Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Horanta

Üye
  • Content Count

    133
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Everything posted by Horanta

  1. METIN HASIRCI : ÜSTAD’IN AÇTIĞI KULVAR HIÇBIR ZAMAN KAPANMADI ! Yazan : admin on 13 Nis 2012 / 0 Yorum Her sene Mayıs ayında Üstad Necip Fazıl anılıyor. Üstad gibi bir fikir ve aksiyon adamı elbette ki ölü ağlayıcılığı şeklinde anılamaz; ama maalesef ülkemizde böyle anılıyor. Büyük Doğu kavgasını Salih Mirzabeyoğlu İBDA fikriyatı ile sürdürüyor ve onun böyle anılması gerektiğini söylüyor. Necip Fazıl’ı bu şekilde hatırlamak ve anlamak gerekmez mi? Merhum Necip Fâzıl beyden söz edildiğinde hatırıma ilk gelen dedesinin İstanbul İstinaf Mahkemesi hâkimi olması esnasında bu görevi yürütürken kolladığı adalet çizgisinde gösterdiği ciddiyet ve de vakar hâlidir. Nitekim Hilmi Bey’in sevgili torunu Üstad Necip Fazıl Bey kıymetdar piyesi Reis Bey’i kaleme alırken, Dedeciğinin bu ulvî ahvalinden haylice müstefid olmuş olmalı. Allah hepsine rahmet eylesin. Sualinizin mağdur ve mazlum Mirzabeyoğlu ile alakalı yönüne gelince kendisine ödetilmekte olan bedel, adalet târihinde “adli hatalar” kategorisinde yer alacak vasıftadır. Necip Fazıl Yassıada mahkemeleri önünde gençliğin nasıl olması gerektiğini ifade etmiş böylece de, bilahare öyle olmak lâzım geldiğini sağlayacak bir nasihat ve vasiyet yolu tâkip etmiştir. Üstad’ın en büyük şansızlığı, hatırlatma yapacak kimseyi yanında bulundurmamış olmasıdır. Sevdikleri onu ebeveynlerinden daha aziz bilmişler, dolayısıyla muteriz olmamışlar, böylece de, Üstad kimilerini “branşında imparator yapacağım!” sözleriyle taltif ederdi. Bu da, imparator tâyin eden herhalde imparatorun üstündedir. Hemen ilâve etmek isterim ki, Avukatları; bu adliye mekanizmasının tartışılır hâle geldiği günümüzde dosyayı yeniden tetkik etseler iade-i mahkemeye vesile olacak delâil bulabilirler, diye düşünüyorum. Onbir yıldır Medrese-i Yusufiye’de olmak ve buna dayanmak imân ile olur ve bu kardeşimiz bu imanın sahiblerinden, diyor ve tâbir-i hapishane ile zindan duvarları arasından “Allah kurtarsın” diyorum. Üstad Necib Fazıl, muhafazakâr kesim veya diğer kesimler tarafından hep “Büyük şair, ruhçuluğu ile ön plana çıkan” şeklinde etrafa lanse ediliyor, bu sıfatların hakikati olmakla birlikte Üstad Necip Fazıl’ın fikrî ve ideolojik yanı hep göz ardı ediliyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Efendim çok iyi şâirler, tarih ilmine o kadar ziyâde vâkıftırlardır ki, bunların birisi Yahya Kemal Beyatlı ise emin olarak söylüyorum, ana meselelerde de Necip Fazıl merhumdur. Yeniçeri adlı eseri bunun bir ispatıdır ve az görülen tevazuu, bu eserde, “ben târihçi değilim” cümlesidir. Târihi iyi bilmeyen o eseri ortaya koyamazdı. Biz de İslâmın aynı zamanda fikriyat olduğu beyanının mâzisi ancak yarım asrı bulmaktadır. İdeoloji, fikriyatla pek alakalıdır; fakat, “İslâm ideoloji seviyesine indirilemez!” ifadesi mütefekkirlerin islâm saygısı ve tutkunluğundandır. Yoksa Üstad; solmaz ve pörsümez şeklinde ifadatıyla ne olmadığını değil bir İslâmcı olduğunu pek net ifade etmiştir. Kimi “cılık culuk” diyenlere hoş bakmayanlar kafilesi bitmez. Adamın ibadeti az fakat İslâm sosyal çözümleriyle hemhal olmuş ve kendini İslamcı sayıyor. Beğenmeyen küçük kızını vermesin. Günümüzdeki muhafazakâr partiler, üstü örtülmeye çalışılsa da siyasî manevralarını ve güçlerini hep Üstad Necib Fazıl’dan almışlardır. Üstad’ın açtığı kulvar sebebiyle hayatiyet buldular diye düşünüyoruz. Üstad Necip Fâzıl’dan müstefid olmayan sağcı yoktur. Sağcılık ülkemizin çok büyük bir bölümünü teşkil eder. Sağcılığın; Milliyetçi/İslamcı gurupları, Kemalizm’e mesafeli olmuşlardır. Aslında Mustafa Kemal Paşa’nın adına hareket edenlerin yaptıkları yanlışlar zaman içinde islamcılar ile milliyetçileri anlayış planında farklı kılmıştır. Komünizm baskısı esnasında dini afyon olarak algılayanlar, dine ve dindara gerek kalem, gerekse fiilen saldırdıklarında, sağın biri birine yakınlaşmasını istemeyerek de olsa sağlamış oldular. Nitekim Üstad; MSP ile alakalı tutumundaki olumsuz değişikliği ortaya koyduğunda yanında kim vardı diye bakarsanız, Türk/İslam sentezcileri ve sağcılığı Kur’an-i sağcılık zannedenler vardı. İslamcı Necip Fazıl’ı bir lehimci vasfına itmeye