Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mumin

Editor
  • Content Count

    933
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    51

Everything posted by mumin

  1. Eski Bakan Prof. Sami Güçlü anlatıyor. 1970 yahud 1969 yılları olmalı bir grup genç Üstad'ı Konya'ya çağırdık. Kalabalık bir salona hitap etti ve Üstad'ı gece otele geçirip evlerimize döndük. Ertesi gün arkadaşlarla kendisini görmeye gittik. Kapıyı çalıp girdiğimizde telaşlı bir şekilde odayı bir uçtan bir uca turlayıp duruyor, söyleniyordu. Durumu sorduk. Üstad; _Kolyemi kaybettim bulamıyorum, nereye baktıysam yok! der. Sakip olup oturmasını söyledik. O sırada otel görevlisinden telefonun İstanbul'a bağlanmasını söyleyen Üstad'ın oda telefonu çaldı, arayan otel görevlisi idi. Telefonu Neslihan Hanım'a bağlamışlardı. Üstad telefonu açar açmaz: _Sevgilim, kolyemi kaybettim bulamıyorum acaba orada mı unuttum? der. Sami Güçlü utandık ve hemen uzaklaşıp sırtımızı dönmüştük diyor. Kolyesinin orada olduğunu öğrenince Neslihan Hanım'a iltifat üstüne iltifat etti diyor. Üstad, çok estetik sahibi biriydi diyerek, anlatısına son verdi. Üstad kolye de takarmış hanımına üstün mültefit tavır da sergilermiş yani.
  2. İSLAMÎ YENİLENME MAKALELER IV Fazlurrahman’ın kaleminden İslami yenilenme makaleleri olarak dört ciltte basılan bu eserin IV. olan İslami Yenilenme Makalelerini inceleyeceğiz. Öncelikle söylenmelidir ki geleneğin, klasiğin dışına çıkmış adında da bahsi üzere yeni düşünceler içeren, süregelen esasların dışına taşan bir eser. İzafidir ki gerçek islamı bulmak, islamın özünü yakalamak amaçlı gerçekleştirilmeye çalışılmış bu çalışmaları asıl fikir budur minvalinde kabul etmek de etmemek de kabildir. Kimi çevrelerce gerçek islami hareketin ortaya çıkması için kahraman olarak adlandırılırken kimileri tarafından kasıtlı, amaçlı hareket etme vardır. Yaygın söylenim ile reformist diye yaftalanmış gurüh arasında zikredilir Fazlurrahman. Eserde kalıplaşmış esaslara muhalif paragraflar olmakla birlikte, şaşırtıcı, orijinal düşüncelere rastlamamak mümkün değil. Şimdiye kadar bakmadığımız, fark edemediğimiz zaviyelerin kazandırılması açısından zengin ufuk açtığı söylenmesi hakkı teslim olacaktır. Umumi bir problem arz eder İslam’da, İslam modernitenin neresindedir yahud modernite islama ne kadar yaklaşmalıdır? tarzda meseleler. Bu temele alınarak islamda birkaç esas ele alınmış ve Fazlurrahman görüşlerini ortaya koymuş. Mesela, Modernite’nin İslama Etkisi, Kur’an’da Kadının Konumu gibi çetrefilli meselelere değinilmiş ve güncele yorumlama, Kur’anı günümüze okutma amacı güdülmüştür. Kur’an’da Kadının Konumu adlı yaptığı sunumda kadının konumunun İslam’ın başlangıcından bu yana hiç değişmediğini, genelde aşağı bir kademede yer verildiğini iddia ediyor. Cahiliyyede kız çocuklarının gömülmesi, kadının cahiliyye devrinde gördüğü alçak muamele, kız çocuklarının tanrılara kurban edilmesi kadınların maruz kaldığı hoş olmayan tutumun yansımaları dile getirilmiş. İslam’ın bu uygulamaları ilga ettiği, kadına öz hakkını verdiğini dile getiriyor. Kur’an kadının tabi tutulduğu suistimalleri ortadan kaldırmayı amaçlamıştır diyor. Mesela kadının köle olarak tutulması işlevini metres yakıştırmasının azımsanacak azlıkta olmadığını dile getiriyor. Yalnız islamla cariyelerin mal mülk kazanmaya fırsat tanınması, kölelerin çalışarak kazandıkları karşılığında azad edilmeleri emri verilmiş ve burada köle kızların metres edinilmesi yasaklanmıştır ve hatta efendilerinin isterlerse ya da hür adamların hür kadınla evlenmesi mümkün değilse köle kızları nikahlarına alabilecekleri ruhsat tanınmıştır. Eserde evli kadının zina işlemesi halinde recme uğratılmasının ayetle desteklenemeyeceği de geçmektedir. Ki zaten bilmekteyiz ki recm hadisesi sadece sünnet ile sabit bir uygulama. Bir diğer dikkate şayan mesele vardır ki eserde göze çarpan şudur; Kur’an ne çarşafı ne peçeyi ne de haremlik selamlık kurumunu savunmadığını, bilakis Kur’anın cinsel iffet üzerinde ısrar etmekttiği düşüncesidir. Tarihsel realite ile sabittir ki Peygamber zamanında çarşaf/peçe diye bir şeyin olmadığını ne de Müslüman toplumların daha sonraları geliştirdikleri şekliyle bir haremlik selamlık kurumunun var olmadığını söylemektedir. Eğer Kur’anda cinsiyetlerin birbirine karşı iffetlerini korumaları, harama, zinaya yaklaşmamaları söylendiyse demek ki cinsiyetlerin bir arada yaşamaları çıkarımını yapmaktadır. “Eğer cinsiyetlerin ayrı tutulması diye bir şey söz konusu olsaydı, erkek ve kadınların birbirlerine iffetli davranmalarını istemenin herhangi bir anlamı olmazdı.” Cümlesi, başta belirttiğim klasiğin, genel kabulün dışına çıktığı iddiamı destekler niteliktedir. “Eğer erkek ve kadın daha o zamanlar ayrı tutuluyor idiyse ve bugün bildiğimiz manada hicab uygulanıyor idiyse; iki cinsiyetin de “gözlerinin iffeti”nden bahsetmenin ne anlamı olurdu.” cümlesi tartışmaya açık olmakla birlikte makul gibi görünmektedir. Hadis literatüründe de Kur’andan büyük sapma olduğu fikrini öne sürüyor ve fikrini kavi kılmak adına şu hadisi ele alıyor. Mesela Kur’an’da kadın erkeğin statü olarak eşitliği, fazilet değeri açısından ayrı ayrı cinsiyet olarak eşitliği bahsedilir. Yalnız en yetkin hadis eserlerinde geçen kadınların akıl ve din bakımından erkeklerden fıtri/yapısal olarak aşağıda bulunduğunu ifade eden hadis dile getirmektedir. Bunun Kur’anın dindarlık ve dini değer açısından erkek kadının eşitliği hususundaki ifadelerine tamamen aykırıdır. Kadının ayhali evresinde namaz ve oruçtan beri olması ve hukuki bir vakıada şahitliğinde iki erkeğe eşit olmasını Kur’ana ters uygulama görmektedir. Bunu kendince şöyle tevil ediyor “Öyle görünüyor ki, Kur’anın kastı şu idi: bu bir finansal mesele olduğu ve kadınlar, genellikle böyle meseleler veya işler ile iştigal etmedikleri için, eğer kadınlardan şahid gösterilmek istenirse, bir kadından ziyade iki kadının gösterilmesi ve eğer, mümkünse en az bir erkeğin şahid tutulması daha sağlıklı olur.” Burada sorulması lazım gelmelidir ki, her biri belli bir hikmete mebni bir uygulama olduğunu kabul zor değil. Kur’an’dan getirilen misal olarak şunu zikretmek mümkündür: miras hukukunda kadın ile erkeğe taksimin farklılığını nasıl anlamalıyız o halde? Fazlurrahman uzun izahın neticesinde şu çıkarımı yapıyor ve belirtmek gerekir ki mukni kılmaktan uzaktır: “Miras payları, cinsiyetlere atfedilmiş ekonomik değerler, yükümlülükler gibi, geleneksel toplumdaki fiil ve rollerin bir sonucudur. Bu rollerde tabiaten değiştirilemeyecek hiçbir şey yoktur; dahası eğer adalet gerektiriyorsa, değişme İslam için zorunludur. “ örfün şeriat kadar önemli olduğuna mecelle kanunu ile işaret edilse de sosyal gerçekliğin kurani hükmü ilga etmesi gerektiği tarzında bir yaklaşımı kabul etmek pek makul görünmüyor. Yalnız şunu dile getirmek lazım ki günümüz hukuk işlevinin bu söylemin hayata geçmiş hali olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Şahsi kanaatim yanlış olduğudur. Bir diğer çarpıcı vurgu ise çok eşlilikte önümüze çıkıyor. “Kur’an şöyle diyor: ‘Vesayetinizde bulunan ama şimdi reşit olan, öksüzlere mallarını verin ve onların iyi mallarını (kendi) kötü mallarınızla değiştirmeyin ve onların mallarını kendinizinki ile karıştırıp sarf etmeyin. Bu gerçekten büyük bir günahtır. Şayet öksüzlere hakkaniyetli davranamayacağınızdan korkarsanız kadınlarla istediğiniz gibi –bir,iki,üç veya dört- evlenebilirsiniz. Ama onlar arasında adaleti sağlayamamaktan korkarsanız yalnız biriyle evlenin veya cariyelerinizi eş tutun; bu adaletsizlikten sakınmak için en yakın yoldur.” Ayetin böyle zahir iken tarihsel süreçte bu denli yanlış algılanmasını akıllara durgunluk veren bir nokta olarak değerlendiriyor. Bu ayet açık şekilde ortaya koymaktadır ki, Kur’an çok eşlilikten erginlik çağına erdiği halde sahip oldukları mal mülk vasilerince kendilerine verilmeyen yetim kızlar bağlamında değerlendirilmelidir, diyor.Vasiler onların malllarından istifade edebilmek için evlenmeyi tercih ediyorlardı veya kendi kötü mallarıyla değiştiriyorlardı fikrini öne sürüyor. Eseri her cihetiyle değerlendirmek mümkün olmasa da vermeye çalıştığımız bir kaç nokta geneli hakkında öyle sanıyorum fikir verici olmuştur. Bu minvalde Aile Hukuku, Aile Planlaması, Bankacılık ve Faiz, Zekat ve Mekanik Hayvan Kesimi, İkinci Bin Yılın Yenileyicisi Ahmed Sirhindi penceresinden mistik bakış ve vahdet-i vücud anlayışı, Felsefi Nübüvvet Kuramı ve Ortodoksi gibi başlıklarda yazarın diğer görüş ve değerlendirmeleri bulmak mümkün. Bu tarzda meseleleri okumaya alaka duyan okurlar için tavsiye edilebilir. Yalnız hakkaniyetin ta kendisi olarak kabul hakkaniyetin hakkını teslim etmemek olacaktır.
  3. 1920'de babasını kaybeden Necip Fazıl, annesiyle birlikte Trabzon üzerinden Erzurum'a, Polis Müdürü olan dayınsın yanına gelir. Bu, Necip Fazıl'ın Erzurum'a ilk gelişidir. Bu geliş kışın sonuna doğru, muhtemelen Şubat ayına rastlar. Necip Fazıl, bu yolculuğu "Kafa Kâğıdı" adlı eserinde şöyle anlatır: "Anadolu harekâtı gelişmeye başlamış ve devletleşme çığırına girmiştir. ...Büyük dayım Anadolu'da Erzurum Polis Müdürü... Haydi bu defa onun yanına!.. Anneannem, annem ve ben, yabancı bir kumpanyanın gemisiyle güverte yolcusu olarak Trabzon yönündeyiz. Trabzon'dan yaylı arabasıyla sekiz günde varılan Erzurum. Niyetim, kışın son demlerini Erzurum'da geçirdikten sonra İstanbul'a dönmek?" Necip Fazıl, daha 16 yaşındayken çıktığı bu yolculuktan 'O ve Ben' adlı eserinde ise şöyle söz eder: "Erzurum'da polis müdürü dayımın yanına gittik... Niyetim kışın son demlerini Erzurum'da geçirdikten sonra İstanbul'a küçük dayımın yanına dönmek ve sonbaharda 'Darülfünûn'a girmek..." Necip Fazıl, Erzurum'da emniyet(polis) müdürü olan dayısının yanında ata merak salar. Ata ilk merakı aslında yaylı arabayla annesi ve anneannesi ile yaptığı Trabzon-Erzurum yolculuğu sırasında arabacının (birçok arabası bulunan ve arabalarına sürücü tutarak bugünkü şehirlerarası otobüs işletmeciliği yapan Tevfik adında zamanın eşkıya çetesini de kumanda ettiği söylenen Tevfik adında biri) arada sırada Necip Fazıl'ı ata bindirmesiyle kıvılcımlanır. Daha sonra dayısının konağının ahırındaki atlar, Necip Fazıl'ın kendi ifadesiyle kendi ifadesiyle 60 yaşına kadar atlara olan ilgisinin başıdır: "Bu at ilgisi, Erzurum'da konağımızın ahırına bağlı bir atat boyuna binmek, ondan sonra süvari zabiti üniformasını taşıyacağım günlerde büsbütün azmak ve oturduğum bahçelik ve kırlık semtlerde daima ahırımda bir, hatta iki soylu at bulundurmak suretiyle 60 yaşıma kadar benden ayrılmadı." Necip Fazıl ilk gelişinde edindiği Erzurum ve Erzurumlu izlenimlerini ilk gelişinden 45 sene sonra 1965'te önce "Büyük Kapı", 1975'te de "O ve Ben" adını koyduğu eserinde kaleme almıştır. 15 yaşında geldiği Erzurum'da yine dayısına ait atla çarşıda başından geçen bir hatırasında aktardığı "Erzurumlu" tarifi, en kuşatıcı ve mükemmel dadaş tariflerinden biridir: "Erzurum; sonraları Anadolu'nun en saffetli yerlerinden biri olarak kalbime naksedilen Erzurum'da, bu yere ve onun yerlisine ait ilk intibam yine ata bağlıdır: Bir gün ahırımızda ariyet olarak bırakılan ve benim besleye besleye şişirdiğim, hatta azgınlaştırdığım ata binmiş, çarşı tarafından geçiyordum. Her taraf kar? Kar iki yana tepeleme çekilmiş ve ortasında ancak tek adamın geçebileceği, üstüne kömür tozu serpili ince bir yol bırakılmış? Atım azgın? Kantarmaya abanmış, yavaşlamak bilmez bir hızla ilerliyor, dizginlere asılışıma hiç aldırmıyor, önümde bastan aşağı damalı bir çarşafa bürülü bir kadın yürüyor. Kadına çarpacağım! Ata hâkim olamamamın hicabıyla kadına haykırmak zorunda kalıyorum: Hey, hatun! Kenara çekil! Nereye çekilsin?.. Kar yığının tepesine mi çıksın?.. Kadın dönüp arkasına bakmıyor bile? Var kuvvetimle dizginlere asılıyorum. At biraz yavaşlıyor, fakat kadına hafifçe çarpmaktan da kendini alamıyor. Birden dizginlere yapışan ve atı zınk diye olduğu yere mıhlayan bir el? Genç bir Erzurum dadaşı? Ata binmeyi bilmezsin! Zenne kişiye de çarparsın! N'ola senin halin! Korkunç hakaret!.. Bu hakarete hak verip geçeceğime onun daha büyüğüne lâyık bir adilikte bulunuyorum. Polis Müdürü dayımın mevkiine güven duygusuyla genç Erzurumluya diyorum ki: Sen benim kim olduğumu biliyor musun? İşte o zaman Erzurum delikanlısı, beni hayran bırakan ve asla hatırımdan çıkmayan cevabını veriyor. Yüzüme nefretle bakıp atımın sağrısına bir tokat aşkediyor ve: İstersen vali paşanın oğlu ol, diyor; haydi çek git! Ufukları, feza cüsseli bir pehlivanın şişkin kol adalelerini andıran dağlarla sınırlı, geceleri aya merdiven dayamak ve yıldızları yemiş gibi koparmak hissini verici, hiçbir şek ve şüphe karartısı taşımaz, berrak, sonsuz berrak bir madde çerçevesi içinde, işte en basit bir Erzurum delikanlısının tüttürdüğü mânadaki saffet ve asalet!"
  4. Hep böyle oluyor nedense. Nicedir bilinen, vaktiyle tartışıla tartışıla suyu çıkarılmış birtakım hakikatler, birilerinin keyfine göre ortaya atılıyor, başka birileri bundan yola çıkarak saçma sapan bir itibarsızlaştırma kampanyasına girişiyor. Merhum şair Necip Fazıl Kısakürek’in, Menderes döneminde örtülü ödenekten para aldığı haberiyle böyle bir süreç başlatıldı. İş kısa sürede, bir dergi sahibinin iktidardan para alması boyutundan çıkıp bambaşka bir haysiyet cellatlığına dönüştürülmeye çalışıldı. Esas başka bir fırsatçılıktan duyduğum rahatsızlığı ifade etmek için bu girişi yaptım. Hazır mevzu açılmışken, her anlamda itibarsızlaştırmak için çırpınanların olduğunu görmek, muhatap olduğumuz kitlenin kalite kumaşının da göstergesi. Bu meseleler tartışılmaya başlanınca, kendilerine sinemacı diyebilen birtakım zevat, hadleri ve bilgileri olmadığı hâlde ortaya atılıp ‘Ne münasebet canım, zaten Necip Fazıl sinema konusunda da değersizdir’ anlamına gelen saçmalıklara imza attılar. Elbette hakikat öyle değil. İyi bir okuma ve araştırma yapıldığında görülecektir ki Muhsin Ertuğrul döneminden beri Necip Fazıl, sinema alanında pek çok entelektüelden daha çok kafa patlatmış bir düşünürdür. Hikâyeleri filme alındığı gibi bizzat ‘Senaryo Romanlarım’ ismiyle kitabı var. Necip Fazıl’ın kalemiyle verdiği mücadelenin serencamı izlendiğinde tiyatro ve sinemanın bu mücadelenin önemli bir ayağını teşkil ettiğini görmemek mümkün değildir. Genç bir şairken de, fikirleri olgunlaşıp topyekûn mücadeleye giriştiği dönemde bile, genel anlamıyla ‘sanat’ aklının ve kaleminin hep bir köşesinde olmuştur. Büyük Doğu Dergisi’nin 17 Eylül 1943 tarihli 1. sayısında “Beyaz Perde” ara başlığı ile yayımladığı bu yazısında merhum, sinema konusundaki görüşlerini şu şekilde özetler: “Sinema, fikir ve ruhun emrine geçtiği takdirde şüphesiz ki azametli bir imkan ve inşa planı... Fakat bugün bu planı dolduran cevher, bütün hüneri, körkütük nefsleri lif lif cezbetmekten ibaret bacak ve vücut hazretleridir. Gerisi, sadece bu (hüdayı nabit) kıymetin etrafında, bir yüzüğün anataşını halkalayan kırıntı mücevherler gibi bir şey...” Dahası, Millî Sinema’nın öncüsü sayılan Yücel Çakmaklı, hemen her fırsatta sinema yapmakla ilgili şevk ve teşviki Necip Fazıl’ın yazılarından ve sohbetlerinden edindiğini açıkça ifade etmiştir. Keza Mesut Uçakan, merhum şairin fikir ve sanat anlayışıyla beslediği yönetmenlerden biri olmuştur. Tiyatro ve sinema eserlerinde geleneksel Türk drama ve anlatısından çok kopuk gibi görünmemesine rağmen, Necip Fazıl’ın eserlerinde insanımızın yaşadığı kültürel kırılma ve bu kırılmanın yol açtığı yaralar vardır. Sahip olduğu yeni düşünceyi muazzam bir ustalıkla hikâyeye yıkmayı başaran Necip Fazıl metinlerinde kahramanların hepsi, hiçbir didaktik sakilliğe takılmadan bu krizin muvazenesini yapıp dururlar. Geleneksel anlatıya bağlılık ve didaktizmden kaçış, paradigmaya getirdiği eleştirileri asla hafifletmez. Birçok edebi metinde sisteme doğrudan taarruz vardır, son derece belagatli bir şekilde yapar bunu üstelik. Tarkistan’da gösterdiği üst zekâ kıvraklığıyla hukukun mengenesinden ustalıkla kaçarken, Reis Bey’de insanın en derinlerine sağlam vuruşlar yapmayı başarır. Boş tek cümlecik bile yoktur Reis Bey’de. Ele aldığı hikâyeler istenildiği kadar bildik ve tanıdık olsun, diyalog yazmadaki başarısı muazzamdır şairin. Filme aktarılan eserlerine bir göz atarsak. Necip Fazıl Kısakürek’in sinemaya çekilen ilk hikâyesi Yangın Var’dır. Öykü, Yönetmenler Çağı’nın usta ismi Lütfi Ömer Akad tarafından senaryoya alınır ve filme çekilir. Ayhan Işık gibi bir yıldızın başrolünü oynadığı film, eski İstanbul’daki tulumbacılar ve kabadayıları konu etmektedir. 1968 yapımı bir Turgut Demirağ filmi olan Parmaksız Salih, üstadın ‘Namı diğer Parmaksız Salih’ isimli hikayesinden Bülent Oran tarafından yazılmış bir uyarlamadır. Ve isminden de anlaşılacağı gibi, bir kumarbazın öyküsüdür. 1970 yılında Yücel Çakmaklı bir Necip Fazıl hikâyesini filme almak ister. Gönlünde Tarkistan vardır ama eser sisteme öylesine ağır şekilde yüklenmektedir ki, film yapımcıları çekinirler. Nihayetinde 1972 yılında Deprem adlı hikâyesi Çile ismiyle Yücel Çakmaklı tarafından filme alınır. Başrollerde Türkan Şoray ve Ediz Hun vardır. Çakmaklı, 1973’te, Sen Beni Ölümden Döndürdün isimli senaryosunu Zehra ismiyle sinemaya aktarır. Ediz Hun’a bu kez Hülya Koçyiğit eşlik eder. 1974 yapımı Diriliş’te ise bu kez Hülya Koçyiğit ile Murat Soydan oynar. Aynı yıl, Oğlum Osman ise bizzat Necip Fazıl’a yazdırılır, Atilla Gökbörü’nün senaryoya yaptığı müdahaleler ile hikâye başka bir şeye dönüştüğü için ismi jenerikten çıkarılır. En meşhur eserlerinden olan Bir Adam Yaratmak, 1977’de üç bölümlük dizi olarak Yücel Çakmaklı tarafından çekilir. 1988’de Mesut Uçakan filmografisinin belki de tepe noktası olan Reis Bey çekilir. Reis Bey’den çokça esintiler taşıyan Mesut Uçakan’ın 1978 yapımı Lanet ve 1980 Rahmet ve Gazap’ı belki saymayabiliriz ama 1992 yılında İsmail Güneş, meşhur piyesi Siyah Pelerinli Adam gibi oldukça zor bir eseri başarıyla sinemaya aktarır. Aynı Yıl Yücel Çakmaklı bir başka çok zor eser olan Mümin ve Kâfir’i çeker. 1994 yılında Mehmet Uyar’ın sıra dışı senaryosuyla çekilen Yarasa, Eflatun’un Mağara hikâyesi ve Kaldırımlar şiirinden yola çıkılarak yazılmıştır. Açıkça görüldüğü gibi, sinema, çok az şair ve yazara nasip olacak derecede verimli bir kaynaktır Necip Fazıl Kısakürek için. M. Nedim Hazar 7 Ocak 2013
  5. http://www.youtube.com/watch?v=aKFR7ClBYOE http://www.youtube.com/watch?v=MN9UDKPteGk
