Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mumin

Editor
  • Content Count

    933
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    51

Everything posted by mumin

  1. Bütün ana ve ara yönlerden varacağımız adres, bu sözün Üstad'a ait olmadığıdır.
  2. mumin

    Fazıl Ve Para

    “Hayatında paraya değer vermeyen iki kişinin adını söyle” deseler, biri mutlaka Necip Fazıl olur… O, parayı değil, kullanmayı severdi. Meselâ arkadaşından borç aldığı yüz liranın altmış lirasıyla gömlek alır, üstünü kasiyere bahşiş olarak bırakırdı… Konakta doğmuş, “lüks” şartlarda büyümüş birini bunun için muaheze edemezsiniz. Zira şartlar değişir, para zaman içinde biter, ama alışkanlıklar ölünceye kadar devam eder. Dava ve mahpushane arkadaşı rahmetli Osman Yüksel’in (Serdengeçti) Vehbi Vakkasoğlu’dan (Vehbi Bey’in babasına bizzat anlattığı) dinlediğim bir “para” hikâyesi var ki, Üstad’ın para ile ilişkisini çok güzel anlatıyor… Üstad, Yassıada’da sözkonusu edilen meşhur “Örtülü Ödenek Davası”na dayanak oluşturan 147. 000 lirayı almak üzere, Ankara’ya gitmiş. Fakat uzun tren yolculuğu esnasında beyaz gömleğinin yakası kirlenmiş. Yedek gömleği de yok. Yakın arkadaşı Osman Yüksel’den bir gömlek almasını istiyor… Necip Fazıl ne kadar eli açık ise Osman Yüksel o kadar tutumlu. Bir mağazaya giriyorlar. Üstad, fiyatı 60 lira olan en pahalı gömleği seçiyor. Osman Yüksel’den borç aldığı bütün bir yüz lirayı tezgâha koyuyor ve “Üstü kalsın” diyor, “Necip Fazıl verdiği paranın üstünü almaz!” Osman Yüksel’in halini varın siz düşünün: Çünkü o zamanın şartlarında yüz lira, onun için bir aylık geçim parasıdır. Necip Fazıl, yeni gömleğini giyip başbakanlığa gidiyor ve içinde 147. 000 lira bulunan bir çanta ile dönüyor. Yüz liraya içi hâlâ yanan ve yakınan Osman Yüksel’e, “Para dediğin nedir ki Osman?” diyor, çantayı yaya kaldırımın ortasına fırlatıyor. Çanta açılıp paralar saçılıyor. Osman Yüksel’in aklı çıkıyor. Topladığı paraları çantaya tıkıştırıyor. Birlikte Osman Yüksel’in bürosuna dönüyorlar. Yassıada’da işte bu paradan dolayı sorgulanıyor, Necip Fazıl. “Evet aldım” diyor, “alırken de bir rejim ve hükümet meddahlığı vazifesini üzerime almadım… “Adnan Bey’de, Tanzimat’tan bu yana gelmiş sadrazamlar ve başvekiller arasında bu davayı tutmaya müstaid biricik insanı buldum ve yardımını davamın hakkı olarak kabul ettim. Bütün aldıklarımı, mücadelesini ettiğim yolda harcadım. Ve sade harcamakla kalmayıp evimdeki eski koltuk ve halılara kadar da bu uğurda satmaya mecbur oldum. “Zira Adnan Bey’in ‘bir kere başla da sonu gelir’ diye ettiği her yardım, Demokrat Parti iktidarının menfi kutbu tarafından engellenince, kendisine bir ev yaptırılmaya başlanıp, birinci katı çıkmadan yüzüstü bırakılan bîçare gibi, elimdeki avucumdakini sarf etmeye, üstelik müthiş bir borç altına girmeye mahküm oldum. “Yani örtülü ödenekten bana verilen paralar, şahsıma bir şey getirmek yerine, benim bütün imkânlarımı yedi, bitirdi ve neyim varsa götürdü. Böylece Adnan Menderes, örtülü ödeneğiyle beni kullanmış değil, asıl ben onu idealim uğrunda kullanmaya teşebbüs etmiş, fakat iradesiz ve sebatsız karakteri yüzünden muvaffak olamamış bulunuyorum. “Benim, bir dava uğrunda bir nevi vergi hakkiyle alabildiğim, reklam parasına bile yetmez, gülünç meblağlara karşılık, kendisinden milyonlar devşirip şimdi gözünü oymaya bakan, Büyük Doğu’yu örtülü ödenek beslemesi olmakla suçlayan ve hesap vermeye davet edilmeyen bazı gazetelerin hali, masumluk ve ulviliğimizin ters tarafından mükemmel bir ifadesidir. İsterseniz bu gazetelerin hesabını yüksek huzurunuzda ortaya dökeyim. “Böyleyken huzurunuzda suçlu sıfatiyle oturan dünün Demokrat Parti Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Başvekili Adnan Menderes’e, bize gösterdiği yarım, devamsız ve samimiyet derecesi belirsiz alakadan dolayı minnettar olduğumuzu ve böyle olmakta devam edeceğimizi bildirmek de vazifemdir.” Bu kadar. Şimdi bu konuyu yeniden ısıtıp Necip Fazıl’ı yıpratmaya çalışıyorlar. Başaramazlar: Çünkü biz insanların hatasını değil, hizmetlerini severiz! 12 Ocak 2013 Cumartesi Yavuz Bahadıroğlu
  3. http://www.haberturk...sret-mektuplari Beni allak bullak etti bu yazı. Yani düşüncelerimi kökten sarsmadı elbet ama hani yakıştıramıyor insan ne bileyim Üstad o ya Üstad diyorsun. Örtülü Ödenek meselesinden kalkıp aşık olduğu kadına değinen Bardakçı'nın niyeti, verdiği hizmet ! samimi mi çıkaramadım. Ama sanırım yıllardır ortaya çıkmayan nokta nokta hanım efendiden bahsettiği ve adını bildiği ama açıklamadığı anlaşılıyor. Tamam oda, soba ve Üstad hazır olabilir. Gelmemiş de ohh olsun. Allah korumuş. Ama şu nezdimde bir safsatadan ibarettir, Çile'nin yazılmasına sebep o kadın mıdır sahi? Tamam o derin kıvranmalar içinde iken birden ense kökünde balyoz hissediyor ama..Ne bileyim çok garip karşıladım bu yazıyı. belki de o geçen resminin aklımızda bıraktığı intibadan.Sakallı, nur yüzlü, tasavvuf ve tarikat erbabı Necip Fazıl. Ben gerisini irdeleyen köpek diye vasıflandırdığı zatlardan olmayacağım. Ama sanırım hem Üstad hem de nfk.com tarihinde bu mektuplar ilk defa günyüzüne çıkıyor. Üstad'ın aşık olduğu nokta nokta hanımefendi'te mektupları.. Yazıyı kopyalamaya muvaffak olamadım, hakkı mahfuz sanırım. Linke tıklayınız lütfen Bir de teknik işlerden arkadaşlar başarabilirse mektuplar dijital ortama taşınıp burada galerimize yüklenebilirse güzel olacaktır. Hakkında hemen her şeyin burada bulunması isabetli olur.