çalıştılar. İslamdan taviz vermez Necip Fazıl, Milliyetçi/İslamcı anlayışı lehimlemede, başka ve müessir engellerle başaramayacağını gözyaşlarını içine akıtarak kendine itiraf etti. Üstad’ın açtığını söylediğiniz kulvar hiçbir zaman kapanmamıştı. Çok daraldığı olmuştur, fakat geçit işaretçiliği yapacak birileri her zaman olmuştur. Bilir misiniz; İbn’ül Emin Mahmud Kemal İnal merhum, 1928’lerde -Necip Fazıl Bey’in bir torbaya koyup lağıma attığını ifade ettiği yıllardır o 1928’li yıllar- o yıllarda İbn’ül Emin Bey, Moda’da Ahmet İzzet (Furgaç) Mareşalin konağında, Salih Hulusi ve Ali Rıza paşalara, adını vermediği iki kadıaskere, ikindi ezanını pek güzel okuyan müezzinin sesi konuşulurken, vaktin akşama ulaştığını görür ve ayağa fırlayıp, “üç sabık sadrazam, üstelik biri mareşal, iki kadıasker nerede abdestiniz? İkindi akşama ulaştı, sizlerde hareket yok!” deyip, namazını kılmağa geçer. Bulvar daralmıştır, fakat kapalı kalmamıştır. Erbakan ve arkadaşları Üstad’ın her hangi bir şiirini veya mısraını anmadıkları hiçbir toplantıları olmamıştır. O bakımdan sorunuzun Milli görüşü ilzam etmediğini düşünüyorum. Bilakis, Millî Görüş’ün Anti- Emperyalist ve Anti-Siyonist tavrını beğeniyor ve destekliyoruz… Üstad Necip Fazıl’ın keramet çapında bir tarih muhasebesi var. Aynı şekilde Salih Mirzabeyoğlu’nun da… Bu meleke çok kitap okumayla alakalı değil, Allah tarafından verilen, Ledünnî İlim dedikleri bir hassa. Bu husus hakkında ne dersiniz? Ledünniyat tasavvuf yolunun özüne giden hakikatlere vakıf olma halidir. Üstad; Hazreti Arvasî (Kaddesallahu sırrul aziz) gibi bir zatın, mıknatısın, çeliği kendine çekip ona sarması veya sarılması gibi hâli yaşamıştır. Yâni Ehlullah indinde makbulindendir. Nitekim Efendi Hazretlerinin “Ona, keşke bu kadar zeki olmasaydın” demesini hangimiz ne kadar isabetle tahlil edebiliriz? 1980 öncesi çok yoğun bir şekilde kitap sergileri düzenlenmekteydi. Sizin de içinde yer aldığınız bu tip faaliyetler, günümüzde çok nadir faaliyetler olmaya başlamıştır. O gün ile bugün arasında ne gibi bir değişme yaşanmıştır da bu tür organizasyonlara şimdi kıymet verilmiyor? Bakınız; Merhum İbrahim Uysal Erzurum’da üniversitede okuyor. Nazif Keskin Bey, Ankara siyasalda okuyor ve “Buzlar Çözülmeden” adlı filmdeki Kaymakam gibi bir kaymakam yetişiyor diye seviniyorum. Ramazan Bayramında İslami tebrik satışları da yapıyoruz ve elimize para geçiyoruz. Rahmetli Salih Doğan Pala talimatını veriyor. Nazif ve İbrahim’i harçlıksız bırakmayalım. Gerekeni yapıyoruz. Sene 1976… O bayram Bursa’ya gidemiyor Doğan Pala validesinin elini öpmeğe. Fakir de, Ebe hanımın memuriyeti ve yorgana göre ayak uzatmak. O dönem yayıncıları limoncu, pazarcı filandı genellikle ve bir fedakârlık anlayışları vardı. Amma çocuklarını okuttular ve okumuş çocuklar yetişti. Bir bölümü babalarının işini devam ettirdiler ve babalarından daha başarılı yayıncılık yapmakta muvaffak oldular. Gençlerle sohbetim çok oluyor ve bakıyorum, bizi bana anlatıyor ben de “Allaha şükür fena değilmişiz!” diye seviniyorum. İstanbul’un yirmi iki yerinde kitap sergisi açmıştık. Hele Beyoğlu Ağa Camiinin önündeki 24 saat kapanmazdı. Bir de merhum Cavit Ersen Beyefendi büyüğümüz, öğle namazı sonrasında uğradığı Ağa camii önündeki arkadaşı yemeğini yemesi, namazını kılması için gönderir, nöbete geçerdi, nur içinde yatsın. Necip Fazıl’ın konferanslarını takip eden yüzlerce Müslüman ve üstadın yetiştirmiş olduğu eli kalem tutan insanlar olduğunu biliyoruz. O gün bu konferanslara bu kadar ilgi gösteren, Üstadı takip ettiğini söyleyen Müslümanlara ne oldu da bugün hadiselere karşı bu kadar duyarsız hâle geldiler? Mücadelede zaman içinde kişinin imkânları hasebiyle, kiminin izdivacı, kiminin de, ailede yapması gereken görevler dolayısıyla kopmalar olduğu gibi, siyasi sağ kanat fedakârlarının geride kalması, yalakalardan teşekkül eden ANAP’da rahatlamaları, hizmeti 2. plana atmaları değişimleri, sınıf atlamaları bu sorunun cevap kapsamı içindedir. Unutmayalım ashabı kiram diyor ki: “Yokluğa dayandık, varlığa dayanamadık” Yukarıdaki soruyla alakalı olarak soralım: Gençlik bu hale nasıl geldi? Bugün ki gençliği ve durumunu nasıl görüyorsunuz? 