  6. İdealden aksiyona “Büyük Doğu” dergisi Yazarımız Kibar Ayaydın, Necip Fazıl üstadın Büyük Doğu'sunu yazdı... Fikri, düşüncesi, davası ve her şeyden önce bir ıstırabı olan insandır Necip Fazıl. Cemiyeti topyekün uyandırmaya, bilinçlendirmeye ve ense kökünde diriliş neşideleri söylemeyi kendisine vazife addetmiş; yalan, dolan ve hileyle işi olmayan “festekım kemâ ümirte”(emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Hûd/112) ayetinin, serâpâ kalemden bir tecellisidir. O, yaşadığı zamanın ruh ve madde ipliklerini, ıstırap kıvılcımlarıyla örmüş; örgülediği bu sistemin, bütün bir yükünü de hayatı boyunca omuzlarında taşımıştır. “Sahte Kahramanlar”ın cirit attığı, Hz. Mevlânâ’nın “Nice insanlar gördüm, üzerinde elbise yok./Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.”sözüyle özdeş bir ortamda, Necip Fazıl, kalemini hakikatin bir burcu haline getirmiş; “Raporlar”ı, “Çerçeve”si, “Hücûm ve Polemik”leriyle bir devrin atan nabzı olmuştur. Mizacı itibariyle ele avuca sığmayan, sesi ve soluğu hür ufuklarda dolaşan bir aksiyon adamıdır Necip Fazıl. “Necip Fazıl genç yaşlarında bile sesine ve sözüne hayran bir kitle oluşturmayı bilmiştir. Abdülhak Hâmid ona ‘zekâ’ diye hitap eder, D Grubu Ressamları bile ilk sergilerinin açılış konuşmasını ona yaptırır ve o da ‘Beklenen Sanatkâr’ adlı hitabesini verir. Şahsiyetinin çevresindekileri saran etkisinden ötürü, Peyami Safa, Ahmet Hamdi ve Ahmet Kutsi neslinin en genci olmasına rağmen, onların öncüsü ve sözcüsü olmuştur. Onun dehasından ilk söz eden de gençlik arkadaşı Ahmet Hamdi Tanpınar olmuştur.”[1] Yaşadığı hayat, örgüleştirdiği fikir sistemi, şiiri ve eserleriyle yekpare bir bütün olan Necip Fazıl; metafizik âlemin kıyılarında soluk alıp veren, buhran ve sezgileriyle entelektüel kabz ve bast halini yaşayan bir şair ve aynı zamanda bir fikir mimarıdır. Şiirinde kurduğu dünya onun, kendi beniyle yaptığı mücadelenin, yüksek sesle dile getirilişidir. Derin bir hassasiyet, ihata gücü engin bir zihin, duyarlılığa açık bir dimağ ile Necip Fazıl, fikrî donanımını hem şiirinde hem de aksiyonunda ortaya koymuştur. Şiirinde yakaladığı yüksek ses, bir bakıma düşüncesinin de mihveri olmuştur. Şiirini estetik açıdan değerlendiren Himmet Uç, Necip Fazıl’daki bu duyarlılığı şöyle dile getirir: “Necip Fazıl’ın tasavvurları, imaj ve imgeleri herkes tarafından kabul edilmiş güçlü tasarımlardır. İmajın gücü kendinden önceki duyumlama, düşünme, hoşlanma, değerlendirme, sezme devrelerinin gücünden kaynaklanır. Birçok şairin sıradan imajlar üretmesi, yıllardır tekrar edilen imajları tekrarlaması bu zihnin üretim mekanizmalarını hazırlayan bu devreleri eksik bırakmasından ileri gelmektedir. O hâlde Necip Fazıl büyük bir sezgiye sahiptir, sezdiğini hisleri ile, duyguları ile donatmaktadır, arkasından konuyu aklîleştirmekte, duyumlama ve akabinde imaja çevirmektedir. Mesela: ‘Kaçır beni ahenk, al beni birlik/Artık barınamam gölge varlıkta/Ver cüceye onun olsun şairlik’ imajında evrendeki ahengi hissetmiştir. Bu armoni veya ahenk birçok filozof tarafından aklîleştirilmiş ve ifade ile ortaya konmuştur. Necip Fazıl’ın buradaki farkı, ahengi bir mutlak zevk ile kendini, ‘Mutlak’a taşıyan bir âlete çevirmesidir. Bu onun hoşlanma, duyumlama ünitelerinin gücünden ileri gelmektedir. Filozof veya felsefe hissettiği bir kozmik hakikati beşerin hisleri ile donatamaz, duygusal plânda ona yaklaşamaz. Burada tesbit edilenler âhenk ve birlik denen evrensel tespitlerdir. Ama şair mutlaktan eşyaya yansıyan bu âhenk ve birliği kendini mutlaka taşıması gereken bir imaja dönüştürür. İmaj aklı tatmin ettiği gibi duyguları da kucaklayan bir hakikate döner.”[2] Şahsiyetini meydana getiren bütün bu unsurlar, onun geçmiş ve gelecek arasında inşa ettiği “İdeolocya Örgüsü”nün de bir yansımasıdır. Bu sistem, ‘Büyük Doğu’ idealinin gerçekleşmesi adına en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş değerler manzumesinin, bir aksiyon safhasıdır. “Allah isminin açıkça söylenmesinin yasaklandığı bir dönemde Büyük Doğu milyonlarca kişinin kalplerine sistemli bir ideolojik çalışmanın simgesi olarak yerleşmiştir.”[3] Dergiden Yükselen Ses Büyük Doğu idealini gerçekleştirmek için Necip Fazıl, bu mefkuresine hizmet edecek, onun ismiyle müsemma bir dergi çıkarmayı düşünür. ‘Büyük Doğu Dergisi’ni daha önce çıkarmış olduğu ‘Ağaç’tan farklı bir misyonla yayın hayatına sürer. Büyük Doğu Dergisi; “1943–1978 yılları arasında, çeşitli boyutlarda, aralıklarla, haftalık, günlük, aylık olarak çıkardığı edebî, dinî, fikrî ve siyasî karakterli bir dergidir. Her defasında 1. sayıdan başlamak üzere en süreklisi 122 ve kısa sürelisi 5. sayı olmak üzere on beş defa yayın hayatına girmiştir.”[4] Derginin esin kaynağı ise 1938 yılında yazmış olduğu ve Çile’nin “Dâva ve Cemiyet” bölümüne koyduğu ‘Büyük Doğu Marşı’dır. Necip Fazıl, ‘Büyük Doğu Marşı’ ile “Türk-İslâm düşüncesi doğrultusunda Türk milletinin geleceğine yön tayin ediyor ve hedef gösteriyor. Bu millete tarihinden, kimliğinden, kültüründen hareketle yeniden doğrulup ayağa kalkması ve bütün Türk ve İslâm dünyasını birleştirip Büyük Doğu’yu kurması misyonu yükleniyor.”[5] ‘Büyük Doğu’nun şekillendiği ortam, kendi insanını keyfiyet planında yok etmeye mahkûm bir anlayışla, zihinleri idlâl ediyor; onu değersizleştirerek, kemiyet planında da yok sayıyordu. İşte Necip Fazıl böyle bir dönemde ortaya çıkmış, ‘Büyük Doğu İdeali’ni gerçekleştirme adına da ‘Büyük Doğu Dergisi’ni çıkarmıştır. “Kısakürek siyasi fikirlerini Türkiye’nin ve İslâm dünyasının beklediği kurtarıcıyı ararken oluşturmuştur.(…) …Ona göre Doğu, vahyin ve ruhi değerlerin; her şeyin geldiği yerdir.(…) …Büyük Doğu İdeali, Kısakürek’in siyasi ideolojilere alternatif bir ‘ideolocya’yı İslâm’dan üretmesinin de çerçevesi olmuştur. Kendini kurtaracak İslâmi bir inkılâp bekleyen dünyanın ve İslâm âleminin kurtuluşu ancak bu şekilde mümkün olacaktır. Devleti, toplumu ve bireyi yeniden şekillendirecek bir ideolojya arayışı köyü, kenti, aileyi, okulu, mahkemeleri, sağlığı, sanatı ve orduyu kapsayacak genişliktedir. Kısakürek’in idealindeki ‘Başyücelik Devleti’ dokuz temel prensibe dayanmaktadır: Ruhçuluk, Keyfiyetçilik, Şahsiyetçilik, Ahlakçılık, Milliyetçilik, Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik, Cemiyetçilik, Nizamcılık ve Müdahalecilik.”[6] Muhalif Necip Fazıl, düşüncesi ve aksiyonuyla yaşadığı dönemin muhalifi bir entelektüeldir. O, bu muhalifliğini çıkardığı ‘Büyük Doğu Dergisi’yle yapar. “Bu gâye, ilk vasıtasını Büyük Doğu dergilerinde bulmuş ve daha sonra çok çeşitli zeminlerde şekillenen bir ‘dâvâ hamlesi’yle Cumhuriyet sonrası ‘gerçek muhalefetin’ omurgasını oluşturmuştur.”[7] Onun muhalifliği savunduğu kıymetlerin, bir sistem halinde onun zihninde tasarlanıp, yüksek sesle dile getirilmesinden kaynaklanır. “Büyük Doğu ideali, bütün küreyi topaç gibi sardıktan sonra arş istikametinde yükselen ve adım başı elektrik güneşler ışıldayan altın parke bir caddedir, ezel ebed arası onun nerelerden gelip nerelere gittiği nokta nokta bellidir; ve yine içli dışlı yollarla ihtilâfı, şu veya bu kıvrım, şu veya bu dönemeç farkı değil, bütün bir çıkış ve varış ayrılığıdır.”[8] Zaman zaman dergi, gazete ve mecmua şeklinde çıkan ‘Büyük Doğu’ değişik tarihlerde toplatılmış, muhalif yazılarından dolayı adlî takibe uğrayarak kapatılmıştır. “Büyük Doğu ‘Kaldırımlar Şairi’nden sonra Necip Fazıl’ı tanıtan ikinci bir unvan olmuştur.”[9] ‘Büyük Doğu Dergisi’ ilk zamanlarında, dönemin pek çok şair, yazar ve fikir adamını bünyesinde barındırmıştır. “Büyük Doğu’nun ilk sayılarında da yazar kadrosu hayli kozmopolittir.”[10] Bu dönemde dergi, İslâmî söylemden ziyade üslup sahibi kalemlerin, yazılarını neşrettiği bir yayın organıdır. Dergide yazıları yayımlanan yazarların büyük bir çoğunluğu kendi sahalarının söz sahibi, Türk düşünce ve edebiyatının şekillenmesinde etkin rol olan münevver tabakasıdır. Her ne kadar düşünce itibariyle birbirine zıt yazarlar olsa da ‘Büyük Doğu’ baskı adeti ve ulaştığı çevre itibarıyla oldukça geniş bir okuyucu kesimine hitap etmektedir. ‘Büyük Doğu’ siyasî muhalefet misyonuyla hareket etmeye başladığı andan itibaren de dergiden ayrılmalar başlamıştır. “Özellikle ilk iki dönemde fikri ve siyasi muhtevalı yazılar yanında, felsefi ve edebi yazılar, şiir, hikâye ve sanat yazılarıyla, derginin zengin bir muhtevaya sahip olduğu dikkati çekmektedir. Dergide bu dönemde şiirleriyle Bedri Rahmi Eyuboğlu, Ziya Osman Saba, Sabahattin Kudret Aksal, Fazıl Hüsnü Dağlarca; hikâyeleriyle Sait Faik, Mahmut Yesari, Zahir Güvemli, ve Oktay Akbal; çeşitli yazılarıyla Hüseyin Cahit Yalçın, Burhan Toprak, Fikret Adil, Mustafa Şekip Tunç, Hilmi Ziya Ülken, Salih Murat Uzdilek, Kâzım Nâmi Duru, Salih Zeki Aktay, Nizamettin Nazif, ve Şükrü Baban imzaları görülür.”[11] Fikir Öfkesi Büyük Doğu’nun 2 Kasım 1945 ile 2 Nisan 1948 arasında çıkan 87 sayılık ikinci dönemi, bir dergi olmanın çok ötesinde Necip Fazıl’ın fikir ve öfke halinin aksiyona geçmiş halidir. 5 Mayıs 1944’te yazmış olduğu “Fikir Öfkesi” isimli yazı, onun nasıl bir mihenkle bu sahaya indiğini gösterir. “Fikir öfkesi, düşünüş tarzlarının asabî cihazı, manivelâsı, icra müessiridir. Zihin onun sayesinde dinamizmaya kavuşur, yıldırımlaşır, kudrete erer, cansız bir ölçü kalıbı olmaktan kurtulur. Tek kelimeyle fikir öfkesi, kıymet hükümlerimizin hamle ve irade kaynağı…”[12] Necip Fazıl, ‘Büyük Doğu’yu çıkardığı bu dönemde, dergiyi “Mutlak Hâkimiyet”in kavramsal bir simgesine dönüştürür. Şiirleriyle metafizik âlemin sınırlarını zorlayan nefs muhasebeleriyle kendi ‘ben’ini hınca hınç mıncıklayan, varlık muammasını ancak Allah’a teslim olmakla bulan ve bundan sonraki hayatını O’nun ‘Hâkim’ ve ‘Mutlak’ olan sistemine adayan Necip Fazıl, ‘Büyük Doğu’yu bu dönüşümün içinde inşa etmiştir. “Ahlâkçı vurgular ve arayışların yerini İslâm’la tanımlanan bir toplum tasarımı ve özlemi almıştır.”[13] Bu dönüşümde, makalelerinden tiyatrolarına, hikâyelerinden şiirine kadar kullandığı imajlar onun güçlü bir seziş ve hakikat algısına sahip olduğunun bir göstergesidir. Büyük Doğu Dergisi’nde sistemli bir biçimde çıkan farklı yazılar, bu dönüşümün en büyük iç dinamiğidir. “Derginin özellikle 87 sayı devam eden ikinci yayın dönemi muhteva açısından en zengin olan dönemdir. Felsefe, edebiyat, resim, müzik, plastik sanatlar, tiyatro, sinema ve folklor alanlarında, çoğu, Necip Fazıl’ın da bir süre hocalık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi çevresinden arkadaşı olan hocalar tarafından kaleme alınmış yazıların daha sonra tamamen ortadan kalktığı görülür. Derginin millî ve dinî karakteri 1950’lerden sonra yayımlanan sayılarında çok açık bir şekilde belirginleşir.”[14] Büyük Doğu etrafında Necip Fazıl’ı değerlendiren Orhan Okay şu önemli tespitleri yapar: “1945’den beri çıkan ‘Büyük Doğu’nun bu ikinci devresi benim neslim gibi benden sonrakilerin de zihinlerine, gönüllerine büyük ufuklar açtı. Onun beğendiğim ve beğenmediğim yazıları ve davranışları oldu. Gerek yaşayışındaki, gerekse yazılarındaki bocalayışları, sanatkârlığından, mistikliğinden ve dinî endişelerinden kaynaklanıyor, bu üçünü birbiriyle telif etmeye çalışıyordu. Bir insanın zor taşıyacağı bu üç yükü o, seksen sene, hiç yorulmamış bir zihinle taşıdı.”[15] Büyük Doğu, Cemil Meriç’in ‘Işık Doğudan Gelir’ ifadesinin gerçek ve mecaz anlamlarının çok ötesinde, ‘İslâm Hakikatinin’ bir manifesto haline dönüştürüldüğü, Necip Fazıl’ın şahsî nizamının ve fikir öfkesinin yoğrulduğu bir dergidir. Hayreddin Karaman’ın deyimiyle; “Bu bir meydan okumadır.”[16] Büyük Doğu, ‘Büyük Doğu’ idealini gerçekleştirmek üzere tasarlanmış “dönemim ilk İslâmcı”[17] bir aksiyon dergisidir. “Büyük Doğu; bütüncül bir inancın oluşturduğu görüş ile ölçü dengesinde, bütünlüğünü tamamlayan, dış dünyaya saçak saçak açık olmasına karşılık, içeride muhkem, çevresi sınırsız çokluğu, merkezi tekliği temsilen geçmiş ve gelecek tüm varlık, olgu ve olayları kavrama bilinç ve sorumluluğu içeren düşünce örgülerinin meydana getirdiği âdeta bir estetik yapıdır.”[18] Hür Ufuklar Dönemin fikrî, felsefî, edebî ve siyasî ortamında yerli ama bir o kadarda evrensel olanın “Doğu” kaynaklarından yeniden yoğrulması nizamsızlıkla yoğrulan bir sistemin ana arterlerine ‘İslâm Hakikatini’ zerk etme hamlesidir. “Büyük Doğu’nun kucakladığı ve bütünleştirdiği Şark, vatan sınırları dışında herhangi bir ırk ve coğrafya plânına bağlı değildir. Biz Büyük Doğu’yu, öz vatanımızdan başlayarak, güneşin doğduğu istikameti kurcalayan bir madde ve kemiyet zemininde aramıyoruz. Biz Büyük Doğu’yu vatanımızın bugünkü ve yarınki sınırlarıyla çevrili bir ruh ve keyfiyet plânında arıyoruz. O kendini mekân çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde gerçekleştirmeye talip…”[19] ‘Büyük Doğu’ imansızlık ateşine karşı dönemin zihniyetine fikrî bir başkaldırıdır. “Tam bir fikir sefaletinin, ahlâk faciasının, gençlik ruhunun aç bırakılma gayretlerinin ve ‘Allah ve ahlâktan bahsetmek yasaktır.’ Şeklinde basına tamim gönderecek kadar ileri bir iman buhranının yaşandığı bir zamanda neşredilmeye başlanılan Büyük Doğu, üstlendiği vazifeyi devreler boyunca yılmadan ve göz kırpmadan yerine getirmiştir.”[20] Bu eylem, fikrin Büyük Doğu sayfalarından kelime ve cümle terkipleriyle hareket geçen kıyamın, entelektüel bir sesidir. “Büyük Doğu bir dönüşümün başlangıcıdır düşünce hayatımızda. Ortamın güçlüğü içindeki bir dönüşüm. Bütün olumsuzlukların kuşattığı, sarıp sarmaladığı, yaşama hakkının olmadığı bir zamandadır bu çıkış. Trajik bir hayat, nefes alınamaz bir ortamdır. Hayat trajediler üzerine kurulur. Zamanın güç koşullarında doğar Büyük Doğu. Devlet hayatının getirdiği tek yanlılık, toplumu âdeta kendi ruh dünyasına hapseder, onu içinden çıkılmaz bir handikabın içine sokar. Topluma yabancı düşüncenin ideolojileştiği ve resmîleştiği bir ortamda bir kendine sahip çıkıştır.”[21] Büyü Doğu’nun beşinci sayısında yazmış olduğu bir şiir, Necip Fazıl’ın nasıl bir duruş sergilediğini ortaya koyar. “O gün, ova ufkunda şafak, yelpaze ateş; Birden, karınca yolu, atlılar belirecek. Atlılar put şehrine, hisarlardan girecek… Şehir, Yirminci Asır; insan, ayak üstü leş. O gün tek dost bir fikir; ne sevgili, ne kardeş; Bir akıl gelecek ki, akıllar delirecek. Ve bir devrim, evvelâ yalanı devirecek, Her şey birbirine denk, herkes birbirine eş, Diyecekler. Son buldu asırlar süren güneş! Nefs bir hamal, sırtına tolumu bindirecek. Gökler iki şakkolmuş, müjdeyi bildirecek: Göründü solmayan renk, geldi batmayan güneş!”[22] Sisteminin merkezine “büyük” kelimesinin enva-i çeşit anlamlarının dışında tek ve yüce “bir”e indirgeyen Necip Fazıl, kıstaslarını ‘İlâhî Nizam’ın ahenk ölçülerinden devşirmiştir. Necip Fazıl, ‘Mutlak Güzel’ ve ‘Mutlak Hakikat’ olan ‘Yüce Mevlâ’nın sanatını, bütün ihtişamıyla ortaya koymaya; onun sıfat ve esmalarını külli bir ahengin içinden çıkartıp, üstün ahlak ve nizamın kurucu mantığı içerisinde, “ak sütün içinde ak kılı fark edecek” bir basiret algısıyla göstermeye çalışan bir neferdir. “Üstad, Anadoluculuk idealini benimsediği dönemde, bir gençlik arkadaşı olan Tahsin Banguoğlu’na 1943 yılında, Ankara’da karşılaştığı bir gün şöyle der: ‘Bu dinsiz muhitte(o devrin politikasını tayin edenleri kasteder) yaşayamam der…’ Türk Dil kurumuna başkanlık eden ve Maarif Bakanlığı yapmış olan Prof. Tahsin Banguoğlu’nun o anki intibaını yıllar sonra verdiği bir soruşturma cevabında şöyle ifade ettiğini görüyoruz: ‘Materyalizme karşı bir isyan içindeydi.’ Şu sözlerde bir gerçeğin ifadesidir: ‘Bildiğiniz gibi onun sonraki sanatı dinî içtimaî bir sanat oldu. Bütün şiirleri, yazıları, çıkardığı dergiler aynı çizgi üzerindedir. Materyalist batıyı reddetti, onun bizde uzantısı haline gelmiş olan aydınlar sınıfını hicvetti. Manevî ve dinî esasları müdafaa etti. O asıl sanatkâr kişiliğini ve içtimaî vazifesini bu sahada bulmuştur. Çıkışları sert ve dokunaklı idi. Bu yüzden defalarca mahkûm oldu. Çıkışları sert ve dokunaklı idi. Ölümünden sonra hakkında tanınmış kalemlerce de çok şey yazıldı. Ama bana öyle geldi ki, onun edebiyat ve kültür tarihimizde yer alacak asıl adı, gereği gibi yerine konamadı: Materyalizme karşı isyan şairi.’ (Necip Fazıl Armağanı-Suffe Kültür Sanat Yıllığı, 1984) Pozitivist eğitimin sonucu olarak, Cumhuriyetin ilk neslinden beri materyalist telakkilere itilen ve yükselebilmek için dinimizden fedakârlığa ve hatta kopmaya zorlanan çağdaş Türk aydınları arasında bu resmî ideolojiye ilk isyan eden sanatçı Necip Fazıl’dır.”[23] Ruh Irmakları Büyük Doğu’nun dördüncü sayısında bu ideali şu şekilde ifade eder: “Gençler! Yepyeni bir nesil yuğurmak borcundayız! Potinin burnundaki çividen saçının en üst teline kadar, yepyeni, dipdiri, mâziye doğru hiçbir örneği olmayan, görülmemiş bir zarafet, dikkat, heybet, hâkimiyet pırıltadıcı bir nesil… Dışından güneş gibi aydınlık bu neslin bütün nuru içinden gelecektir. O nurun ismi de, olanca saffet ve asliyetiyle Müslümanlıktır. Bu nesil için örnek, bütün ruhu ve ahlâkiyle özbeöz ‘sahabî’, Peygamber sohbetine ermiş büyük bağlıların her halidir. Ve onlardan sonra Müslümanlığın fert ve cemiyet halinde gidişi, aslî örneğe uygunluk veya uygunsuzluk bakımından koca bir muhasebe dâvasıdır.”[24] Fikir çilesinin yüreğini bir ateş gibi dağladığı, beyin cidarlarının zonk zonkladığı, yüz hatlarının keskinleştiği bu adam; azabına tutulduğu kıymetler hazinesini, bir ömür savunmaktan geri durmamıştır. Necip Fazıl, çilesini çektiği fikrin, meydana getirdiği ruh ihtilaçlarını, bir kıymık gibi beyninde taşımış; hasretle beklediği dünyanın rüyasını her an görmeye çalışmıştır. ‘Büyük Doğu’ bu ideal içerisindeki fikrin aksiyona geçmiş bir öfke hali, dönemin cebrî dayatmalarına karşı dik duruş sergileyen, bir bakıma Necip Fazıl’ın kimliğiyle özdeş, içe doğru ruhçu, dışa doğru, fütuhatçı bir dergi olmuştur. Kibar Ayaydın, Büyük Doğu dergisini inceleyip değerlendirdi... [1]- Mustafa Miyasoğlu; Necip Fazıl Kısakürek, Genişletilmiş 5. Baskı, Akçağ Yayınları, Ankara 2009, s.206 [2] -Himmet uç, “Bir Estetik Kategori Olarak Mutlak ve Necip Fazıl’ın Mutlakçı Şiiri Sanatçı Mizacı ve Necip Fazıl”, Yedi İklim Dergisi, Mayıs 2005, Sayı:182, s.38 [3]- Dr. Azza el Sawi; “Necip Fazıl’ın Kısakürek’in İslâmî Düşüncesi”, Necip Fazıl Armağanı, Hazırlayan: Mustafa Miyasoğlu, Marifet Yayınları, İstanbul 1996, s.54 [4] -M. Orhan Okay; Necip Fazıl Kısakürek, Şûle Yayınları, 3.Baskı, İstanbul 2003, s.22 [5] -Nurullah Çetin; Şiir Tahlilleri-1, Öncü Kitap, Ankara 2008, s.117/118 [6] -Burhanettin Duran; “Kısakürek’in Siyasi Fikirleri Üzerine Bir Değerlendirme”, Hece Dergisi, Sayı: 97,Ocak 2005, s.77/80/81 [7] -Suta Ak; “Bir İdeâlin Siyasî Aksiyon Ocağı: Büyük Doğu Cemiyeti”, Yedi İklim Dergisi, Mayıs 2005, Sayı:182, s.121 [8]-Necip Fazıl Kısakürek; Büyük Doğu Dergisi, 21. Yıl, Sayı: 7, 11 Kasım 1964, s.10 [9]-Orhan Okay; “Büyük Doğu”,TDV İslâm Ansiklopedisi, C.6, İstanbul 1992, s.514 [10]-Ahmet Oktay; Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı (1923–1950), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993, s.991 [11] -Abdullah Uçman; “Necip Fazıl’ın Çıkardığı Dergiler”, Kitaplık Dergisi, Sayı:50, Kasım-Aralık 2001, s.192 [12]- Necip Fazıl; Hücûm ve Polemik”, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1992, s.43 [13] -Levent Cantek; “Büyük Doğu”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce-Muhafazakârlık- Cilt: 5, 3.Baskı, İstanbul 2006,s.647 [14] -Abdullah Uçman; “Necip Fazıl’ın Çıkardığı Dergiler”, Kitaplık Dergisi, Sayı:50, Kasım-Aralık 2001, s.192 [15]-Orhan Okay; Silik Fotoğraflar, Ötüken Yayınları, İstanbul 2001, s.121 [16]-Hayreddin Karaman; Türk Düşünce Hayatı, Hazırlayan: Muharrem Sevil, Hece Yayınları, Ankara 2006, s.147 [17] -Cemil Koçak; “Türk Milliyetçiliğinin İslâm’la Buluşması Büyük Doğu”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce -Milliyetçilik- Cilt: 4, 3.Baskı, İstanbul 2008, s. 602 [18]-İsmail Kıllıoğlu; “Bir Şairin Tarih Filozofu Olarak Portresi:Büyük Doğu”, Yedi İklim Dergisi, Sayı: 182, Mayıs 2005, s.28 [19] -Necip Fazıl Kısakürek; İdeolojya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, 5.Basım İstanbul 1986, s.8 [20] -Hüseyin Arı; “Çile Yumağı”, İslâmî Edebiyat, Sayı:41, Eylül-Ekim-Kasım 2005, s.30 [21]-Ali Haydar Haksal; Necip Fazıl Kısakürek Büyük Doğu Irmağı, İnsan Yayınları, İstanbul 2007, s.122/125 [22] -Necip Fazıl Kısakürek; Büyük Doğu Dergisi, Sayı:5, 28 Ekim 1964, s.3 [23]- Mustafa Miyasoğlu; Necip Fazıl Kısakürek, Genişletilmiş 5. Baskı, Akçağ Yayınları, Ankara 2009, s.144/145 [24] -Necip Fazıl Kısakürek; Büyük Doğu Dergisi, Sayı:4, 21 Ekim 1964, s.6 * 'Değirmen' dergisi, 100 yılın dergileri özel sayısı