  4. İşte Üstad'ı karalayanlara kapak gibi cevap! 05 Ocak 2013 Cumartesi 11:33 Üstad Necip Fazıl, ne İnönüden, ne Bayardan, ne Pekerden, ne de Esendaldan bir şey istemiş ve almıştır. Yalnızca Müslüman bir devlet adamı olarak Menderesten yine İslâm uğruna savaşmak için, dönemin en büyük ve belki de tek kalesi Büyük Doğuyu çıkarmaya devam edebilmek için yardım istiyor Üstad, dava arkadaşından İslâm davası için yardım istemiştir. Kimilerinin kendine, oğluna, kızına mal mülk almak için para peşinde koşmasıyla nasıl bir tutulabilir bu, anlamak mümkün değil! Emre Miyasoğlu'nın yazısı Bugünlerde Üstad Necip Fazıl’ın dönemin başbakanı Adnan Menderes’e, Celal Bayar’ın ve masonların baskısından kurtularak Büyük Doğu yayınlarını sürdürebilmek uğruna derdini anlatmak için yazdığı mektuplar gündemde. Abdullah Kılıç imzalı kasıtlı olarak hazırlanmış “Necip Fazıl’ın örtülü mektupları” haberi epey tepki çekti. Dönem dönem Necip Fazıl’ı değersizleştirme operasyonlarıyla karşı karşıya kalıyoruz. Bir zaman geldi, “Necip Fazıl ideolojiye saplandıktan sonra şiiri kaybetti”, başka bir zaman “Üstad kadın düşmanıydı”, “Kibirliydi” vs dendi. Şimdiyse “Para için yalvardı” gibi bir iftirayla tahtından indirme çabası karşısında gülmeden edemiyoruz. Her deneme de kısa sürede kamuoyu vicdanında sabun köpüğü gibi kabarıp kısa zamanda yok oluyor. Geriye yine Üstad tüm haşmetiyle kalıyor ve onu küçücük akıl ve şuurlarıyla zerre kadar anlamadan eleştirmeye kalkanların esamesi siliniyor. Milletvekilliğine kendini satmadı Yıl 1943, CHP’nin genel sekreteri Memduh Şevket Esendal da Necip Fazıl’ı amiyane tabirle ‘satın almak’ istemiş fakat başaramamıştır. Üstad milletvekilliğini ve parayı reddederken örneğin Ahmet Kutsi Tecer ve Ahmet Hamdi Tanpınar, Esendal’ın teklifini kabul ederek milletvekili olmuş ve ölene kadar da CHP’li kalmışlardır! Başbakanın rüşvetini şiddetle geri çevirdi! Yıl 1949. Halk Partisi çetesinin başbakanı “ruhunda İslâm nefreti besleyen” Recep Peker, bizzat talep ederek Üstad’la görüşür ve bu görüşmede önce Üstad’ı över “Sanatınla uğraş” der, sonra Büyük Doğu’yu Bir Adam Yaratmak piyesini, kısacası İslâm’ı ve Müslümanları tahkir ederek tehdit eder ve “Ya bizden olursun, yahut başına gelecekleri görürsün!” anlamına gelecek sözler sarf eder. Tehditle Üstad’ın korkmadığını gören Peker görüşmesinde masaya bir çanta dolusu para koyar ve “Beni ve Halk Partisini eleştiren yazılar yazmaktan vazgeç yeter” diye rüşvet teklif eder. O para düşkünü Necip Fazıl (!) ise İslâm düşmanlarına karşı gösterdiği bitmek tükenmek bilmez öfkesiyle serveti geri teperek, “Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası!” der ve sayısız şahidin arasında Başbakanı tersleyerek çekip gider. Necip Fazıl’ın Ankara’dan İstanbul’a dönüşünde hemen tutuklandığını da sanırım belirtmeye gerek bile yok! O davası için dava arkadaşından yardım istedi Hiçbir fikir adamının parayla fikrini satmasına onay veremeyiz. Suçların en adisidir, en onursuzudur. Fakat heyhat! Olay bu kadar basit değil. Üstad’ı tanıyanlar ve ondan hatıralarını anlatanlar ve bunları dinleyenler, Necip Fazıl’ın ne kadar kendine güveni olduğunu, kendini beğendiğini ve bu beğenisinde de ne kadar haklı olduğunu gayet iyi bilir. Cumhuriyet tarihimiz onun kadar şuurlu bir Müslüman mütefekkir çıkaramamıştır. Allah yolunda, şeyhinin karşısında kendini bir köpek gibi küçük görürken, Allah düşmanları karşısında ise aslan kesildiğini herkes bilir. Ve aklı başında her Müslüman, gerçek bir Müslümanın böyle olması gerektiğini bilir! O mektubunda eski başbakanlardan Celal Bayar ve masonların baskılarından kurtulmak için dava arkadaşı Adnan Menderes’e derdini anlatmaya çalışmıştır Üstad. Necip Fazıl, Başbakan Menderes’e “Benim yaptığımı yapanlara hükümetler ve rejimler servetlerini ve nimetlerini yağdırır” diyor ve evet “Sürünüyorum” diyor. Ama şimdiki idraksiz, şuursuzların anladığı manada değil! İslâm’a hizmet eden bir devlet adamına yine İslâm uğruna savaşmak için, dönemin en büyük ve belki de tek kalesi “Büyük Doğu”yu çıkarmaya devam edebilmek için yardım istiyor. Büyük