28/Şubat/1997’sonrasında Milli Görüşçülerin çok büyük kısmının makamlara alışkanlığı devam ettirmek için giriştikleri değişim siyaseti, düzenin istediği formata uygun geldiğinden yahud öyle yapmaları gayri milli kanallar tarafından istenip teşvik edilince bir “laylaylom” gençliği husule geldi, Hâtta türban savaşlarının unutulmaz yiğitleri bu değişimde yer almadılarsa da, mukavemet edecek halleri kalmadı. Durum iyi değil; İslâm kardeşliğini kuruluşundan yana söyleyen Milli Görüş vatanın bölünmez bütünlüğünün muhafazasını İslâm dolayısıyla önce ahlak ve maneviyatta gördüğünden, bunu da, işbirlikçi hükümetlerle saf dışı etmek suretiyle ülkeyi bölünme safhasına getirmeye muvaffak oldular. Üstad Necip Fazıl ile ilgili anlatabileceğiniz bir hatıranız var mı? Sanıyorum 1975 senesiydi. Beyaz saray, arı kovanı gibidir. En alt kat kitapçılar çarşısı olduğundan bir uğultu mevcuttur. Baktım müthiş bir sessizlik, adetâ asude bir bahar ülkesi. Çıktım, ne göreyim? Necip Fazıl Bey ağır adımlarla Dibeklicami kapısından saraya girmiş merdiven altına doğru Çile yayınevine doğru yürüyor… Kitapseverler, yayıncılar, herkes olduğu yerde dikilmekte ve bütün bakışlar ağır ağır yürüyen bir zatın üzerinde. Ben de baktım ve Necip Fazıl olduğunu gördüm. İşte hazırlıksız bir teşrifin temin ettiği büyük saygı gösterisi… Nur içinde yatsınlar. Amin! Metin ağabey vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Bende teşekkür eder, çalışmalarınızda muvaffakiyetler dilerim.
  2. Telegram: Kadîm İlimlerle Pozitif Bilimler Elele Reha Suvari 24 Ocak 2013 Perşembe 18:15 Telegram: Kadîm İlimlerle Pozitif Bilimler Elele Büyü, sihir ve cinlerin kullanımı gibi metafizik uygulamaların, aynı şekilde kadîm kültür ve dinlerdeki ritüellerden kök bulan pratiklerin yer yer kullanıldığı, 20. yüzyıla hâkim "ilk dönem" Zihin Kontrolü uygulamalarından sonra, 21. yüzyıla girerken ve girdikten sonra pozitif bilimler dediğimiz "deney"e dayanan bilimler, bugün gelinen noktada meselenin merkezine oturmuş vaziyettedir. Metafizik mefhumu, hâlâ cazibesinden birşey kaybetmiş değil, ancak bazı uygulamaların zorluğu teknoloji ile aşılırken, pozitif bilimler daha bir ön plâna çıkmakta. Bu noktanın defaatle altını çizen Mirzabeyoğlu'nun, ESATİR VE MİTOLOJİ adlı eserinde söyledikleri önemli: - "TELEGRAM'ı da ilgilendirir mesele: şaman âyini sırasında tekdüze davul ritmi trans ve hipnoz işi beyinde TETE dalgalarını harekete ayrıca kalbin ritmik atışına - benzer TELEGRAM'da elektromanyetik dalga ile gerçekleştirilen durum..." [1] Söylediklerimize elle tutulur bir başka misâl olması bakımından, bizim de yakından takib ettiğimiz akademisyenlerin başında gelen Doç. Dr. Sultan Tarlacı'nın bir TV programında dile getirdikleri dikkat çekici: - "Beş duyu organını kullanmadan, zihin yoluyla sadece düşünerek bilgi edinilebilir. Duyu dışı algılama olarak tanımlanan bu durum, 1965'ten 1995'e kadar Amerika'da kullanıldı. Amerika'da büyük paralar harcanarak yapılan bir Stargate projesi var. Pşisik istihbarat. Ruslardan öğreniyor bunu da... Dört bilimsel makaleyi Ruslardan çalıp kendi dillerine çevirip kendi bilim adamlarına soruyorlar. Ve bunun üzerine bir grup oluşturup devlet destekli olarak bu çalışmalara yöneliyorlar. Remote-viewing deniyor, uzaktan görüş yani. Devlet bütçesinden büyük fon ayrılıyor. 1995'e kadar devam eden bu çalışmaları, kullanımın sınırlı olduğunu belirtip bırakıyorlar. Teknoloji ilerliyor, gerek kalmıyor tabiî. Kullanımı çok, ancak pratik değil. Oradan ayrılanlar farklı alanlarda çalışmalara devam ediyorlar şimdi." [2] Bir diğer ifâdeyle, "artık TELEGRAM teknolojileri gelişti, sıradışı veya parapsikolojik kabiliyetlere o derece ihtiyaç kalmadı" demek istiyor Sultan Tarlacı. Bu cümleden olarak şunu ilâve etmek lâzım geliyor: TELEGRAM konusunda müsbet bilim yahud metafizikten hangisinin ağırlıklı yahud öncelikli olduğunu tartışmak anlamsızdır. Çünkü gerek bellibaşlı temel pratiklerde, gerekse kendine has özel uygulamalarda, bazen biri diğerinin ardında destekçi, bazen de diğeri önde desteklenen olagelmiştir. Birbirinden bağımsız tek başına uygulamalar hâlâ var olsa da, ağırlıklı olarak, gelişmiş teknolojiye dayalı tatbiklerle klasik metafizik uygulamaların kolkola aynı gaye için birbirlerini desteklemeleri sözkonusudur. Şamanist davul ritimlerinden elektromanyetik dalgalara; satanist ve ezoterist ritüellerdeki uygulamalardan bilgisayarlara ve beyin arayüzlerine; cinlerin