptal edip sallama eklerle yeni bir dil inşasına gitmek ve bu esnada da batıdan ithal edilen kelimelerde bu "kural"ın esamesini dahi okumamak, "Bu işte Türkçe" diye ta Orta Asyalarda kalmış birtakım şaibeli ve ne olduğu belli olmayan ekleri hortlatıp yetinmeyerek bunları halka dayatmak kabul edilebilir değildir. Muhtelif başlıklarda da mevzu üzerine yazdığım için detaya girmiyorum.

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

dil mevzusunda görülemeyen birçok gerçek vardır. Şimdi bunları kitaplık çapta anlatmaya gücümüz yetmez. Ama birkaç şey söylemek icap ederse; dilimizde sallama ekler dilimizin yapısını bozmaktadır. Sal ekleri gibi... mesela sanatsal çalışmalar denir? ne demek sanatsal? sanat çalışmaları olmuyor mu?, fiziksel yapısı ? ne demek fiziki yapısı olmuyor mu? gibi... Bununla birilikte miladını doldurmuş kelimeleri de bu türkçedir diye önümüze sürmek de olmaz. Hunlar dönemine ait bir kelimeyi Türkçedir diye sunarsanız ancak gaflet yapmış olursunuz. İş, maddeye verilecek isimin dil müesseselerinde çalışanlar tarafından daha bize o yabancı isimli madde girmeden ismini türkçe'ye çevirmektir. Bilgisayar gibi... Ve ideolojik anlayışı bırakmaktır ki ( yobaz çok, bırakmazlar... ) uydurukça yani öztürkçe denilen 3000 i bile bulmayan komik sözlüğü bizleri rezil etmektedir. 3000 kelime ile bir medeniyeti mi yaşatacağız...Meseleye birazda benimsenme açısından bakmalıyız. Eğer, kelime benimseniyorsa halk tarafından onu kullanmak daha güzel olur. Tabiki hepsinde plan ve program olmalıdır. İşi fazla uzatmaya gerek yok. Bu mevzu oldukça önemlidir. Dolayısı ile birkaç yazı ile burada bunu neticelendirmek muhaldir. İşi en iyisi akleden bir kalbe, araştıran bir kimliğe, ve işi kaynağından öğrenmeye çalışan bir ruha bırakmalıyız. sitemizde yine bu mevzularla ilgili başka yazılar bulabilirsiniz. öneri ve istek bölümüne dileklerinizi ve önerilerinizi bıraktığınız takdirde, yönetimdeki arkadaşlar başta olmak üzere konu değerlendirilir ve dil mevzusuna özel bir şekil verme gayesi ile daha kaliteli bir fikir ortamı oluşturulabilir...

Share this post


Link to post
Share on other sites

merhabalar.

 

bu aralar idrakımızda çıkan bir çıbanla uğraşıyordum:(n.f.k terimidir.)

 

-hareketlerimiz bazen neden yapmacık görünür?

 

bunun asıl nedeni,kendi fıtratına uygun olmayan davranışların bünyesinde bulunmasıdır.söz gelimi,cidiyet sahibi bir insanın cıvık bir hareketi yapmacık görünecektir;

 

öte yandan küfürbaz bir adamın kibar davranması da yeşil bahçeler arasındaki kıpkırmızı bir pabuç gibi parlayıverecektir.

 

diline dikkat eden birinin kendine has bir konuşma tarzı olacaktır,sonuçta bu konuda kendini yetiştirmiş ve özgül bir sonuç elde etmiştir.

 

bilgi birikiminin yönü arapça kelimelerin kullanımıyla ilgiliyse,bu insanı başka bir kalıba giydirmeye çalışmak,üstelik dayatılan bu kalıbın hiç de öztürkçeyle ilgisinin olması,elbette hatalıdır.

 

ya da,örneğin sağlık sektöründe gelişim geçirenlerde olduğu gibi,şahıs birçok kelimesini batı tarafından alabilir.

 

her iki durumu necip fazılda görebiliyoruz.örneğin,üstadın kitaplarını eski dil sözlüğü olmadan anlayamıyorum.üstad müsavi kelimesini sıkça kullanır.

 

öte yandan,üstad "hipertrofi" gibi son derece teknik kelimeleri de kullanabiliyor.onun dil anlayışının yanında olan biri olarak,tüm dillere saygı duyarak kendi dilimizi şaklabana çevirmeden kullanmamız gerektiği kanısındayım.

 

eğer anlamını karşılamayan bir kelime kullanmam gerekiyorsa,o yabancı kelimeyi kullanacağım elbtte.

 

inzal kelimesinin türkçede karşılığı yok örneğin.

ben "indirmek" kelimesini kullanarak her iki dile de saygısızlık göstermiş olurum.allah korusun.

 

üstelik lıtfedilmiş bir tarzı da baltalamış,böylece hem suçlu hem de komik duruma düşmüş olurum.

 

saygılarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

Uzun bir süredir gafletimden dolayı foruma iştirak edemiyordum…Neyse ki ayak altı parya insanların aynasında boyumun ölçüsünü aldıktan sonra bu sanal yuvama karşı bende bir hasretlik doğmuştu ki dün akşam da olmak üzere önceki günlerde de gördüğüm fakat cevap yazmak istemediğim “alıntı” diye iktibas edilmiş bu yazının şahsıma ait olduğunu söylemek mecburiyetindeyim.Bundan dört yıl evvel “Eyvah Dilimi Kestiler” başlığıyla yazdığım bu yazıyı Büyük Doğu mefkuresine muhatap gördüğüm için bu sitede “Büyük Doğu:Dil” ismiyle değiştirip eklemiştim.Bunu “bakın ben yazdım bilin” manasında söylemiyorum...Forumda bu yazıdan iki adet olmasının ve birinin altında da şu kafası karışık günahkarın (benim) ismimin olmasının okuyucular kafasında doğabilecek muhtemel “kılıçkıran aşırmış bu yazıyı” vehminin izalesi ve iptali için yazıyorum…

Yine gafletimin baskısı ve zamanımın darlığı sebebiyle bu mevzuda ayrıca yoruma giremeyeceğim fakat şunu söylemek istiyorum.İçinde yetiştiğim ve murad ettiği mana bakımından hala saygı duyduğum ülkücü camiayaya derim ki;resmi ideolojinin yırtık maslahatlarına artık yama olmaktan vazgeçsinler ve iki de bir hamasetçe terennüm ettikleri ulvi gayenin ezeline istikbalci bir kafa nazariyesiyle baksınlar…

Son olarak mudejar. Arkadaşın isabetli görüşüne istinaden deriz ki;gerçekten dünya üzerinde kullanılan bir çok alemşümul kelimeler vardır ki bunlar da tabiyatıyla ilmi ve teknik kelimelerdir ve bunların olduğu gibi kullanılması gerekiyor.Biz ne kadar kendi ruhumuzu nakşettiğimiz (burası çok önemli,ruhumuzu nakşettiğimiz kelimeler) ve bin yıldır kullandığımız kelimelerin yaşaması noktasında çaba sarfediyorsak aynı ölçüler çerçevesinde alemşümül diye tabir ettiğimiz bu kelimelerin de keşif ve dil haysiyeti açısından aynen yaşaması taraftarıyız ve uydurukçanın kıskacına takılmaması arzusundayız…Yine mudejar’ın temas ettiği gibi bunu Üstadda da müşahede etmek mümkün.. saygılarımla…

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Ben de "bu yazıyı bir yerlerden hatırlıyorum ama nereden?" deyip fazla da üzerinde durmadan geçmiştim, meğer Kılıçkıran abinin yazısıymış... :)

 

Ee, madem öyle, o zaman bize de konuları birleştirmek düşüyor :)

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

uydurukça

 

 

“-sel”e bindirip “-sal”a bıraktınız Türkçeyi;

“özgün”ü kitap “çeviri”si ansiklopedi…

Bu hadiseyi bir “saptayamadınız” gitti.

 

Bu “yöntem”i hangi “evrensel ölçüt” söylüyor?

Uyanın be uyanın canım Türkçem ölüyor!

“yerel” kargalar bile halimize gülüyor.