Doğu’nun ümmete ne gibi hizmetleri olduğunu bilemeyecek ya da küçümseyecek kadar cahil olanlara ise yalnızca acıyoruz! Kimilerinin kendine, oğluna, kızına mal mülk almak için para peşinde koşmasıyla nasıl bir tutulabilir, anlamak mümkün değil! Necip Fazıl ile Menderes arasındaki bu ilişkiyi bir devlet adamına ‘para için yalvarmak’ olarak algılamak Üstad’a iftiradır. Üstad, dava arkadaşından İslâm davası için yardım istemiştir. Vefasızlık, ihanet, ahlâksızlık! Bunu bugünün insanının anlaması çok zor. Evet maalesef, Müslümanların bile anlaması zor. Çünkü onun gibi hayatını gerçekten İslâm davasına adamış ve İslâm şuurunu tüm benliğiyle yaşayan idrak yok! İslâm davasına Necip Fazıl gibi bakabilen birisi ancak anlayabilir, onun gibi egosu yüksek birinin kendisi için değil, Müslümanlar için bir başkasından para istemek gibi bir duruma düşmesinin ne kadar büyük bir fedakârlık olabileceğini… Hadi ‘onlar’ı anlıyoruz, haklılar! Bu millet için bu kadar büyük bir fedakârlık yapabilen birini, kendine Müslüman diyen ve İslâm davasına inanan biri nasıl olur da ‘onursuzluk’la suçlayabilir? Bu tek kelimeyle vefasızlıktır, ihanettir! Bugün bu ahmaklığı, ahlâksızlığı, vefasızlığı görünce, Üstad’ı o kadar çok seven var, ama anlayan ne kadar az diyor insan. Güya savunurken saçmalayanlar! Onu güya savunmaya çabalayanlar ise trajik bir cehalet örneği gösteriyor. Örneğin güya Üstad’ı savunmak için “Size Necip Fazıl’ı Anlattım” başlığıyla duygusal, ama son derece yetersiz ve dahası şuursuz bir yazı kaleme alan son yılların en iyi ‘turn-back’ini yapan Ahmet Hakan hazretlerinin şu cümleleri trajik: “Büyük şairliğinin hatırına sistematikten yoksun ideologluğuna ses çıkarılmamıştır… Bir devrin çocuklarını yetiştirmesinin hatırına mübalağalı kibri göze batmamıştır. Dönemin kültürel hegemonyasına meydan okumasının hatırına kişisel zaaflarının üstü örtülmüştür… Sığ tarafları da vardır, derin tarafları da…” İdeoloji hakkında ciddi ne bir fikri, ne de bir duruşu olan Ahmet Hakan’ın Üstad’ın bütün fikrini zaman ve mekân üstü ilahi iradeye teslim edişi destekleyen ideolojisine “Sistematikten yoksun ideoloji” deme cesareti gösterişi gerçek bir cahil cesareti. En büyük ‘dönüş’le fikrini ve hayatını satmadan önce (güya) benimsediği, daha doğrusu bir süreliğine yaslandığı ideolojinin en büyük müdafii ve hatta mimarı Necip Fazıl’ın ideolojisine yetersizlik atfeden adama ne demeli!? “Bir devrin çocukları” dediği son elli yılın Müslüman nesli! Bugün eğer Müslümanlar sesini çıkarabiliyorsa, muhakkak bu davanın son yetmiş yılda gelmiş en muazzam, en şuurlu, en doğru savunucusu Necip Fazıl’a borçludur. Dedikodu ve iftiralara inanmak yerine işin doğrusunu öğrenmek isteyenler Üstad’ın şu kitaplarına bakabilirler: ‘Benim Gözümde Adnan Menderes’, ‘Müdafaalarım’ ve ‘Babıâlî’. Ayrıca Alaattin Karaca’nın ‘Necip Fazıl-Adnan Menderes İlişkisi/Mektup ve Belgelerle’ ile Mustafa Miyasoğlu’nun ‘Necip Fazıl Kısakürek’ isimli kitapları da okunabilir. Milli Gazete
  5. Aliya İzzet Begoviç’i anlatan fotoğrafların ve özel eşyalarının yer aldığı 'Bosna Hersek ve Aliya İzzetbegoviç'' sergisi 31 Ekim’e kadar devam edecek. Bosna deyince aklımıza gelen güzel insan, müstesna güzel Aliya İzzet Begoviç’i anlatan fotoğrafların ve özel eşyalarının yer aldığı 'Bosna Hersek ve Aliya İzzetbegoviç'' sergisi Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi’nde açıldı. Sefaköy Çağdaş Bosna Sancak Dayanışma Eğitim Kültür Derneği tarafından organize edilen sergi 31 Ekim’e kadar devam edecek. Saraybosna'daki Aliya İzzetbegoviç Müzesi Müdürü Adnan Jişko, Aliya İzzetbegoviç'in fotoğraf ve eşyalarının yer aldığı serginin birkaç ilde yaklaşık 3 ay boyunca gösterileceğini söyledi. Sergi İstanbul’un ardından İzmir, Bursa ve Ankara’ya taşınacak. Esad Eseoğlu haber verdi dünyabizim
  6. Hesabıma girmiştim bir bakayım ne var ne yok diye. Aman bir cümleye denk geldim ki sönmüş lavlar kafayı yer. "Bir "hoşçakal"a sığdırdı beni, yere göğe sığdıramadığım." - NFK İğrençsin tek kelimeyle, bataklık bu ya! Bunların iş gücü yok bu lafları mı uydurmaya programlı anlamıyorum ki..