kullanımından son teknoloji ürünü holografik görüntüleme ve SİMÜLASYONLARA, majiden sinirbilime kadar, birçok kadîm veya modern ilim, bilim ve tekniklerin beraberce kullanılabildiği, çok geniş bir alanın eseridir TELEGRAM. Böyle olunca, yüksek teknolojinin maharetleri yanında, insanlık tarihi kadar eski uygulamaların da öne çıktığı ürkütücü bir dünyanın mahsulüdür. TELEGRAM'ın çok geniş bir sahadan temellenişi ve karmaşıklığı göz önüne alındığında, Doç. Dr. Sultan Tarlacı'nın izahatının, bugün için bilinen mevcut uygulamaların sadece bir kısmına veya bir cihetine açıklık getiren bir değerlendirme olduğu anlaşılır. Fizik, Kimya, Biyoloji gibi temel klasik bilimler, aynı şekilde NÖROLOJİ başta olmak üzere TIB , Elektrik, Elektronik, Bilgisayar Mühendisliği gibi modern bilimler bugün TELEGRAM'a şekil veren olmazsa olmazlar arasına girmişse de; büyü, sihir veya hipnoz gibi ilk Zihin Kontrolü pratiklerinden günümüzün en gelişmiş TELEGRAM pratiklerine kadar tüm bu "beyin"e yönelik saldırı, müdahale ve yönlendirme gayretlerinin hepsi, "fizikten öte" diye zarflanan metafizik'ten bağımsız değildir. Nasıl olsun ki? Beyin, ne sıradan bir elektrikli ev âletidir ne de sadece duyularla ilişkiden müteşekkil bir beden parçası. Ve ne de tüm ruhumuzun merkezi! Dikkat edilirse, genelleyici Batı tarifleri üzerinden gidiyoruz. Oysa biliyoruz ki, bugün Batıdaki TELEGRAM'a dair her cinsten çalışma, ister müsbet bilim merkezli olsun, ister metafizik karakter göstersin ve isterse ikisinden bir kombinasyon tarzında vücud bulsun, netice olarak amaçladığı, insanın biyolojik kontrolü veya onun bir parçası olarak beyin değil, zihnin kontrolüdür, hattâ zihin koridorundan geçerek asıl zaptedilecek hedef olarak gördüğü RUH'tur. TELEGRAM'cıların "bilim-din çatışması" olarak zarfladıkları bu mücadelede "din"den neyi kasdettikleri belli. Birbirine mutlak bir zıtlık arzetmeyen -çünkü herşey gibi "bilim" de dinin hasrındadır!- din ve bilim gibi iki kavramdan "diyalektik" peydahlatma nâfile gayretleri bir yana, RUH'a hükmetme emelleri istikametinde yürüttükleri nöroloji temelli ve ondan doğan çalışmalar, bu noktada meselenin merkezi değil, sonuç aramada destekleyici unsurlardır. RUH'a dair kendisine çok az ilim verilen insanoğlunun meselâ "ruh hastalıkları" üzerine çalışmasındaki etimoloji ve hakikat mânâsında yaşanan sakatlık ayrı bahis. Herşeyde olduğu gibi, bu meselenin halline dair cevab da Mutlak Fikir'de yatarken, onu bilimin zıdlığı mânâsında kullanma ve benimsetmeye dair yüzlerce yıl süren "kirli bir dava"nın TELEGRAM'daki parmak izlerini buluyoruz burada. Aslolan; meselenin RUHÎ temelini ortaya koyan ve ilk insandan beri süregelen ezelî mücadeleye işaret eden büyük diyalektik! Ve işte tam bu noktada öne çıkan ve "500 yıldır beklenen" büyük fikir adamı ise, şimdi en vahşi uygulamalarla kendisine saldırılan hedef olarak Salih Mirzabeyoğlu! NÖROTEOLOJİ: YARADANI BEYİNDE ARAMAK Bugün yeni yeni ortaya çıkan birçok bilim zemini veya kavramının etiketindeki "ön ek" olarak dikkati çeken "nöro-sinir", bilim literatüründeki sarsılmaz ve daha da gelişme vaadeden yerini çoktan aldı demiş ve şu örnekleri vermiştik: NÖROPSİKOLOJİ, NÖROPSİKİYATRİ, NÖROFİZYOLOJİ, NÖROKUVANTOLOJİ, NÖROTEOLOJİ gibi. Bunların belki en yenisi de NÖROTEOLOJİ-NEUROTHEOLOGY... BİYOTEOLOJİ-BİOTHEOLOGY olarak da zikredilen; beynin spritüel-ruhî tecrübeler sırasındaki nörolojik faaliyeti üzerine çalışmalar yapan bilim dalı olarak nitelendirilen Nöroteoloji, kelime mânâsı olarak, "Nöro-Sinir" ve "Teoloji-İlahiyat" kelimelerinden müteşekkil. Kabaca, Yaratıcı'yı beyin damarlarında arayan (!) pozitif bir bilim. Batı'nın özellikle son birkaç yüzyıldır dayattığı pozitivist ve rasyonalist bilimin tekelci saltanatı, şimdi bu kavramın niçin biraz utangaç bir edâ ile önümüze koyulmak istendiğini açıklıyor. Zaten bunu yaparken bile kuyruğu dik tutma telaşı ile "ruh"a dair fenomenler maddeleştirilmeye çalışılıyor. Oysa artık biliyoruz ki, Batı'nın "Bilim"e yaklaşımı ve sunumu, hattâ etimolojik zarflayışı dahi ikiyüzlüdür. Batı, bir taraftan dini sadece "kültürel" bir renk veya araç olarak yansıtıp, hedef aldığı asıl ve tek dini "Din mi, Bilim mi?" sorusunu soran kendi TELEGRAM'cısının ağzından itiraf eder ve bu sahte "diyalektik" zıtlıkla yığınları uyuturken; diğer taraftan