 

“kentsel” dönüşüm “sınav”ını geçeriz ama

“imge” olarak kalır “saydam güncel siyasa”.

Otçul hep ot yer “çağcıl” da çağ yer bu arada!

 

Oldukça “ilginç” “ilke” ve “istem”leriniz var;

Arabî ve Farisi “sözcük” olmaya zinhar!

Sizce yeterli, konuşabilsek maymun kadar!

 

“eleştiri kısıt”ını aştım mı ben yoksa?

Artık şunu da sıkıştırayım bu araya:

Şerefsizlerin “onur”u Fransızcadan bozma!

 

 

 

(tırnak içindeki kelimeler uydurukçadır)

Share this post


Link to post
Share on other sites

ZAVALLI TÜRKÇE

 

DÖRT MÜESSİR

Toz, duman içinde yıkılan, alev alev yakılan, kırılan, dökülen, talan edilen, ırz ve haysiyeti kendisinden başka her el uzatana ait bırakılan dil vatanımız, içli dışlı binbir istikametten yediği darbeleri, tam dört esaslı ve istiklâlli felâket müessirinde toplıyabilir:

1 - Uydurma dil hareketi.

2 - Sarf ve nahiv, yani mefhum ve ifade mimarîsine üşüşen gizli mikroplar.

3 - Arab ve Fars kelimelerinin kış kış koğulmasına karşılık, Garp kelimelerinin bili bili çağırılması ve ruhumuzu didik didik gagalaması.

4 - Istılahlar faciası...

 

RUHUMUZUN DİŞLERİ

Maarif Vekâletinin (Dünya Edebiyatından Tercümeler) umumî başlığı altında meşhur filozof (Dekart)dan tercüme ettirdiği ve 1943'te bastırdığı (Felsefenin ilkeleri) isimli kitabı açınız!

Hatalarımız istem alanının arılıkımızınkinden daha geniş olmasından ileri geliyor. (Sahife 58, satır 12)

Her tözün bir sanı vardır, ruhunki düşünce, cisminki uzamdır. (Sahife 72, satır 13)

Nasıl düşünen töz, cisimsel cevher ve Tanrı üzerine seçik fikirler edinebiliriz? (Sahife 73, satır 7)

Ve bakan ve başkan ve danıştay ve sayıştay ve yargıç ve savcı ve eğitim ve yönetim ve anlam ve önem ve onaylamak ve sağlamak ve ilke ve gelirge ve arıus ve us-deyi ve acun ve evren ve amaç ve kıvanç ve okul ve kurgul ve ulusal ve kutsal ve filân ve fişman...

Evet, ruhumuzun mana öğütücü öz dişleri sökülmekte ve yerine bu teneke kaplı (porselen) dişler takılmaktadır. Bu dişlerle, suyu bile çiğnemeğe imkân yoktur. Sebebini göstereceğiz.

 

MUHAL

Ha dil, ha kâinat!.. İkisi arasında ne fark var? Mademki kâinattaki maddî ve mâneyî her unsurun bildiğimiz kadar, karşılığı dilde mevcut; öyleyse lisana kainatın nazari pilânı göziyle bakabiliriz. İnsanoğlunun gayesi, merkezini teşkil ettiği kâinatın sırlarını aramak ve onu ferdî ve içtimaî fayda ve imkân çerçevesinde tensik ve ıslah, tarh ve tanzim etmek değil mi? Bu böyledir; ve hiçbir zaman ve mekânda hiçbir kimse, gökten zenbille düşme yepyeni bir kâinat icat ve ibda etmek gayretine düşemez.

Delilerin bile kavrıyacağı bedahet...

Aynı şekilde hiçbir dil de, gökten zenbille düşme, yepyeni bir tarzda icat edilemez. Diller, yarı kâinat benzerliğiyle istikraî, bizden evvel mevcut, yalnız kendi kanunlarına bağlı ve sadece kendi iç tekâmülü içinde kaynaşan ve esrarlı esrarlı olgunlaşan müesseselerdir. Diller, herhangi bir topyekûn aşı sunîliği altında, öz mensuplarının bilmediği ve anlamadığı hale gelince, işte, deminki kâinat misaliyle dil arasındaki münasebet bakımından, muazzam ve muhteşem bir abes doğar: Bir muhale çalışmak...

 

SAMİMÎ OLALIM

Mucip sebeplerini ortaya döküp işin müthiş abesini teşrih etmeğe bile değmiyen bu muhal çalışması karşısında, niçin Türk münevveri, âlimi, (profesör)ü, muharriri, önünü hürmetle ilikleyip teşebbüs sahiplerine şöyle hitab etmedi:

- İnanmıyoruz efendim, bu dâvanın gerçekliğine İnanmıyoruz! Buna inanmak, bir emirle dünyanın müselles şeklinde ve yalnız iki buudlu bir şey olduğuna inanmak kadar güçtür!

Böyle yapılacağına tam aksi yapıldı; ve herkes, ama istisnasız herkes, tecrübeyi, dünyanın müselles şeklinde ve yani iki buudlu bir şey olduğunu ispat gayretinden daha değerli bulmazken, dudaklarda, kalblere zıd olarak şu hal görüldü:

- Harika! Deha! Kurtuluş! Buluş! Şahsiyet, İstiklâl!

Ve bu, bugün değil, tam 10 - 12 yıl evvel yapıldı. Zira dünyanın yuvarlak olduğunu bilmekte ve söylemekte gerçeklik haysiyetinden başka hiçbir menfaat yokken, bu işde hisse senetlerinin en kârlısı vardı.

 

ÖZ TÜRKÇE (ANLAYIŞ)

Öz Türkçe, (Kalu belâ) danberi malımız olan ve elden ele bugüne kadar devrettiğimiz kelimelerle, kendi hançere ve lisan mimarîmize uydurulabilmiş yabancı dillerin kelimelerinden ibarettir.

Kendi öz kelimelerimiz üzerindeki ana ölçü, bunların mutlaka hususî hayatımızın ifade çerçevesini kaplıyan ve en küçüğümüzden en büyüğümüze kadar hepimizce bilinen kelimeler olmasıdır. Dilimize başka kaynaklardan girip de hançeremize ve lisan mimarîmize tam manâsile kaynamış bulunan kelimeler hakkındaki Ölçü de, bunların asılları ile bütün telâffuz ve sarf ve nahiv alâkalarını kaybetmiş bulunmaları...

Faraza, (Cennet)in Türkçe, (Uçmak) kelimesinin patagonyaca; faraza (millet)in Türkçe, (ulus)un kakaronyaca olduğu, fakat (Cennat) ve (Milel) kelimelerinin Türkçe olmadığı üzerindeki şamil ve mutlak ölçüden çıkarılacak anlayış şudur:

Dil üzerinde (şoven), zalim ve yobaz ırkçılık gayreti, nihayet o dili de, o milleti de harap etmekten başka bir yola çıkmaz. Milletler, kendi öz ve canlı kelimelerini sımsıkı göğüslerine basmakta haklı oldukları kadar, bağlı bulundukları irfan zümrelerine göre başka ve büyük dillerden de bol bol kelime devşirmek ve bu kelimeleri benimsemek hakkına maliktirler. Benimsemek; bütün incelik bu noktada... Bu incelik, aynı irfan zümresinden yabancı dillere ait kelimeleri aslî maddeler halinde alıp kendi sarf ve nahiv kalıplarına, iştikak ailelerine, ve hançere dehasına uydurmaktan ibarettir. Bu olunca, her şey olmuş ve her şey o dile kazandırılmış olur.

 

TOPYEKÛN ÖLÇÜ

Dilimize, kılık ve tabiiyet değiştirerek girmiş ecnebi kelimelerle, hem kılığını ve hem de tabiiyetini bir an bırakmaksızın lisan vatanımızı işgal altında tutan ecnebi kelimeler hakkındaki ölçümüzü, oldukça geniş misaller kadrosunda belirttik.

Bu ölçüyü tekrarlıyalım:

Dilimize, kılık ve tabiiyet değiştirerek girmiş, yani hançere dehamıza uymuş ve öz kaynağı ile alâkasını kesmiş her ecnebi kelimenin, aslî maddesi kime ait olursa olsun, o kelime, öz, halis, saf Türkçedir.