  7. Bu söz gerçekten Üstad'a mı ait? Gayet manidar ama okuduğumu eserlerinde anımsamadım.
  8. 1924’te dersiamlık maaşı kesilen, vatandaşlıktan çıkarılan, vatanından uzakta gurbet acısını içine akıtan Mustafa Sabri Efendi ve ailesi 1928’de Mısır’a yerleşir. Zorunlu gurbet bir istihdam- ı ilâhidir elbette. Allah-u Teala; Osmanlı medreselerinin son döneminde yetiştirdiği iki büyük alimi Mısır’a sevk etmişti ; Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Şeyhülislam Vekili Düzce’li Zahidül Kevserî. Asrın başında İslâm Âleminin iki ilim merkezinden biri olan İstanbul’da medreseler kapatılmış, hocalar büyük takip ve baskı altına alınmıştı. İkinci ilim merkezi olan Mısır ve Ezher ise Batı’dan gelen fikri akımların öncüleri Kâsım Emîn, Muham-med Ferîd Vecdî, Muhammed Mustafa el-Merâgi, Muhammed Hüseyin Heykel, Ali Abdürrâzık gibi isimlerin etkisi altındaydı. Tüm İslâm Âleminin gözbebeği hükmündeki Ezher’in itikadî açıdan tahribinin ümmeti çok zor duruma düşüreceği aşikardı. Dinin Sahibi iki büyük âlimi Mısır’da istihdam ederek Ehl-i Sünnet itikâdını muhafaza ettirdi. Bu ümmetin her muhacirinin yaşadığı sıkıntıları Mustafa Sabri Efendi Hocamız ve ailesi de yaşamıştır. Parasızlık en büyük sıkıntılarıdır. Mısır’da doğru düzgün tanıdığı olmayan, yaşı bir hayli ilerlemiş olan Hocaefendi ve ailesinin geçimini oğlu İbrahim Sabri Bey üstlenir. Üstlenir üstlenmesine de kendisi de babası gibi âlimdir. Şâirdir, ediptir. Nâzenin bir ruha sahip bu insan kurak Mısır’da ne iş yapabilir ki ? Mecburen bir Ermeni’nin yanına çırak girer. Ayakkabı tamir etmektedir artık. İbrahim Sabri Efendi ayakkabıcıda bir gün falçeteyi eline kaçırır. Artık ömrü boyunca o acı günlerin izini elinde taşıyacaktır. İbrahim Sabri Efendinin aldığı üç beş kuruş para ile evde tencere, pardon, çaydanlık(!) kaynayacaktır. Yanlış yazmadım efendim, tencereleri yoktur, parasızlıktan da alamazlar. İbrahim Sabri Bey’in ifadesiyle önce çaydanlıkta kuru fasulye pişirip yerler sonra çaydanlığı yıkayıp çay demlerler. Hey gidi Osmanlı hey. İstanbul’daki gayrimüslimlerin ya iman etmeleri ya da İstanbul dışına sürgün edilmeleri için ferman çıkaran Yavuz Sultan Selim’e kafa tutan, sinirinden âsâsını yere vuran Zembilli Ali Cemâli Efendi’nin varisi Şeyhülislam açlıkla karşı karşıya kalır. Üstelik kendi yurdundan uzakta. Mustafa Sabri Efendi’nin çevresinde bir halka oluşmaya başlar. Nezaketin ve hilmin zirvesindeki Şeyhülislam’ın zorunlu gurbet arkadaşları vardır ; Mehmed Akif Esoy, İhsan Efendi, Düzceli Mehmed Zâhid Efendi Hazretleri. (İhsan Efendi Hocamızın oğlu bugün İslam Konferansı Teşkilatı Başkanı Ekmeleddin İhsanoğlu’dur). Tabii okuma ve okutma faaliyetlerine de devam eder. Türkiye’den binbir zorlukla gelen talebelere sahip çıkmaya çalışır. Üstad Ali Ulvi Kurucu, Ali Yakup Cenkciler Hocaefendi, Emin Saraç Efendi Hocamız, Prof. Ali Özek en başta akla gelen Mısır dönemi talebeleridir. Türkiye döneminden en meşhur talebesi ise Sahihi Buhari’yi şerh etme şerefine nail olmuş İsmail Kâmil Miras Hocamızdır. Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır dönemi ilim çalışmaları Ehl-i Sünnet akidesinin muhafazası, İslam toplumunun dış etkilerden muhafaza faaliyetleri açısından hocaefendinin en velud dönemi olmuştur. Oryantalistlerin açtığı kapıdan geçen onlarca Mısırlı, sahih akideyi bozmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. İstanbul’da iken İttihad ve Terakki içindeki zındıka komiteleri ile siyaseten mücadele eden Hocaefendi, Mısır’da İttihadcılar ile aynı kaynaktan beslenen yerli müşteşrikler ile ilmi açıdan mücadele ederdi. Hocaefendi’nin Mısır dönemi eserlerinin tamamına yakını reddiye türünden çalışmalardır. Doktor Muhammed Hüseyin Heykel; Efendimiz (sav)’in mucizelerini inkar eden, hadis ve siyer kitaplarını töhmet altında bırakan, Ehl-i Sünnet alimlerini galiz ifadeler ile yeren Hayatü Muhammed isimli kitabını neşreder. Ezher alimleri bu kitaba cevap vermekte zorlanınca Hocaefendi’ye gelirler. Hocaefendi bu kitaba reddiye olarak bir makale kaleme alır ama baskılar neticesinde makale dergilerde yayınlanmaz. Bunun üzerine Hocaefendi oturur, müstakil bir kitap yazar. Ancak gene işin içine maddiyat girmiştir. Bunun üzerine talebeleri kitabın baskı masrafları için gazetelere ilan verip halktan para toplarlar. İhvan-ı Müslimin teşkilatının kurucusu Hasan el-Benna’da kitabın baskı masraflarına ortak olur. Bugün İhvan teşkilatı farklı bir portre çizse de, banisi Hasan el- Benna Ehl-i Sünnet bir isimdir ve aynı zamanda Şazeli dervişidir. Bizim topraklarımızda Rufailik neyse Kuzey Afrika’da Şazelilik odur. Hocaefendi o dönemde hastadır, elleri titremektedir. Matbaacılar Hocaefendinin el yazısını okuyamadıkları için Üstad Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi oturur, yeni baştan yazar. Sonuçta ümmetin ortak gayretiyle el- Kavlu’l-Fasl Beynellezîne Yu’minûne bi’l-Gaybi vellezîne lâ Yu’minûn (Gaybe iman edenlerle etmeyenlerin arasını ayıran nihai söz) isimli eser meydana çıkar. Kitabın isminden de anlaşılacağı üzere mucizeleri inkar edenler iman dairesinin dışına çıkmaktadırlar. Ne hazindir ki Mustafa Sabri Efendi’nin ülkesinde mucizeleri inkar edenler , hadis alimlerini karalayanlar baş tacı ediliyor. Bu