  7. NECİP FAZIL'IN RUH COĞRAFYASI... Yazar Sadettin KAPLAN [email protected] Necip Fazıl’ın hayatını ve eserlerini incelemeye kalkanlar; nasıl bir sahrada kaybolduklarını kısa bir süre sonra fark ederler... Onun hayatındaki iniş-çıkışlar, keskin dönemeçler ve sahradaki serap misali görünüp kayboluşları arasında kendilerini kaybederler. Biz bu hükme, «Beş Şair» adlı nâçiz kitabımızı hazırlarken varmıştık... Onun şiir ve fikirlerinin izlediği merhaleler, nesirlerindeki kelime dizilişleri, tiyatro eserlerinde kahramanlarına söylettiği alev gibi tiratlar, tasavvufî tevâzuu, dostları ve dostluklarıyla apansız şahlanan tekebbürü; özüne mahsus bir yaratılışın ifadeleridir. Böylesi bir fikrî lâbirent içinde, denilebilir ki; onu en iyi anlatan yine odur... Yazılarında, tevâzuun kadife tülüne sardığı tekebbür, genellikle hayranları tarafından hoş görülür ve hattâ ona yakıştırılır. Bir sohbette, bu durumu sorduğum rahmetli Ahmet KABAKLI, gülümseyerek; “Haklısın, ama o kendine güvenin bir başka tezâhürü olan tatlı kibir de üstâda yakışıyordu.” demişti... Henüz 35 yaşında iken 1939 seçimlerinde kendisine gösterilen teveccüh, kendi ifadesiyle şöyledir: “Para piyesinin sahneye konulacağı sıralarda «Mistik Şair»i kabul eden, sohbetlerinden haz duyan (...) Başvekil Refik SAYDAM, açık birkaç mebusluk için gösterdiği namzetler arasına «Mistik Şair»i de katmış, fakat ve çok şükür, «Millî Şef» tarafından listenin başındaki ismi kırmızı kalemle çizilerek, o zamanki meclise göre, düğmeye basanın elinde bir rey makinesi olmaktan kurtarılmıştır. 1941 seçimlerinde aynı işi «Mistik Şair»e Parti Genel Sekreteri Memduh Şevket ESENDAL yapıyor. Birtakım hikâyeler yazmış ve «Mistik Şair»in amcalarından eski İttihat ve Terakki kodamanı Kara Kemal’in yetiştirmesi olan Memduh Şevket, onu, namzetler listesine alıyor, fakat ismi yine çiziliyor ve o anda huzûr-i hümâyunda bulunan Hasan Âlî gûyâ şu lâfı ediyor: «Kürsüye çıkınca nereye kadar varacağı belli olmayan tek adam!..» Ve böylece «Mistik Şair», bağlı olduğu yolun rûhâniyetiyle sırf ilâhî hıfz hâlinde masûn ve «Büyük Doğu»ya doğru yol almakta serbest kalmış oluyor.”2 İkbâlini engellediğini belirttiği Hasan Âlî YÜCEL ve «İlâhî hıfz hâlinde masûn» olmanın lutfuyla «Millî Şef’in rey makinesi» olmaktan kurtulan üstâdın, nedense onlardan kurtulamadığını, yine onun ifadelerinden anlıyoruz: “Evlendikten sonra Vaniköyü’nde «leb-i derya» dedikleri, suyla toprağın öpüştüğü çizgi üzerinde bir yalıyı mekân edinmiş, deniz şırıltısı, martı kuşu gakgakları ve «Şirket-i Hayriye» vapurlarının düdük sesleri arasında, şehir homurdanmalarından uzak, kitaplarına abanmış ve Büyük Doğu plânına dalmış, oturuyor. Öğle yemeğine davet ettiği Maarif Vekili Hasan Âlî YÜCEL, yanında Vekâlet Müfettişi Osman, yalıda... Sâbık şairin annesi gayet nâdîde yemekler hazırlamış ve onları Beylerbeyi’ndeki yalısından sandalla Vaniköyü’ne göndermiştir. Yemekler Hasan Âlî’nin o kadar hoşuna gidiyor ki, o sırada Florya köşkünde bulunan İnönü’ye tattırılmak üzere bir sefertası içinde onlardan birer miktar rica ediyor. Hemen takdim...”3 Ziyaret ve ziyafetlerle sürüp giden bu dostluklar; araya fizikî mesafeler girse bile, gönüller arası mesafeler açılmadığından mektuplarla sürüp gitmektedir. O zamanlar nicedir Abdülhakim Arvâsî’ye intisab etmiş olan Necip Fazıl’a Hasan Âlî’nin Maarif Vekâleti başlıklı mektubu; kadîm bir dostluğun ve gönül açmanın güzel bir ifadesi olarak kabul edilmelidir: “T. C. MAARİF VEKİLLİĞİ HUSUSÎ 26.05.1941 Kardeşim, Maalesef İstanbul’da sizinle konuşmaya müsait bir zaman bulamadım. Doğru olduğunu bildiğimiz ve iyi yaptığımıza inandığımız işlerde memleket efkârı umumiyesine ve onun mâkesi olan vicdanlarımıza hesap vermekten başka bir vazife tanımıyoruz. Bununla müteselliyiz. Gözlerinizi öperim kardeşim. İmza: Yücel”4 Necip Fazıl, Millî Şef iktidarının neredeyse her döneminde bir şekilde öncüdür, öndedir ve yönlendirici bir görev üstlenmiştir. O dönemde eserlerini, özellikle tiyatro eserlerini rahat yazabilsin diye banka müfettişliği gibi hizmetlerle, kendisine rahat çalışabileceği Zonguldak gibi İstanbul-Ankara dışındaki sakin çalışma ortamları ve imkânları sağlanmıştır. Demokrat Parti ile bir süre anlaşamamış ve uzak durmuşsa da; ünlü İzmir nutkundan sonra Menderes’i «Zeybek» diye anacak kadar onun muhibbi olmuştur. Ancak, başta da belirttiğimiz gibi bütün bu gel-gitler; sanatı «çelik-çomak»tan ayırıp, «Allâh’ı aramak» uğruna «Büyük Doğu» yolunun engebeleri üzerinden tekerleği tümseğe çıkarmak içindir... Bu uğurda katlanmadığı fedâkârlık, uğramadığı haksızlık kalmamıştır. Bu da onun bitmeyen «Çile»sidir... 1960 İhtilâli’nden sonra kurulan Yassıada Mahkemesinde, «Örtülü Ödenek Dâvâsı»na şahit sıfatıyla çağrılan ama bir sanık gibi muamele gören Necip Fazıl, o dönemin yanlı basını tarafından da hak etmediği bir zemine çekilerek, hakarete varan ifadelerle hırpalanmıştır... “Örtülü Ödenek Dâvâsı zabıtlarına göre; Peyami SAFA, Türk Düşüncesi dergisi için, 25 bini derginin kuruluş masrafı, 24 bini de abone bedeli olmak üzere sekiz yılda toplam 49 bin lira almıştır. Burhan BELGE’nin 1950-1957 yılları arasında her ay muntazaman beş yüz lira aldığı, milletvekili seçildikten sonra da kendisine bir defaya mahsus olmak üzere üç bin lira ödendiği kayıtlara geçmiştir. Yusuf Ziya ORTAÇ’la Orhan Seyfi ORHON’a Akbaba’yı tekrar çıkarmaları için 25 bin lira, Midhat PERİN’e ise 15 bin lira verilmiş. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu için aldığı paraya gelince: Toplam 147 bin lira. Önceleri CHP’nin bir devamı olarak gördüğü için uzak durduğu Demokrat Parti’ye, Menderes’in meşhur İzmir nutkundan sonra yakınlık hissetmeye başlayan Necip Fazıl, «Zeybek» diye andığı Başbakanla ilk defa 1952 yılında görüşmüş ve Büyük Doğu’yu yeniden ve günlük gazete olarak çıkarmak amacıyla örtülü ödenekten yardım almayı başarmıştı. Ancak önce ünlü masonları deşifre ettiği bir yazı dizisi, daha sonra da Ahmet Emin YALMAN’a düzenlenen sûikast sebebiyle ilişkileri bozulmuştur. Bu inişli-çıkışlı ve sancılı ilişki sırasında Necip Fazıl’ın Adnan MENDERES’e yazdığı mektuplar, Doç. Dr. Alaattin KARACA tarafından Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde bulunarak yayımlandı: Necip Fazıl-Adnan MENDERES İlişkisi: Mektuplarla ve Belgelerle (Lotus Yayınları, İstanbul 2009). Bunlardan; «Pek muazzez efendim» hitabıyla başlayan mektubun son cümlesi, Necip Fazıl’ın Menderes’e bağlılığının derecesini göstermesi bakımından dikkat çekicidir: «Ellerinizden, dudaklarımı derinize yapıştıracak ve hiç ayırmayacak bir hararet ve merbûtiyetle öperim.» (...) Karaca’nın kitabında, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’yu çıkarmak için nasıl bir mücadele verdiği, Adnan MENDERES’le ilişkilerinin nasıl seyrettiği, hangi engellerle karşılaştığı ilh. arşiv belgelerine (mektup, rapor...) dayanılarak anlatılıyor. Necip Fazıl biyografisine ciddî bir katkı sağlayan Necip Fazıl-Adnan MENDERES ilişkisini Emine Gürsoy NASKALİ’nin Örtülü Ödenek Dâvâsı (Kitabevi Yayınları, İstanbul 2005) adlı kitabıyla birlikte okumakta fayda var.”5 Geçmiş zamanın gökyüzünde beliren nisyan bulutları, gerçeğin gün ışığını perdeleyebilir. Şüphesiz ki, her şey kendi zamanı ve şartları içinde düşünülmeli ve değerlendirilmelidir... *** İşte bu kadar... Nasıl ama? Bu satırların altı çizilmez mi?.. Herkes bu satırlardan kendi görüş ve meşrebince anlamlar çıkaracaktır elbette... Bizim görüşümüz mü? Tatildeyiz biz... Önemli olan bu satırların altını çizmek değil mi?.. Doğrusunu söylemek gerekirse, aklımızın almadığı bir şey var. «Millî Şef» dönemiyle kavgalı ve taban tabana zıt görüşte olan veya olduğu söylenen rahmetli Necip Fazıl KISAKÜREK, (kendi ifadesinden anladığımız kadarıyla) o dönemde bu minval üzereyken; (Necip Fazıl ile zıt görüşte olması hasebiyle; İnönü, Hasan Âlî ve kısaca o dönem iktidarıyla barışık olması gereken) Nazım Hikmet RAN hapistedir... Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ve «Menderes Affı» ile Nazım Hikmet hapisten çıkarken, bir şekilde Necip Fazıl içeri giriyor... _____________________ 1 Beş Şair, (Tevfik Fikret, Mehmed Âkif, Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Necip Fazıl), Saka Yayınları, (5112923). 2 Bâbıâli, Necip Fazıl KISAKÜREK, 2. Baskı, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1976, s. 272. 3 a.g.e., s. 275. 4 Necip Fazıl’a Gelen Mektuplar... 5 «Pek Muazzez Efendim», Beşir AYVAZOĞLU, köşe yazısı, Zaman Gazetesi, 30 Nisan 2009 Perşembe. - See more at: http://www.yuzaki.com/content/view/2073/38/#sthash.Ohoy7zMK.dpuf
  8. Cemaat yanlış yapıyor! 19 Aralık 2013 Perşembe 00:13 , Bu macera cemaatin sonu olur.. Göreceksiniz iktidar bu işten güçlenerek çıkar. Kendi içindeki bir takım yiyici, ahlaksızlara karşı da parti bir arınma hamlesi yapar.. Bana kalırsa bir musibet, bin nasihatten daha iyidir.. Belirledikleri adayları bile, bu olaydan sonra bir daha gözden geçirip, uçkuruna, kesesine düşkün, makam hırsı ile çevresini kırım geçiren bir takım adamları aday listesinden ayıklasa ne iyi eder.. Koca bir dava, üç beş geri zekalının para makam ve kadın ihtirasına kurban edilemez! Unutmamak gerekir ki, çınar ağacının işini bitiren yumuşakça bir kurtçuktur.. Cemaatin elinde yolsuzluk dosyaları var. Cemaatin elinde kasetler var. Cemaatin elinde üzerinde ‘çalışılmış’ başka dosyalar da var.. Cemaatin hedefinde İHH, Özgürder var.. Cemaat AK Parti’yi, daha doğrusu Erdoğan’ı Fidan’ı, İHH’yı terörle ilişkilendirmek isteyecek.. Bu iş için çalışan 100’den fazla kişiden oluşan bir ekip var. MOSSAD, CIA, MI5 hepsi işin içinde.. Tabi klonlanan emniyet istihbarat arşivleri de.. İşin içinde bizim malum sermaye grubu da var, localar da.. Kemalist ulusalcılar da.. Haberal çıktı, düşman kardeşlerin arasını buldu.. Bu işin Kızılı, Yeşili yok.. Kemalizm her an kılık değiştirebilir ve bulunduğu ortama uyum sağlayarak kendini yeniden varedebilir.. Bu köşenin okurları, bu senaryoları 6 ay önce, 2 ay önce de okumuşlardı.. Planda 50 kadar milletvekilini istifa ettirip, arkasından 40 kadar hakkında kaset bulunan milletvekilini şantajla kendi yanlarına alarak, AK Parti’yi iktidardan düşürüp, kendi aralarında bir CHP, MHP, yeni oluşum hükümeti kurup, yerel seçimleri erteleyip, Cumhurbaşkanı seçimi ile birlikte belediye ve milletvekili seçimlerini birlikte yaparak AK Parti’yi bitirme planı da masaya konmuştu. Bu iş burada bitmeyecek. Bu “topyekûn bir saldırı”. Allah korusun, nokta hedeflere yönelik terör olayları da gündeme gelebilir.. Azınlıklar konusuna dikkat etmek gerek.. Dersane olayı, geniş kitleleri arkalarına almak için onlara göre iyi bir fırsattı. Bütün dersane öğrencilerini cemaatin adamı gibi göstermeye çalıştılar ama olmadı.. Bu atakları, dersane konusundaki gerçek niyetlerini ortaya koydu.. Türkiye uluslararası bir komplo ile karşı karşıya.. Bu işin içinde herkes var.. Tek bir cemaat yok onu da belirteyim.. Para ve kadın, makam açlığı, bastırılmış ihtiraslar, sadece iktidar için geçerli değil.. Bu ihtiraslar nice davaları içinden çürütmüştür. Cemaat da kendi içine baksın.. Bu kadar, iktidar ve para hırsının yanıbaşında başka zehirli mantarlarda boy vermiş olabilir.. Cemaat topluluklarının para-menfaat ilişkileri de sütten çıkmış ak kaşık değil.. İşin aslı ne biliyor musunuz, batının İslam’ı ve müslümanları dönüştürme çabası.. Bizi Tom amcalaştırmak istiyorlar. Batı değerleri, çıkarları ve güvenliği için risk ve tehdit oluşturmayan bir İslam anlayışının misyonerliğini yapmak.. Bunun adı “Euro İslam”.. Demokratik bir çeşni.. İslam içinde bir protestanlık örgütlenebilir mi? Mesela homoseksüel ve lezbiyenler kendi camilerini, dergahlarını açabilirler mi? Bu tartışmalara kapı aralayacak bir süreç başlatmak istiyorlar. Alameti farikaları yokedilmiş bir İslam anlayışı.. Bunu daha önce okulla yapmaya çalıştılar. “Bu din benim denim değildir” diye bir kitabım var, bunu anlatan. İmam Hatiplere Menderes döneminde Kırby raporu ile hangi maksatla desteklendiğini biliyor mu idiniz.. Bu iddialarından hiç vazgeçmediler.. Refahyol hükümeti de aslında Tansu Çiller’in hidayeti ile ilgili bir proje değildi.. Cemaat de, bu projenin bir parçası bugün.. Cemaat sanki New Age İslamic Society gibi bir hareket.. İşin içinde bir de Mehdilik var, referansını Sikke-i Gaybiye dayandıran.. Mehdi demokrasisi.. “Hoşgörü” dedikleri şey bu son olaylar gösterdi ki, makyaj malzemesi imiş. Otorite de Erdoğan değil sadece İsrail mi.. Hani Sisi’ye itaat eden, Mursi’ye karşı çıkan Ezher şeyhi gibi.. Niye bu kadar ülkede örgütlenmeye çalıştıkları da şimdi daha iyi anlaşılıyor. Bu yeni İslam anlayışının eğitim merkezlerini açmak için örgütlenmişler.. Bu iş bu Saint Benoit, ya da Saint Joseph, ya da Amerikan Kolejleri gibi bir proje.. Daha çok da Oppus Dei’yi hatırlatıyor, bu açıdan bakınca.. Bu projenin sahipleri, Suudi Arabistan üzerinden Vehhabilik, İran üzerinden Şiilik planları ile, Sufi, Selefi, Şii kavgası çıkartmaya çalışıyorlar.. Yapmak istedikleri şu: Müslümanları küçük küçük topluluklara bölerek atomize etmek, Burada destekledikleri güçlü bir akımı Türkiye üzerinden İslam dünyasına pazarlamak, bu grupları birbirine karşı kışkırtarak, aralarında fıkhi tartışmalar çıkartarak bunları notralize etmek ve dışarıdan bakan insanlar için, İslam’ın hızla yayılmasını önlemek için kitleleri İslam konusunda agnostic hale, yani neye inanacağını bilmez hale getirmek.. Mehdilik tartışmalarına hazır olun.. Özellikle Sünni ve Şii dünyasını “Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’in oğlu olup olmadığı” gibi fasit tartışmalarla Müslümanların akılları çelinmeye çalışılabilir.. Olay, sadece AK Parti meselesi değil.. Bütün İslam dünyasına yönelik bir komplo ile karşı karşıyayız.. Emniyet İstihbaratındaki cemaatçı abiler, keşke bir de işin bu yönünü takibe alsalar.. Bu komplo Türkiye üzerinden yönetileceği için Cemaat iktidarda etkin rol istiyor. Zaten Erdoğan’a iktidar yolu açılırken, Baykal’ın Cumhurbaşkanlığı düşünülüyordu. Cemaat da bürokrasiye hakim olacaktı.. Bu işin içinde Baykal da var, Koç da anlayacağınız.. Tekrar söylüyorum, bu ilişkiler içinde tek bir cemaat yok.. Ve bunların kadrosunda Şeyh de var Fahişede.. Proje, madem Kur’an’ı ellerinden alamıyorsunuz, Müslümanların din algısını değiştirin ve değişimi kabul edenleri destekleyin, ötekileri atomize edin, dışlayın, birbirine karşı kışkırtın ve nötralize edin. Suriye’deki muhalefetin dağınıklığı da aslında bunun bir yansımasından başka bir şey değil.. Notralizasyon kadrosunda yer alacak farklı dini grupların eğitim kampına döndü Suriye.. Yani bu olay Türkiye’de başlayıp biten bir olay değil.. Bunu bilelim. Dikkatli olalım. Dikkat: “Ağuyu altın tas içre sunarlar, bal da onun suç ortağı..” “Şeytan sizi Kur’an’la aldatmasın!” Selam ve dua ile..
  9. Selamun aleykum, bir fikrim var. Vaktimi henüz esnetebildim ve uzun zamandır izlemek istediğim ama ertelediğim filmi sonunda izledim. Hangisi mi; "Kaplumbağalar da Uçar" Ruhum sarsıldı desem mübalağa etmiş olmam. Irak'a Amerika'nın girmesi, sosyal hayatta uyandırdığı etki ve bu savaş coğrafyasına en fazla da çocuk tarafını görüyorsunuz. Gözyaşlarımı tutamadım. Harika bir İran filmi. Düşümdüm ki bence sizler de izlemelisiniz hatta beraber kritiğini yapacağımız bir film listesi oluşturalım. Fikirlerinizi, değerlendirmelerinizi önemsiyorum. Bu hususta bayağı istifade edebileceğimi düşünüyorum. Pek film kültürüm yoktur ama İran filmlerinin sosyal içerikli mesajları duygu dünyamı sarsar elime verir. Açıkçası sizler de sevin, haberdar olun isterim. Bence fazla vakit almadan azami 2 saati bulacak muhtevası bizim alaka ve fikir seviyemize uyacak filmler saptayalım ve bence bu faaliyetimize başlayalım. Keyifli olur hem. Sizlerde kabul ederseniz, yani eder misiniz? İlk filmimiz bu olsun. Boş vaktini değerlendirmek isteyene güzel bir kılavuz çıkarabiliriz, bu film kritiklerimizle.. Düşüncelerinizi bekliyorum olacağım. sevgiler
  10. mumin

    O Zeybek

    Ölümü ile binbir öldügümüz merhum sehit Menderes basbakanımızın asılmasının vuku bulduğu gundeyiz. Kabri nur olsun, Efendimiz'e komsu olsun insallah. Hala yureğımizde sızısıni duydugumuz tarihimizın elim vakasi. Birer fatiha ihlas ırsal edelim dostlar. Ve neler yapmamiz gerektiğini vatanimiz ve milletimiz namina bir kere daha mulahaza edelim. Vesselam
  11. ZEHRA ONAT - İSTANBUL Büyük Doğu Yayınları, Üstad'ın bütün yazı serüvenini ortaya koyan Necip Fazıl Kısakürek Bibliyografyası'nı yayımladı. 500 sayfayı aşkın kitap, basılmış kitapları ve Büyük Doğu dergisi fihristinin yanı sıra Necip Fazıl'ın başka dergi ve gazetelerde yayımlanmış tüm yazı, tercüme ve röportajlarını yayınlandıkları yer ve tarihleriyle tespit ediyor. Necip Fazıl Kısakürek, daha çok bir şair ve fikir adamı olarak bilinse de aslında edebiyatın hemen her türünde eser vermiş üretken kalemlerden biri. Şiirleri dışında roman, hikâye, hatıra, tiyatro, biyografi, hitabet, monografi, inceleme gibi pek çok türde esere imza atan Necip Fazıl, gazete ve dergilerde de binlerce makale ve fıkra kaleme aldı. Büyük Doğu Yayınları şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı “Necip Fazıl Bibliyografyası”nı yayımlayarak, Üstad’ın bu geniş ve zengin yazı coğrafyasının boyutlarını ortaya çıkardı. Suat Ak’ın hazırladığı kitapta Necip Fazıl Kısakürek’in dergi ve gazetelerde yayımlanmış bütün yazıları, tercümeleri, İslam büyüklerinden yapmış olduğu sadeleştirmeler ve kendisiyle yapılan röportajlar, yayınlandıkları yer ve tarihleriyle birlikte yer alıyor. Necip Fazıl Bibliyografyası, 500’ü aşkın sayfadan oluşuyor ve üç ana bölümü içeriyor. İlk bölüm Kısakürek’in Yeni Mecmua, Mihrab, Anadolu Mecmuası, Akbaba, Hayat Mecmuası, Cumhuriyet Gazetesi, Muhit Dergisi, Varlık Dergisi, Türk Tiyatro Dergisi, Bugün Gazetesi, Bâbıâli’de Sabah, Milli Gazete, Tercüman Gazetesi, Sabah Gazetesi ve Türk Edebiyatı Dergisi gibi gazete ve dergilerde yer alan yazılarının indeksini içeriyor. İkinci bölüm, Büyük Doğu Dergisi’nin çıktığı ilk günden son yayım tarihine kadar, yani 1943 ile 1978 yılları arasında yayımlanmış 555 sayının fihristinden oluşuyor. Üçüncü ve son bölümde ise Necip Fazıl’ın röportajları, eser tefrikaları ve basılmış kitaplarının indeksi ile ülkenin birçok yerinde vermiş olduğu hitabe ve konferansların konu, yer ve tarih cetveli bulunuyor. DEDEKTİF X BİR, AKIL HOCASI, ADIDEĞMEZ, PERTAVSIZ... Necip Fazıl’ın hayli uzun ve şaşırtıcı bir yazı hayatı var. İlk şiirlerini yayımladığı 1923’ten vefat tarihi olan 1983’e kadar 60 yıl çok sayıda dergi ve gazetede yazı ve şiir kaleme aldı, Ramazan sayfaları hazırladı. Gazetelerde eserlerinin tefrikası yapıldı. Kendisinin çıkardığı Ağaç (1936), Borazan (1947) ve Büyük Doğu (1943-1978) dergilerinde yüzlerce yazısı yayımlandı. Kendisiyle yapılan röportajlar, mahkeme müdafaaları ve şehir şehir dolaşarak verdiği konferanslar da onun yazı ve fikir hayatının bir başka cephesini ortaya koyuyor. Bu renkli ve verimli yazı hayatında Necip Fazıl’ın birçok müstear isim de kullandığı görülüyor. Suat Ak’ın belirlemesine göre Üstad; Be-De, M.K, İstanbul Çocuğu, Dilci, Tetkikçi, Yazan:?, Dedektif X Bir, Adıdeğmez, Bankacı, Zabıt Kâtibi, İsmini Vermiyen Prof., Akıl Hocası, Kulak Misafiri, İstanbullu, Üçyıldız, Lâedri, Pertavsız, Muhasebeci, Özcü, Gözcü, M. Sarıçizmeli, Muhbir, Gariboğlu, Mürid, Müstensih gibi çok sayıda müstear isim kullanmış. Kitapta onun, yazılarında Neslihan Kısakürek, Ali Rıza Pişkin, Behçet Bağdatlıoğlu, Şakir Üçışık, Ömer Karagül, Zahir Güvemli, Abdurrahim Zapsu, Ahmet Semiz, Salih Güler gibi şahıs isimlerini kullandığı bilgisine de yer veriliyor. Üstad’ın bütün fikri üretiminin serüvenini ve yazı coğrafyasının genişliğini ortaya koyan bibliyografya, adeta düşünceye ve yazıya adanmış bereketli bir ömrün semeresini gözler önüne seriyor. Necip Fazıl Bibliyografyası, Necip Fazıl Kısakürek’in fikir ve yazı dünyası üzerine çalışacak araştırmacılar için önemli bir kılavuz niteliğinde. Zaman
  12. Yanılmıyorsam Konya'da, Ustad'ın konferansı vardı. Konferans bittikten sonra Ustad bir arkadasimizdan Konya'da kalmasını istiyor. O ise, 'ben sizin parcanızım' deyip duruyordu. Ustad şu ilginç cevabı verdi ' madem ki parçamsinö kal!