İkinci şekle, yani kılık ve tabiiyet değiştirmiyen, hançere hususiyetimize uymayan ve kaynağile ilişiğini muhafaza eden kelimelere gelince; bu tarzda kelimeleri kullanmak imkânından bahseden her kim olursa olsun, Türk nüfus kütüğünden silinmesini gerektirecek kadar büyük bir suç işliyor demektir.

Davayı aynile Arapça ve Farsça kelimelere de tatbik edebiliriz: Bunlardan ya hançeremize, ya hayatımıza, ya ifade ruhumuza uymuş, fakat herhalde kendi sarf ve nahvile alâkasını kesmiş her kelime, buz gibi, bal gibi Türkçedir.

Nihayet bir lisanın millî cevheri, maddî unsurları değil, fakat unsurlar arasındaki bağlantı ve yapı dehasında olduğuna göre, ruhumuzdaki ifade kazanında eriteceğimiz ve kendi damgamızla mühürliyeceğimiz her kelime, menşe şahadetnamesi istemeğe lüzum kalmaksızın Türkçe olacaktır.

Dilimizin kurtuluşu bu kadar basit bir düsturun içine sığdığına, ruhumuzdaki ifade kazanının bir türlü kabul etmediği sözde Türkçe kelimeleri, sun'î menşe şahadetnamelerile bize mal etmeğe kalkmak da, yüzde yüz ecnebi kelimeler hakkındaki ölçümüzden yumuşatmış olmaz.

 

İLLET

İki illetimiz oldu: Biri, yabancı dillerden, son derece doğru ve haklı olarak aldığımız kelimeleri, millî hançeremize tatbik etmek ve kendi sarf ve nahivlerinden ayırmaktan başka vazifemiz olmadığını şuurlaştıramamak... Öbürü de, bir zamanlar Arap ve Fars kelimelerine karşı olduğu gibi, hattâ onlara karşı olduğundan daha fazla, Fransızca kelimeleri bir Fransızdan daha sadakatle temsil ettirici bir şahsiyet esirliğine, bir müstemleke gönüllülüğüne, bir maymun seviyesine düşmek...

Halbuki Arapça ve Farsçayı, bir taraftan kendi dilimize uydururken, bir taraftan da olduğu gibi bellemekte son derece haklı ölçülerimiz vardı.

Bu iki illet birdir; ve şimdi de ikisinden beter,

makûs bir illet doğmuştur:

"Mademki bu iki illet vardır, ikisinden birden kurtulmak için yepyeni bir dil icat etmek gerektir!"

İşte bu son illet, her illete rahmet okutabilir. Oluşların bütün sırrı, (doz) ve ahenk, had ve itidal hikmetine bağlıdır.

 

YİNE ÖZ TÜRKÇE

Kafalarda mutlaka kanunlaştırılmaya muhtaç, mutlak bir gerçek tanıyoruz: Yeryüzünde hiçbir dil, bütün unsurlariyle, altın gibi sâf ve müstakil bir madde olmak enayiliğine düşmemiştir. Böyle bir enayilik, milletleri, geniş insanlık kadrosundan mücerred, o kadroya karşı bütün tesir ve teessür kapılarını kapamış bir verimsizliğe sürükler. Halbuki milletlerin hayatı, geniş insanlık kadrosuna verdikleri ve o kadrodan aldıkları şeylerin belli başlı vahitler hâlinde temsillerden ibaret... Bu yüzdendir ki, Yunanca ve Lâtince gibi bütün Garp dillerini, o dillerin farikaları içinde, hattâ o dillerin farikasını bizzat vücuda getirircesine emzirmiş lisanlara eş olarak, dilimize Arapça ve Farsçadan girip hançeremize yiv yiv intibak etmiş olan unsurların topuna birden Öz Türkçe göziyle bakmağa mecburuz. (Midenüvaz) tarzında ille yabancılaştırmağa kalkmakla bunun arasında, esasî bakımdan hiçbir fark yoktur.

 

KANUN

Kanun; hakikatin kanunu beş maddeliktir.

1 - Dilimiz hakiki Türkçedir. Hakikî Türkçe, yani annemiz, çocuğumuz veya kardeşimizin bildiği ve konuştuğu, bütün yapma ve uydurma puanlar dışındaki öz dil...

2 - Bu dili kullanırken, hakikî, istikraî ve itiyadı Türk sarf ve nahvine ve hançere dehasına tam bir sadakat...

3 - İster gökten zenbille düşmek ve ister başka dillerden ayniyle devşirilme yabancı kelimelere tam bir düşmanlık...

4 - Muazzam ıstılah dâvamızı, yine ip uçlarını millî Türk hançere dehasından alarak, yabancı dillerin seslerini kendi öz sesimize tatbik etmek yolunda hususî bir dâva sahibi olmak...

5 - Asılda ve esasta, mefhum ve kelime devşirebileceğimiz bütün malzeme kaynakları üzerinde köklü bir şuur sahibi olabilmek; ve bunlar dışında her istikameti kapamak...

Mucip sebepler ne yapmamız gerektiği bakımından aydınlatıcı olacaktır.

 

BİRİNCİ MADDE

Birinci madde, şu hususiyetleri iyice kafalarda şuurlaştırmak işidir:

Dilimiz, esasında neyse, öylece, olduğu gibidir. Anne ve baba, dadı ve çocuk, kibar ve serseri dilinde görülen iştirak vasatisi... Dilin temeli budur; ne yapılırsa yapılsın, bu temel zedelenemez. Asırlar boyunca dilin için için ve gizli gizli kazandığı istikraî tekâmül seviyesini ihtar eden bu temele zıt hareketler, millî bir cinayet olur.

Bu şuurlaştırmanın mânası, Tanzimattan, Meşrutiyetten, eski Mütareke devrinden, hele Cumhuriyetten beri dil dâvasının tuttuğu şaşkın istikametleri merkezî bir noktaya mıhlayacak kadar kıymetlidir.

Halk diline geçmiş ne kadar Arapça ve Farsça kelime varsa hepsi Türkçedir. Ayrıca mevcut Türkçe kelimeler, sadece bizim bildiğimiz kadardır. Halis, feyizli ve mütefekkir Türkçe, bu üç dilden mürekkep bir hamurdur. Ve her islâh hareketi, bu hamurdaki lezzet, çeşni ve kıvamı bozmaksızın meydana gelmeğe mecburdur.

 

İKİNCİ MADDE

Bir kelimenin, kaynağı ne olursa olsun, nefsimize mal edilmiş olduğunun tek delili, o kelime üzerinde istikraî ve itiyadı Türk hançere dehasının damgasıdır. Bundan sonra o kelimenin aslında arapça veya farsça olduğu, yalnız bu dillere mücerret saygı duymamızı gerektirir; yoksa kendi dilimiz içinde onlara uymamızı değil...

İmdi: Nasıl fikr, zikr, lûtf, gusl, birer hece ilâvesile dilimizde fikir, zikir, lütuf, gusül, olmuşsa, böylece şivemizde yeni bir hususiyet almış olanları mutlaka o hususiyet altında, almamış olanları da sadece kendi sarf ve nahiv mimarîmiz içinde benimsemek, bundan sonra da bize hayat ve kâinat getiren o kelimelerin asla yabancı olmadıklarını ve hiç bir kelimeyle değiştirilemiyeceklerini bilmek lâzımdır. Ah, ne küçük bilgi; fakat ah anlatılması ve anlaşılması ne zor!..

 

ÜÇÜNCÜ MADDE

"İster gökten zenbille düşme, ister başka dillerden ayniyle devşirilme yabancı dillere tam bir düşmanlık..."

Bu maddenin kasdında, yeni Türkçe dediğimiz, bütün hadleri taşırıcı ve her türlü himayeye mazhar cereyanla, Lâtince ve Fransızcadan ayniyle devşirilen ve yine her türlü himayeye mazhar kelimeler ve ıstılahlar faciası yaşıyor. Birincisi hakkındaki hükmümüzü, bütün isbatiyle başlangıçta verdik. İkincisine gelince; tanzimattan beri bütün olamayış ve gerçek oluşlardan hergün biraz daha kopuş felâketimizin bunda müdhiş bir tezahürünü buluyoruz.