da binlerce yıllık kadîm kültürün hasadını yapıyor sinsice. Batı dünyası, tarihi boyunca kasıtlı ve programlı bir biçimde pozitivizm ve rasyonalizme hapsettiği "bilim"i bu şekliyle bizlere sunarken, onun diğer yüzünü yok saydı veya aşağıladı, en çok da yağmaladı ve şuurluca gizledi. Ama artık biliyoruz ki, Newton, Da Vinci, Einstein gibi "pir"ler başta olmak üzere, tarih boyunca birçok Batılı pozitif bilimci ezoterizmin, metafiziğin, okültizmin başköşeye oturtulduğu çok güçlü oluşumların üyeleriydiler. Hattâ Einstein'ın çalışmalarına sahne olan laboratuvarının, üyesi bulunduğu ezoterik yapılanmaya âit ve sapkın ritüellerin yapıldığı binanın bir bölümü olduğu söylenir. "Kuantum beyin"den bahsedildiği bir dünyada; klasik fizikte maddeleri bir arada tutan bağlantılar ve yapıları bilinmesine rağmen; "zihin" dediğimiz vakıayı beyne bağlayanın ne olduğu tam mânâsıyla bilinemiyor (!). Nikola Tesla'nın şu sözünü hatırlama ve hatırlatmanın tam yeri sanırız: - "Bilim, fizikî olmayan fenomenler üzerinde çalışmaya başladığı zaman, bir on senelik zaman dilimi içinde, var olduğu bütün asırlar boyunca yapmış olduğu gelişmeden daha fazlasını yapacaktır." Tam bu noktada, bilvesile, kelimenin tam mânâsıyla birer ŞAHESER olan, Mütefekkir'in "ÖLÜM ODASI B-YEDİ -Giriş-" ve "MADDE NEDİR? -Maddenin Kritiği-" isimli eserlerini zikredelim ve henüz okuyamamış olanlara, bilhassa bilim adamı ve akademisyenlerimize tavsiye etmiş olalım. TELEGRAMIN OLMAZSA OLMAZI: PSİKOTRONİK Tesla'nın yukarıda zikrettiğimiz sözünün, Batıda özellikle "resmî" mahfillerde son haddiyle dikkate alındığını biliyoruz. Bugün artık kadîm ilimler ve pozitif bilimlerin birçok sahada kombinasyon oluşturmaya başladığını, daha doğrusu oldukça eski sayılabilecek bu tarzın yavaş yavaş fâş olmaya başladığını söyleyebiliriz ki, TELEGRAM teknolojisi ve uygulamaları buna misâl. Bu yeniliğe (!) gölgesi düşen unsurların en önemlilerinden biri de hiç kuşkusuz PSİKOTRONİK: Kabaca bir tarifle, madde, enerji ve zihin üçlüsü arasındaki etkileşimi temel alan çalışmalar bütünü diyebiliriz buna. Batı'da "parapsikoloji" kapsamında değerlendirilmesine karşılık, "Pentagon'un ASELSAN'ı" diyebileceğimiz DARPA gibi kuruluşların da bu merkezde projeler yürüttüğünden sözediliyor. Yarım asır öncesinin SSCB ve Çekoslovakya'sında başlayan pşisik çalışmaların temellendirdiği psikotronik, canlıları ve özelde insanı, kozmik enerjiyi bünyesinde toplayan ve dönüştüren bir jeneratör ve aynı zamanda bir transformatör gibi öngörmekte. Tam tarifi yapılamayan bu enerjiyi -biyoenerji veya psikotronik enerji- elektronik bir cihaza aktarma ve bu cihazı da bir jeneratör gibi kullanma çalışmaları, ilk kez 1960'larda Çekoslovakya'da yapılmış; nesnelerin uzaktan kontrolü de dahil birçok deney başarıyla sonuçlanmıştır. Çek Robert Pavlita'nın bu başarısından sonra; ABD'de ilk psikotronik jeneratör 1970'te Woodrow W. Ward tarafından üretilmiştir. Çek bilim adamı ellerin teması ve ŞAKRALARI merkeze koyarken; 10 yıl sonra Amerikalı meslektaşı gözlerden çıkan enerjiyi (nazar?) merkeze alan çalışmalar yapmıştır. Onun yaptığı jeneratör, gözlerden çıkan enerji dalgaları ile faaliyete geçiyordu. Bugün dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi bizim yaşadığımız Japonya'da da revaçta olan psikotronik, ilmî laboratuvar çalışmaları yanında, küçük büyük birçok şehirde faaliyet gösteren terapi merkezlerinin uygulamaları olarak karşımıza çıkıyor. Kozmik enerjiyi "eller"iyle bünyesinde toplayan, fizyolojik veya psikolojik problemlerine şifa bekleyen hastalarına yahud zayıflamak isteyenlerin dertlerine yine bu elleriyle deva ulaştırmaya çalışan "usta"ların yönetimindeki çok kârlı bir sektör hâline gelmiş durumda psikotronik. Hattâ bu ustalar, bazen çok uzak ülkelere gittiklerinde dahi seanslarına ara vermiyor ve binlerce kilometre uzaktan işlerini yapmaya devam edebiliyorlar. Hava karardıktan sonra, kalabalık caddelerde küçük bir portatif masa, bir tabure ve mumdan ibaret dekorları, yine esrarlı görüntüleri ve bazen kuyruklar oluşturan müşterileriyle falcı kaynayan Japonya için, psikotronik ustalarının olması hiç de şaşırtıcı değil. Bahsettiğimiz merkezlerde bilhassa Çinlilerin hâkimiyeti sözkonusu. Kendi meşreblerince mistisizmle yoğrulu bu ilimlerden medet uman birçok basın ve siyaset meşhuru, ekserisi Çinli olan bu ustaların müşteri ve müdavimleri arasında. Çarpıcı bir örnek olarak, kilo problemi olan bir dostumuzun, "usta"nın kozmik enerji nakli ile 250 gün boyunca HİÇBİR ŞEY YEMEDEN bu seanslara devam ettiğinin ve neticede 25 kilo verdiğinin şâhidi olduk. Dostumuzun, sadece ustanın elleri vasıtasıyla kozmik enerji nakledilmiş suyu dilediği kadar içmesine izin vardı ve bazen usta, yurtdışına çıktığında binlerce kilometre öteden bile bu seanslarına devam edebiliyordu. Telegram cihazının literatürdeki diğer bir isminin de "psikotronik silâh" olduğunu söyleyerek bahsi şimdilik burada bitirelim. 