  13. Büyük Doğu yani “Doğunun doğuşu”. “Rüzgardan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ruhani ve ince bir sefer” ediş hali. “Büyük Doğu, İslamiyet’in emir subaylığı…” “Büyük Doğu, İslam içerisinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı…” Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyet’e yol açma geçidi; ve O’nu eşya ve hadiselere tatbik etme işi…”[1] Bu durumda Büyük Doğu bir keşf-i kadimdir. Allah Resulü’nden (s.a.v.) günümüze kadar intikal eden İslami anlayışın keşif ve tatbikinden ibarettir.Bidayeti Mevcut haliyle Büyük Doğu, İslam’ın zuhuruyla başlar. Mazrufunu sahabenin mücadele tarzı doldurmaktadır. Tarih içerisinde görülen Büyük Doğu’nun sahabe devrinden tek farkı zarf değişikliğidir. Fakat zarf, mazrufa (sahabe devrine) nispetle kendini kıymetlendirirken “köle, bir emir subayı” olduğuna vurgu yapar. Yani Allah Resulü (s.a.v.) ve sahabeden intikal eden manaya bağlı kalmak Büyük Doğu’nun esasını teşkil eder. İlkeleri Büyük Doğu’nun mazrufunda pazarlıksız iman, tefekkür, amel ve dava şuuru vardır. Orada “iman” her şeyden öndedir. Mümin, tefekkürden önce “Ne getirdin, götürdün bildirdinse amenna” deme bahtiyarlığına erer. Tefekkür, iman ettikten sonra başlar ve Allah’ın zatı dışında her şeyi kapsamı içerisine alır. Amel imandan sonra gelir ve “salih” olabilmesi için de İslam’ın belirlediği esaslar çerçevesinde kıymetlendirilir. Bütün bunların neticesinde müminde gözünü kırpmadan her şeyini feda edebilecek bir dava ruhu tezahür eder. Sahabe imanla başlayıp dava şuuru ile kemale eren meratibi en güzel şekilde ortaya koyan insanlık tarihinin en muazzez kuşağıdır. İslam’a teslimiyetlerinde yanlışı tayin etmenin müessisi felsefenin en küçük bir tesiri yoktur. İman noktasında ki teslimiyetlerini muşahhas hale getirebilmek için şöyle bir örnek verilebilir: “Allah Resulü (s.a.v.) bir bedeviden at satın alır. Atın parasını ödemesi için bedeviye kendisini takip etmesini söyler. Allah Resulü (s.a.v.) hızlı, bedevi ise yavaş bir şekilde yürür. Yol boyu insanlar bedeviye atı satması için fiyat teklif ederler. Yeni müşteriler, Allah Resulü’nün atı satın aldığından habersiz halde bedevi ile pazarlığa başlarlar. Bedevi, Efendimiz’i (s.a.v.) çağırıp “eğer bu atı satın alırsan al, aksi takdirde onu satıyorum.” der. Bedevinin ifadelerini duyan Allah Resulü (s.a.v.) “ben senden onu satın almadım mı?” diye sorar. Bedevi: - Hayır! Vallahi ben onu sana satmadım. - Bilakis ben onu senden satın aldım. - Aldığına dair şahit getir. Bedevi ile Allah Resulü’nün (s.a.v.) konuşmasına tanıklık eden sahabilerden Huzeyme b. Sabit (r.a.) atın sahibine: “Şehadet ederim ki sen atı Allah Resulü’ne sattın.” der. Hadise üzerine Allah Resulü (s.a.v.) Huzeyme’ye yönelip “Neye göre şehadet ediyorsun?” diye sorar. Huzeyme: - Senin tasdikinle Ya Rasulellah. [2] - Huzeyme kime şehadet ederse tek başına onun şehadeti yeterli olur.[3] Huzeyme b. Sabit, Efendimiz’in (s.a.v.) atı satın aldığını görmedi fakat O’na (s.a.v.) şehadet etmekten de imtina etmedi. Biliyordu ki O (s.a.v.) yanlış bir beyanda bulunmaz. Bu örnekte de görüldüğü gibi Büyük Doğu’nun esasında mazruf itibariyle ilk olarak sahabede temsil edilen kayıtsız şartsız teslimiyet vardır. İmanı, tefekkür izler. Mümin iman eden bir kalple tefekküre başlar. Müçtehit sahabilerde tefekkür en üst derecedir. Yemen’e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel’e “neye göre hükmedeceksin?” diye soran Allah Resulü (s.a.v.) Muaz’dan şu cevabı almıştır: “Öncelikle Kur’an’a bakarım. Onda bulamazsam Sünnet’e müracaat ederim. Onda da bulmazsam Kur’an ve Sünnet’e bakarak içtihat ederim.” Ashab, Kur’an ve Sünnet’ten beslenen tefekkürleriyle devletler idare edecek çapa ermiştir. Sahabenin bildikleriyle amel etmesi o kadar malumdur ki bunu örneklendirmek ameli yönlerini sınırlandırır. Ashapta ki iman, tefekkür ve salih amelin neticesinde muazzam bir dava şuuru inkişaf etmiştir. Öyle ki inandıkları din-i mübin uğranda can ve mallarını feda etmekte tereddüt etmemişlerdir. Bu noktayı şerheden anekdotların en güzellerinden birisi Süheyb-i Rumi’ye aittir. Suheyb (r.a.) hicret etmek istediğinde Kureyş’ten bir grup insan yoluna çıkar, gitmesine mani olmak ister. Bunun üzerine Süheyb atından iner, kılıfından okları çıkarır, yayını eline alır ve çevresini kuşatan insanlara “Ey Kureyş topluluğu! Hepinizden daha iyi ok attığımda şüpheniz yoktur. Allah’a yemin olsun ki heybemdeki oklar bitinceye kadar bana yaklaşamazsınız. Oklar bitince kılıcımı alır elimde ondan bir parça kalıncaya kadar sizinle savaşmaya devam ederim.” Suheyb’in hicret noktasında ki kararlığını gören Kureyşliler şöyle derler: - Mekke’ye fakir olarak geldiğin halde şimdi zengin olarak gitmene müsaade etmeyiz. Mekke’de malını bıraktığın kişiyi bize göster seni serbest bırakalım. - Malımın yerini söylersem beni serbest bırakır mısınız? - Evet. Suheyb malını Kureyşlilere bildirince onu serbest bıraktılar. Medine’ye gelip Hz. Resulullah’ın huzuruna vardığında hakkında şu ayet iner:[4] “İnsanlardan öyleside vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder.”[5] Büyük Doğu idealinin dört ana unsurundan birini teşkil eden dava şuuru en canlı şekliyle sahabede görülmektedir. Tarihi Süreç Tabiun ve müçtehit imamlar devri, Büyük Doğu idealinin mazruf itibariyle varlığını koruduğu devrelerdir. Sonrasında zaman zaman fetretler görüldü. Derin kırılmalar yaşandı. Büyük Doğu’nun asli renkleriyle tekrar sahne alışı Devlet-i Aliyye zamanına rastlar. Bu dönemdeki Büyük Doğu idealini anlayabilmek için Onun millet bünyesine nisbetle konumunu kıymetlendirmek gerekmektedir. Üstat Necip Fazıl “Gençliğe Hitabesi”nde şöyle demektedir. “Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını, Allah’ın Kur’an’ında ‘belhüm adal’ dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türk’ü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören… Bu devirleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi… Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik…”[6] Devlet-i Aliyye’nin yedi asırlık hayatının ilk üç asrı Büyük Doğu idealinin iman, tefekkür, amel ve dava şuuru itibariyle bir bütün olarak algılandığı dönemdir. Bu dönemde ilim meclislerinde bir derinlik vardır. Mucaz ve muciz hocalar meseleleri öylesine tafsil etmişlerdir ki ne ibare de, ne de manada problem kalmıştır. Bu devrin kudretli alimleri Hocazade, Molla Hüsrev, İbn Kemal, Ebussuud,…, sanattan siyasete kadar hayatın bütün şubelerini irfanla beslemişlerdir. İlim, fikir ve sanat bütünlükte mânâ bulan vücut gibi algılanmıştır. Alet ilimleriyle âli ilimler iç içe okutulmuştur. İlim tarihi düşünce tarihinden, düşünce tarihi sanat tarihinden ayrı değildir. Naklin konuştuğu yerde akıl susmuş, aklın konuştuğu yerde nakil referans kabul edilmiştir. Zevahiri yazan kalem susunca, ruhun amentüsünden bahseden kalemler konuşmuştur. Müşahhasın zirvesinde mücerredin sahanlığı vardır, oradan son noktaya veliler adam taşımıştır. İlim, siyasetin üzerinde görülmüş, Bâkî şiirini medreseden beslemiş, Sinan imarete nakış nakış “İslam şehir ahlakı”nı işlemiştir. Devlet idaresinden, sanata kadar her noktaya bilgelik hakim olmuştur. Bu ilk iki buçuk asrın sonlarına doğru muhkem Büyük Doğu idealinde kırılmalar görülür. Aydınlanma Devri’nin şımarık aklı kimi Müslümanların zihinlerini karıştırır. Münkir akıl etkin oldukça kırılma daha da derinleşir. Neticede ilim fikirden, fikir ilimden nefret eder. Hayatın gerçeklerinden tecrit edilerek yetiştirilen aydınlar gürühu yaralanan zihinleri tedavi etmekte güçlük çekerler. Medresenin boynuna “Gerici” yaftasının asılması yeni kuşağın ondan, dolayısıyla da ulemadan uzak durmasına zemin hazırlar. Muzdarib insanlar medrese yerine Batı tarzı eğitim veren kurumlara, onların müfredatına sığınır. Büyük ruhlu alimlerin açıklamalarına “tedavi kabul etmeyen ölü vucutlar” gibi kayıtsız kalınır. Bu fotoğraf Üstadın “kaba softa ve ham yobaz” diye tavsif ettiği insanların ürünüdür. Son bir asır ise “hayvandan daha aşağı taklitçilerin” egemen olduğu dönemdir. Bu dönem tarihin çeşitli devirlerinde yaşanan bütün fetretlerden daha karanlıktır. Zira bu devirde müslümanların zihinleri çeşitli ideolojilerin tutsağı olmuştur. Esareti en kapsamlı yaşayanların başında ise Ziya Gökalp gelmektedir. Zihni karıştırıldığı sıralarda medresede okumakta idi. En son Gazzali’nin “el-Munkız-u mine’d-Delâl”ini okumuştu. Mağdurlardan Tevfik Fikret, saliha bir kadının çocuğuydu. Annesi hac yolunda vefat etmişti. “Eve Dönen Şair” Yahya Kemal, Nazım Hikmet’in hocasıydı. Bu yüzdendir ki Nazım hayatının ilk yıllarında İslam Medeniyetini övücü şiirler kaleme almıştı. Ziya Gökalp Abdullah Cevdet, Fikret ruhsuzluk ve Nazım Moyakowski ile tanışıp zihinlerini Batılı Adam’a ait ideolojilerle tahrip edince, onları tekrar medreseye götürüp İbn Kemal çapındaki alimlerle meclise alamadık. Çünkü bu dönemde “kaht-ı rical” yaşanmakta idi. Aydınımızın sorununu “fizik ötesi” dünyada çözecek “ulu hocalardan” yoksunduk. Bu dönemde, Sultan II. Abdülhamid bir diriliş koridoru açtı. Fakat O koridoru aydınlatacak münevverleri bulamadı. “O bir arslandı fakat pençeleri yoktu.” Batıyla münasebetimiz normal değildi. İç ve dış organları tersyüz edilen adam gibiydik. Korunması gereken uzuvlarımız dışarıda, insanlarla temas halinde olması gereken uzuvlarımız ise içerdeydi. Batılı adamın elinde, ellerimiz yerine kalp ve zihinlerimiz vardı. Güç “Ey kitabı köhne yırtılır bir gün medfen-i fikr olan sahifelerin” diye Kur’ân’ı tahkir eden Fikret’in düşüncesinin tekelinde idi. Devlet-i Aliyye’nin tarih sahnesinden çekilişini takiben gelen devir “işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayete” irtikap etti ve “Türkü madde planında kurtardıktan sonra mana planında helak etti.” Yüz binlerce şehidin kanıyla son defa mühürlenen Anadolu tapusu, vefasız oğulların istilâsına uğradı. Cami kürsüsünde imam, bütün beşeriyetin atasının Hz. Adem olduğunu söylüyor, okul kürsüsünde öğretmen, insan soyunun maymuna dayandığını iddia ediyordu. Anneler evlâtlarını söyledikleri ninnilerle; “Mananın maddeye tecelli remzi Kabe” ile bütünleşmeye hazırlarken, muztarib gazeteler koro halinde Kemallettin Kamu’nun: Burada erdi Musa Burada uçtu İsa Bülbül burada varsa Hürriyet için öter. Ne örümcek ne yosun, Ne mucize ne füsun Kabe Arab’ın olsun Çankaya bize yeter. diyordu. Kosova’dan Çin’e kadar mazlum Müslümanların adını duyduklarında saygıdan ayağa kalktıkları Sultan II. Abdülhamid’i okul kitapları “kızıl sultan” diye anlatıyordu. Birisi çıkıp imandan amele, ilimden sanata kadar her alanda İslam’ın hakkını dava etmeliydi; Büyük Doğu idealini bütün şubeleriyle gündeme taşımalıydı. Tahribat öylesine etkindiki bu dönemde ayakta kalabilmek güçlü bir selin önünde durmaktan farksızdı. Buna rağmen sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olan alimler sessiz fakat derinden destansı bir hizmet yürüttüler. Mısır’a hicret etmek zorunda kalan Mustafa Sabri Efendi ve Muhammed Zahid Kevseri kaleme aldıkları eserlerle modernist hareketin etkisini azalttılar. İslam harfleriyle telif ettikleri eserleri dünya Müslümanları için güçlü sığınaklar oldu. Hilafetin merkezinde kalanlar eserden ziyade adam yetiştirmeye yöneldiler. Zira o yıllar itibariyle İslam harfleriyle eser yazmak birinci derece önemi haiz değildi. Zira harf inkilabıyla tedrisat değişmiş, İslam harfleri ile yazılan eserleri anlayıp okuyacak adam kalmamıştı. Bu yüzden mevcut eserleri okuyabilecek insanları yetiştirmek gerekliydi. Bu bağlamda Ali Haydar Efendi, Mahmut Efendi’yi; Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi adıyla anılan tekke, Mustafa Fevzi Efendi, Hasib Efendi, Abdulaziz Bekkine, Mehmet Zahit Kotku, Abdurrahman Beşikçi ve Hacı Ferşat Efendi gibi mürşitleri yetiştirdi. Kelamı Tekkesi’nin adı ile bütünleştiği Büyük mazlum Esad Erbili Hazretleri’nin meclisinde ise, Mahmud Sami Efendi hizmete hazırlandı. Süleyman Hilmi Tunahan ve Bedüuzzaman Said Nursi de önemli hizmetlere imza attılar. Kaşgari Dergahı’nda insanları irşad eden Abdulhakim Arvasi, Necip Fazıl gibi bir mütefekkiri yetiştirip İslam’ın emrine amade kıldı.
  14. Osmanlı ölmeden mezara kondu! Mustafa Armağan yeni kitabı "Satılık İmparatorluk"ta Muhteşem Osmanlı mirasının Lozan'da nasıl yağmalandığını belgeleriyle ortaya koyuyor. Armağan, "Aslında Osmanlı dışarıdan tasfiye edildi. İngiliz tarihçi A.J. Toynbee'nin dediği gibi "Osmanlı durdurulmuş bir medeniyettir" diyor Mustafa Armağan'ın kaleme aldığı ve 'Lozan ve Osmanlı'nın Reddedilen Mirası' üst başlığı ile yayınlanan Satılık İmparatorluk, Lozan ile birlikte bir imparatorluğun nasıl yağmalandığını gözler önüne seriyor. Armağan ile son kitabı etrafında 'Osmanlısız bir dünya haritası'na doğru gidişte hangi süreçlerde geçildiğini, kaybedenleri ve kazananları konuştuk. 'Satılık İmparatorluk… Kitabınıza niçin böyle bir isim seçtiniz? Bence Osmanlı Devleti eceliyle ölmedi; öldürüldü. Hani bir türkü vardır ya bilirsiniz: 'Çanakkale içinde vurdular beni/Ölmeden mezara koydular beni'.Bir bakıma Osmanlı ölmeden mezara konuldu. Osmanlı'nın ruhu buna isyan ediyor. Ben bu şekilde ölmek istemiyordum, diyor. 1953 yılında İstanbul'un fethinin 500. yılı vesilesiyle, Filistin, Bosna, ve Çeçenistan meseleriyle zaman zaman Türkiye sathına çeşitli mesajlar da gönderdi. Dolayısıyla usulüne uygun olarak gömülmemiş her insanın ruhunun muazzeb olması gibi teskin edilmemiş bir Osmanlı ruhu da Cumhuriyet'e miras kaldı. Osmanlı mirasının bu şekilde eceliyle ölmesi beklenmeden payimal edilmesi ve haraç mezat satılmış olduğu hakikati, bugün Osmanlı İmparatorluğu'nun 'satıldığı' yolundaki refleksi bu topluma sık sık duyuruyor. 'DURDURULMUŞ MEDENİYET' Mahir İz bunu 'maziden alakayı kesmek' şeklinde anlatıyor. Sizce bu tasfiye projesi nasıl gerçekleşti? Ben kitapta bu tasfiyenin iç dinamiklerini anlattım. Aslında Osmanlı dış güçlerce tasfiye ettirildi. İngiliz tarihçi Arnold J. Toynbee'nin dediği gibi Osmanlı, 'durdurulmuş bir medeniyettir'. Onu durduran kim? İçerde kimsenin bunu durdurmaya gücü yetmez. Avrupa, Osmanlı'nın kendilerini rahatsız eden bir diken olduğunu fark etti. Düşünün, Osmanlı son yüzyılında bile gelecekte yeni dünya düzeninde çok önemli bir rol oynayacak olan doğalgaz ve petrol rezervlerinin üzerinde duran bir imparatorluk. Osmanlı bugün toprak bakımından devam ediyor olsaydı Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, Irak, Suriye Libya Osmanlı hakimiyeti altındaydı ve bu da dünyada karşı konulmaz bir enerji devi olması demekti. Bir de halifeliği etkin bir şekilde kullanmaya kalkar ve bunu bir dünya hakimiyetine dönüştürürse o zaman İngiltere, Fransa nasıl ayakta duracak ve statükolarını nasıl koruyacaklardı? Dolayısıyla Osmanlı'nın tasfiyesi gerekiyordu ve bu tasfiye planları I. Dünya Savaşı'ndan önce yapılmıştı. Kitabınızın üst başlığı 'Lozan ve Osmanlı'nın Reddedilen Mirası'. Ne oluyor Lozan'da? Lozan Antlaşması öncesi bizim komutanlarımız arasında müthiş bir dinî asabiyet gelişmişti. Adeta Yahya Kemal'in dediği gibi 'Bu son ordusudur İslamın' havası vardı. İngilizler Milli Mücadele'de bu havanın doğmasını hiç istemiyorlardı ama bu hava bir şekilde oluştu. 1922 sonlarına baktığımızda bu moralle Osmanlı'nın yeni bir İslam devletine doğru gittiği gibi bir beklenti vardı herkeste. Hatta İsmet İnönü, Lozan'a giderken bir Hindistan gazetesine 'Hilafet için kanımızın son damlasına kadar mücadele etmeye hazırız' ifadesini kullanıyor. Ama Lozan'da her şey değişti. Türkiye bu kafa ile giderse onunla anlaşmayacaklardı, bu çok açıktı… Lozan'dan önce çok büyük iki hata yapıldı: Birincisi ordu terhis edildi. İkincisi Ankara hükümeti başkenti İstanbul'da bulunan Osmanlı Devleti'ni ortadan kaldırdı. LOZAN'DA OLUP BİTENLER Devleti olmayan bir hükümet yani, öyle mi? Evet. Saltanat kaldırılınca artık devletsiz bir hükümet olduk. Dünya tarafından tanınmamış bir hükümet. Peki Lozan'da bir antlaşma imzalanmasaydı bundan kim kazançlı çıkacaktı yahut kim kaybedecekti? Yunanistan mı kaybedecekti? İngiltere mi bundan etkilenecekti? Hayır. Kaybedecek tek taraf bizdik. Bu antlaşma imzalanmazsa devlet olmamıza izi verilmeyecekti. Bu anlam çıkıyor bundan… Bizim meşruiyetimiz ancak Lozan ile sağlanacaktı. Lozan kabul edilmez diye endişe eden bizdik. Burda kimin taviz vereceği de çok açık… Böyle bir dezavantajla gittik Lozan'a ve bize ne dayatırlarsa onu kabul etmek zorunda kaldık. Lozan'dan sonra reform hamleleri geliyor ardarda. Kitapta ayrıntılı olarak anlatıyorsunuz. Sizce Cumhuriyet reformları arasında topluma en çok zarar veren hangisidir? Herhalde, medeni kanunla harf inkılabıdır. Birisi bir toplumdaki ferdin nasıl yaşayacağını belirleyen bir kanun; öteki de senin bütün tasavvur yeteneğini, kültürel birikimini hak ile yeksan eden bir reform. Dolayısıyla en geniş kapsamlı etkiye sahip olan bu ikisidir diyebilirim. Bir tarih araştırmacısı olarak bu hadiselerle karşılaştığınızda ne hissediyorsunuz? Okuyucu kitabı aldığında bu gerçeklerle bir anda karşılaşıyor ama, ben araştırma sürecinde tabiatıyla parça parça karşılaşıyorum ve her karşılaştığım gerçekte, artçı şoklar yaşıyorum. İçimizi yakan şeyler bunlar. Bir olay nasıl bu kadar anlamsız hale getirilir ya da tersine çevrilir bir tarihyazımında… Gördüklerim, okuduklarım karşısında oturup ağlamak yahut çıkıp isyan etmek geliyor içimden! Satılık İmparatorluk Mustafa Armağan Timaş Yayınları
  15. ORUÇ Sanma oruç, bu akşam tıklım tıklım ye diye; Bu akşam, yarın oruç tutabilmek için ye. (1974) http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/4063-oruc/ Bir de BEKLEYEN şiirinden ölürsün kapanır yollar geriye ben mezarla sırdaş olur beklerim varılmaz hayale işaret diye toprağında bir taş olur beklerim Yukarıda kıta söz şeklinde geçmiş. O da Üstad'a aittir. Ayrıca "Kadın ; Hristiyanlıkta yol kesici bir engel, islamda ise yol açıcı bir kanattır." "İhya etmek için ne kadar ilim lazımsa imha için de o kadar cehalet kafidir..." "Biz BİZE Gerici Diyenlere Ancak DEH Demek İçin Gerideyiz .." "Son günüm yaklaştı görünesiye, Kalmadı bir adım yol ileriye; Yüzünü görmeden ölürsem diye, Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim." Son günüm yaklaştı görünesiye, Kalmadı bir adım yol ileriye: Yüzünü görmeden ölürsem diye, Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim. (N-F-K/1924) http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/673-anneme-mektup/ "Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan; Bana rahat bir döşek serince yerin altı, Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan..." KALDIRIMLAR 3 Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan; Bana rahat bir döşek serince yerin altı, Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan… (1927) http://www.n-f-k.com/siirler/kaldirimlar-3 Bunlar benim farkına vardıklarım. Arada güme gütmesin, dikkatten kaçmış olmalı. Yetkin arkadaşlar da biraz vakit ayırırlarsa bu tasnif önemli. Biraz dağınık oldu ama :)
  16. Affınıza sığınıyorum fakat; "İşaret Bekliyorum, Yağız Atım Eğerli, Sorarsalar Yanarım, Ne Getirdin değerli ?" Üstad'a aittir. Bakınız YAĞIZ AT İşaret bekliyorum, yağız atım eyerli; Yanarım sorarlarsa ne getirdin değerli? (1980) http://www.n-f-k.com/siirler/yagiz-at Bu gözüme çarptı da. Verilen emekler için teşekkürler.