eserin neşrinden sonra Mısır veliahdı Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır’da olduğunu öğrenir. Hocamızı saraya davet eder ve kendisine maaş bağlatır. Hocaefendinin mali durumu biraz olsun düzelmiştir artık. Mustafa Sabri Efendi Mevkif-ul Akli vel Ilmi adlı eserinde Muhammed Abduh için şöyle demektedir: "Abduh‘un tuttuğu bozuk yolun hülasâsı şudur : Ehl-i Sünnet itikadı üzere tedrisât yapmasıyla tanınmış olan Ezher Üniversitesi‘ni karıştırıp Ezherliler’in çoğunu adım adım dinsizlere yaklaştırmış, ama dinsizleri bir adım bile dine, yaklaştıramamıştır. Hocası Cemâleddin Afgâni vâsıtasıyla Ezher‘e masonluğu sokan odur. Nitekim bir takım yanlış işlerin revaç bulması hususunda Kasim Emini‘yi teşvik eden de odur..." İşte bize kahraman diye yutturulmaya kalkışılan Muhammed Abduh ve Cemaleddin Afgani’nin Hocaefendi nazarındaki ahvalleri. Afgani’nin ajanlığı hususunda Cennetmekan Sultan Abdulhamid’de Hocaefendi ile aynı kanaattedir ve hatıralarında bu hususu dile getirir. Yeri gelmişken Mustafa İslamoğlu’nun Afgani hakkındaki sözlerine değinmeden geçemeyeceğim. Afgani hakkında kanaati sorulan İslamoğlu “Afgani’ye kara çalanlar O’nun tuvalet bezi bile olamazlar” şeklinde cevap veriyor. Geçmişi, ilişkileri, hatta memleketi bile karanlık olan (Afgani’nin İranlı olduğuna dair kuvvetli iddialar var) Afgani için Müslümanların Halifesi ve Türklerin Hakanı Abdulhamid Han ve Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi başta olmak üzere Ehl-i Sünnet alimlerine söylenen bu sözü aylar önce dinledim. O günden beridir de içim halâ sızlıyor. Eşhedü billah ki Osmanlı’nın başkentinde bir tefsir dersinde Osmanlı’nın padişahı ve şeyhülislamı için söylenen bu söz kalbimi dağladı. Sözün ve söyleyenin kıymeti harbiyesini ve tuvalet bezinin ilmin neresine düştüğünü takdir etmek sizlerin vazifesi. Mustafa Sabri Efendi’nin en önemli özelliklerinden bir tanesi de geleceğe ferasetle bakabilmesidir. “Biz; Türk Milleti olarak şapka işine karşı çıktık. Halbuki dildeki tahribata karşı çıkacaktık. Gün gelecek bu dil bize yetmiyor diyecekler” der. O günün şartlarında bu sözün değeri maalesef anlaşılmaz. İskilipli Atıf Efendi başta olmak üzere pek çok alim ve samimi insan şapka yüzünden darağaçlarını boylar. Ama bugün Mustafa Sabri Efendi sözlerinde haklıdır. Dilde sadeleşme, öztürkçeye dönüş sloganları ile başlayan süreç bugün artık ilkokullarda bile İngilizce eğitimi ile toplumsal cinnete dönüştü. İslam Harfleri ile yazılmış Türkçe demek olan Osmanlıca metinleri okuyabilen insan sayımızdan bahsetmiyorum. Fakirin şu yazılarında geçen üç beş ecdad yadigarı kelimenin ağırlığından şikayet eden arkadaşlarımız var. Geldiğimiz durum vahim. Gençliğimiz İstiklal Marşı’nı bile anlamaktan aciz hale geldi. Dünyada kendi milli marşını lugata bakmadan anlayamayan ikinci bir millet yoktur. Tabelalar, işyeri isimleri bile artık yabancı dilde. Dildeki değişim kültürel tahribi ve fıtratımızın tağyirini de beraberinde getirdi. Heyhat ki Mustafa Sabri Efendi Hocamızın bunu yetmiş sene önce dile getirmesi takdire şayan bir ferasettir. “Yahudiler insanlık âlemine beş tane kimyasal veya hidrojen bombası atsalar, beş tane küfür ve dalâlet önderi Yahudi âlimin icra ettiği tesiri yapamazlar. Bunlar Komünist Marx, Evrimci Darwin, Avusturya’lı Freud, Fransalı pozitivist Auguste Comte ve Sosyolog Durkheim’dir” sözleri Hocaefendinin basiretinin bir başka misalini de göstermesi bakımından zikredilmelidir. Zira Mustafa Sabri Efendi Hazretleri bu sözü zikrettikleri zaman bu insanların yol açtıkları tahribat bilinmekteydi. Bugün ise sebep oldukları yıkıntı tüm insaf sahipleri tarafından anlatılmaktadır. Marx; öncüsü olduğu sosyalizm ve komünizm ile insanlığı inanılmaz bir girdaba sürüklemiştir. Komünizm adına işlenen her cinayette onun da payı vardır. Kamboçya gibi adı sanı duyulmamış bir Güney Asya ülkesinde iki milyon masum insan sırf komünizm adına katledilmiştir. Dünya elli yıl süreli bir soğuk savaşa sürüklenmiş; insanların aç kalması pahasına nükleer silahlanmaya sebep olmuştur. Darwin; insanın maymundan türediği fikri ve evrim teorisi ile insanların kafasındaki Hâlık fikrini çürütmeye kendini adayarak nice insanların zihinlerini bulandırmış, âhiret inancını yok saymak suretiyle buhranlara ve bunalımlara sürüklemiştir. Freud; her meselenin altında cinsellik aramakla yeryüzünde Lut kavminden sonraki en büyük ahlaki çöküntünün işaret fişeğini ateşlemiştir. Bugün Amerika’da kimi eyaletlerde yüzde sekseni bulan boşanma oranları, Batı gençliğinin içine düştüğü fuhuş ve eşcinsellik tuzağı, insanların temiz ruhlarını kirletmiştir. Comte; mucidi olduğu pozitivizm ile insanların madde ötesi alemleri inkârını sağlamıştır. Madde ötesini veya metafizik boyutları inkâr eden pek çok insan yolunu yitirmiş, gideceği yönü şaşırmıştır. Sözün kısası Mustafa Sabri Efendinin bu tespiti de haklı çıkmıştır. İnsanlık aleminin bugün içine düştüğü durumda Mustafa Sabri Efendi merhumun aziz ruhunu bir kez daha şâd etmek gereklidir. Tahrip edilen vicdanlar, bozguna uğratılan akıl ve tasavvurlar ile insanlık ruhî bir çöküntüye maruz kalmaktadır. Ancak sığındıkları psikoloji ve psikiyatri, dertlerine çözüm üretememekte; sadece verilen uyuşturucu