1) Salih Mirzabeyoğlu, ESATİR VE MİTOLOJİ -Güneş ve Ay-, İBDA Yayınları, İstanbul 2010, s. 656. 2) http://www.cevizkabuğu.com.tr/gündem.asp?procid=240 (19 Kasım 2012) Reha Suvari, Baran Dergisi 315. sayı, sayfa 20-21
  3. Cihad İçinde Geçen Bir Ömür! Şehidimiz Bayram Ali Öztürk 30 Ağustos 2012 Perşembe 18:39 Şehidimiz Bayram Ali Öztürk Hoca, 1952'de Trabzon'nun Of İlçesi'nde doğdu. Çocukluğu Adapazarı'nda geçen Öztürk, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. Farsça, Arapça, Osmanlıca, İngilizce ve Fransızca bilen Bayram Hoca, hukuk eğitimi de aldı. Büyük İslam âlimlerinden İmam Rabbani'nin mektuplarından oluşan 'Mektubat-ı Rabbani kitabını ezbere bilen ve her pazar sabahı İsmail ağa Camii'nde sohbet veren Şehit Bayram Ali Öztürk'ün bir oğlu, iki de kızı bulunuyordu. Bayram Hoca yıllarca Mahmud Efendi’nin halkasında sohbetlere katıldı; Sadreddin Yüksel, Halil Gönenç ve Mehmet Savaş gibi hoca efendilerle de teşriki mesaisi olmuştur. Bayram Hoca’nın hatipliği ve bir şeyi izahındaki sarihlik ilim ehli tarafından takdirle karşılanırdı. Mahmut Efendi Hazretleri’nin Bayram hoca’ya Mektubat-ı Rabbani’nin inceliklerinden anlamasından ötürü ayrı bir alakası vardı. İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin “Mektubat”ını okuyup, şerhetme işini bu sebebten ona vermişti; Mahmud Efendi minbere çıkmadığı vakitler dersleri Bayram hoca sürdürürdü. Mektubat üzerine konuşacak sayılı birkaç ilim adamlarından birisi idi ki, burada “Mektubat” eseri üzerine bir vurgu yapmamız lazım geliyor. Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl Kısakürek, sadeleştirdiği “Mektubat” isimli eserinde şöyle diyor: “Allah ve Resulünün kitaplarından sonra dinin en büyük eseri. … Mektubat-ı İmam-Rabbani... Eser sahibi, İkinci Bin Yılın Yenileyicisi Şeyh Ahmed-i Faruk-i Serhendî (İmam-Rabbani) Hazretleri de, resuller, nebiler ve sahabilerden sonra ümmet kadrosunun en büyük ferdi...” Bayram Hoca, böyle ehemmiyetli bir eser üzerine olan vukûfiyetinden ötürü “Mektubatçı Bayram Hoca” diye tanınırdı ki bu aslında büyük ve şerefli bir lakabtır! Ayrıca Doğu ve Batı’nın nadide eserleri üzerine olan vukûfiyeti, medreselerde okutulan, takib edilen eserler üzerine de bir ilim adamı sıfatı ile derin bilgisi ile nadir hocalarımızdan idi. Öyle ki, bu devirde öyle her hocanın dersini veremeyeceği Şerhu’l-Mevakıf gibi eserlerin dersini verirdi. Her kitabı tavsiye etmez, her sözü herkese söylemez idi; vaazlarında ümmetin birliği için dert yanar, Siyonizme, Yahudilere şiddetli bir şekilde muhalefet ederdi; bu toprakların, Anadolu topraklarının çok ehemmiyetli olduğunun altını çizer, İslam davası’nın bu topraklardan fışkıracak bir nidâ ile kurtulacağını söylerdi. Hakikatleri söylemekten, İslâm dâvâsı neyi emrediyorsa onu söylemekten imtina etmez, bunları adetâ su içer gibi tabiî bir şekilde yapardı; bu samimi hâli sebebi ile ömrünün son yıllarında çok sıkıntılar çekmiş ve cami cami sürgüne gönderilmişti emekli olana kadar. İsmail Ağa’daki dâimi yılları emekli olmasından sonradır. Bayram Hoca’nın sözlerinden: “Diyalog süreci diyorlar… Diyalogun başını çekenler, Bizim ile sizin aranızdaki ortak noktaya gelin âyet-i kerîme-i duydukları zaman, ta 100 yıl evvel, biz bu âyetlere çağırdığımız zaman yanaşmadılar da şimdi siyasi ve ekonomik bakımdan çok güçlü oldukları şu zaman diyalog sürecini başlattılar. Bunlar çok mu düşkün imana, İslâm’a ki bizimle diyaloga girmek istiyorlar. İhtiyacı da yok. Silâh onda, teknoloji onda… Derdi ne? Şunu unutma: Batı, tarihin hesabını görmek istiyor! Ne gerekiyorsa yapacak. Hocaları kullanacak, onu kullanacak, bunu kullanacak… Ne taktikler, ne taktikler!.. Fetullah Hoca’nın ilmi tam