  17. Necip Fazıl Kısakürek; Dasitani bir hayat, anne karnını andırır bir idrâk fırtınası içerisinde doğumdan ölüme efendisinin ‘Ol’ emrine muhatap olan köle gibi ‘Ol’ ma istidat ve aksiyonu üzere ömrünü feda eden zat… Öncülerden, diriltici nefesi muştulayanlardan, aşkın ve sadakatin üstüne örtülen perdeyi bir celsede silkip attıktan sonra ferhat misali, mermerden dağa kazma vurmanın imkânsızlığı ve ümitsizliği üzerinden edebiyat ve davam adamlığı yapanlara karşın hohlaya hohlaya buz dağını eriten, iğneyle dahi olsa mermerden kayaları paramparça eden, ululaması da tenkit edilmesi de ehline ait olan zat… Tarih, 26 Mayıs 1905 ve İstanbul… Bir Perşembe günü yeryüzüne doğuş… Dedesi İstanbul’un meşhur kadılardan Maraşlı Kısakürekzâde Mehmet Hilmi Efendi, babası Abdülbaki Fazıl Bey… Abdülbaki Fazıl Bey Mekteb-i Hukuk mezunu olup Bursa'da âzâ mülazımlığı, Gebze savcılığı ve ömrünün son yıllarında Kadıköy hâkimliği görevlerinde bulunmuş annesi Girit muhacirlerinden Mediha Hanım Girit muhacirlerinden, soyu Maraş'taki Dulkadiroğulları'na bağlı Kısakürekler soyuna mensup Mevlâna Bektut'a kadar… Necip Fazıl Kısakürek; şiir, fikirde ilk belirişler… Şiirle olgunlaşan ruh, ilk şiirlerde anne teşvikleri ve adından Yeni Mecmua'da yayımlanış, bir nevi şair olarak ilk meşruiyet duruşu. Sonrası Milli Mecmua ve Yeni Hayat dergileri, ardından Paris dönüşü yayımlanan Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitapları… Şiir çevrelerinden muhteşem zuhur ve meşhur edebiyatçılardan yüksek ilgi, ‘Bu sesi nereden yakaladın çocuk’… Ben ve Ötesi (1932) ile fikrin içteki sancılarla beynini parçalamaya başladığı dönemler… Felsefe eğitimi, Batı tefekkürü üzere ciddi araştırma ve ihtisaslar… Sancılar, sancılar, ruh acıkınca doymak için bir mecra arar. Doyurulacak ruh Necip Fazıl’ın olunca, işler en ince noktada, keskin kılıç misali en yüksek tecridde… Tarih 1933-34’ler zifiri karanlığa güneş aydınlığının imsakla başlayan aydınlatması misali doğum hali… O ve Ben ile dile getirdiği muhteşem karşılaşma, 1920’lerden itibaren bütün hayatı ve ruhları ele geçiren karanlığa nisbeten; ruhları ferahlatan, fikirleri yeniden nizam edici aşkı üfleyen Abdülhakim Arvasi… Necip Fazıl’ın Abdülhakim Arvasi ile fikirde ve aksiyonda birlikte olması Arvasi Hazretlerinin vefatına kadar devam eder. İlk dergi Ağaç, Yeni Dünya Düzeni ve Beklenen Dünya İnkılâbının fikirde belirişleri, Anadolu’ya fikirde inşayı tedai eden Söğütten mülhem Ağaç çıkışı… İlerleyen dönem ve çağa vurulacak mührün adı; Büyük Doğu Dergisi, İlk nüveler ilk eserler… Artık tehditlerin bini bin para. Her bir yazı, rejim muhalefeti gerekçesiyle mahkûmiyet almakta… Zindanlar artık Necip Fazıla nikâhlıdır… Büyük Doğu Dergisi çıktığı gün, toplatılma rekoru ile yayınını ve rejimle olan hesaplaşmasını en yüksek dozda sürdürmeye başlar… Medeniyete nizam verecek, fikre ve yitik anlayışa yeniden hak ettiği mana ve değeri kazandıracak olan idealin üstünde ki tozları, perdeleri, karmaşıklığı andıran süslü püslü parçacıkları tek tek bu dergi vasıtası ile Necip Fazıl silkeleyip atacaktır. Öyle ki kaba softa ve ham yobazın elinde manasını kaybetmiş hakikatler bir bir aslı yerine yeniden oturacak ve bu Büyük Doğu ideali olarak şekillenecektir. Sık sık kapatılan ve çeşitli bahanelerle toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazıların Yeni İstanbul, Son Posta, Babıâli’de Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gazetelerinde yayımlanışı… Her biri tarihi vesika hükmünde Büyük Doğu dergileri ile fikirde, ahlakta, şuurda olgunlaşma ve cemiyet ruhu üzerinde hâkim tavra eriş… En üst seviyeden telkinler, Adıdeğmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi müstear adlarla dergiyi zirveye taşıyış… Sonrası aç olan ruhlara ilaç misali ve doktorun hastanın ayağına ‘şifa niyetine’ gitmesi denk bir örneklikle Anadolu konferansları… Fikirde ve ruhta şahlanış, iman ve aksiyon bahsinde yenileniş… 1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü'nü, 'İman ve İslam Atlası' adlı eseriyle fikir dalında Milli Kültür Vakfı Armağanı'nı(1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü'nü (1982) alış ve beratla 'Sultan-üş Şuara' (Şairlerin Sultanı) unvanını kazanış… Lakin onun gözü hep büyük sanatkârlıkta… O’nun ifadesiyle “Ver cüceye onun olsun şairlik-Benim gözüm büyük sanatkârlıkta” Necip Fazıl Kısakürek; “İdeali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun “oluş” ıstırabını, İslâm’ın hakikatine nispetle heykelleştiren adam!..”(S.M) Mütefekkir açlığının çekildiği, iyi insanların iyi atlara binip gittiği, çağın düştüğü-düşürüldüğü buhran içerisinde çarenin İslâm olduğunu haykıran, İslâm denilince derme çatma fukara kulübelerden başka bir şey gösterilmeyen bir dünyada ‘İslâm’a Muhatap Anlayış Davasını’ yenileyerek İslâm davasının yerli yerine oturtan adam… O’nun diliyle mana şu; “ *İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir. * Anlayış mı?.. Nurun aynadaki aksi... Aynayı yenilemek... * Güneş yenilenemez, Göz yenilenir. * İslâm, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi... Ona her ân biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik...”(N.F.K) Bu mana çerçevesinde; başta İdeolocya Örgüsü (1959) olmak üzere fikir eserleriyle inanç-kültür-dava hayatımıza verdiği büyük hizmet, diğer tüm yönlerini bile geride bırakacak üstünlüktedir. Nitekim onu sadece şair diye öve öve bitiremeyenler, aslında içlerinde ki ihaneti, samimiyetsizliği ve Necip Fazıla karşı nefretlerini açığa çıkarmaktadırlar ki gayeleri onun dünya çapında inkılâba yol açacak Büyük Doğu Fikrini âdeme mahkûm etmek ve Necip Fazılı şiir yazmaktan başka bir şey yapmayan şiirlerden başka bir eseri olmayan yazar seviyesinde tutmaktır. Oysa Üstadın bir adet şiir kitabı mevcutken fikri eserleri 100’ün üzerindedir. Hal böyle olunca Necip Fazıl Kısakürek’in ‘içte yobazı dışta küfrü’ imha edici keramet çapında tecrid terleri dökmesi ve “Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök! /Heybem hayat dolu, deste ve yumak. /Sen, bütün dalların birleştiği kök; / Biricik meselem, Sonsuza varmak...” dizleriyle memuriyetini ifade etmesi kaçınılmaz olur. Gizlenen veya gizlenmek istenen onun dünya çapında bir inkılâbın rüyasına yatmış olması ve varlığını bu çapta bir inkılâba adamış olmasıdır. “Dünyanın beklediği bu inkılâp, üç daire halinde... Dış daire dünya, içindeki daire İslâm Âlemi, onunda içinde Türkiye... Asıl Türkiye... Merkez Türkiye... Şimdi İnkılâp kelimesini ele alalım! Bu kelimenin yeni uydurukçacılara göre mukabili devrim… Hâlbuki nerede devrim, nerede inkılâp? Devrim, -isminden de belli- bir şeyi devirmek mânâsına geliyor. Hâlbuki inkılâp devirmek değil, dikmektir. Yüz bin beygir gücünde bir tankı sürerseniz her şeyi devire devire geçer... Ama düzeni kurmuş olmaz. İnkılâp düzeni kurmaktır, devirmek değil... Ve bir bina yapmak için eskisi devrilir, yenisi uğrunda... Bizde son zamanlarda, son yarım asır içinde, bütün hakikatlerle beraber mefhumlar da gürültüye gitmiştir. Kelimede bile gerçek inkılâbı kaybetmiş bulunuyoruz. Evet; asıl İslâm Âlemi ve asıl Türkiye; beşeriyete gerçek eczahaneyi getirecek, vitrinlerinde gerçek devayı belirtecek büyük inkılâba memur... Tek mesele, varlık hikmetinde... Niçin varım? Mes'elelerin mes'elesi...”(Dünya Bir İnkılâp Bekliyor) Necip Fazıl Kısakürek; Cinnet Müstatili. Davasının çile ve ızdırabına katlanıcı iman zevki ve aksiyon idrakine sahip olma neticesi; hapis hayatları, tek parti zindanları, demokrat parti zindanları, Kemalist tahammülsüzlüğün baskıları, batıcı mana dolandırıcılarının âdeme mahkûm etme tavırları, ham yobaz kaba softanın ipe sapa gelmez hezeyanları, gıybetleri, hasetlikleri… Onca hal içerisinde Büyük Doğu idealini lif lif işlemeler… Eserine, mücerred fikri en titiz sanatkârlara has nakış nakış döşemeler… Batı ve Batıcıların zihni iğdiş eden program ve projelerine karşı zihni inşa ve ibda eden bir anlayışla meydan yerine dikiliş… Rejimin tahammülsüzlüğü ayyuka çıkacak derecede kindar ve öcü çapında… Bu merhalede Sultan Abdulhamid Han’dan Vahiduddin Han’a, İttihat ve Terakki’den CHP’ye yakın tarihin yalanlarının deşifre edilişi ve sahte kahramanların sorgulanışı. Zaman zaman hakiki kahramana dair gençlik hareketlerini yoklayış… Maraş’tan Kars’a, Rize’den Kastamonu’ya İstanbul’dan İzmir’e yeni bir ruhi hamle peşinde, Büyük Doğu İdeolocyası ile Batı tefekkürünün ve tarihinin hesaba çekilişi… Rejimde panikler, ilk tepki aşağılama ve yok etme, ikincisi sahtesini üretme ve sulandırma, üçüncüsü Büyük Doğu Davasının savunucularını mahkûmiyetlerle etkisizleştirme… Dava taşını yerli yerine oturtma işi ise Necip Fazıla Memuriyet… Bayrağı aldığı yerden ve yere düşürmeden, daha yükseğe en yükseğe yükseltmeye memur ve yine bayrağı kendisinin yolunu gözlediği-kendisinin yolunu gözleyen gence teslim etmeye mecbur bir vazife… Müjdelerin Müjdesi Necip Fazılın diliyle şu; Dava taşını yerli yerine oturtma işi ise Necip Fazıla Memuriyet… Bayrağı aldığı yerden ve yere düşürmeden, daha yükseğe en yükseğe yükseltmeye memur ve yine bayrağı kendisinin yolunu gözlediği-kendisinin yolunu gözleyen gence teslim etmeye mecbur bir vazife… “Onlar benim ardımdan gelmeyecek, ben onların arkasından koşacağım” Müjdelerin Müjdesi ile karşılanan bu genç-gençlerin hikayesi Necip Fazılın diliyle şu; “Hiç beklemediğim bir zamanda, hiç beklemediğim bir mekândan ışık fışkırdı... Daima böyledir. İlâhî tecelliler hep böyle tepeden inme gelir. Allah’ın tecellileri, yapmacıksız ve zorlamasız, boynunuz bükük, köşenizde otururken görünüverir. Bu ışık, hiç birini görüp tanımadığım, görüp tanıyınca da aramızdaki ezelî yakınlığa şahit olduğum gençlerden...” Necip Fazıl Kısakürek; Yağmurcu misali iz peşinde, bir genç arar gençliğe köprübaşı ve gençliği peşinden sürükleyen genç pusuda… Çile ve ızdırab, her şeyin kuytulaştığı, karanlığa doğru istikamet aldığı bir dem, 1972’ler. Bir genç pişmekten beter ızdırablara gark olmuş halde, çile şiirini yaşayan tanık gibi, ideolocyanın şekillendirdiği ‘derin müslüman’ şemail ve ruhuna tekne olur gibi, bir akşam O’nun kapısında… O, dar bir vakit, ‘sen beni mahvettin’ öfke ve duygu seline uğramış olmanın şaşkınlığı ile yıllar sonra Cahit Zarifoğlu’nda hatırlar bu hitabı… Lakin Cahit Zarifoğlu bahsi geçen kişinin kendisinin olmadığını Mavera’dan ilan eder… Kuru sıkı pohpohtan ziyade, mücerret fikir istidadı ve aksiyoner mizacı ile Necip Fazıl Kısakürek’i peşinden sürükleyen genç 1975’ler itibarı ile hem cemiyet meydanında hem de Necip Fazıl’ın göz önündedir. 1979 sırlar sırrına muhatap bir yıl, o sırrın bir tezahürü 1989 Akdoğuş iken diğer tezahürü 1999 yılıdır… Her bir sahne farklı farklı cereyan eder ve sırlar sırrı 2009’da 2010’da halen muazzam oluş tezahürleri ile sürmektedir. O genç Salih Mirzabeyoğlu’dur ve bir başka sır, bu isim üzerinden yeryüzünü kuşatıcı haliyle vuku bulur. Necip Fazıl Mayıs 1983’te vefat eder ve Salih Mirzabeyoğlu o yıl 33 yaşındadır ve doğum ayı tıpkı Necip Fazıl gibi Mayıs ayıdır. Necip Fazıl Kısakürek; İslâm aşkıyla, Resul aşkıyla, Ümmetin devletsizlikten gelen sıkıntılarıyla kavrulmaktan “Bir fikir ki sıcak yarada kezzap” şuuruyla gençliğin peşinde… "Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!" şuurunda bir gençlik... Ruh avcısı Necip Fazıl o gençlikte aradıklarını şöyle sıralar; “Ruhu, maddesi, diyalektiği, nefret ve aşk hedefleriyle kuşatılacak ve teçhizatlandırılacak bu gençliğin, ilk (aksiyon) farikası da, gayet hareketli, seyyar, seyyal, çevik, gözükara ve hudutsuz fedakâr olması...”(İhtilal) Hicri 1400 yılına denk gelen buluşma, dünya sahte bir İslâm İnkılâbı ile çalkalanmakta… İran’da Farisiler, Ehl’i Sünnet Ve’l Cemaat yolundan ayrılmış olmanın şekillendirdiği ‘Şiilik’ merkezli bir rejim değişikliği gerçekleştirirler. Bütün ülkelerde yükselen İslâm heyecanı bu sahte İslâm inkılâbı vasıtasıyla bir daha açığa çıkar. Sahtesinin bile ruhlarda açığa çıkardığı bu heyacan, bu İslâma ve adalete susamışlık; asılı ortaya koyacak kadroyu, gerçek İslâm inkılâbını gerçekleştirecek kadroyu daha bir perçinler ve 1976’lardan başlayan organize hareketlilik ‘devlet’ mantığı çerçevesinde Akıncı adlandırması ile AK-GÜÇ, AKINCI GÜÇ, Raporlar şeklinde iyice su yüzüne çıkar… Sonrası; ‘Onlar benim ardımdan gelmeyecek ben onların ardından gideceğim’ övgüsünde istikamet bulan bu gençler Necip Fazıl’ın vefatından sonra, 1984 yılında İBDA’yı kurar ve en son İBDA adıyla şekillenirler. Davalarını özetleyen şu ifadeler o gençlere ait “Güya İslâm adına çırpıştırılmış fikirlerden kurulu köpek kulübesi cinsinden uyduruk oluşumlar bir yana, kelimenin gerçek anlamıyla insan ve toplum meselelerini kuşatıcı İslâmî bir dünya görüşü, ancak «Ehl-i Sünnet» itikadıyla mümkündür; Büyük Doğu-İbda, bu davanın hem tespitçisi ve hem de dünyada “İslâm’ı eşya ve hadiselere tatbik” mevzuundaki tek «sistem» terkibidir!..” (S.M) Üç ışık; İman-Fikir-Aksiyon, Abdulhâkim Arvasi-Necip Fazıl Kısakürek-Salih Mirzabeyoğlu… Bir ve aynı, birbiriyle içice… Ahir zaman sahneleri; Mü’min’in peşinde türlü musibet, zillet, illet ve kıllet… Üç ışık-Üç nur; üç otuz-1920-2010… “İnkılâba dayanmış saatler döne döne” Sezai Kırlangıç MÜJDE O gün bir kanlı şafak, gökten üflenen ateş; Birden, dağın sırtında atlılar belirecek. Atlılar put şehrine gediklerden girecek; Bir şehir ki, orada insan ayaküstü leş. Yalnız iman ve fikir; ne sevgili ne kardeş; Bir akıl gelecek ki, akıllar delirecek. Ve bir devrim, evvelâ devrimi devirecek. Her şey birbirine denk, her şey birbirine eş. Fertle toplum arası kalkacak artık güreş; Herkes tek tek sırtına toplumu bindirecek. Gökler iki şak olmuş haberi bildirecek. Müjdeler olsun size; doğdu batmayan güneş!