- "Meteoroloji stasyonlarının raporlarına göre Manşta oraj vardır."

Bir zamanlar Ankara radyosunun ağzından kapıp kaydettiğimiz ve içinde "göre" ve "vardır"dan başka Türkçe kelime olmayan bu cümle, dün, Arap ve Farsı hiç olmazsa hazm ve massederek ve yüzde yüz benimseyerek içimizde yaşatmamıza karşılık, bugün, dalda ve kökte tam zıddı olduğumuz Firenklerin ruhî müstemlekesi haline ne nispette girdiğimizi ilâna yeter!

 

DÖRDÜNCÜ MADDE

Muazzam ıstılah dâvamızı, yine ip uçlarını millî Türk hançere dehasından alarak, yabancı dillerin seslerini kendi öz sesimize tatbik etmek yolunda hususî bir dâva

sahibi olmak...

Dil meselemizin en nazik köşelerinden biri olan ve ilerde bütün tesviye şekilleriyle belirtmek niyetinde olduğumuz bu dâvayı, şimdilik yalnız ana prensibine bağlıyalım:

Dilimizi müstemlekeleştiren bütün zaaf, işte bu merkezden tütmekte; ve hiç kimse, mevcut yabancı ıstılahlara halk dilinin vurduğu hançere damgalarını bir ip ucu diye kullanmak zevk ve şuuruna erişememektedir. Zira nasıl bir zamanlar (midenüvaz)a (maydanoz) demek hafiflik ve cahillik sanılmışsa; ayni ruh haleti bu gün, resmî ve hususî hayatta (terbiye)yi (pedagoji), (politika)yı (poletik) (pilân)ı (plân) ve (ciğer veremini) (Ftizis Pulmonum) ile değiştirmek zevkindedir. Şahsiyetsizlik ve idraksizlikten başka âmil aramayın!

 

BEŞİNCİ MADDE

Usûlde ve esasta, mefhum ve kelime devşirebileceğimiz bütün malzeme kaynakları üzerinde köklü bir şuur sahibi olabilmek ve bunlar dışında her istikameti kapamak...

Bizim, usulde ve esasta üç kaynağımız olabilir: Türkçe, Arapça, Farsça... Evvelâ bugünkü canlı Türkçede ne varsa o... Türkçede olmayınca Arapça ve Farsçada mevcut bulunan ve kendi sarf ve nahiv ailem ve hançere hususiyetim içine davet edilecek olan... Ve ancak ondan sonra Garp dillerinden devşirilecek ve mutlaka kökünden ayırt edilip Türkçeleştirilecek olanlar...

İşte ancak böyle ve gayet Ölçülü bir bulamaçtan sonradır ki, dilimiz, dünya çapında bir kıymet belirtebilir; ve büyük tefekkür hamlelerine zemin kurabilir. Dâva, başta Türk, Arap ve Acem, her şeyi nefsimizde özleştirmektir; yoksa Osmanlıcada olduğu gibi bir yamah bohça dikmek değil...

 

ISTILAH DAVAMIZ

Türkçeye, Garp ıstılahlarının gümrükçülüğü vazifesini yapmış olan Fransizcada, ıstılahlar, umumiyetle üç zümreye ayrılabilir; ve bu üç zümreden her biri sonunda belli başlı edatlar taşır.

Bu edatlar şunlardır:

(que), (isme), (ie)...

Onları telâffuzu ve kendi imlâmızla yazalım:

1 - (Mistik), (Astronomik), (Fonetik) kelimelerinin sonundaki (que) edatı...

2 - (Nasyonalizm), (Natüralizm), (Kapitalizm) kelimelerinin sonundaki (isme) edatı...

3 - (Jeografi), (Pedagoji), (Sosyoloji) kelimelerinin sonundaki (ie) edatı...

Şimdi bunlardan 1 numaralısını ele alalım:

Bu cins ıstılahlardan dilimize pek çoğu girmiştir. Bir dile, yabancı bir dilden sızan kelime, mutlaka o dildeki millî telâffuz dehasının markasını, damgasını taşımak zorunda olduğuna göre, şimdi halkın bu kelimelere nasıl şekiller verdiğine dikkat edelim:

Fabrika, antika, Amerika, entrika, Afrika, politika...

İşte halk hançere dehası diye boyuna üstünde durduğumuz incelik...

 

İPUCU: 1

Görülüyor ki halk, (fabrik) kelimesini fabrika, (antik) kelimesini antika, (Amerik) kelimesini Amerika, (entrik) kelimesini entrika, (Afrik) kelimesini Afrika, (politik) kelimesini politika yapmış; böylece, Fransızcadaki sabit edat şekline eş hususî bir edat icat ederek kelimeleri kendine mal etmiştir. Artık İtalyancada da buna benzer sesler ve edatlar olduğunu ileriye sürerek bunların yine Türkçe olmadığını iddia etmek saçmadır. Kime benzerse benzesin; madem ki her şeyden evvel kendi mizaç ve hususî hançere dehamıza benzer bir şekil buluyoruz, o halde buna hâlis Türkçe demekte tereddüt edemeyiz. Ve böylece temin ettiğimiz ip ucundan faydalanarak ayni yasayı hemen öbür zarurî ıstılahlara tatbik edebiliriz: Mistika, teknika, taktika vesaire...

Ve bunu yaparken, yine esas itibariyle bunları halkın benimseyip benimsemiyeceği kanununa göre hareket edileceğini asla unutmadan... Fakat bir cevherin, halktan alınarak yine halka teklifi vazifesinin de bize terettüp ettiğini daima şuur ve irademizde muhafaza etmek şartiyle...

 

İPUCU: 2

İkinci ıstılah dâvamız da, evvelki yazımızda toplu olarak gösterdiğimiz üç zümreli ıstılahların Fransızcada (ie) edatiyle nihayetlenen şubesidir.

İşte onların telâffuzu ve bizim imlamızla birkaç misal:

(Jeografi), (Azi), (Topografi), (Etnografı), (Besarabi) ve daha birçok mekân ve memleket ismi...

İşte, ayniyle geçen sayımızdaki misalimizin kanunlarına eş olarak millî hançere dehamız, bunları coğrafya, Asya, Topografya, Etnografya, Besarabya diye, kelimelerin aslî maddesine bir (ya) eki ilâve ederek dilimize mal etmiştir.

Öyleyse, bu familyadan olan ıstılah ve isimleri de, halkın bize sormadan yaptığı tecrübeye uyarak ve biz de ona sormıyarak yapar ve benimseyip benimsemiyeceği hususunda son kararı kendisine terkederiz:

Psikolocya, sosyolocya, tracedya, komedya, senfonya, demokrasya, aristokrasya, vesaire, vesaire, vesaire...

Bu, son karar yine halka ait olarak, yapılması mümkün yegâne tecrübedir.

 

İPUCU: 3

Üçüncü ipucu, Fransızcada sonları (isme) edatı, yâni (izm) sesiyle biten ıstılahlara ait...

Millî Türk hançeresi, bu (izm)leri belli başlı kelimeler üzerinde (izma) şeklinde seslendirerek ve edatlaştırarak kendisine mal etmiştir.

(Mekanizm) = Mekanizma

(Manyetizm) = Manyetizma

(Spiritizm) = İspiritizma

(Rümatizm) = Romatizma

Birinci ve ikinci ipuclarında olduğu gibi, halkın bir hançere hususiyeti halinde benimseyip bize teklif ettiği bu şekilleri, bizim de aynı hançere dehasına uyarak ona teklif etmemizden başka yol tasavvur edilebilir mi? Komünizma, sosyalizma, ümanizma, kapitalizma, sembolizma, idealizma vesaire...

Halk, daha evvel kaydettiğimiz gibi, bunları ya kabul eder, ya etmez... Halktan kasdımız, okur yazar sınıf olduğuna göre, o eğer hakkımızı teslim ederse, daima şuursuzca cereyan eden bu işe biraz da şuur karıştırabilir. Şu kadar ki, Türkçede ve Türkçenin ana kaynaklarında mukabili bulunan hiçbir ıstılahı ille bu tarzla değiştirmenin hiçbir mânası yoktur.