ilaçlar ile insanlar canlı cenaze şekline sokulmaktadır ki bu da Mustafa Sabri Efendi merhumun atom bombasından daha feci tespitini haklı çıkarmaktadır. Mustafa Sabri Efendi merhumun Mısır günleri işte böyle dolu dolu geçer. Çekilen onca sıkıntıya rağmen, ortaya kelimenin tam anlamıyla devasa eserler çıkar. el-Kavlu'l-Fasl, Mevkıfu'l-Akl, Mes’eletü Tercümeti’l-Kur’an gibi eserleri burada zikredilmeye değer. Hocaefendinin her eserinin günümüze bakan bir yönü de var. Mesela savm-ı ramazan isimli eserinden örnek verelim: Magazin programlarında fetva vermeye meyilli ilahiyat fakültesi dekanlığı da yapan bir sosyologumuz (!); geçtiğimiz ramazanlarda “ Ağır işte çalışanlar oruç tutmak yerine fidye versinler” diye akıllara zarar bir görüş belirtmişti. Aslında bu orijinal (!) fetvayı Süleyman Nazif’ten almıştı. Aynı görüşü Süleyman Nazif’in dile getirmesi üzerine Mustafa Sabri Efendi Savm-ı Ramazan isimli eserini telif eder. Eser; Süleyman Nazifi susturmaya yetmiştir. Hastalıklar ve sıkıntılar ile boğuşan Mustafa Sabri Efendi merhumun canını en çok gurbet yakar. Gönüllü gitmemiştir o.. Vatanından adeta kovulmuştur. Ama ülkesi rüyalarına bile girer. Talebesi Ali Özek Hoca’dan Kırkağaç kavunu bile ister Hocaefendi. (Laf aramızda Genel Yayın Yönetmenimiz Sezgin Hocamızda fakirden Kırkağaç kavunu istiyor. Bendeniz Kırkağaçlıyım. Sezgin Hocamıza sizin huzurunuzda söz vereyim efendim Mustafa Sabri Efendi gibi eserler verdiği sürece her sene elli adet Kırkağaç Kavununu bendeniz kendisine arz edeceğim) 1954 yılına gelindiğinde Hocaefendi’nin zayıf vücudu artık bu şartlara dayanamaz. Zaten Mustafa Sabri Efendi’yi görenler şaşırırlar. Hafızası, ilmi ve kelamının yankıları ile herkes Hocaefendiyi devasa cüsseli olarak tahayyül etmektedir. Halbuki Hocaefendi zayıf, ufak tefek ve naif bir vücuda sahiptir. 1954 yılının Mart ayında (Miraç Gecesine denk gelmiştir) ebedi aleme göç eder. Cenazesi mahşeri bir kalabalıkla kaldırılır. Arkada onlarca eser ve hoş bir seda bırakır. Son söz olarak bir meseleye değinmemiz gerekli. Hocaefendi ile Zahidül Kevseri kader meselesinde anlaşmazlığa düşerler. Elbette o tür bir ilme erişmiş iki alimin delilleri farklı izah etmeleri normaldir. Ancak bu meseleden hareket ederek Ehl-i Sünneti yıpratmayı düşünen bir takım kimseler var ki yaptıkları büyük hatadır. Zahidül Kevserinin talebesi Emin Saraç Hocaefendi; her iki alimin dostluğuna şehadet etmektedir. Mustafa Sabri Efendinin “Ben Zahid Efendi gibi bir ders vekiline sahip olmakla diğer Osmanlı Şeyhülislamları karşısında iftihar ederim” sözü de malum çevrelerin hatasını gözler önüne sermektedir. Mısırlı Azzam Paşa’nın yardım teklifini “Ders Vekilim Zahid Efendi daha zor durumda. O’na götürün” diyecek kadar Düzceli Zahid Efendiye düşkün olan Mustafa Sabri Efendi nasıl olur da O’ndan kopar! Ahmet HALİLOĞLU
  9. İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî (K.s.) Ahmet HALİLOĞLU Osmanlı’nın son asrında başlayan ve belki de günümüze kadar uzanan “ Osmanlı’nın (genel anlamda da İslam Aleminin) geri kalmasındaki en önemli pay ictihad kapısının İmam-ı Gazali ile kapanmasıdır” tartışması günümüzde de devam ediyor. Fıkıh başta olmak üzere tüm İslami ilim dallarında yenilikler yapılmasının isteyen bu anlayışın önünde aşılmaz bir kale olarak İmam Zahidül Kevseri duruyor ve durmaya da biiznillah devam edecek. Zahid Efendi merhum Kafkas muhaciri bir aileye mensuptur. Babası Hacı Hasan Hilmi Efendi alim ve fazıl bir kişidir. Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi Hazretlerinin hulefasındandır.Kendi ismini taşıyan köyde talebe yetiştirmek ve irşad vazifesi ile hemhal olmuştur. Zahidül Kevseri merhum işte böyle bir ilim ehli ailede 1879/1296’da dünyaya teşrif buyururlar. İmam Zahidül Kevseri gözünü dünyaya ilim meclisinde açtığı için ilk eğitimini de babasından aldıktan sonra Düzce’de muhtelif hocalar da ilim tahsil eder. Zahid Efendi merhum 15 yaşındayken İstanbul’a gelir. Sene 1894’tür. İstanbul en keşmekeş devresini yaşamaktadır. Ermenilerin desteklediği ve Batı’dan esen Sultan Abdulhamid Han karşıtı modernist rüzgarların yanında İstanbul’da bir de Afgani rüzgarı esmektedir. Pek çok insanı etkileyen Afgani meselesine ileride değineceğiz. Zahidül Kevseri İstanbul’da pek çok alimin derslerine devam etmesinin yanı sıra Gümüşhanevi Tekkesinin o dönemdeki postnişini olan Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi’ye intisap eder. Hasan Hilmi Efendi hem babasının dostu hem de Kevseri’nin hayatında derin izler bırakmış olan hocası Alasonyalı Ali Zeynel Abidin Efendi’nin de üstadıdır. Kevseri merhum İstanbul’da ilk olarak Eğinli İbrahim Hakkı Efendi’de okumuş, O’nun vefatı ile yine hocasının tavsiyesi ile Alasonyalı Ali Zeynel Abidin Efendi’ye devam etmiştir. Zahid Efendi merhum 26 yaşında iken Hocasından İslami ilimleri bitirerek icazet alır. 28 yaşında ruus imtihanına girerek alim unvanını alır ve Fatih Medreselerine dersiam olur. Bir yandan talebe okutmaktayken diğer yandan medreselerin ıslahı için kurulan bir komisyona seçilir. Ancak burada karşısına İttihad ve Terakki çıkar. Ne hazindir ki bu ülkeyi kurtarmak adına yola çıkan İttihad’çılar zaman içinde muhtelif mahfillerce avlanırlar ve memleketin