  18. "Cafcaf çizeri Furkan Payas'tan Necip Fazıl heykeli.. Bakalım bu heykel meselesi nereye varacak... Furkan'ın niyeti iyi... Sühreverdi'nin Nur Heykelleri kitabı ile düşünürsek heykeli Müslüman işi yapabilir miyiz... "
  19. Merhum Üstad Necip Fazıl Üstad Necip Fazıl’ın Büyük Doğusu ile ilk tanışmam 1943’te oldu. İlkokul üçüncü sınıftaydım. Ortaköy’de Galatasaray Mektebi’nde yatılı okuyordum. Rahmetli Hamdune Teyzem cumartesi öğleden sonra okula gelir, beni alır Cağaloğlu’nda Şeref Efendi Sokağı’nda kızı Nermin ablam ve damadı eniştem Nurettin beyle birlikte oturduğu eve getirirdi. Cumartesi gecesini orada geçirir,... pazar ikindiden sonra da Aksaray-Ortaköy tramvayıyla okula dönerdim. Hiç unutmuyorum, Tophane veya Fındıklı taraflarında bir direğe yapıştırılmış Büyük Doğu afişini görmüştüm. O zaman pek küçüktüm, Büyük Doğu’yu alıp okuyacak halim yoktu. Lisede Büyük Doğu dergi ve gazetelerini aldım, tiryakisi oldum… Üstad şair ruhlu olduğu için hesap kitap bilmez, çıkardığı dergi ve gazeteler bir müddet sonra kapanırdı. Bir ara Büyük Doğu’yu günlük gazete olarak çıkartıyordu, yıl 1951 mi 52 mi?.. Bendeniz Galatasaray’da okuyorum, sabah kalkış saati altı buçuktu, Büyük Doğu gazetesinin çıktığı günlerde, altıda kalkıp hademenin getirdiği gazeteler içinden gazetemi alır merak ve heyecanla okurdum. Üstadla şahsen tanıştım. Liseden sonra Ankara’ya, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumaya gittim. Üstad sık sık Ankara’ya geliyordu. Onunla bazen Ulus’taki İstanbul Pastanesi’nde buluşurduk. Bir pazar günü birlikte Keçiören’de eski Van Milletvekili İbrahim Arvas’ın ziyaretine gitmiştik. Hâlâ hatırlıyorum, yemekte soğan dolması vardı. Üstad bazen öfkelenir, kızar, darılırdı. Daha sonra gazetecilik mesleğine atıldım. Haftalık Yeni İstiklal, günlük Bugün gazetelerinde üstadın makaleleri, tefrikaları basıldı. Bayramlarda ziyaretine giderdim. Yaşlanınca gözleri görmez, ayakları tutmaz olmuştu. Sıhhatinin bozulmasında dört yıla yakın bir zaman hapishanelerde çile çekmesinin de rolü olmuştur. 1953’te Dönme gazeteci Ahmet Emin Yalman vurulduğu zaman üstadı da tutuklamışlardı. Ankara Asli Cezaevi’nde ziyaretine gider, mahkemelerdeki duruşmaları takip ederdim. Merhum üstadı nasıl bilirim: Ehl-i Sünnet mezhebinden; Allah’a, Peygamber’e (Salât ve selam olsun ona), Kur’ana, Sünnete, Şeriata bağlı bir Müslümandı. Bu memlekette diktatörlüğün en karanlık ve cebbar günlerinde küfre isyan bayrağını kaldırmış; dini, imanı, mukaddesatı, Şeriatı müdafaa etmiştir. Şair edip ve mütefekkir idi. Meşayih-i kiramdan ve kâmil mürşidlerden Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretlerinin nazarıyla hidayete gelmiştir. Bid’at cereyanlarına karşı ehl-i Sünneti müdafaa etmiştir. Merhum üstadın kusurları yok muydu? Bir insan olarak hataları, kusurları, günahları olabilir ama Allah’ın geniş rahmetine kavuştuktan sonra bunları konuşmak caiz olmaz. Bazı Müslümanlar Necip Fazıl’ın aleyhindeymişler. Olabilir. Bendeniz onun yazılarından, kitaplarından, sohbetlerinden feyz almış bir kimse olarak hakkında hüsn-i şehadet ederim ve onu tenkit ve yermek hususunda dilimi tutarım. Bâbıâli adlı kitabının birinci baskısında (1975, s. 337-338) bendeniz ve Kadir Mısıroğlu için “…Birer kürsü sahibi, Şevket Eygi ve Kadir Mısıroğlu…” demiştir. Küfre, nifaka, dalalete=sapıklığa karşı en karanlık yıllarda cihat bayrağını yücelten merhum üstad Necip Fazıl’ı rahmetle anıyorum Mehmet Şevket Eygi 12.03.2013
  20. 3 asrın hikâyesi bir kese kâğıdında 24 Aralık 2012 / AYŞE ADLI Geçmişi ‘basit’ bir kese kâğıdından okuyoruz bu defa. Harf Devrim’inden sonra kese kâğıdı yapılan Kur’an-ı Kerim sayfaları, bir devrin perdesini araladı. Yaralar kabuk bağlasa, gözyaşları dinse de çekilen sızı hâlâ hissediliyor. Cumhuriyetin kese kâğıdı o!’ diyor, kitap yığınları arasından seçmeye çalıştığımız tabloyu kastederek. Anlamadığımızı fark edince içeri davet ediyor: “Geçin, yakından bakın!” Ne olduğunu idrak etmemiz vakit alıyor. Manavlarda görmeye alışık olduğumuz cinsten bir kese kâğıdı, çerçevelenip duvara asılan. Tek farkla; gazete kâğıdından değil, Kur’an-ı Kerim sayfasından yapılmış. Yerinden indiriyor, önüne, arkasına bakıyoruz. Hayır! Yanlışlık yok. Kenarlarında tefsiri de olan bir Kur’an-ı Kerim sayfası. Tutkallanıp kapatılmaya çalışılsa da okunuyor üzeri. Anne babaya itaati öğütleyen İsra suresi 23. ayetin ortalarından başlıyor sayfa: “Şayet onlardan biri ya da ikisi yaşlılıklarında yanınızda bulunursa sakın ‘öff’ (bile) demeyin. Onları azarlamayın ve çok nazik söz söyleyin!” Ve sonuna doğru: “Rabbiniz, içinizde olanı en iyi bilendir. Eğer siz iyi kimseler olursanız, şüphesiz O, çok tevbe edenleri bağışlayıcıdır…” Söz söylemek zor. Öylece susup kalıyoruz… Sahaf Lütfü Bayer’in “Cumhuriyet’in kese kâğıdı.” demesi de o yüzden. Nereden başlayıp ne söyleyeceksiniz ayaküstü? Karşımızdaki tek bir yaprağı yorumlamak için, Cumhuriyet’i mümkün kılan şartlarla, 3 asırlık geçmişle yüzleşmek gerekiyor… Dedelerimizin acıyla anlattığı yılların şahidi bu sayfa. ‘Eski yazı’ kitapların, ne yazdığına bakılmaksızın yakıldığı, ayaklar altına alındığı zor yıllar 1930’lar. İmkân bulanlar, aynı akıbeti yaşamamak için görünmez kılmış elinde ne var ne yoksa. Kimi gömmüş, kimi kuyuya, nehre dökmüş. Bir zihniyet, hayat tarzı, tasavvur dünyası; köhne, kıymetsiz ilan edilmiş kısacık zamanda. Ve ‘kitap’, milletin kaderine ortaklık etmiş o günlerde… Lütfü Bayer’in eline birkaç yıl önce geçen evraktan takip edebildiğimiz kadarıyla ‘kese kâğıdı’nın hikâyesi; 1937’de, İstanbul Suriçi’nde başlıyor. Şehzade Abdülhamid’in hocalarından Osman Zeki Bey’in kurduğu Osmanbey Matbaası’nda basılıyor. Baskı tarihini bilmesek de Harf Devrimi’nden kısa süre önce olduğunu tahmin etmek zor değil. Zira 1 Kasım 1928’de kabul edilen devrim kanununa göre ‘eski harflerle’ kitap basmak ve satmak, daha önce basılmış eserleri piyasaya sürmek yasak. İstisnası yok, aynı dayatma Kur’an-ı Kerim için de geçerli. 1923’e kadar halkla Cumhuriyet’in kurucu kadroları arasında bariz bir ayrışma yok. Yollar, İkinci Meclis döneminde ayrılıyor. ‘Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun’un hükümsüz kıldığı kitaplar, uzun yıllar depolarda öylece bekletiliyor. Anlaşılan o ki Osmanbey Matbaası’nın sahibi Darüşşafaka Cemiyeti, 1937’de bu evrakın hiç olmazsa bir kısmını elden çıkarma kararı almış. Esnafın İstanbul Müftülüğü’ne şikâyeti olmasa, diğer binlercesi gibi haberdar olmayacaktık muhtemelen. Ancak Kur’an’a reva görülen muameleye şahit olan halk, artık susmak, sineye çekmek istemiyor belli ki. Müftülük, şikâyet üzerine 17 Aralık 1937’de İstanbul Müftüsü F. Ülgener (Prof. Dr. Sabri Ülgener’in babası Mehmet Fehmi Ülgener) imzasıyla Türk Okutma Kurumu’na başvuruyor: “Darüşşafaka’ya vakfedilmiş olan Osman Bey matbaasının öteden beri dini eserleri yapan ve basan bir matbaa olduğu cihetle Müslümanlar arasında bir mevkii hürmette görülen mezkûr matbaanın bu kere ambarlarında mevcut tonlarca Kuran-ı Kerim sahifelerini kise kâğıdı yapılmak üzere ufak bir bedel mukabilinde piyasaya satmış olması, birçok vatandaşlar tarafından esefle görülüp ve karşılanan bu kise kâğıtlarından bir numunesi ilişik olarak takdim kılınmıştır.” Bahsi geçen numune, İstanbul esnafından Azakzâde Tevfik’in kese kâğıtçı Mihran’dan aldığı kâğıtlardan. Azınlık mensubu olduğu kaydedilen Mihran, Kur’an sayfalarını ambalaj yapıp Beyazıt’ta piyasaya sürüyor. Bölge esnafından Tevfik Efendi de Mihran’ın müşterileri arasında. Muhtemelen parası ancak o kadarına yeten Azakzâde, kâğıtlardan 15 çuval alıyor. Bir tanesini, şikâyet dilekçesiyle birlikte resmî makamlara teslim ediyor. Gerisine ne yaptığı bizce meçhul. Mesele, İstanbul Müftülüğü’nün Türk Okutma Kurumu’na başvurmadan önce yaptırdığı tahkikatla kısmen aydınlanıyor. Öğrenildiği kadarıyla matbaa, Kur’an-ı Kerim sayfalarını Galata’da bir komisyoncuya satıyor. Mihran, piyasaya sürdüğü kâğıtları komisyoncu Kerope’den alıyor. İstanbul Müftüsü Ülgener, elde ettikleri malumatı aktardıktan sonra Türk Okutma Kurumu’ndan, “Bu gibi hallere meydan verilmemesine delalet olunmasını...” talep ediyor. Başbakanlığa bağlı Türk Okutma Kurumu; dilekçeyi, altına el yazısıyla ‘Ehemmiyetle Osman Bey Matbaasına’ yazarak Darüşşafaka’ya iletiyor. Cevabî savunma, 3 Ocak 1938’de ulaşıyor müftülüğe. “… ambarlarda parça hâlinde bulunan ve çürümeğe yüz tutan dinî ve gayrı dinî Arapça formaların imhası arzu edildiğinden bunların Avrupa kağıt fabrikalarında kağıt hamuru haline konulmak ve İstanbul vesair mahal piyasalarında kullanılmamak ve aksi takdirde her türlü mes’uliyet kendisine ait olmak şartiyle ve sureti ilişik bir taahhütname mukabilinde (…) Kerope’ye satıldığı (…) yarım asırdan beri temiz ve dürüst olarak tanınmış olan Osman Bey Matbaası’nın bu gibi hasis menafi yüzünden kesri itibarına mahal bırakılmayacağı…” Komisyoncu, kâğıtları kilosu 4 kuruş mukabilinde hamur yaptıracağına 5 katı fiyata Mihran’a satmayı tercih ediyor kısacası. Osman Bey Matbaası, muhataplarına ‘itibarını küçük menfaatlere değişmeyeceği’ cevabını veriyor... Sorumlular hakkında işlem yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz ne yazık ki. Tıpkı Sahaf Lütfü Bayer’de mahfuz teftiş raporuna göre 31 Mayıs 1940’ta matbaanın depolarında bulunan ciltlenmemiş 2 bin adet yaldızlı Kur’an sayfasının akıbetini bilemediğimiz gibi… Buhran 2 asır önce başlıyor Cumhuriyet’e geçişte yaşanan kırılmanın küçük, sembolik ancak çok önemli bir göstergesi bu belge. Eski dönemin birikimini; istisna tanımadan elinin tersiyle iten Cumhuriyet’in kurucu eliti ve siyasileri, vebali birlikte omuzluyor. Önce eserlerin ifade ettiği mânâ, ardından metin kıymetsizleştiriliyor. Konudan haberdar sahaf müdavimlerinden biri, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Raşit Küçük. O bizim kadar şaşkın değil. Zira dedesinin kitaplarından başlayarak pek çok vak’a görmüş, dinlemiş bugüne dek. Yorum yapmadan önce kendi hatırasını paylaşıyor bizimle: “Adını aldığım dedem Çanakkale şehidi. Medreseyi bitirdikten sonra evlenmiş. Eşi hamileyken savaşa çağrılmış. Nenem, Harf İnkılâbı’ndan sonra çevrede oluşturulan korkudan etkilenerek dedemin kitaplarını iki-üç merkebe yüklemiş, götürüp tarlaya dökmüş. Kitaplar orada senelerce yağmur altında kalarak çürümüş.” Antalya Aksekili Raşit Hoca, iki medresesi olan, okuyanı fazla, Menteşbey köyünden. Halkın, Harf Devrimi’nden sonra ‘ayak altında kalmasın!’ diye mağaraya attığı içleri erimiş onlarca kitabın cildini çıkarmış gençlik yıllarında. Zihninde canlanan manzaralar mani oluyor şaşırmasına. O yılların vebalini bir tek Cumhuriyet’e yıkmak haksızlık elbette. 20’lerde hükme bağlanan her icraat, nereden baksanız 200 senelik buhranın izlerini taşıyor. Asırlarca cihana hükmeden Osmanlı, 1774’te mağluplar safında buluyor kendini. Küçük Kaynarca Anlaşması sonrasında Osmanlı münevveri ilk kez kendinden şüphe duymaya başlıyor. ‘Neden?’ sorusuna cevap arıyor herkes. İslam ümmetinin Hıristiyanlar karşısında yenik düşmesine sebep ne? Kültür, sanat, inanç, sistem, hatta kılık-kıyafet ve alfabe ta o zamandan tartışılmaya başlanıyor. Kaybedilen zamanı kazanmak istiyor Osmanlı. “Mağluplar galipleri her şeyiyle taklit eder!” diyor İbn-i Haldun. Aynen öyle oluyor. Kurtuluş reçetesine ‘Batılılaşma’ yazılıyor. Tanzimat aydınlarının devam ettirdiği muhasebe, Cumhuriyet’te kavgaya dönüşüyor. Tanzimatçılar reform ve tekâmülü esas alırken Cumhuriyet, devrim yolunu tutuyor. “Mustafa Kemal Bonapartist bir adam. Gerçekleştirmek istediklerini demokrasiyle yapamazdı, bunu bekleyemezdi. Bizim aydınlarımız çok etkilenmişti Fransız İhtilali’nden. Onun gibi yapmak istediler.” Pamukkale Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Ali Ünal’a ait bu yorum. Evet, tartışma 2 asırdır sürüyor fakat 1900’lerin başına kadar dava, devleti ıslah etmek çerçevesinde değerlendiriliyor. Tanzimatçılar devleti dönüştürmek istiyor, topluma dokunmuyorlar. Mesela memurlara kıyafet zorunluluğu geliyor ama halka müdahale edilmiyor. Cumhuriyet’se doğrudan halkı dönüştürmek çabasında: “Çünkü kaybedilen zamanı telafi etmek istiyorlar.” Ünal, Cumhuriyet’in kuruluş mantığını çap küçültme olarak yorumluyor. Osmanlı’nın cihanşümul iddiaları var. Fakat 1900’lerin başında devlet ve toplum iddialarını gerçekleştirecek maddi manevi imkândan mahrum. Balkan ve dünya savaşları, ardı arkası kesilmeyen mağlubiyetler… Kimse imparatorluğun ayakta kalabileceğine inanmıyor artık. Tek çare sıfırdan başlamak. Geçmişin hafızasına ve hatırasına saygılı bir toplumla hedefe ulaşmak mümkün değil. Yeni devletin ‘yeni’ insanlara ihtiyacı var. “Yepyeni bir insan tipi, homo cumhuriyetikus yetiştirme telaşına düşüyorlar. Bu insanın tarihle teması olmamalı. Ve kimliğin en önemli unsuru, dinle bağı kopmalı. Bu ikisinin yok edilmesi isteniyor ki Harf Devrimi’nin temel amacı da bu!” diyor Ünal. ‘Mevcut alfabe Türkçeyi ifade etmekte yetersiz kalıyordu. Öğrenilmesi zordu!’ iddialarının gerçekle alakası yok ona göre. “Hiçbir millet zor öğreniliyor diye alfabe değiştirmez. Öyle olsa Japonların, Çinlilerin değiştirmesi gerekirdi.”
  21. BÜTÜN KAPILAR KAPANSIN; YALNIZ... Üzerlerinde ağır bir halsizlik, yine en yakınlarından iki sahabinin kolunda, Mescide girdiler, minbere çıktılar: « - Allah, kullarından birini, dünya ile kendi yakınlığı arasında serbest bıraktı; kul da Allah'ı seçti. » Ebû Bekr ağlıyor: - Anam, babam, her şeyim Sana feda olsun, ey Allah'ın Rasûlü... Sahabiler, haşyet ve dehşetle birbirine bakışırken, Allah'ın Sevgilisi devam ettiler: « Sohbetiyle, sevgisiyle, malıyla, canıyla Bana insanlar içinde en büyük yardımcı Ebû Bekr oldu. Eğer dünyadan bir dost seçmek gerekseydi, Ebû Bekr'den başkasını bulamazdım. Fakat onunla aramdaki, sadece İslam kardeşliğidir. » Ve heybetler içinde ilave buyurdular: « Bugünden sonra Mescide açılan kapıların hepsi kapansın, yalnız Ebû Bekr'inki açık kalsın! » Son emanet de Ebû Bekr'e verilmiş oluyordu. ● « Ey Nâs! Kimin arkasına vurdumsa, işte arkam, gelip vursun! Kimin benden alacağı varsa işte malım, gelip alsın! » Öğle namazı kılındıktan sonra yine minbere çıkıp aynı sözü tekrarladılar: « İşte arkam, işte malım.» Üç dirhem alacak iddia eden biri çıktı. Hemen ödediler. Arap Yarımadasında tek Müşrik bırakılmamasını ve elçilere saygı gösterilmesini emir buyurdular. « Allah'a ısmarladık...» Ve Hazret-i Aişe'nin hücresine döndüler. Çöle İnen Nur'dan (Hz. Peygamber'in son günlerinin anlatıldığı bölümden...) Onun kaleminde Hz. Muhammed (sav) yerine Peygamber, Allah Rasûlü, Gaye İnsan, Ufuk Peygamber, Rasûlullah gibi hitaplar vardır. Peygamber’e ismiyle hitap etmeme noktasındaki bu özen Çöle İnen Nur’da daha da yoğunlaşmakta ve alıntı veya aktarım cümlelerinde dahi “Muhammed” yerine “M……..” şeklinde bir ifadenin kullanıldığı görülmektedir. Elbette ki bu tutum Necip Fazıl’ın Hz. Peygamber’e duyduğu sevgiden öte büyük saygıyla alakalıdır. Başta şiir olmak üzere edebiyatın birçok türünde verdiği eserlerle ve fikrî mücadelesiyle 20. yüzyıl Türk edebiyatında ve fikir hayatında oldukça önemli ve etkin bir konuma sahip olan Necip Fazıl'ın belki gözden kaçan, belki de hayatının ve siyasî mücadelesinin gölgesinde kalan bir hususiyeti de onun son asır edebiyatımızda Hz. Peygamber'i konu alan önemli kalemlerden biri oluşudur. Müslüman bir hayat görüşünü benimsediği 1930'lu yılların ortalarından vefat ettiği tarih olan 1983'e kadar geçen yarım asırlık bir dönemde altmışın üzerinde edebî ve fikrî eser kaleme alan ve bu eserlerinin büyük çoğunluğunda İslam düşüncesini konu edinen Necip Fazıl'da Allah Rasûlü'ne olan sevgi ve bağlılık da üst seviyededir. Şairin, şiirlerini topladığı Çile adlı eserinde Peygamber, Allah'ın Sevgilisi, Ölçü, O, Rütbe gibi Hz. Peygamber'e yazılmış müstakil şiirler mevcuttur. Bunun yanı sıra bazı şiirlerinde de tematik bağlamda olmasa da Hz. Peygamber ismen yer almakta veya O'na atıflar yapılmaktadır. Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'den bahseden bu şiirlerini iki temel planda değerlendirmek mümkündür: Hz. Peygamber'in vasıflarını ve kişiliğini övenler ve şairin Peygamber'e olan sevgisini ve bağlılığını ifade edenler. Fakat bu yaklaşımın bu şiirleri kategorize etmek maksadı gütmediğinin ve zaten şiirlerin de böylesi bir kategorizasyona müsade etmediğinin de altını çizmek gerekmektedir. Çünkü bazı şiirlerde bu iki anlam katmanının bir arada yer aldığı da görülmektedir. Mesela Rütbe şiirinde şair; "Düşünün, ben ne büyük rütbeye tutkuluyum! Çünkü O'nun kulunun kölesinin kuluyum!" derken hem Hz. Peygamber'in şahsına övgüde bulunmakta hem de kendisiyle O'nun arasındaki irtibatı (yani O'na olan bağlılığını) ve bu bağın kendisine kazandırdığı payenin büyüklüğünü dile getirmektedir. Yine Peygamber'i konu alan Ölçü şiirinin ilk mısraında Allah Rasûlü'nü "Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim;" hitabıyla anan şair, ikinci mısrada "Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim." diyerek O'na olan sadakatinin derecesini ifade etmektedir. Çile'deki bu şiirlerin dışında Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'in hayatını konu edinen ve müstakil bir kitap olarak basılan manzum bir eseri daha vardır. "Esselâm" adını taşıyan ve bir "mevlid denemesi" şeklinde değerlendirilebilecek olan bu eserinde Necip Fazıl, Hz. Peygamber'in dünyevi ömrünün 63 yıllık bir süreyi kapsamasından ilhamla 63 manzumede O'nun hayatının belli başlı noktalarını anlatmaktadır. Kitaba yazdığı Takdim yazısında eserini "Umulur ki; bir gün Türk edebiyatı, bu eseri, yeni zamanların İslami tahassüste ilk temel kitabı saysın... Ve destanlık çapta cehd sarfetmenin ne demek olduğu bu vesileyle görülsün..." şeklindeki ifadelerle tanıtan şair diğer taraftan eserinin Mevlid gibi kutsiyet atfedilerek okunması ihtimalinden de ürkmektedir. Ayrıca bu eser 1973 yılında kurulan Büyük Doğu Yayınlarının da birinci kitabı olarak yayınlanmıştır. Tüm bunlardan anlaşıldığı kadarıyla Necip Fazıl, Esselâm'a çok büyük önem vermektedir. Zira kendi ifadesiyle "bu eser, hasret derecesini termometrelere ifade ettirmekten aciz olduğu bir ruh çilesi içinde yazılmaya başlan[mış]" ve "belki daha yakıcı bir çile dürtüşüyle tamamlan[mıştır]." Esselâm’ın başarısızlığı karşısında Çöle İnen Nur’un başarısının sebeplerinden birinin de yine bu ifade serbestliği olduğu söylenebilir. Esselâm’ın manzum bir eser oluşu ve belli kalıplar dahilinde yazılması zorunluluğu Necip Fazıl’ın anlatımını belli noktalarda sınırlamış, hatta yer yer zorlamıştır. Necip Fazıl'ın çok ses getireceğini umduğu bu eseri ne yazık ki şairin beklediği ilgiyi görmemiş ve Necip Fazıl külliyatı arasında en az basılan kitaplardan biri olarak kalmıştır. Hatta şair vefatından kısa bir süre önce kendisiyle yapılan bir söyleşide bu ilgisizliğe şu cümlelerle feryad etmiştir; "Benim bir eserim var, Esselâm diye. 63 parçadan ibaret. Rasûlullah'ı anlatıyor. Zaten hayatı da 63 sene. Nerde bu Müslüman nesiller, tahassüsü seven nesiller..." Esselâm'ın yaşadığı bu talihsizliğe karşın Necip Fazıl'ın Peygamber'in hayatını konu edinen diğer bir kitabı "Çöle İnen Nur" ise ciddi bir okur ilgisine mazhar olmuş ve edebiyatımızda bu konuda yazılan eserler içinde zamanla kendine önemli bir yer edinmiştir. Esselâm'ın aksine mensur olarak kaleme alınan Çöle İnen Nur'da da Allah Rasûlü'nün hayatı nûr-ı Muhammedî'nin yaratılışından Hz. Peygamber'in vefatına kadar bir bütünlük içerisinde anlatılmaya çalışılmıştır. Eserini bir sanat eseri olarak kurgulayıp kaynak göstermek, vaka atlamamak, kronolojiye tam riayet etmek gibi ilmî kaygılardan uzak bir biçimde yazan Necip Fazıl'ın yöneldiği okur kitlesi de "müminler veya iman istidadında olanlar"dır. Dolayısıyla eser, ispat veya ikna gayesi gütmemekte ve akılcı bir anlayışa hitap etmemektedir. Bu yaklaşımın Necip Fazıl'ın kalemine sanatsal bir serbestlik kazandırdığı ve eserin etki gücünü de arttırdığı görülmektedir. Esselâm'ın başarısızlığı karşısında Çöle İnen Nur'un başarısının sebeplerinden birinin de yine bu ifade serbestliği olduğu söylenebilir. Esselâm'ın manzum bir eser oluşu ve belli kalıplar dahilinde yazılması zorunluluğu Necip Fazıl'ın anlatımını belli noktalarda sınırlamış, hatta yer yer zorlamıştır. Esselâm'da zaman zaman görülen anlatım kusurları, anlam kopuklukları, sınırlanmışlık ve zorlama kafiyeler gibi problemlere karşın Çöle İnen Nur'da ciddi bir anlatım zenginliği, eserin akışına uygun bir biçimde yol alan bir lirizm ve okuru tatmin edecek bir vaka yoğunluğu görülmektedir. Adeta Necip Fazıl, Esselâm'da anlatmak isteyip de şiirin kalıplarının sebep olduğu çeşitli tasarruflarla özetleyerek veya yoğunlaştırarak geçtiği şeyleri Çöle İnen Nur'da kendini sınırlamadan ifade etmiş gibidir. Bu eserlerinin yanı sıra Hz. Peygamber'e hasredilmiş müstakil bir kitap olmasa da İhtilal adlı kitabının da 30 sayfalık bir bölümünde Hz. Peygamber'in inkılaplarını anlatan Necip Fazıl'ın ayrıca Nur Harmanı adlı bir de hadis derlemesi vardır. Bunlardan başka başta Dört Halife olmak üzere, Ezvâc- Tâhirât'tan Hz. Hatice ve Hz. Aişe, Peygamber'in kızı Hz. Fatıma ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'le Aşere-i Mübeşşere'yi oluşturan diğer altı sahabi olmak üzere 80 kadar sahabinin hayatlarından karelerin yer aldığı Peygamber Halkası adlı eser ile Hz. Ali'ye hasredilmiş İlim Beldesinin Kapısı Hz. Ali adlı eser de dolaylı da olsa Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'le ilişkili eserleri arasında sayılabilir. Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'i konu edindiği eserlerin dökümünü ve tanıtımını bu şekilde yaptıktan sonra şairin, bu eserlerinde takındığı dikkat çekici birkaç tavır üzerinde durmanın da onun Hz. Peygamber'e yaklaşımını veya O'nu anlatma tarzını açıklamada katkısının olması muhtemeldir. Öncelikle Necip Fazıl'ın, bu eserlerinde Peygamber'e asla adıyla hitap etmeyişi, yalnızca Allah Rasûlü'nün çevresinde bulunan diğer kişilerin ağızlarından aktardığı bazı monolog veya diyaloglarda ve O'nun doğumunu ele aldığı bahislerin isim verme kısmında "Muhammed" lafzını kullanışı dikkat çekicidir. Onun kaleminde Hz. Muhammed yerine Peygamber, Allah Rasûlü, Gaye İnsan, Ufuk Peygamber, Rasûlullah gibi hitaplar vardır. Peygamber'e ismiyle hitap etmeme noktasındaki bu özen Çöle İnen Nur'da daha da yoğunlaşmakta ve alıntı veya aktarım cümlelerinde dahi "Muhammed" yerine "M........" şeklinde bir ifadenin kullanıldığı görülmektedir. Elbette ki bu tutum Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'e duyduğu sevgiden öte büyük saygıyla alakalıdır. Necip Fazıl'ın Peygamber'i anlatma noktasında takındığı diğer bir tavır da O'nu "Müslümanların örnek alması gereken bir rehber veya prototip" olarak tasvir etme çabasıdır. Bu bağlamda Necip Fazıl'ı bu eserleri yazmaya iten sebebin yalnızca Peygamber sevgisi olmadığı, şairin Peygamber'e olan sevgisinin ve bağlılığının yanı sıra okurlarına bir rehber portresi çizme misyonunu da kendisine yükleyerek bu eserleri kaleme aldığı söylenebilir. Hatta bu durum yalnızca Peygamber'e dair anlatılarda değil, sahabilerin hayatlarından alınan karelerde de kendisini göstermektedir. Kısacası Necip Fazıl'ın, yüzyıllardır anlatılagelen vakaların yeni bir tekrarını yapmaktan ötede Peygamber'in yaşantısına dair önemli unsurları çağının insanına ulaştırmayı amaçlayarak bu eserleri kaleme aldığı görülmektedir. Son olarak modern edebiyatımızda sayısı ve niteliği gittikçe azalan Hz. Peygamber konulu eserlerin içerisinde Necip Fazıl'ın eserlerinin ciddi bir önem arz ettiği ve Peygamber'in çağrısının ve bundan ziyade örnek şahsiyetinin 20. yüzyıl insanına ulaştırılması noktasında bu eserlerin -Necip Fazıl'ın kitleler üzerindeki etkileyici kişiliğinin de tesiriyle- önemli bir açığı kapattığı söylenebilir. Çile'den PEYGAMBER Sen, fikir kadar güzel; Ve tek, birden daha tek! Itrını süzmüş ezel; Bal sensin, varlık petek... Sensin ölüme hisar; Bâkisi hep inkisar.. Sar bizi, çepçevre sar, Rahmet rüzgârı etek!.. (1958) Esselâm'dan NUR Yok bile yokken O vardı; O bir nur... Ki mutlak saffet. Âdem, Allah'a yalvardı; O nur için beni affet! Âdem'in alnında bir nur; Derken öbür Peygamberde. Âyet ki, çıplak okunur; Ne bir harf, ne zarf, ne perde. Geçti bilmem kaç nesilden, O nur, İlâhi daire... İbrahim'den İsmail'den, Vesaire vesaire... O nur, o nur, elde sancak; Aktarılır, nebî nebî. Bir beklenen var ki, ancak, Nurun ezelden sahibi... Nur sırdır, ışık üstü sır; Vurduğu eşya gölgesiz. Onsuz insan kör ve sağır; Ülkeler onsuz, ülkesiz. Son Peygamber, son Peygamber! İlk olunca sona geldi. Nur, fezayı tutan çember, Ondan gelip O'na geldi. Kaynaklar - Cemile Sümeyra, "Çöle İnen Nur: Önder ve Peygamber", Hece Dergisi Büyük Doğu ve Necip Fazıl Özel Sayısı, 2004 - M. Orhan Okay, Necip Fazıl Kısakürek, Şule Yayınları, Nisan 2000 - Mustafa Aydoğan, "Şiirin Ufku: Esselâm", Hece Dergisi Büyük Doğu ve Necip Fazıl Özel Sayısı, 2004 - Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yayınları, Aralık 1999 - Necip Fazıl Kısakürek, Çöle İnen Nur, Büyük Doğu Yayınları, Mayıs 2006 - Necip Fazıl Kısakürek, Esselâm, Büyük Doğu Yayınları, Mayıs 2005 Fatih Demir
  22. AYŞE ALTUNKÖPRÜ HABERLER Pazar Yakın tarihin en tartışmalı konularının başında İstiklal Mahkemeleri geliyor. Kurtuluş Savaşı'ndan önce Kuva-yi Milliye muhalifleri ile savaştan kaçanları yargılayan mahkeme, Cumhuriyet'in ilanından sonra rejim muhaliflerini ve özellikle mütedeyyin kesimi hedef aldı. Dünya hukuk tarihine geçecek kararlar da bu dönemde verildi. İstiklar Mahkemeleri'nin Cumhuriyetin ilanından sonra yeniden hayata geçirilmesinin sene-i devriyesinde ilk defa konuşan mazlum yakınları iade-i itibar istiyor. 1920-27 Cumhuriyet tarihinde en çok tutuklamanın yapıldığı yıllar. İstiklâl Mahkemeleri’nin cadı avına çıktığı bu dönemlerde birçok münevver insanın hayatı karardı. Anadolu’da yarası hâlâ kanayan binlerce İskilipli Atıf Hoca var. Soyisimlerini, memleketlerini değiştirmişler. Hiç olup, hayatta hep bir adım geri durmuşlar. Şimdi tek istekleri dedelerinin mezar yerini öğrenmek ve iade-i itibar… “Herhalde böyle bir mahkemede ben hâkim olmaktan ise, mahkum durumunda bulunmayı tercih ederim.” Bu sözler İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanan gazeteci-yazar Hüseyin Cahit’e ait. İstiklal Mahkemeleri, Cumhuriyet tarihi ve Türk hukuk sisteminde en çok tartışılan uygulamaların başında yer aldı. Bu mahkemeler; 29 Nisan 1920’de çıkarılan Hıyanet-i Vataniye Kanunu’yla birlikte Cumhuriyet dönemi öncesi, savaş hukukunun olağanüstü şartlarında oluşturuldu ve 8 ilde hayata geçirildi. Bir süre ara verilen mahkemeler, 4 Mart 1925’te İsmet Paşa hükümetinin kurulmasıyla ‘İsyan Bölgesi ve Ankara İstiklal Mahkemesi’ olarak tekrar açıldı ve 1927’ye kadar faaliyet gösterdi. Dayanağı kanun, Tek Parti döneminde 4 Mayıs 1949’a kadar yürürlükte kaldı. Bu mahkemeler, Milli Mücadele döneminde düzenli orduyu kurmak için asker kaçaklarına karşı olması gereken tavrı sergiledi. En büyük özelliğiyse avukat ve temyiz hakkının bulunmamasıydı. Mahkemelerde yargılananların birçoğu aynı gün içinde tutuklanır, yargılanır, cezaları verilir ve idam edilirdi. Bu sayede ulusal otorite sağlanmaya çalışılıyordu. Fakat bir süre sonra, binlerce mazlum insanın idam edildiği bir yapı haline geldi. Muhalif ve devrim karşıtı isimlerin yargılanıp sindirildiği bu mahkemeler, tartışmalı hukuk kararlarıyla masum insanların ortadan kaldırıldığı bir sürecin de mimarı oldu. Özellikle 25 Kasım 1925’te Şapka Kanunu’nun kabulüyle yüzlerce insan idam edildi, binlercesine de hapis ve sürgün cezası verildi. Birçok mağduriyeti de arkasında bıraktı… Bu mahkemelerde yargılanan ve idam edilen İskilipli Atıf Hoca’yı hemen herkes bilir. Şapka Devrimi’nin ruhudur o. Ya diğerleri... Şapka giymediği için vatan hainliğiyle suçlanan, haksız yere idam edilen birçok mazlumun ailesi ve geride bıraktıkları hiç konuşulmadı. Bugün Anadolu’nun değişik yerlerinde hikâyesine hiç dokunulmamış başka Atıf Hocalar da var aslında. Erzurum, Kahramanmaraş, Yozgat ve Rize’de bu mazlumların izini sürdük. Ulaştığımız birçok aile hâlâ korkuyor ve konuşmak istemiyor ne yazık ki. Görüştüğümüz aileleriyse gözyaşlarıyla dinledik. Mağduriyet ve travma kuşaktan kuşağa devam etmiş. Bir kısmı memleketini terk etmek ve soyismini değiştirmek zorunda kalmış. Çoğu, dedelerinin mezar yerini hâlâ bilmiyor. Bilenlerse yakın zamana kadar mezar taşını bile dikememiş. İşittiklerimiz, Necip Fazıl Kısakürek’in son devrin din mazlumlarıyla ilgili söylediklerinde ne kadar haklı olduğunu gösteriyor: “Bunların hikâyesini anlatmak ve dinlemek bile bana giran geliyor, azap veriyor. Zulüm gölünün neresinden bir bardak veya bir yüksük su alınsa tahlilleri birbirinin aynı çıkar.” Bu işte bir Çapanoğlu var! Tarih kitaplarına Çapanoğlu İsyanı olarak da geçen Yozgat İsyanı, Çapanoğulları ailesini yıllarca mağdur etmiş. İsyanın içine çekilen aile, tarih kitaplarında doğru bilgilerin yazılmadığını iddia ediyor. Birinci İstiklâl Mahkemeleri’nde idam edilen Halit Çapanoğlu’yla aynı ismi taşıyan torunu, “Gelişigüzel suçlamalar bütün aileyi yakın tarihe kadar mağdur etti. Tarihi vesikalar hâlâ gizli, onlara itibar edilmesi gerekir. Keşke açılsa hepimiz gerçeği öğrensek.” diyor. Osmanlı’nın son döneminde padişahın yanında önemli görevler alan bir ailedir Çapanoğulları. İttihat ve Terakki kadrolarıyla ters düşer bu aile. Bütün görevleri ellerinden alınır. Onlar da Yozgat’a döner. Milli Mücadele’ye destek verirler, ama bazı konularda anlaşmazlığa düşüp protesto ederler. Haklarında çıkan yakalama emriyle Çapanoğlu Halit Bey, 13 Haziran 1921’de Amasya’da yargılanır ve idam edilir. Cenazesi ailesine teslim edilmez. Torun Halit Bey, “Ailede yılların getirdiği yorgunluk var. Dedemin fatiha okuyacağımız bir mezarı yok, nerede bilmiyoruz. Büyükdedemin ve babamın mezarı belli ama dedemin yok.” diyor. Dedemiz vatan haini değildi Milli Mücadele döneminde 8 Eylül 1921’de kurulan Yozgat İstiklal Mahkemesi’nde, isyana karışan binlerce insan yargılandı. Resmi rakamlar 56 kişinin idam edildiğini söylese de daha fazla olduğu iddia ediliyor. Tarık Buğra’nın Küçük Ağa romanındaki kahraman, Çakırsaraylı çetesine sığınan, Kuva-yi Milliyecilere karşı mücadele gösteren birisidir. Tarık Buğra’nın esinlendiği ismin, 1920’de Yozgat’ta Çapanoğulları’na destek verdiği gerekçesiyle hakkında tutuklama kararı çıkan Küçük Ağa olduğunu öğreniyoruz. Mustafa Kemal’in verdiği emirle Yozgat’ta isyana karışan ama pişman olanlardan 500 kişilik Akdağmadeni Alayı oluşturulur. Ekip, 1920’de Küçük Ağa’nın önderliğinde Ankara’ya gitmek için dualarla yola koyulur. Akşam konakladıkları yerde “Sizi Ankara’ya asmaya götürüyorlar.” diye bir söylenti yayılınca Küçük Ağa, yanına aldığı 50 kişiyle kaçar. Yozgat’ta Küçük Ağa’nın torunları Ali Aksoy (52) ve Ali Güzel’le (60) görüştük. Dedeleri kaçtıktan sonra köyüne saklanmış. Bunun üzerine askerler, köydeki evleri de ateşe vermiş. Yakalanan Küçük Ağa, Tokat’ta asılmış, cenazesiyse bilinmeyen bir yere defnedilmiş. Ali Aksoy, “Dedemiz vatan haini değildi. Köyde evini yakıp, ailesine de zarar vermişler. Babasını, kardeşini de tutuklamışlar. Kardeşi hapishanede çok üşümüş, aşırı soğuktan sakat kalmış. Büyüklerimiz o dönemde, idam sehpaları yetmediği için insanların kalbine kama sokularak öldürüldüğünü söylerdi.” diyor. Aynı kabirde iki âlim Erzurum’da İstiklal Mahkemeleri’nin idam ettiği kişiler arasında iki âlim var: Hacı Osman Efendi ve Hacı Galip Efendi. Biri Kadiri biri Nakşi tarikatına mensuptu. Birbirlerini yakından tanıyan ve çok seven bu iki kader arkadaşının vefatı da birlikte olur. Öyle ki idam edildikten sonra aynı kabre konur ve yıllarca ailelerinin bilmediği bu kabirde birlikte yatarlar. Yıllar sonra defnedilme anında oradaki bir askerin torunlarına mezar yerini söylemesiyle bulunan bu iki âlim, birbirine sarılmış haldedir. İki cenaze, aile mezarlığına taşınır ve yine birlikte defnedilir. Hâlâ aynı kabirde bulunan bu iki zatın kabir taşının bir tarafında Hacı Osman Efendi, diğer tarafında Hacı Galip Efendi yazıyor. Bir gün Galip Efendi, Osman Efendi’ye “Dünyada birlikteyiz ama ahirette nice oluruz?” diye sorunca Osman Efendi, “İnşallah ahirette de birlikteyiz.” dediğini Osman Efendi’nin torunlarından öğreniyoruz. Erzurum’da çıkan hadiselerden haberi bile yokken tutuklanıp, İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanan Hacı Osman Efendi’nin asılmadan önce son isteği iki rekât namaz kılmak olmuş. İdamının ardından ailesinin çilesi de başlamış. Oğlu Nurettin Gaciroğlu, Kurşunlu Medreseleri’nde iftiraya uğrayarak hapislerde yatmış, işkencelere maruz kalıp tırnakları çekilmiş. Ailenin medrese vakıflarındaki hisselerine el konulmuş, bütün aile yoksulluğun kucağına düşmüş. Yıllar sonra Osman Efendi’nin torunları da onun yolundan gitmiş. Kurdukları Gaciroğlu Vakfı’nda Kur’an-ı Kerim öğretiliyor, öğrencilere burs, ihtiyaç sahiplerine yiyecek ve yakacak temin ediliyor. Torunlarından Kemal Gaciroğlu, “Şapka hadisesi değil olay, tarikatla ilgili.” diyor ve ekliyor: “Ahirette bu haksızlığı yapanlarla muhakkak karşılaşacağız. Ailemizin gelirlerine el koymuşlar. Medreseler ellerinden alınmış. O dönemden sonra çocukları ve torunları bir toplulukta otururken siyasi bir konu konuşulduğunda hemen orayı terk etmiş. Çünkü yeniden bir iftiraya maruz kalmaktan, aynı olayları yaşamaktan çok korkmuşlar.” Geriye çeyiz sandığında bir kitap kalır... Galip Efendi ise idam edildiğinde henüz 45 yaşındaydı. Ömrünün en verimli zamanlarıydı. Şapka Kanunu’na karşı Erzurum’daki küçük ayaklanmaya Galip Efendi katılmamış, bilakis hükümet konağına doğru yürüyenleri sakinleştirmek için çaba göstermiş. Galip Efendi’nin tutuklandığı gün, kapıyı kırarak girdikleri evi tarumar eden askerler, bütün kitaplarını yakmış. Aliye Hanım, o gün sadece çeyiz sandığından eşinin yazdığı Divan defterini kurtarabilmiş. Geride kalan defterde 115 tane Osmanlıca şiir var. Bu şiirler, Atatürk Üniversitesi tarafından 1993’te kitap olarak basılmış. Galip Efendi idam edildiğinde Vefa isminde iki yaşında bir oğlu varmış ve eşi diğer çocuğuna hamileymiş. Hapishanedeyken bir oğlu daha olacağını bilmeden keramet göstermiş ve eşine haber göndermiş: “Benim iki ay sonra bir oğlum olacak. İsmi Sefa olsun.” Oğlu Sefa Acarlı 1994’te vefat etmiş. Büyük oğlu 86 yaşında, Bursa’da münzevi bir hayat yaşıyor. Eski soyisimleriyse Mütevekkilzade. İstiklal Mahkemeleri’nden sonra onlar da değiştirmiş. Vefa Bey’in oğlu Ebubekir Acarlı (58), o acı günleri babaannesinden dinlemiş. Dedesinin, isyancıları engellemek için elinden geleni yaptığını söylüyor. Kadiri Şeyhi babası Vefa Acarlı’nın vefat edene kadar gençlere ders verdiğini ancak her derste babasının tedirgin olduğunu anlatıyor. Dedesinin asılmasının babası üzerinde büyük bir etki bıraktığını söyleyen Ebubekir Bey, “Biri içeriye aniden girse kitabını hemen masanın altına saklardı.” diyor. Onun bir de sitemi var: “Vatan için elinden geleni yapan bu âlimler, milleti için çarpışıyor ama bir sistem geliyor, başlarını alıyor. Dersim’de katledilen masumlar dile getiriliyor ama vatanın evladı bu münevver insanların ismi niye dile getirilmiyor? Bir şapka takmadığı için idama gönderilen dedelerimizin itibarının iadesini istiyoruz.” Şapkaya itirazı yoktu ama konağının önünde idam edildi İstiklal Mahkemeleri’nin ardında korkular bıraktığı bir diğer il Erzurum. 1925’te şehir meydanında idam edilen 22 kişiden biri de Erzurum’un mümtaz ve zengin kişilerinden Kullebi Akif Ağa’dır. Şehir merkezindeki büyük konağında şimdi torunu Rasim Kullebi (70) oturuyor. 1918’de şehre hâkim olan Ermenilere karşı mahalledeki silah kullanacak kişilerin toplantı adresi de bu konaktır. Talihe bakın ki Akif Ağa, bu konağın önündeki meydanda idam edilir. Sonrasındaysa evleri adeta yağmalanır. İdamı İstanbul’da gazetelerden öğrenen oğlu Gani Kullebi, felç geçirir ve aylarca memleketine dönemez. Yardımlarla hayata tutunur. Şapka Kanunu’nu protesto eden halkın arasında değildir Akif Ağa. Ertesi sabah evinin önündeki çeşmede abdest alırken jandarma gelip hakkında tutuklama emri olduğunu söyler. Askerlere, “İzin verin çizmelerimi giyeyim.” deyip evde bulunan iki eşine “Bu işin sonu kötü. Bir daha gelemem.” diye veda eder. Dönemine göre gayet modern giyinen bu adamın, şapkayla hiçbir alıp veremediği yoktur. Fakat biri ihbar ettiği için yargılanır ve aynı gün darağacına gönderilir. Aile ise konağın penceresinden Akif Ağa’nın idam edilişini izler. Kullebi Akif Ağa’nın iki eşi ve dört çocuğu ortada kalır. Faytonu, kıymetli eşyaları yağmalanır, müzayedede satılır. Yıllar sonra dedesinin evinde oturan ve mesleğini devam ettiren Rasim Kullebi, dedesiyle ilgili şunları söylüyor: “Erzurum’un ileri gelen eşrafından biriydi. Şeyh Sait isyanıyla uzaktan yakından alâkası yoktu. Ayrıca hükümete karşı gelmişliği de hiç olmamış. O dönemde kimsenin böyle ihtişamlı bir konağı da yok, faytonu da... Dönemin valisi Zühtü’de de çekememezlik var. Asacak adam olarak hedef göstermiş dedemi. Zaten o kimi gösterdiyse onlar idam edilmiş. Şapka takmamış olabilir, ama döneminde gayet medeni yaşayan bir insan. El işlemeleriyle evinin dekorasyonunu yaptırmış. İstiklal Mahkemesi’nde haksız yere idam edildi. Ben dedemin iade-i itibarını istiyorum.” Aynı aile beş soyisimi taşıyor İstiklal Mahkemeleri’nin açtığı yaraların izini taşıyan bir başka yer, Rize’nin Güneysu ilçesi. 1925 Aralık’ta Şapka İnkılabı’na karşı Güneysu’da protestolar yapılır. 80-100 kişinin yürüyüşünde kırma dökme olmaz. Fakat “Rize’de isyan var” gerekçesiyle seyyar İstiklal Mahkemesi buraya gelir. 10 Aralık 1925’te başlayan yargılama dört gün devam eder. 143 kişinin yargılandığı mahkemede 8 idam kararı çıkar, 55 kişi de Sinop ve Adana’daki cezaevlerine gönderilir. Cenazeler deniz kenarına kuma defnedilir ve başına da bekçi dikilir. 3-4 ay sonra bir Ramazan günü iftar vaktinde sessizce aileler cenazelerini alır, köye defneder. Aradan geçen 88 yıl idam edilenlerin ailesindeki yarayı kapatmaya yetmemiş. Ailelerden bazıları korkudan soyisimlerini değiştirmiş, farklı illere göç etmiş. Dedelerinin mezarını 2000’li yıllara kadar yaptırmaktan çekinen ailelerin devletle ilişkisi de 1990’lı yıllarda başlamış. Sicillerine işlenen mahkeme kayıtları, resmi ortamlarda hep karşılarına çıkmış. İdam edilenlerden köy bekçisi Kadir Koliva’nın torunlarında farklı beş soyismi var: Akan, Yıldız, Koray, Demirci, Kohar... Fakat resmi olmayan yerlerde Koliva soyismini söylüyorlar. Kadir Kalın, Güneysu’da asılanların yedi büyük ailenin önde gelenleri olduğunu söylüyor. Dedesinin Balkan Savaşı’ndan Güneysu’ya geri dönen tek insan olduğunu belirtiyor. “Bu insanlar ülke ve din elden gitmesin diye kendi imkânlarıyla Kurtuluş Savaşı’nda mücadele ettiler. Fakat gelmişler, uğruna savaştığı değerlei ellerinden almak istemişler. Şapka giymediği için arananlar aylarca eşkıya gibi dağlarda saklanmış. Doğal olarak dedelerimiz de tepki göstermiş.” diyor. Birkaç avukatla Koliva soyismini almak için görüşmüş Kadir Bey. Fakat davayı almak istememişler. “Benim oğlum hukuk okumak istiyor. İlk işi soyismimizi geri almak olacak.” diyor. Ailenin Demokrat Parti sonrası devletle ilişkilerinin arttığını ifade ediyor ve 1990’lı yıllara kadar devlet dairelerinde çalışmadıklarını dile getiriyor. Amcalarından birisinin ise “Babamı şapka yüzünden astınız. O madde hâlâ duruyor ama niye uygulanmıyor.” diye parlementoyu dava etmek istediğini söylüyor. İdam edilenlerden köy muhtarı Yakup Peçe’nin torunu Yakup Atasoy ise 1984’te vefat eden babasının ölene kadar dedesi için ağladığını ifade ediyor. Atasoy, “Babaannem günlerce hapishaneye yemek taşımış. Bir duymuş ki dedem 8 kişiyle birlikte idam edilmiş. Babam korkudan soyismimizi değiştirmiş. Keşke değiştirmeseymiş. Dedemin hatırası diye yıllarca kimse muhtar adayı olmadı. Dedemin ardından babam 20 yıl muhtarlık yaptı.” diyor. Dedesinin yargılanmadan önceki gece gördüğü rüyayı ise şöyle aktarıyor: “Rüyasında üstü kapalı bir su arkından su içerken başına göçtüğünü görmüş. Ertesi gün Rize’ye yürüyüş başlayınca rüyası aklına gelmiş, ‘Bu bir isyan sayılacak, başımız derde girecek.’ demiş. Sadece 3 hâkim gelmiş. Bunlar kimin suçlu, kimin suçsuz olduğunu nasıl anlar? Babam listelerin önceden hazırlandığını söylerdi.” Sözlerini şöyle bitiriyor Atasoy: “Milletini, bayrağını, dinini korumak için savaşan bu insanlar ne cam kırmış ne birini öldürmüş. Şapka giymedi diye idam edilmiş.” Darağacı üç kez kırılır Kahramanmaraş’ta 1925’te 8 kişi dense de 36–39 kişinin asıldığı öne sürülüyor. İdam edilenlerden Maşallah Ali Efendi’nin hikâyesi ve ardında bıraktığı dram göz yaşartıyor. Maraş’taki isyanda halkı kuşatan asker, camiye sığınanları tutuklar ve 63 kişi tutuklanır. Aralarında dilinden eksik etmediği ‘Maşallah’ kelimesiyle bilinen Maşallah Ali Efendi de vardır. Son kez şapka giyip giymeyeceği sorulur. Şahadet getirdikten sonra, “Benim adım Maşallah! Şapka giymem inşallah!” der. Asıldığı darağacı 3 kez kırılır, her defasında tekrar kurulur. Kabrinin yeri ailesine söylenmez. Maşallah Efendi asıldığında 4 yaşında olan oğlu Ahmet Gemci’nin eşi Pakize Hanım’ı (86) hasta yatağında ziyaret ettik. Vefat eden eşinin sürekli babası için ağladığını ve ölene kadar şapka takmadığını söylüyor. Kayınvalidesi, idamdan sonra yataklara düşmüş. Aile çok yoksulluk çekmiş. Pakize Hanım, eşinin yaşadığı travmayı şöyle anlatıyor: “Adnan Menderes’e hayrandı. Asılması yarasını deşti. Günlerce ağladı, kendine gelemedi. Menderes’in asıldığını duyunca yemeğimiz öylece kaldı, günlerce yiyemedik. Dışarılarda gezdi durdu. Çünkü babası da asılmıştı.” Talebeleri her gün hatim indirdi Rize’de idam edilenlerden Hafız Şaban Güneli köyünün imamıdır. Asıldığında daha 25 yaşındadır. Caminin bir odasında Kur’an-ı Kerim eğitimi veren imamın talebelerine, “Kur’an’ı öyle okuyacak, öyle ezberleyeceksiniz ki hiçbir harekesinde hata olmayacak. Yeryüzünden silseler siz yeniden yazabileceksiniz.” dediğini torunlarından öğreniyoruz. Talebeleriyse hocaları öldükten sonra ‘Hocamızın vasiyetidir’ diye ölene kadar Kur’an’ı her gün hatmetmiş. Hatta köyde hatimlerini bitirebilmek için kimi zaman verilen selamı, ayeti bitirdikten sonra alıyorlarmış. Şimdi aynı camide torunu Faik Kalın imamlık yapıyor. O da dedesi gibi hafız. İdam edilenlerden 4 kişinin kabri de bu caminin avlusunda. Her yıl asıldıkları 14 Aralık 13.30’da torunları tarafından mevlit okutuluyor. “Elbiseleriyle gömüldüler. Oğlu da gözünün önünde asıldı. Mesele şapka meselesi değildi ki... Gelecek nesiller adına inanç meselesiydi. Bunun için korktular ve şapka giymek istemediler. Başlarındaki sarık, imanî değerlerini temsil ediyordu. Bunu muhafaza etmek istediler. Dedem hafızdı, biz de çocuklarımızı hafız olarak yetiştiriyoruz.” diyor Faik Bey. Hafız Şaban’ın bir diğer torunu Mehmet Demirci ise şöyle konuşuyor: “Dedelerimizin sicilinde ‘isyancı’ ifadesi yer aldığı için askeri lise ya da savcılıkta yer alamadık. Hep tedirginlik yaşadık. Bu millete kurtuluş savaşlarında hizmet eden dedelerimiz, isyancı ilan edilmiş. Gazi olan, cepheye gidip gelmeyen kardeşleri var. Fakat vatanına hizmet eden bu insanları idam etmişler.” http://www.zaman.com.tr/pazar_anadolunun-unutulan-mazlumlari_2060221.html
  23. Nerelisin? diye sormuştu; oralı olmadım..Tepkisizliğimi görünce o da oralı olmadı..Artık ikimizde oralı değildik hemşeri sayılırdık.. ♥ N.F.K Harika bir espri bu.