 

ASLI MADDELER

Istılah dâvamıza ait olarak verdiğimiz ipuçlarından sonra, sıra, aslî maddeler halinde lisanımıza ve her lisana girmiş bazı frenkçe kelimelerin ne olacağını düşünmeğe geliyor. Bu kelimeler, bazı meslek, madde ve âlet isimleri halinde, mücerret mefhumlara nazaran çok daha umumî ve zoraki bir yoldan her dile kendilerini (empoze) etmek mevkiindedirler: Doktor, (radyo), avukat, (otomobil), (bisiklet), (gramafon), (klişe), (fotoğraf) vesaire gibi...

İleride, mufassal bir lügatçe vermek suretiyle halledeceğimiz bu mevzuda, tek çare, bu kelimelerden kerre İçine aldıklarımız gibi, hiçbir şive değişikliği arzetmeden girenleri, çaresiz, aynen almak; küçük bir hançere farkı belirtenleri de, mutlaka ve ısrarla bu fark içinde benimseyerek kabullenmektir. (Doktor) yerine doktor, (motor) yerine motor, (avoka) yerine avukat, (spor) yerine (sipor), (plân) yerine pilân demek; ve bunu bir ayıp ve cehl değil, bir şeref ve ilim telâkki etmek...

Evet, ileride, bütün bunların bir lûgatçesini vereceğiz.

 

HÜLÂSA

Netice şudur ki:

1 - Eski kaynaklara ve bazı iştikak delâletlerine göre, bir dile yeni aşılar tatbik etmek mümkün olsa da, bunu, bir vücuda tatbik eder gibi, son derece büyük bir dikkat, hassasiyet ve tedriç usûliyle yapmak lâzımdır. Her şeyden evvel bu kelimeleri hakikî edebiyatçılara, sanatkârlara benimsetmek lâzımdır. Yoksa gökten kar yağdırırcasına bir dilin üzerine, onun kırk yıllık mefhum seslerine uymıyan kelimeler serpiştirilemez.

2 - Dilimize girmiş, sarf ve nahiv mimarîmiz içinde şekil almış, aslî kaynağiyle alâkasını kesmiş, ayrıca millî hançeremize göre de ses değiştirmiş Arap ve Fars malzemesi, bizim öz malımızdır. Bunları içimizden kovmak manevî bakımdan bütün topraklarımızı bırakıp yalnız Haymana çölünde devlet kurmaktan farksızdır.

3 - Dilimize, aslını ve tâbiiyetini muhafaza ederek giren her Garplı kelime, bir beşinci kol unsurudur; ve mutlaka içimizden sökülüp atılmalıdır.

4 - Istılah dâvamız, ancak, bir taraftan Türk, Arap ve Fars malzemesi içinde karşılıklar aranırken, öbür taraftan da Garp ıstılahlarını, misalleştirdiğimiz şekillerde, Türkçeleştirmek yoliyle halledilebilir.

 

BOZULAN DİL

Artık Türkçe üzerindeki umumî prensip mülâhazalarını bitirmiş bulunuyoruz. Şimdi canım Türkçenin müşahhas yaralarına geçebiliriz.

Şimdi size bir cümle vereceğiz. Bu cümleyi Anadolu Ajansı, radyo veya herhangi bir baş muharrir Türkçe kabul etmekte tereddüt etmez. Halbuki içinde tam 9 tane müthiş Türkçe hatası var. Buyurun:

"Dün sabah Müttefik tayyareler Batı Avrupa kıyıları üzerinde uçmuşlar ve birçok noktaları bombardıman ettikten sonra ne bir düşman tayyaresi, ne de bir düşman ateşine tesadüf etmemiş olarak geriye dönmüşler ve İngiliz umum karargâhına raporlarını vermişlerdir."

 

LİSAN YARALARIMIZ

Verdiğimiz örneğin, kerre içindeki yanlışlarla beraber, doğrusunu takdim ediyoruz:

"Dün sabah müttefik tayyareleri (tayyareler), Batı Avrupası (Batı Avrupa) kıyıları üzerinde uçmuş (uçmuşlar) ve bir çok noktayı (noktaları) bombaladıktan (bombardıman ettikten) sonra, ne bir düşman tayyaresi, ne de bir düşman ateşine tesadüf etmiş (etmemiş) olarak geriye dönmüş (dönmüşler) ve İngiliz umumî (umum) karargâhına raporlarını vermiştir (vermişlerdir)."

İşte, bildirdiğimiz 9 yanlışı, 9 kerre içinde görüyorsunuz. Şimdilik, izahını takdim edeceğimiz güne kadar bu yanlışlar üzerinde oldukça zihin yormanızı istirham edeceğiz. Bu cümlede toplanan 9 yanlış, hemen bir çok Türkün müştereken Türkçeyi öldürmekte müttefik olduğu şeydir.

 

BİRİNCİ YANLIŞ

Müttefik tayyareler, Müttefik kuvvetler, Müttefik tanklar, filân, falan... Birinci sunturlu yanlış budur; ve lisan dehası bakımından ayıpların ayıbıdır. Böyle bir terkip ancak tavsifi terkip olarak kullanılabilirdi; izafet terkibi olarak değil... Halbuki burada (müttefik) sıfatı, sıfat değil, isimdir. Müttefikler kelimesinden, Birleşmiş Milletler zümresinin hâs ismini anlıyoruz. O halde ve mutlak olarak Müttefik tayyareleri, Müttefik kuvvetleri, Müttefik tankları, filân falan demeğe mecburuz. Bu kadar basit bir hatayı anlamamak, zevken olsun idrâk etmemek için insanın ancak (bobstil) olması lâzım...

İşin korkunç tarafı şudur ki, bu (bobstil)lerin başında, Anadolu Ajansı, Radyo gazetesi, bazı haşmetlû muharrirler gibi (makamat) vardır. Ve zahir, bu edayı bir yenilik diye kullanmaktadırlar. Meselâ Şimal Afrika, Batı Fransa, Doğu Asya gibi... Bunlar da aynı sunturlu yanlış familyasından... Şimal Afrikası, yahut Şimalî Afrikası, yahut Şimalî Afrika... Cenup Fransası veya Cenubî Fransa... (Hitler) Almanyası veya (Hitler)ci Almanya olmalı... Türkçe budur! (Parkotel), (Minervahan) gibi lisan kepazelikleri de, ayak takımından yukarıya doğru çıkan cehil ve züppelik ağzının başka bir misali... İşte (Sümer Bankası) yerine Sümerbank, (Eti Bankası) yerine Etibank diyen ve dedirten zihniyetin kökü... Bu zihniyet, otobüste bile şoföre:

- "Taksim bahçe!.."

Dedirtecek kadar Türkçeyi bozmuştur.

Görülüyor ki, dil bozgunumuzun birinci âmili, Türkçe izafet terkiplerinin ek dehasını bozmak ve kırmak temayülüdür.

 

İKİNCİ YANLIŞ

Verdiğimiz misâlin ikinci yanlışı, pek az istisnasiyle, her ân ve herkesin yaptığı bir lisan suikastı olarak, fiil ve fail arasındaki cemi münasebetleri üzerinde işlediğimiz suçtur. Bu hususta, dilimizin mimarî hususiyet ve dehasından çıkacak mutlak kaide şudur ki, Türkçede, fail cemi olduğu zaman fiil cemedilmez, müfret kalır. Meselâ "Askerler geldiler" diyemeyiz; doğrusu "Askerler geldi'dir. Hele fail, cemat, nebat, hayvan ve mücerret mefhumlardan biri olduğu zaman, bunların fiillerini cemetmek, ancak tatlısu Frenklerine yakışır: "Taşlar düştüler, çiçekler açtılar, eşekler anırdılar, fikirler birleştiler" ifadelerindeki gülünçlüğe dikkat buyurun! Lisanımız bu hale, ancak insanda; o da, cümle uzun olduğu ve faille fiilin arası uzak bulunduğu zaman müsaade eder: "Askerler, Anadolunun birçok mıntakasında toplandıktan ve sıkı yoklamalar geçirdikten sonra, kış mevsimini geçirmek üzere İstanbul'a geldiler" gibi...