insanına yabancı bir hale gelirler. Milletin değerleri onlar için bir şey ifade etmez. Onlar Jön Türkler döneminde Avrupa’da sürgünde kaldıkları dönemde bu milletin değerlerine yabancı bir hale gelirler. Bu komisyonda Zahidül Kevseri merhum İttihadçı’ların tepkisini çeker. Çünkü İttihadçı’lar medreselerin ıslahını değil imhasını istemektedirler. Medrese eğitimi için gerekli olan süre düşürülmekle kalmıyor, araya modern bilimlere ait dersler de konulmaya çalışılmaktadır. Zahid Efendi merhum bunun sakıncalarını ispat edince İttihad ve Terakki’nin kara listesine girer. O devirde hangi alimler kara listeye girmemiştir ki! Mesela Fatih Çarşamba’da İsmet Garibullah Tekkesi Postişini Bandırmalı Ali Rıza Bezzaz Efendi vefat edince yerine normalde halifesi Ahıskalı Ali Haydar Efendi’nin geçmesi gerekmektedir. Ancak Ali Haydar Efendi cennetmekan Sultan Abdulhamid-i Sani’den taraf olması, İttihad ve Terakki’ye muhalefet etmesi nedeniyle kara listede olduğundan; tekke’ye bir başkası şeyh olarak atanmıştır. Ali Haydar Efendi kendi hakkı olan tekkeye 1914’ten 1919’a kadar girememiştir. 1919’da İttihad ve Terakki iktidardan düşünce hakkına kavuşabilmiştir. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye İttihadçı’ların yaptığı zulmü daha önce anlatmıştık. Zahid Efendi merhum bu esnada Darü’l Fünun’da Fıkıh hocalığı için yapılan imtihanı birinci olarak kazanır. Ancak İttihadçı’ların devreye girmesi ile beraber hakkı gasbedilir ve Hocaefendi bu göreve getirilmez. Darü’l Fünun bugün İstanbul Üniversitesine dönüşmüştür. Bunun üzerine Hocaefendi Kastamonu’da yeni açılan medreseyi faaliyete geçirmekle görevlendirilir. Üç yıl Kastamonu’da kalan Hocaefendi İstanbul’a döndükten bir süre sonra da Süleymaniye Medreselerine dersiam olarak atanır. Hemen akabinde ise Şeyhülislam’ın ders vekili olur. Bir süre sonra hükümetle anlaşamaması nedeniyle bu görevinden azledilir. Zahid Efendi merhum hayatı boyunca Ehl-i Sünneti müdafaa etmiştir. Hayatı boyunca inandığı doğruları ölümü pahasına savunmuştur. 1922 senesinde tutuklanması veya suikaste kurban gitmesi söz konusu olmuş, bir ahbabı kendisine kurulan tertibi bildirince ailesine bile haber vermeden doğruca İskenderiye’ye giden bir gemiye binmiş ve memleketini terk etmiştir. Ancak işin doğrusu bu bir sevk-i ilahidir. Çünkü Türkiye’de bir süre sonra ilim meclisleri dağıtılacaktır. Mısır ve El-Ezher’de Afgani ve Abduh’un açtığı çığır büyüyecek, devasa bir kar topu çığa dönüşecektir. Modernist çığın İslam Aleminin üzerine kar topu gibi düşmesi an meselesidir. Dinin sahibi olan Allah-ü Teala; Zahid Efendi merhumu bir hicret-i rabbani ile Mısır’a sevk etmiş ve bugün bile tartışılan konular da Zahid Efendi merhumun devasa eserler vermesini sağlamıştır. Zahid Efendinin Mısır yılları ilim açısından velut olmasına rağmen maddi sıkıntılar ile geçmiştir. Ailesini hicretinden sekiz sene sonra Mısır’a getirebilmiş, maddi imkansızlıklar yakasını bırakmamıştır. Şam-ı Şerif’e yaptığı bir seyahatte parasız kalmış, açlığını su içerek ve ecdad yadigarı el yazması eserleri tetkik ile gidermiştir. 35 yaşlarında evlenen Kevseri merhum bir oğlu ve bir kızını İstanbul’da iken kaybetmiş, diğer kızı Seniha Hanım Mısır’a gittikten sonra tifodan hayatını kaybetmiştir. Hayatta kalan diğer kızı Meliha Hanım ise kardeşinden on dört sene sonra şeker hastalığı neticesinde gözlerini yummuştur. Hicret sıkıntılarının üzerine bir de evlat acısı yaşayan Zahid Efendi ilmi faaliyetlerinden geri durmamıştır. İmam Zahidül Kevseri’nin hayatında bendenizi etkileyen en önemli meselelerden birisi Hocaefendi’nin ilme olan tutkunluğudur. Hocaefendi ; 65 evet atmış beş yaşındayken Mısır’da Şeyh Yusuf ed-Dicvi’nin önüne diz çökmüş,O’ndan İmam Malik’in Muvatta’sını okumuş ve icazet almıştır. Bugün icazete gerek yoktur diyenlerin kulakları çınlasın. İlmin yaşı ve emekliliği olmaz sözünün en güzel ispatıdır. Mısır’da gayret-i diniye sahibi bazı yayınevi sahipleri ile irtibata geçerek el yazması eslafın eserlerini bastırmakla kalmamış, reformist akımlara cevap mahiyetinde eserler kaleme almıştır. Bu çok tepki çekmiş, Mısır’dan sınır dışı edilmesi için sayısız defalar girişimde bulunulmuştur. Ama Allahu Zulcelal O’nu Mısır’da tutmuştur. Zahid Efendi merhum ömrünün son senesinde önce gözünden rahatsızlanmış, ardından prostat hastalığına düçar olmuştur. İlaç almak için kitaplarını satmaya başlamıştır. Kendisine gelen yardım tekliflerini reddetmiş, kendisine maddi getiri sağlayacak iş tekliflerini de hakkını eda edemeyeceği gerekçesiyle reddetmiştir. Hey gidi Osmanlı he! Ne alimler yetiştirmiş. Bugün parasız bırakın kitabı makale bile yazmayanlara en güzel ibret İmam Zahidül Kevseri’dir. 11 Ağustos 1952’de ebedi aleme irtihal etmiştir. Mevla Teala; Efendimiz ile beraber vahyi noktalamıştır. Ancak Ümmetin istikametinin muhafazası, itikadi ve ameli bidatlerin toplumu ifsad ederek Kuranı ve Sünneti örtmelerinin önüne geçmek üzere her asırda mücedditler göndermiştir. Bu asrın müceddidi ise hiç kuşkusuz İmam Zahidül Kevseridir. İmam Zahidül Kevseri Türkiye’deyken 23, Mısır’da iken 31 adet eser kaleme almıştır. 