  24. Atasoy Müftüoğlu külliyatı Hece Yayınları’nda Atasoy Müftüoğlu Hece Yayınları, Atasoy Müftüoğlu’nun yeniden basılmamış eserlerini yeni bir kapakla, yepyeni ve daha iyi okunur bir mizanpajla okuyuculara sunuyor.. Güncelleme: 12:00, 20 Şubat 2013 Çarşamba İçinizde yaşayan, sizinle birlikte soluk alıp veren ve sizi başkalarından çok daha iyi bilip tanıyan, iyiliğinizi düşünen şahsiyetlere karşı kadirşinaslık vazifesinde bulunuyorsanız eğer, işte bu sizin için salih amel olarak çok şey ifade eder. Unutmazsanız, unutulmazsınız. Ve unutturmazsanız elbette unutturulmazsınız. Müminler birbirlerini koruyup kollamakla mes’uldürler. Selamlaşmakla kalmaz, can-ı gönülden kucaklaşırlar da. Aslında elleri ve tenleri birbirine değerken, yüreklerini ısındırırlar, mütebessim çehreleriyle sadakalaşırlar. Hayrı yaşatır, şerri yavaşlatırlar bu halleriyle. Kardeşinin imza attığı güzel işleri kendisininmiş gibi bilir ve sahiplenirler. Sahiplenmekle de kalmaz, onu, o iyiliği ve hayrı ilerletme ve büyütme yoluna koyulurlar. Burada neyi anlatmaya çalışıyoruz, neyin derdindeyiz ve hangi meseleden mülhem bu sözleri sarf ediyoruz, hemen ifade edelim efendim: Atasoy Müftüoğlu büyüğümüzün ilk baskıları yapıldıktan sonra bir daha basılma kısmetine erememiş Furkan Günleri, Tevhidi Gerçekliğin Işığında, Rahmanın Ayetleri Karşısında, Vahyin Kılavuzluğu Altında, Bunca Tuğyan Bunca Issızlık, Göklerin ve Yerin Dili,Yeni Bir Tarih Şafağı ve Bilinç Işıklarını Yakmak isimli eskimez kitapları var. Bu eserleri, Nehir Yayınları vakti zamanında okuyucuyla buluşturmuş ve sonra öylece basıldıklarıyla kalakalmışlardır. Her biri ayrı bir zamanın ve bilincin şahidi olan bu kitaplar, sonraki yıllarda unutulmuşluğa terk edilmişler ve yeni baskıları da olmayınca onları okumak isteyen gariban okurlar eşten-dosttan sorar olmuşlar. Bu sorup soruşturanlar kervanında ben de bulunuyorum. Vahyin Kılavuzluğu Altında’yı bir sahafta güç bela buldum. Tevhidi Gerçekliğin Işığında’yı pek sevdiğim güzel bir Müslümanın evine misafirken ve “kütüphanesinde neler var neler yok” diye seyre koyulmuşken iki adet görünce birisini rica ile elde etmiştim. Ama gelin görün ki, Bunca Tuğyan Bunca Issızlık eserini bulmamın mümkünatı yok. Bakmadığım sahaf (sahaf diyorum, çünkü kitabevlerinin rafları yeni eserlere kucak açmaktan, baskısı yirmi yaşını doldurmuş kitaplara dönüp bakmaz oldular neredeyse), kendisinde olabileceğini tahmin ettiğim sormadığım tanıdık kalmamıştır. Hatta en sonunda Atasoy Müftüoğlu üstadımıza bile sormuştum “Var mı elinizde?” diye, ama ellerinde olmamakla birlikte bulduklarında tarafıma gönderecekleri sözünü almıştım. Zaman ilerliyordu, fakat eseri bulma konusuyla ilgili hiçbir mesafe kat edebilmiş değildim. Hece Yayınları’na teşekkür ederiz Sonra, Hece Yayınları’nın, üstadımızın yeni bir baskıyı görme şerefine nail olamamış eserlerini yeni bir kapakla, yepyeni ve daha iyi okunur bir mizanpajla okuyuculara sunduğundan haberim olunca bir ümit doğmuştu benim için. “Büyük ihtimalle Bunca Tuğyan Bunca Issızlık’ı da sıraya koymuşlardır inşallah” demiştim. Ve nihayet bu ay, üstadımızın Yeni Bir Tarih Şafağı isimli bir diğer eseriyle birlikte bu kitabının da yeniden doğduğuna tanıklık ediyorum. Tabi o ikinci doğuşunda ama, ben onunla henüz buluşacağım. Beklediğime ve başka bekleyenleri de varsa eğer, beklediğimize değeceği ümidindeyim. Şimdi Hece Yayınları gıyabında Hüseyin Su’ya şükranlarımızı ivedice belirtmeyelim de başka ne yapalım yani? Kimileri için pek fazla değer ve önem arz etmese de bizim için çok kıymetlidir Atasoy Müftüoğlu eserleri. Yirmi dört yıl evvel, yani 1989’da bir ulvi kaygının eseri olan Bunca Tuğyan Bunca Issızlık ve adını yukarıda andığımız diğer kitap çalışmaları, bizim için hâlâ tazeliğini ve önemini korumaya devam ediyor. Ki müellifi bizim için çok önemlidir. Sayıları fazla bir yekün tutmayan ve ümmetin atan yüreği olan bu “adamlarımız”ın düşündükleri, konuştukları ve yazdıkları bizim için göz ardı/dikkat ardı edilecek türden değildir. Hece Yayınları’nın bu toparlayıcılığı takdire şayan Atasoy Müftüoğlu’nun sadece önceki eserleri değil, aynı zamanda yeni yazdığı eserlerin ev sahipliğini de Hece Yayınları yapıyor. Bütün eserlerini aynı yayınevinden bulmak bizim için büyük kazanç. Zira diğer şekilde, yani her eserin farklı yayınevlerinden çıkması, düzenli takip etmeyi okuyucu açısından zorlaştırıyor. Bir vakitler İnsan Yayınları üstlenmişti üstadın eserlerinin basımını. Ama sonra oradan da yüzümüz gülmedi bir türlü. Bir baktık Düşün Yayınları’ndan Ümmet Bilinci, Ekin Yayınları’ndan Evrensel Vicdanın Sesi Olmak, Fide Yayınları’ndan İnsansız Dünyalar İnsansız Hayatlar, Mana Yayınları’ndan Zamanın Sınavından Geçmek eserlerinin çıktığını gördük. Hece Yayınları’nın bu toparlayıcılığı hem takdire şayan, hem de biz okuyucular için büyük kazanım olacak fikrini taşıyorum. Tabi gerek Nehir Yayınları’nın gerekse İnsan Yayınları’nın hakkını teslim etmek gerekiyor. Atasoy Müftüoğlu’na ait kitapları bizlere ulaştırdılar yıllarca. Onlara da teşekkür etmek boynumuzun borcu. Şimdi bize düşen, Yeni Bir Zamanı Başlatmak, Küresel Çağda Kaybolmak ve Küresel Çağda Varolmak kitaplarıyla ve inşallah devamı gelecek olan yepyeni eserleriyle üstadımızı okumaya ve doğru anlamaya çalışmaktır. Irmağın içli sesi olan bu çınar adamın yüreğinden süzerek bizlere hediye bıraktığı cümleleri, belli mi olur, belki bir gün yol azığı olma niteliği taşır. Kıymet bilmek iyidir. Ve iyiler kıymet bilir. Fatih Pala yazdı dünyabizim.com
  25. Kelimeleri motif motif işleyip mürekkebiyle yüreklere konduran şair… Necip Fazıl, 1904 yılında Çemberlitaş’taki bir konakta, evin erkek evladının tek erkek çocuğu olarak doğar. Dedesinin himayesinde ve babaannesinin değdirdiği elleriyle kültür kokan bir atmosferde yetişir. Üstad olarak anılmasına sebep olacak başarı imzalarının ilkini; “Bir yalnızlık gecesinin vehimleri” ismiyle henüz çocuk yaştayken atar. Necip Fazıl’ın “konağın ruhu büyükbabam, ben de onun ruhuyum” diyerek bahsettiği dedesi; torunlarını yanı başına toplayıp sorular sorduğunda ya da bir beyit okuyup tekrar etmelerini istediğinde başrolü yine O alır. Bu sebeple dedesi O’nu “akl-ı evvel torunum” diye çağırır. Dedesinden aldığı eğitimle henüz 4–5 yaşlarındayken okuma-yazma öğrenen üstadın çocukluğu hastalıklar ve çeşitli badirelerle geçer. Üstad, bir kitabında o dönemden şöyle bahseder: “Bütün çocukluğum, ilk çocukluğum hastalıkla geçti. 10–15 yaşıma kadar bir çocuğun çekmesi mümkün ne varsa hemen hepsini çektim. Kaç kere hayatımdan ümit kesilmiş ve ben, Allah öyle istediği için, her defasında kefeni yırtmıştım.” Babaannesi, yine bu yaşlarda konağı birbirine katacak kadar haşarı olan bu çocuğun narkozunu bulur; O’nu romanlara alıştırır. Öyle ki bir gün, bir ağacın altında kitap okurken vaktin nasıl geçtiğini anlamayacak ve yokluğuyla konağı telaşa verecek kadar… Hatta kitapların, dünyasına tesiri sebebiyle bir ara kitap okuması yasaklanır. Üstadın deyişiyle; roman okuma, yaramazlık, hastalık, büyükbabanın kolunda sık sık Mısır çarşısı eşyası satan bir dükkâna gidip kakule almalar, vesaire, iç içe devamda… 9–10 yaşlarındayken taşındıkları yeni yalılarında kız kardeşi Selma hayatını kaybeder ve annesi de üzüntüden hastalanır. Kısa bir süre sonra çok sevdiği büyükbabası Maraşlı Kısakürekzade Hilmi Efendi’yi de kaybeden Necip Fazıl, o dönemi tekrar kitaplara daldığı ve hassasiyetinin en had derecelere ulaştığı çığır olarak betimler. 11 yaşlarında annesinin hastalığı sebebiyle taşındıkları Heybeliada’da bir kıza âşık olan bu kocaman yürekli çocuk, okuduğu hissi romanların içinde aşkını tek başına yaşar. Daha önce Fransız Mektebi ve Amerikan Koleji’ni yarıda bırakan Necip Fazıl için artık Bahriye Mektebi dönemidir. Tam bu dönemde şiire başlamasının vesilesini O’ndan dinlemeli: “Şairliğim 12 yaşımda başladı. Bahanesi tuhaftır: Annem hastanedeydi. Ziyaretine gitmiştim. Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter… Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde. Haberi veren annem, bir an gözlerimin içini tarayıp; —Senin, dedi; şair olmanı ne kadar isterdim! Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetinin ta kendisi… Gözlerim hastane odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim: —Şair olacağım! Ve oldum.” Aldığı bu kararı gerçekleştirmek için danıştığı mektep öğretmenlerinden İbrahim Aşki, O’na yol gösterir. Mektepte de küçüklüğündeki gibi haylaz olarak bilinen ve birçok ceza alan şiir ve okuma meraklısı; bir yandan da el yazması bir mecmua çıkararak O’na şair lakabını takan arkadaşlarıyla paylaşır. Bahriye Mektebi mezuniyetinden sonra Kasımpaşa’daki ahşap evde dayısı, anneannesi ve babasından ayrılan annesiyle beraber kalır. Yazdığı ilk şiirlerden birinin gazeteye çıkması bu döneme denk gelir. “Benim de yerim bu el oldu yahu Gençlik bahçesinde sel oldu yahu! Çünkü ta derinden bağrımı yaran, O başımın tacı el oldu yahu! Saçları boynumda dalgalandı da, Beni boğmak için tel oldu yahu! Ateşte yaktıktan sonra nefesi Külümü savurdu, yel oldu yahu! Ben bu halden ibret almadan göçtüm. Ondan ibret alan el oldu yahu!” 17 yaşındayken üniversiteye başlar. Edebiyat okumayı tercih etmeyen Necip Fazıl, sanatkârı ders alma yolundan geçmeye muhtaç görmediğinden, felsefe bölümü okur. İstanbul Üniversitesinde talebeyken şiirle oldukça haşır neşir olan Üstad, yazdıklarını Yakup Kadri’ye verdiğinin ertesinde, Yeni Mecmua’da 35-40 yaşındaki üstadların yazıları arasında görür. Şiirlerini Anadolu gibi birkaç mecmuada neşretmekle devam eder. Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra kendisini, Paris’e felsefe eğitimi almaya getirecek olan Bormide isimli vapurda bulur. Necip Fazıl için Paris “kâbus şehri”, orada geçirdiği yıllar ise “ıstırap yılları”dır. Bu yılların özü üstün nizam ve topluluktan başıboşluğa geçiştir. Bu süreçte Necip Fazıl’ın şiirlerindeki tasavvufi eda ve hassasiyet de gittikçe silinip yerini korku, gurbet ve karanlık duygular alır. Çıkardığı ilk şiir kitabı “Örümcek ağı” ve sonrasında gelen “Kaldırımlar” da bu ruh halini yansıtır. “Duvara bir titiz örümcek gibi, İnce dertlerimle işledim bir ağ. Ruhum gün boyunca sönecek gibi, Şimdiden ediyor hayata veda. Kalbim, yırtılıyor her nefesinde, Kulağım, ruhumun kanat sesinde; Eserim duvarın bir köşesinde; Çıkamaz göğsümden başka bir seda.” Üstadın ifadesiyle; şiirin muradına ancak Allah’ın gayesiyle varabileceğini ve ancak böyle telkin şiiri olabileceğini henüz fark edemediği yıllar… Şiirin sırrı ise Necip Fazıl tarafından ilerleyen yıllarında şu dizelerle çözülecektir: “Şiir ve sanat, kendisini mutlak hakikate memur ederek ve müessese hikmetini mutlak hakikate doğru ebedi bir arayış diye çerçeveleyerek bir yandan sonsuz meçhuller iklimine fener tutan ve eşyanın nabzını sayan bir telkinci, öbür yandan da aynı davaya bağlı içtimai heyecanın bestekârı ve dış ölçülerin mimarı bir tebliğci sıfatıyla, iç ve dış gayesini birleştirmiş olur. Bu işin de gayesi; Allah…” 1928 yılında Cumhuriyet gazetesinde şiirleri yayınlanırken en yüksek övgüleri hak eder. Müslümanlığını bayraklaştıracağı vakit “sanatına kıyan geri adam” sözleriyle yerini değiştirecek övgüleri… Ancak bu yıllarda göğe çıkarılmasına rağmen Üstad, öz çehresine ulaşamamanın ve ruhunu hapis hissetmenin eksikliğini yaşar. Gerçekten iyi bir şair olabilmesi iki cendereden geçmesine bağlıdır; aletten yoksunluk, hedeften mahrumluk… Alet, dil, Türkçe… Üstad, zamanın kullanılan Türkçesinin basitliği ve havasızlığından boğulur. Ceddimizin bu davayı kavrayarak kullandığı Türkçeye yönelir. Hedef ise, muhit ve cemiyet… Yaşanmaya değer hayatı cemiyet ve devlet şekline dek nakışlandırmak… Tüm bu fikir sancılarıyla yaşadığı 1934 yılına kadar paradoks içindeki şair; Paris dönüşünden bu yıla kadarki hayatını “bohem yılları” olarak tabir eder. 1934 yılında bir bankada müfettişlik yaptığı dönemde eve dönüş yolundaki Necip Fazıl, vapurda hayatının değişmesine vesile olacak bir adamla tanışır. Yolculuğu boyunca muhabbet ettikleri yol arkadaşının önerisiyle Beyoğlu’ndaki Ağa Camisine gidişi, hayatını bir bıçak gibi ikiye bölecek; o günden öncesi ve o günden sonrası olarak ayıracaktır. Ağa Camisinde görmeye gittiği Abdülhakim Arvasi Hazretleri, O’na elini uzatarak sürüncemelerinden çekip çıkaracaktır. Öyle ki Üstad; “O Efendi Hazretleri ki, kendisini buluncaya kadar geçen hayatım, O’nu beklemekten, bekleyiş sıkıntıları içinde kıvranmaktan başka bir şey değildi.” diyecektir. 1935 baharına kadar işi sebebiyle şehirlerarası mekik dokuyan şairin ruh dünyası da fikirler arası gelgitlerle geçer. Metafizik terleri döküşü, yaşadığı fikir çıkmazlarıyla sabahlara kadar uyuyamayışı, manevi buhran ve nihayet bu yalnızlığı kökünden giderici ve büyük visale erdirici yol… Garipliğini fark etmesiyle sığındığı kapıdan, merkezinde Allah bulunan bir kâinata varış… Ve buna vesile olan Abdülhakim Arvasi Hazretlerine duyulan hudutsuz bir aşk… Şairin demesiyle: “Kalemime fetih ve inkişaf O’nunla geldi. İçimde yepyeni bir dünya görüşü, daha evvel cümle ve fikir kalıplarına dökülmeksizin, yalnız huzurlarındaki kelime üstü deyişle, kendilerini tanıdıktan sonra tütmeye başladı.” Otuz yaşına kadar iki şiir kitabı yayımlayan Necip Fazıl, yenilediği hayatında piyes, fikir, tetkik, dava, tez, şiir; 40–50 ciltlik bir çapa doğru yükselecektir. Bunlardan “Bir Adam Yaratmak” adlı piyesi çok defa tiyatroda sergilenecek ve ses getirecektir. En beğendiği şiiri ise; ÇİLE… Ve bu muazzam şiirden ufak bir kesit: “Kaçır beni ahenk, al beni birlik; Artık barınamam gölge varlıkta. Ver cüceye, onun olsun şairlik, Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta. Öteler, öteler, gayemin malı; Mesafe ekinim, zaman madenim. Gökte Samanyolu benim olmalı, Dipsizlik gölünde, inciler benim. Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök! Heybem hayat dolu, deste ve yumak. Sen, bütün dalların birleştiği kök; Biricik meselem, Sonsuza varmak…” Üstadın “Ben geçmişimi çöpe attım. Çöpü kurcalayanlar da ancak kediler ve köpeklerdir” derken bahsettiği geçmişi, diğer bir tabiriyle “ıstırap ve bohem yılları”; büyük hayranlık beslediği bu zatın yol göstermesiyle ve manevi hastalıklarına çare olmasıyla geride kalır. Nihayet büyük bir davanın fikircisi olma yolundadır. Hatta davasıyla bir vücut olabilmek için bankadaki işinden bir hamlede istifa eder. Bir üniversitede hocalık vazifesine başlar, gazetelerde fıkra ve başmakale yazıları neşreder. 1941 yılında Neslihan hanımla evlenecek; Mehmet, Ömer, Ayşe, Osman ve Zeynep adında beş çocukları olacaktır. Necip Fazıl’ın sosyal mücadeleye atılmasının ilk kanıtı 1943’te çıkardığı Büyük Doğu dergisidir. Bu sosyal mücadeleyi yüceltme uğraşıları döneminde büyük âlim Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin vefat etmesiyle Üstad için ikinci bir buhran dönemi başlar. Ancak bu dönem, bir davaya baş koymuş bu adamın, milletin kurtuluşu için fikir çilesi çekmesine engel değildir. Geniş ufku ve zekâsıyla vatanının eksiklerini tam etmeye çabalayan Büyük Üstad, hayatının geri kalanını davasına hizmet etmekle geçirir. “Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım! Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım!” diyecek kadar sahiplenir davasını, girdiği yoldaki dikenler pahasına… Bu süreçte Büyük Doğu dergisine ağırlık veren Üstad, dergi içeriğinin o döneme göre yasak kabul edilmesi sebebiyle her seferinde mahkemeye çıkarılır. Birçok defa hapis cezası alır veya derginin kapatılmasına karar verilir. Buna karşılık Üstadın sözleri ise büyüklüğünü gösterir cinsten: “Beni Allah tutmuş, kim eder azat?” Mahkemede kendisini ve davasını savunurken söyledikleri ve hâkimle konuşmaları da duyulmaya bir o kadar değerdir. Mücadelesinde inatçı olan şair derginin açılmasını ve tekrar yayınlanmasını sağlayacak, geri adım atmayacaktır. Dergi dışında bazı gazetelerde de yazan Üstad, yazdıkları bazı taraflarca hazmedilemeyince gazetelerden de devre dışı bırakılır. Davanın bir diğer yüzü; gençler… Yine 1942’de bir gecenin sabaha varmasıyla başlayan, tarih, millet, nefs muhasebesiyle geçen gençlik sohbetleri… Üstad ölümüne kadar vatan kurtarıcılığını hedef edinen bir gençliği uyandırma çabası içindedir. Kendi sözleriyle: “Ceplerde kaybedilen ve asırlardır dışarıda aranılan güneşi bulup çıkaracak, yerine oturtacak, her şeyi ilk saffet ve asliyet vahidine irca edecek, hasis fert kadrolarına eskitilmiş ve pörsütülmüş manalarla hiçbir alaka kabul etmeyecek, mutlak hakikat ölçüsüyle aklın hakkını akla ve kalbin hakkını kalbe verecek, tarih boyunca bütün hesaplaşmaları yerine getirecek bir gençlik… Vecdiyle, estetiğiyle, ahlakıyla, ideolojisiyle sımsıkı merkeze bağlı, solmayan renk ve geçmeyen anın, ezel kadar eski olduğu için, ebed kadar yeni davanın gençliği…” Vasiyetinde belirttiği isteklerinin davasıyla ilgili olanlarını ise umutla baktığı bu genç nesle emanet eder. Tüm bu koşturmaca içinde geçen onca sene nihayet 1963’te “Aydınlar Kulübü” ile Üstadın ektiği tohumları ormana çevirecek bir dönem başlar. Üstadın verdiği konferanslar Anadolu’da hatta Almanya’da ses getirecek ve muazzam bir ruh örgüsüne dönüşecektir. Davanın yüceldiği bu zamanlarda Üstadın şiiri de zirvesini yaşamaktadır. Yüzden fazla eser veren şair; Örümcek Ağı (1925), Kaldırımlar (1928), Ben ve Ötesi (1932), Sonsuzluk Kervanı (1955), Çile (1962 ve 1974), Şiirlerim (1969), Esselam (1973) şiir kitaplarıyla da tarihe geçecek bir başarı gösterir. Başarıları sonucunda Türk Edebiyat Vakfı’nca 1980 yılında verilen beratla “Sultan-üş Şuara” (Şairlerin Sultanı) ünvanını kazanır. Yine 1980’de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü’nü, 1981’de “İman ve İlam Atlası” eseriyle fikir dalında Milli Kültür Vakfı Armağanı’nı, 1982’de de Türkiye Yazarları Birliği Üstün Hizmet Ödülü’nü alır. Birçoğunun bencilce fikirlerini, karanlık ve cahil düşüncelerini doludizgin koşturduğu zamanlarda ayakları şiirle yere basan, fikir sancısı çeken, davasının adamı Üstad… “Güzel Allah’ım, senden ne gelecekse gelsin; Sen ki, rahmetinle de kahrınla da güzelsin…” diyecek kadar teslimiyetçi… “Ben o kutsi nefesin üflediği kamışım; Ses onun, ben imzamı atmışım, atmamışım” diyecek kadar mütevazi… “O manayı bul da bul! İlle İstanbul’da bul!” diyecek kadar vatanına bağlı… “Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!” diyecek kadar ümitvar… “Hatıra küpü, devril, sen de ey hayal, gömül! Sonu gelmez visalin gayrından vazgeç, gönül!” diyecek kadar kelimelere hakim… “Diyorlar bana: kalsın şiir de söz de yerde! Sen araştır, göklere çıkan merdiven nerde?” diyecek kadar şiirine bağlı… Şiir demişken, son sözü 1983’te vefat edene kadar hayatını şiire adamış Büyük Üstada bırakmalı: “Üstün idrak müessesesi şiir, ilk borç olarak, elinde kâinatın sırlarının anahtarı, O’nun hilkat sırrının ve Kâinat Efendiliği makamının eşiğinde dize gelecektir. Şiir bu mukaddes eşiğin süpürgesi; şair de boynundaki süpürücülük borcuyla insanoğlunun en yüksek rütbelilerinden birisi… Ben, bu rütbelerin en yükseği içinde, O’nun ümmetlik liyakatinin en alçak ferdi olarak, o mukaddes eşiğin süpürücüsüyüm! Kendimi böylece takdim ederim!” Kandil Dergisi Kübra Doğruyol
×
×
  • Create New...