 

ÜÇÜNCÜ YANLIŞ

Yanlışlıklar kumkuması mahut örnek cümlenin üçüncü hatası, cemi isimlerini takip eden faillerin ceme-dilmesi hatasıdır: Birçok adamlar, müteaddit tayyareler, bölük bölük askerler gibi...

Türkçede cemi isimlerinden birkaçı: Birçok, pek çok, müteaddit, yığın yığın, bölük bölük, sıra sıra, dizi dizi, çeşit çeşit vesaire vesaire...

Cemi ismini takip eden fail, ister cemat, ister nebat, ister insan olsun, asla cemedilmez.

Birçok insan, pek çok hayvan, müteaddit gazete, bölük bölük asker, yığın yığın buğday, sıra sıra yalı, dizi dizi karga, çeşit çeşit kıyafet... Doğrusu budur.

Hâdiseyi, kaideler bir tarafa, zevk yoliyle kavramak pek basit... Türkçenin mimarî dehası, nasıl sayı sıfatlarını takip eden kelimelerin cemedilmesine mâni ise, sayı sıfatlarından hiçbir farkı olmayan cemi isimlerine de aynı muamelenin tatbikini âmirdir. Nasıl, 8 liralar, 12 elbiseler, 24 mebuslar diyemiyorsak, öylece, birçok liralar, çeşit çeşit elbiseler, müteaddit mebuslar diyemeyiz.

Diyemeyiz ama, diyoruz; ne buyurulur? Buyurulacak olan Türkçenin öldürüldüğüdür.

 

DÖRDÜNCÜ YANLIŞ

Hatalar sergisi mahut cümlenin dördüncü yanlışı, yabancı kelimeleri, doğrudan doğruya ve kendi sarf ve nahivleri içinde kullanmaktır.

(Bombardıman etmek) gibi... Bu hususta ana Ölçümüz, ilk yazılarımızda belirttiğimiz gibi, ya ecnebî kelimenin telâffuz şeklini millî hançeremize tatbik ederek, onu müstakil ve öztürkçe aslî bir madde halinde kendi sarf ve nahvimize tâbi kılmak; veya bir karşılığını bulmaktan ibarettir.

Meselâ, (bombardıman etmek) yerine (bomb) kelimesinin Türkçeleşmişi olan bomba'yı, bombalamak tarzında kullanarak...

 

BEŞİNCİ YANLIŞ

Beşinci yanlış, "Ne Ahmet, ne Mehmet, ne Ali gelmedi" tarzında yapılagelen muazzam hata... (Ne) edatı, Türkçede nefy edatıdır; ve bir kere fiil nefyedildikten sonra, ayrıca fiili menfi göstermek, onu iki kere nefyetmek olur. İki kere nefyetmek de, neticeyi müsbet gösterir. Yâni "ne Ahmet, ne Mehmet, ne Ali gelmedi" demek, "hem Ahmet, hem Mehmet, hem de Ali geldi" demektir. Doğrusu şudur: "Ne Ahmet, ne Mehmet, ne Ali geldi..." O zaman, bunlardan hiç birinin gelmemiş olduğunu anlarız. Bu kadar basit bir hakikatin kavranamayişına hayret ve ibret!.. Bu mânada hemen bütün (muharririni kiram) ve sözde münevverler müşterektir. Başta birçok muharrir, resmî müessesese, devlet ve hükümet büyükleri ağzı, kimsenin, kullandığı dile ne dikkati, ne riayeti kalmıştır; yâni kendi yanlış ifadeleriyle kimsenin ne dikkati, ne de riayeti kalmamıştır.

 

ALTINCI YANLIŞ

Tek cümle halinde misalleştirdiğimiz hataların sonuncusu (umum) kelimesi üzerinde toplanıyor. Bu kelime hiçbir ismin evveline getirilerek o ismi tarif etmek iktidarında değildir. Zira bizzat kendisi isimdir. Nasıl "ağaç bahçe" diye bir bahçeyi tarif edemezsek, onu tarif etmek için nasıl "ağaçlı bahçe" tarzında ilk ismi sıfatlaştırmak mecburiyetindeysek, böylece (umum) ismini de her hangi bir isme tarif unsuru haline getirebilmek için onu sıfatlaştırmak zorundayız. Yâni, birçoklarının müsaadeleriyle, umumî müdürlük, umumî karargâh, umumî şu, umumî bu...

Bu mevzuda ilk mes'ul, hükümet ve bütün devlet daireleridir. İbretlere şayan bir tarzda, başta (Basın ve yayın umum müdürlüğü), binbir devlet dairesi arasından bir tanesi çıkıp da "Yahu, bu ne büyük hatadır, şunu umumî müdürlük yapalım!.." diyememektedir.

Mahut, hatalar kumkuması cümlenin öbür pataları, işte bu saydığımız yanlışların taaddüdünden İbarettir.

 

ÜÇ EKSİK

18 milyon Anadolu Türkünün hep birden trahom hastalığına tutulmasından daha ehemmiyetli ve yirmi tane Erzincan zelzelesinden daha felâketli olan müzmin dil buhranımıza daha fazla tahammül ve tevekkül göstermenin zamanı geçmiştir. Yarım yamalak varlıkların sapır sapır döküldüğü bu ruhî, aklî, ferdî, içtimaî, sınaî, iktisadî, siyasî, askerî muhasebe hengâmesinde, ordunun eline verilecek silâhla, milletin ruhî tamamiyetine vurulacak kilit arasında hiçbir kıymet ve ehemmiyet farkı yoktur.

Millet millet insanlığı tam ve hakikî tekevvüne, yahut iflâsa davet eden bu beşerî metabolizma ihtilâli mevsiminde, dâvayı ruhî tamamiyetimizin merkezi olan dil cephesinden görebilsek yeter!..

Dil buhranımız üzerinde kurduğumuz ölçü teşhisleri üç ana merkezde toplanıyor:

1 - Sarf ve nahvimizi örgüleştireceğiz!

2 - Istılah ve kelimelerimizi derliyeceğiz!

3 - Büyük ve resmî Türk lügatini kuracağız! Bunlardan üçü de yok; fakat maarifimiz olduğu rivayeti var!

Sarf - nahiv kanunlarımızı, şahsiyet ve istiklâl belirten usûllerle, kendi ifade dehâmız içinden süzmeliyiz. Oradan, şuradan gelecek usûllerin burada işi yoktur. Unsur buralı, tezgâh buralı, usûl buralı olacak.

Istılah ve kelimelerimizi, sadece millî Türk hançeresine uymak ve uymıya mecbur olmak zaviyesinden derlemeliyiz. Avrupa kanunların kopyacılığını anlayanlardan değiliz.

Büyük ve resmî Türk lügatini de, son iş olarak, Türkçe heykelini tunca dökmek İçin yapmıya mecburuz.

 

 

 

DİL LABORATUARINDAN

 

BİRİNCİ RAPOR KISA HECE

Aşağıdaki cümleyi, ona hususî bir mâna biçmeden, onda ayrı bir mâna murad edildiğini hesaba katmadan, sadece Türkçe olarak okuyunuz:

"Ciğerimi delici, yüreğimi yakıcı, kafamı kemirici soru şu ki, gericiliğe mi, ilericiliğe mi, ne tarafa döneceğini bilemeyene, ne diyeceğini, ne edeceğini bulamayana, baba izini göremeyene, anadilini yitirene, yolunu şaşırana, ya kuzu gibi boyuna budalaca acı acı meleyene, ya da kısa heceli ölü kelimeleri dizi dizi boşuna sıralayana, şu yeni kuşağa ne demeli; acımalı mı, acımamalı mı?"

İçinde 50 kelime ve 162 hece bulunan bu cümlede tek bir uzun hece yoktur ve böyle bir lisan yeryüzünde mevcut değildir.

Bu hâl, tarihinin ilk çağlarında, henüz hançeresi gelişmemiş bir millete işarettir.

Raporların neticesi müthiş olacaktır.

 

İKİNCİ RAPOR TEK HECE - DOLGUN HECE

Türkçe, umumiyetle tek, hiç değilse az heceli kelimelerden örülü bir dildir.