değildir. Benim hocamın da medreseden arkadaşıdır. Tamam ufku, muhakemesi, felsefesi büyük olabilir… Çok sakatları var! Hocanın yaptıklarından hesaba çekilmeyeceği kanaati o cemaati bitirmiştir. Buradan bu cemaat gidecek, kesinlikle… Hitabetiyle herkesi büyülemiştir. Siyasi ve ekonomik lobileri güçlü. O gücünü bu sefer davada da haklıyız anlamına çekiyorlar… Aynı Hıristiyanlar gibi…” Ehli Sünnet Vel Cemaat mevzuunda çok pür dikkatli davranırdı; Şehidimiz Bayram Hoca, bu hak yolun yılmaz savunucularındandı ve hassasiyetle bu meselenin üzerinde durmuştur. Ehli sünnet vel cemaat yolunun inceliklerini bilir ve Şii’ler başta olmak üzere her türlü sapık mezheb ve fırka’ya karşı şiddetle ve iman hiddeti ile bu yolda mücadele vermiş nadir hocalarımızdandı. Ehli Sünnet Vel Cemaat yolunun bayraktarlığını yapan İBDA’cılara, Şiilere karşı destek vermek maksadıyla Aylık Taraf Dergisi için Mektubat-ı Rabbani’den bu meseleyle alakalı yerleri aslından tercüme ederek yazmış, yayınlanması maksadıyla Aylık Taraf Dergisi’ne iletmişti. Bayram Ali Hocamızın tercüme ettiği bu kısımlar Aylık Taraf Dergisi’nde yazı dizisi olarak yayınlanmıştı. Cemaat içine karışmış münafık tipler Mektubat’tan parçaları okumamasına dâir Bayram Hoca’nın defalarca önünü kesmiş, o ise bunlara aldırmayarak, Şia ve benzer sapıklara karşı cihad ve gazâ etmekten geri durmamıştır; bu münafık tipler İsmailağa sokaklarından İBDA’cılar tarafından kovalanmış ve gereken dersler verilmiştir. İslam dâvâ’sının özünde “kendini fedâ” vardır; nitekim Abdülhakîm Arvasi hazretleri “Dini işlerde bid’atlerin türemesi öyle bir fitnedir ki, zararı bütün mahlûkları sarar. Bunlardan biri de cihad ve gazâda gevşeklik ve tembelliktir. Burada bir nükte vardır ki, münafıklığın alemeti olmaya kadar gider. O da şehitlik nimetinden kaçınmak… Şehitlik, İslamın kuvvet bulması yolunda can vermektir. Her mümin fert, bu yüksek makamı kalb ve zevk yolu ile benimsemeye, istemeye memurdur. Bu sır icabı olarak Resul ve nebilerin birçoğu, sahabiler ekserisi ve Peygamber evladının hepsi şehadeti arzulamış ve o yolda ruhlarını teslim etmişlerdir.” Buyuruyor. Ömrü boyunca fitne ve bid’atlere karşı mücadele vermiş şehidimiz Bayram Hoca’nın ömrü cihad ve gazâ ile geçmiş, bu yolda gevşeklik göstermemiştir. O günümüzün sıradan “Hoca tipi” nin aksine ilmini kavga ile süslemiş ve davanın saflarında nasıl durulması gerektiğini hayatı ile de göstermiştir; neticede mükafat olarak ta şehadet şerbetini içmiştir. Şehadetinden sonra evdeki eşyalarının arasında bulunan bir notu, cihad içinde geçen ömrünü de adeta özetliyor: “İnsan davasına ana hasretiyle şakıyan bülbül gibi olmalı, insan davasına canını öyle bir açmalı ki bedeni ruhuna ve canına yetişememeli… Dava adamı devamlı hedefe bakacak; cambazlar iplerinde marifet gösterdiğinde daima ileri bakarlar, asla yere bakmazlar… Yere bakan cambazın düşmesi çok yakındır. Vücudunun kaçta kaçı sana aid, söyler misin?” 3 Eylül 2006 tarihinde İsmailağa Camii'nde sabah namazının ardından cemaate vaaz ederken bıçaklanarak şehid edildi hocamız; şehadetinin haberi ile İbda’cılar İsmailağa ya hareket etmişler ve sâir zamanlarda görüştükleri hocalarına sahip çıkmışlardı; ertesi günkü Hürriyet gazetesi İstanbul eski Emniyet Müdürü Celalattin Cerrah’ın fotoğrafını İBDA işaretleri arasında ve “Cerrah’ın Önünde İBDA-C Şov” diye vermiş, “tekbir getirerek intikam yeminleri” atıldığı yazılmıştı gazetelere. Sonrasında Fatih Camii’ndeki cenaze namazı esnasında 22 İBDA’cı gözaltına alınmış İstanbul Emniyet Müdürlüğünden Fatih Adliyesine sanki bir cürümleri varmış gibi sevk edilmişler, cumhuriyet savcısı tarafından sorgulanmışlardı. Suç isnadı ise ''Terör örgütü propagandası yapmak'' ve ''görevli memura mukavemet'' idi. Aslında düzenin kimden ve neden korktuğu da bu gözaltılar vesilesi ile ortaya çıkmıştı… “Köhne düzen”in karanlık dehlizlerinde planlanan cinayetin ardından, 11 gün sonra mezarı başında Kur’an okuyarak şehidimizi anmak isteyen bir grup İBDA’cıya 250-300 kişilik polis ile barikat kuran polis o gün G. Antepten bu eylem için gelen A. Kocaoğlan Cem Yılmaz ve beni gözaltına aldı. Bu anma eylemi sebeb gösterilerek Dönemin Genel Kurmay Başkanı Yaşar büyükanıt’ı tehdit ettiğim iddiası ve İBDA-C Örgüt propagandası Yapmak iddiası ile de iki ayrı dâva açıldı… İBDA’cılara