Al, kal, çal, dal, ol, sol, dol, yol, ser, ver, ger, yer, yan, ban, kan, san, at, kat, tat, çat, kap, sap, tap, yap, say, yay, kal, cay, sil, bil, ek, çek, şiş, piş, ye, de, filân, falan, sayısıza kadar giden bir dizi...

Askerî kumanda sesine benzeyen ve sonlarına birer "mak" veya "mek" edatı eklenince ancak iki heceli masdarlığa çıkabilen "emr-i hâzır"lardan ibaret bu tek veya az heceli kelimeler kalabalığı içinde yabancı dillerden devşirilmiş dolgun heceler de, Türk hançeresine uymadığı için bölünmüştür:

Psomi (rumca ekmek) - İpsomi...

Fikr-Fikir...

Spor-Sipor...

Film-Filim...

Nefs- Nefis...

Remz - Remiz...

Vesaire...

Başka dillerde tek hecede 4-5 sese kadar çıkabilen (rast, drops) dolgun heceler, Türkçede 2-3 sesi aşamaz ve ancak kültürlü insanların hançeresinde yer bulabilir.

Bir dilde uzun, dolgun ve çok heceli kelimeler, tefekküriyet ve medeniyet işaretidir.

Hüküm:

Türk milletinin,ruhunu dayayacağı üstün bir medeniyet mihrakı buluncaya kadar sürdüğü hayat içinde dili, kısa heceler bahsinde olduğu gibi, konuşmaya ve dolayısiyle düşünmeye vakti olmayan bir topluluğu ihtar eder.

 

ÜÇÜNCÜ RAPOR MÜCERRET MEFHUM

Üçüncü raporumuzun tespit ve teşhisi korkunçtur. Âdeta bir felâket müşahedesi:

Türkçede, kendi öz malı olarak tek bir mücerret mefhum yoktur. Aşağıdaki, hemen her lisanda mevcut mücerret mefhumların Türkçe karşılığını arayınız:

Zaman, mekân, mesafe, zevk, şevk, mevzu, merkez; mihrak, gaye, mefkure, din, Allah; ve namütenahiye kadar sayabiliriz. Mücerret mefhumların hattâ basitlerinden ibaret olan bu kelimelerden bir tanesini bile Türkçede bulamazsınız. "Allah" adının hiçbir lisanda eşi bulunmaz hâs ve âlem ismi olması bir tarafa, İlâh mânasına her dilde mevcut kelime bile Türkçede yoktur. "Tanrı" kelimesi "tanyeri"nden gelir ve mücerretlikle alâkasız, putperestlikten kalma bir madde ismi olmaktan ileriye geçemez. "Mevzu" kelimesine uydurulan "konu" ise "koymak" gibi kaba ve maddî bir fiile dayanır. "Vazetmek" fiili "koymak" değildir ve onun üstünde bir mânayı (nüans - gamıza) belirticidir.

Neticede, sade ve mahdut madde isimlerine mahsus, beşerî tefekkür malzemesinden mahrum bir lisan karşısında kalıyoruz. Hattâ "dil" bile "lisan" kelimesine uymuyor da ağızdaki et parçasından ibaret kalıyor.

Bakalım, bu raporların sonu nereye varacak?..

 

DÖRDÜNCÜ RAPOR İMLÂ

Seste tecelli eden dil, ayna veya fotoğraf camındaki hayalini yazıda bulduğuna göre, onun yazılış tarzındaki ölçü aynen kendi keyfiyetine dahil bir kıymettir.

Dünyada hiçbir dil yoktur ki, bugünkü Türkçenin yazılışı derecesinde (fonetik - seslendirildiği gibi) olsun...

"Fena mı, kolaylık!" mı diyeceksiniz? Evet, kolaylık; fakat ulvî "zor"u ortadan kaldırmakla, insanı süflî bir basite götüren kolaylık!.. Hece usûlü yerine bugün kaim olan kelime usûlünün, yani her kelimeyi kendi müstakil yazılış şekliyle bir resim gibi ezberleme ve ezberletme metodunun, zekâ terbiyesi bakımından üstünlüğü, medenî öğretimin düsturları arasına girmiş ve bizim bundan haberimiz olmamıştır.

Hüküm:

Aslı ve iptidaî haliyle fakir olan Türkçe, bugünkü yazılış şekliyle de, terbiye gücünden yoksun bir fakirliğe düşürülmüştür.

 

BEŞİNCİ RAPOR UYDURMA DİL

Bu bahiste bir değil, birkaç rapor tanzimine mecburuz.

İlki:

Dil istikrâî, yanî kendi iç ve öz kanunlariyle mevcut bir müessesedir ve dışarıdan, bütün bir lisan uydurma şeklinde müdahaleye tahammülü olamaz.

Tıpkı kâinat gibi... Lisan ve kanunları aranır, bulunur, fakat uydurulmız. Lisan ile kâinatın hiçbir farkı yoktur. Zira kâinatta ne varsa, karşılığı lisanda mevcut... Dil, kâinatın plânıdır ve kendi dışında başka bir kâinat ile değiştirilemez. Mecnunun her çeşidi görülmüştür ama, böyle bir dâvaya "evet!" diyeni görülmemiştir.

 

ALTINCI RAPOR UYDURUKÇA

Kömür, toprak altında elmas oluncaya kadar binlerce yıl pişiyor. Dildeki kelimeler de öyle... Milletin dilinde yıllarca pişecek ki, kalble dudak arasındaki elmas dizili nâkili vücuda getirebilsin... Sonradan ve zorla bu nâkile dizilecek her madde, o milletin ruh ve idrak temeline en korkunç bir suikasttır. Böyle bir lisanın adı da, Türkçe değil, uydurukça... Bir milletin öz dili, âlimlerin, aydınların, yabancı kültürlerle temasta olanların lisanı değil, hattâ okur - yazar olmayanların, bakkalın, çakkalın, hamalın, işçinin, dadının, babaannenin, köylünün, neferin dili... Bunların bilmediği hiçbir kelime Türkçe olamaz; ve topyekûn bir tasfiye hareketi belirtmesi bakımından tedricî bir istifa ile bir tutulamaz. Böyle bir hareket, olsa olsa, bir milletin ruh nakışlarını silmek ve onu mânada cascavlak hale getirmek olur.

Sadece ihanet...

 

YEDİNCİ RAPOR YENİ KELİMELER

Dilimizde, meselâ "sebep", "mevzu" gibi Türkçeleşmiş, fakat asılları arapça kelimelere karşılık, icat edilen "neden", "konu" tabirleri, vahşet hissi verecek kadar iptidaî ve sathîdir.

Evvelâ "neden?" bir sualdir ve isim yerine kaim olamaz. Her dilde onun yeri ayrı, "sebeb"in yeri ayrı...

Meselâ:

- Neden bu sebebi ileri sürüyorsunuz? Derken:

- Neden bu nedeni?..

Diye mi söze başlıyacağız?.. "Mevzu" ise vazetmekten geldiği için Türkçeye tercümesinde zahirî tesiri altında kalınarak başka bir mefhum bulamamak zoru altında o güzelim mücerret mefhum, en kaba bir müşahhasa düşürülmüş ve bayağı işlerde kullanılan "koymak" masdarına bağlanmıştır. Halbuki "mevzu", çuvala kömür konurcasına maddî bir "koyuş" fiiline yakıştırılamaz ve lisanımızda mücerret mefhum sıkıntısını gösteren, zoraki ve daima arapçanın tesiri altında, güya ona zıt boş çabaları gösterir.

 

SEKİZİNCİ RAPOR YİNE YENİ KELİMELER

Bilimsel, fiziksel, tarımsal, siyasal, ulusal, Anayasal gibi, nispet edatı yerine (sel), (sal), (el) ve (al) getirilerek Türkçeye mal edilmeye çalışılan tabirler, güvercinler arasında eşek arıları kadar vahşi ve yabancıdır; ve ne Türkçe, ne de halkın hançere dehâsiyle alâkalıdır. Doğal, koşul, amaç, kıvanç, uygar, özgür, soyut, somut, ilke, bölge, evren, tören vesaire vesaire gibi aslî madde olmak iddiasında kelimeler de, bize, Moskof işgal kuvvetleri gibi görünecek ve aşıları asla takma kalbten ileriye gidemeyecektir. 40 yıllık (bay) ile (bayan)ın (bey) ve (hanım) tabirleri önünde uğradığı hezimet malûm...