böyle bir meseleden kanun yolunu kullanarak davalar açan, gözaltına alan emniyet yetkililerine, savcılarına onun katillerini hâlâ bulamamak ayıbı yeter. Üzerinden 6 yıl geçmesine mukabil bu cinayet hakkında bir yol alınamadığı gibi şu an dava dosyalarının da kayıp olduğu haberini gazetelerden okuyoruz; görülen o ki bu cinayetin üstü hâla örtülmeye çalışılıyor, bir türlü çözülmüyor. İsmailağa’da, Bayram Hocamız öncesinde Mahmut Efendi’nin damadı Hızır Ali Murat Hoca şehid edilmiş ve o hâdise de bu hâdise gibi örtbas edilmişti; Hızır Hoca’nın katili, hadiseden üç yıl sonra yakalanmış ve cinayet hakkındaki tüm karanlık noktalar ortada dururken mahkeme kararı ile “akıl hastası” olarak görüldüğünden cezâi ehliyet taşımadığına kanaat getirip serbest bırakmış ve dosyanın üstü örtülmüştür. Şimdi üzerinden seneler geçmesine mukabil bu iki cinayet hâlâ çözülmeyi bekliyor; işine gelindiğinde “koca koca” Paşaları içeri atan mevcut hükümet, İslamcılık iddiasıyla yaklaşan seçimler için kapı oy oy dilenirken, İslam dâvâsının bu iki neferinin dosyalrını çözmekten acizse, “dükkanı kapatıp” Seyşeller’de tatile gitsin; bu tavırda hiç olmazsa samimiyetten bir pay bulunur! Son söz olarak; Şehidlerimiz ve Bayram Hoca için “Yolu Yolumuzdur!” diye haykıran İBDA, bunu sloganik olarak ifade eden değil, fikirde ve kavgada, cemiyet meydanında bunun savaşını verendir. Fatih Turplu Baran Dergisi 294. Sayı
  4. Bir 28 Şubat Mağduru Salih Mirzabeyoğlu Taraf gazetesinden Mustafa Karahasan, Salih Mirzabeyoğlu'nun mağduriyetini kalem aldı. 19 Mart 2012 Pazartesi 10:13 Bir 28 Şubat Mağduru Salih Mirzabeyoğlu "28 Şubat’ın yıl dönümünde, o dönemde yaşanan haksızlıkları hatırlarken Salih Mirzabeyoğlu’ndan bahsetmemek ne vicdana ne de hakkaniyete uygun bir davranış olur. 56 eser yayımlamış, çevresinde mütefekkir olarak bilinen Mirzabeyoğlu, o dönemin en önemli mağdurlarından biri. Fikirlerine katılırsınız veya katılmazsınız ama bir zulmü değerlendirirken kullanacağınız ölçü bu olmamalı. İdam cezası alan, daha sonra cezası ömür boyu hapse çevrilen Mirzabeyoğlu, 13 yıldır hapiste zindan hayatı yaşıyor. Dışarıdan bakarak bir insanı suçlu ya da suçsuz ilan etmek elbette mümkün değil, fakat 28 Şubat döneminde yaşanan hukuksuzlukları ve postmodern darbe için kamuoyu hazırlama sürecinde kimlerin acımasızca kurban edildiğini düşünürsek, sadece bu bile şüphe etmemiz için yeterli olur. Söz konusu davayı inceleyen herkes, bu davanın başlangıç ve yürütülüş aşamalarında ne gibi tuhaflıklar olduğunu görebilir: Çocuklarını okula bırakmak için evden çıkan bir adam apar topar gözaltına alınıyor ve medyaya hücre evi baskınında yakalanmış gibi yansıyor. 25 ocak’da görülen davaya saç ve sakalları zorla kesilerek, yara-bere içinde, ayakta bile duramayacak bir halde getiriliyor. Mahkeme Hâkimi Sedat Karagül ise, sanığı hastaneye sevk edip rapor istemesi gerekirken durum gayet normalmiş gibi davayı görmeye başlayabiliyor. İlerleyen dönemlerde Sedat Karagül’ün yerine getirilen Metin Çetinbaş isimli hâkim, Mirzabeyoğlu’na idam cezası veriyor. “Her ne kadar eylem yaptığı veya yaptırdığı tesbit edilememiş olsa da, ortada bir örgüt var ve bu örgütün bir başı olması gerekir vs.” , türünden açıklamalarla verilen hüküm ne kadar hukuki olabilir? Aynı hakim “Susurluk Davası’nda” idam cezası bekleyen sanıklara 3.5 sene hapis verip emekliliğe ayrıldıktan sonra, şimdilerde de Ergenekon sanıklarına avukatlık yaparak faaliyetine devam ediyor! Mirzabeyoğlu yıllardır telegram (zihin kontrolü) yöntemiyle işkence gödüğünü söylüyor, fakat bu şikâyeti ciddiye bile alınıp herhangi bir araştırma dahi yapılmıyor. Liste böyle uzayıp gidiyor... Niyetim kimsenin suçsuz olduğunu ima etmek değil, sadece bu davadaki yanlışlıklara dikkat çekmek istedim. Konunun yeniden ele alınmasını, verilmiş olan hükmün bozularak yeniden yargılanmasını vicdani bir zorunluluk olarak görüyorum. Diliyorum ki; kendini yazar zanneden bazı köşe kaşarlarımız da, yaptıkları işin ne kadar önemli olduğunu fark ederler ve kalemlerini para kazanmak adına değil de; haksızlıklara, sesini duyuramayanlara ses olabilecek şekilde oynatırlar. Dertleri para kazanmaksa boşuna üzülmesinler, çünkü onlarda bu yalakalık olduktan sonra ne iş yapsalar zaten aç kalmazlar... Mustafa Karahasan / Taraf Gazetesi
×
×
  • Create New...