Kat'î ve mutlak bir kaidedir ki, bir dile, aslî madde halinde kelime aşılamak, insanların beynini değiştirmeye kalkışmak gibi bir abestir.

 

DOKUZUNCU RAPOR YABANCI KELİME

"Enflâsyonist ekonomi, emisyon ve devalüasyon skandalleri, anarşik realiteler, kaliteli ve kalifiye eleman azlığı, entellektüel kıtlığı, koalisyon zoru, nasyonalist klik ve partilerin politik espri ve plândan mahrumluğu, her alanda potansiyel düşüklüğü, rasyonel enerji ve laboratuar idesine uzaklık, mistik ve sembolik illüzyonlar, atmosferimizin bazları olmuştur."

Şu 43 kelimelik cümleden, 6 adet "ve"yi, 28 adet de yabancı kelimeyi çıkaracak olursanız Türkçeye ne kaldığını dehşetle görürsünüz!

Aslî bünyesini berhava ettikten sonra üzerine bu kadar yabancı kelime üşüşmesine ses çıkarmayan bir dil, ilmî bir katiyetle mevcut değil demektir.

 

ONUNCU RAPOR UYDURMA AĞIZLAR

Uydurma ağızların başında, şart edatı olan "ya" dan sonra yapıştırdıkları "da" geliyor: Ya da...

Türk şivesinde böyle bir ağız yoktur. Bizde şart edatı "ya", iki kere kullanılarak kendisini belirtir:

- Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin! Veya:

- Ya kurtarıcını bulursun, yahut gümler, şapa oturursun!

Fransızca'da olduğu gibi, her dilde de böyle...

Eleştirmeci Mösyü Ataç'lardan kalma ve daha nice Yahudi, Ermeni, Rum şivesine kadar yanaşma bu dil, dikkat buyuracak olursanız, Moskova'nın milletleri çürütme plânından hususî bir madde olarak solcu ağızların edasıdır.

Bu minicik sivilce noktasını küçümsemeyiniz! O, kanser işaretinden başka birşey değil... İşaret küçük ama delâleti büyük...

Onların ağziyle hüküm:

- Ya dil niteliğimizi sınırlarımız gibi koruyacağız, yada ...

Şimdi kendi ağzımızla:

- Yahut, sınırlarımızı bile tehlikeye sokacak bir ruh kaybı içinde, sessiz sedasız, çürüyüp gideceğiz!

 

ONBIRINCİ RAPOR TOPYEKÛN

Tek ve kısa heceli kelimelerden örülü... Dar, basık ve ancak gözle görülür maddî hâdiseleri anlatmaya muktedir... İçinde hiçbir mücerret mefhum yok... Nihayet, uydurma kelimelerin sıvası altında fakirliği büsbütün aşikâr... Dönme ve tatlısu frenklerinin sefil ağızlarına kadar âlet... Trzını işgal ordularına teslim edercesine ecnebi kelimelere kucak açmış bir dil... Bu dil her şeye rağmen Türkün, içinde doğup Öldüğü ruh kalıbıdır ve bütün dâva onu kurtarmanın yolunu bulmakta...

Sıra ona geldi!

 

ONÎKİNCİ RAPOR HÜKÜM: 1

Cedidimiz İslâmı kabul edip kâinat çapında bir tefekkür ve tahassüs yüklendikleri ân, takdir ettiler ki, kumanda seslerinden ibaret tek ve kısa heceli, ahenksiz, sadece yalçın madde plânına bağlı, mücerret mefhumdan yana sıfır derecesinde bir dille ne insan, ne cemiyet, ne de devlet teşkil edilebilir. Artık Türk, madde fâtihlîğinden, onunla beraber mâna fâtihliğine geçmiştir, bunun için de maddî kılıcına eş bir mâna kılıcı lâzımdır. Halbuki elinde, manevî kılıç adına, çelik değil, bir saman parçası bile yoktur.

Ne yapsın?...

Aynı ruh akrabalığı içindeki büyük dillerden devşirmecilik...

Hüküm ve teşhislerimiz son derece bağlayıcı olacaktır.

 

ONÜÇÜNCÜ RAPOR HÜKÜM: 2

Türk, İslâmiyeti kabul ettikten sonra düşünmeye başlamıştır.

Bu, anlayan ve insafı olan için riyazi bir hakikattir. İşte bu Türk, yani İslâmiyeti kabul ettikten sonra gerçek Türk'ü bulan Türk, ilk iş olarak, kaba müşahhaslardan ileriye geçemeyen dilini zenginleştirmek zaruretini idrak etmiştir. Bunun için de, Batılının Yunan ve Lâtin kaynaklarına uzanışı gibi, öz kültür kaynağının iki örnek diline el uzatmış ve Türkçenin çarşafı üzerine Arap ve Fars ağaçlarının meyvelerini silkelemeyi tek yol kabul etmiştir.

Yol buydu! Ama nasıl yapılacaktı?... İşte bütün mesele!...

 

ONDÖRDÜNCÜ RAPOR HÜKÜM: 3

Ecdadımız, aynen Batı dillerinin eski Yunan ve Lâtin kaynaklarına el atması şeklinde, bağlı bulunduğu İslâm medeniyetinden alet ve unsur sağlar ve bu medeniyetin iki büyük lisanını kaynak edinirken o büyük lisanlar içinde Öylesine erimiş ve öz şahsiyetini feda etmişti ki, aldığı unsurları aslî maddeler halinde benimseyip Türk diline uydurmayı, Türk gramer ve hançeresine mal etmeyi ihmal etmiş ve doğrudan doğruya Arapça ve Farsçanın ifade mimarilerine esir olmakta bir mahzur görmemiştir. Şahsiyet şuurundan mahrum bulunmayı gösteren bu hâl hataların en büyüğü olmuştur.

Ne yapabilirdi?

Göreceğiz!

 

ONBEŞİNCÎ RAPOR HÜKÜM: 4

Cedlerimiz Arapça ve Farsça gibi iki azametli dille temasa geçince kendilerine hiçbir istiklâl hakkı tanımadılar. Büyük bir selim akılla bu dillerden devşirdikleri kelimeleri, aslî maddeleri, öz hançerelerine ve Usan mimarîlerine (gramer) tatbik etmeyi düşünmediler. Onları kendi mimarîleri içinde kabullenmediler ve hattâ bir "münevver" için, Osmanlıcayı değil, Arapça ve Farsça bilmeyi esas saydılar.

Hatâ bundan oldu ve bu hatânın tepkisi, yolların en yanlışı halinde, lisanı topyekûn ana sermayesinden yoksun bırakmaya kadar vardı. Başımıza da bugünkü kurbağaca hali geldi.

Halbuki...

 

ONALTINCI RAPOR HÜKÜM: 5

Arap ve Fars kelimelerinin kanımızda eritilmeden bünyemizde pörtükleşmesi üzerine, kapı, asla Türkçe olmayan birtakım uydurmalarla, (lâtin) kaynaklı kelimelere açılmış ve meydana hiçbir kumaş hususiyet ve kıymeti olmayan bir yamalı bohça çıkmıştır. Üstelik Türk lisan mimarîsine (sarf ve nahiv) uymayan bir Selânikli dönme ağzı... Bu, doğrudan doğruya millî ruhun katledilmesi hadisesidir; ve artık bu bahiste son söz "sebep" ve "netice" nin tespitine kalmıştır.

 

ONYEDİNCİ RAPOR HÜKÜM: 6

Yapılacak tek şey, dilimize girmiş bütün Arapça ve Farsça kelimeleri benimseyip aslî maddeler halinde kabullenmek, onları kendi "sarf ve nahiv" dünyasından ayırmak, kendi (gramer) ve hançere dehâmıza terketmek, bütün uydurukçaları atmak. Batı dillerinden gelenleri de yalınız teknik plânda olmak şartiyle almak ve aynı muameleye tâbi tutmaktır.

 

 

NECİP FAZIL KISAKÜREK

DİL RAPORLARI

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...