40 tane esere tahkik ve talik yazarak neşrettirmiş, 3 tane eseri de Türkçe’den Arapça’ya tercüme etmiştir. Kevseri merhumun Türkiye’de kaleme aldığı eserlerin hemen hemen hepsi neşredilmemiş ve akıbetleri de meçhuldür. Kevseri Külliyatının baş eseri Te’nibü’l Hatib’dir. Hatib el Bağdadi’nin Tarihul Bağdad isimli eserinde İmam-ı Azam hakkında naklettiği rivayetleri tek tek ele almış, senet, metin ve sıhhat bakımından incelemiş, hatalı kısımları çürütmüştür. İmam-ı Azam müdafaası yapan eserler içinde Kevseri’nin bu eseri şaheser niteliktedir. Kevseri merhumun ilmi dirayetini bugün ülkemizde pekte bilinmeyen cerh ve tadil ilmindeki maharetini gözler önüne sermektedir. Bu eser İslam Aleminde Kevseri merhumun ilmi otoritesini pekiştirmiştir. Hatta Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhum “Dostum Zahid Efendinin sahili olmayan iki deryada hadis ve fıkıh ilminde emsalsiz olduğunu itiraf ediyorum. En-Nüketü’t Tarife isimli eserinde ise Zahidül Kevseri İbni Ebi Şeybe’ye reddiye mahiyetindedir. İbni Ebi Şeybe 125 mesele de İmam-ı Azam’ın hadislere muhalefet ettiğini ileri sürmüştür. İmam Zahidül Kevseri bu meseleleri tek tek ele almış ve İmam-ı Azam’ın büyüklüğünü, ilmi kemalatını ispat etmiştir. İmam el-Kevseri; 125 meselenin yarısında İmam-ı Azam’ın farklı hadisler ile amel ettiğini, geri kalan kısmın beşte birinde İmam-ı Azam’ın ayetler ile hareket ettiğini, ikinci beşte birlik kısımda İmamı Azam’ın meşhur haberler ile amel ettiğini, üçüncü beşte birlik kısımda İbni Ebi Şeybe’nin meseleyi yanlış anladığını, dördüncü beşte birlik meselede İmam-ı Azam’ın anlayışının inceliğini sergilediğini söyler ve İmam-ı Azam’ın bir sevap aldığı mesele sayısının İbn-i Ebi Şeybe’nin iddia ettiği gibi 125 değil ancak on civarında olduğunu ispat etmiştir. İmam-ı Azam’ın seksen üç bin meseleyi vuzuha kavuşturduğu düşünülürse İmam-ı Azam’ın büyüklüğü gözler önüne serilecektir. Bugün modernistler tarafından sık sık gündeme getirilen İsa as’ın nüzulüne dair telif ettiği Nazratün Abirah isimli eserinde İmam Kevseri; bu meselenin Kuran, Sünnet ve icma ile sabit olduğu ispat etmiştir. Bu eserinde nüzul-u İsa as ile ilgili hadislerin manevi mütevatir olduğunu ve icmanın ise kati olduğunu bildirerek Ehl-i Sünnetin bu mesele ile ilgili görüşünü ortaya koymuştur. İbni Teymiyye ve İbni Kayyım başta olmak üzere Ehl-i Sünnetten ayrılan her kesim İmam Zahidül Kevserinin feyizli ve berrak kaleminden nasibini almıştır. Zahidül Kevseri Hazretleri ; bir yandan da alim yetiştirmiştir : Abdulfettah Ebu Gudde, Muhammed Avvame, Ahmet Hayri, Emin Saraç, Ali Ulvi Kurucu, Ali Yakup Cenkçiler gibi mümtaz şahsiyetler rahle-i tedrisinden geçmiştir. Talebelerinden Suriyeli Abdulfettah Ebu Gudde asrımızın muhaddisi olarak telakki edilmektedir. Ebu Gudde hocasına büyük bir bağlılıkla ile tutkundur. Türkiye’ye geldiklerinde Fatih Camii’nde hocasının ders okuduğunu/okuttuğunu öğrenince hıçkıra hıçkıra ağlamış; Düzce’de hocasının annesi ve babasının kabirlerini arayıp bulmuştur. Talebeleri dağıldıkları ülkeler de Ehl-i Sünnet itikadının müdafileri olarak hizmetlerini sürdürmüşlerdir. Muhammed Yusuf el-Bennûrî, Yusuf ed-Dicvî, Selâme el-Azzâmî, Abdülvehhâb Abdüllatîf, Abdurrahman Halîfe, Ahmed Hayrî, Abdülfettâh Ebû Gudde, Emin Saraç gibi pek çok alim İmam Zahidül Kevseri’nin asrın müceddidi olduğunda müttefiktirler. Allah şefaatlerine nail eylesin.
  10. İstisnaların kaideyi bozduğunun resmidir.. Ömer Aksay’ın kitabı, bu toprakların muhteşem yalnızlarını anlatıyor. Peki kitapta hangi ‘istisnalar’ var? Uzun zamandır okuduğum kitaplar beni heyecanlandırmıyor. Belki öğrenmenin ve farklı kelime dizimlerinin verdiği bir şevkle okuyorum okuduklarımı. Ama ilk okumalarım, heyecanla sahaf sahaf kitap aramalarım neredeyse yok artık. Bu, okunacak kitap kalmadığından ya da kitaplarda aradıklarımı bulamayacağımın verdiği beyhudelik hissinden değil. Zira her kitabın ayrı bir bakirliği olduğuna hâlâ inanıyorum. Mesele, elime aldığım kitabın, heyecanı ve coşkuyu daha ilk satırlarda veren özgeliği… Neredeyse bir “flash-biyografi” elimizdeki Bu kitap uzun zamandır hissedemediğim o coşkuyu ve heyecanı tekrar hissettirdi: Kaideyi Bozan İstisnalar. Bir İnsan’ı kitapçılarda aradığım, El Greco’ya Mektuplar’ı onca yıl sonra Moda’da bir sahafta bulma anımın coşkusu, Bir Yazarın Notları’nı fotokopi baskı olarak hediye alışım… Kaideyi Bozan İstisnalar’ı da elime ilk eskizleri ulaştığında aynı hislerle okudum. Stefan Zweig, “bir insanı tanımanın yolu, acılarına, ayrılıklarına, zaaflarına; tüm çelişkilerine ve erdemlerine ışık tutmakla mümkündür” der. Biyografi yazarları içerisinde fevkalade bir yeri vardır Zweig’in. Kaideyi Bozanlar İstisnalar’ı yazan Ömer Aksay da ele aldığı “şairlerin” eskiz çalışmasını yaparken, zaaflarından erdemlerine, mahremiyetlerine çizik atmadan yazmış. Zaten kaleme aldığı isimlere baktığımızda ister istemez özgün bir bakış kendini davet ediyor. Yazarın disiplinli ve şair diliyle yazdıklarının “duruşları”, kitabın karşımıza fişeklerini göğsüne çapraz kuşatmış erler gibi dikilmesini sağlıyor. Kitaptaki biyografiler bildik ölçülerin çok dışında ele alınmış. Hatta kronoloji, özel anlar, dikkat çeken yönlerden ziyade; sözlerinin ve duruşlarının resmi çekilerek bir “flash-biyografi” çalışması çıkmış karşımıza. Omurgalı sözcükler ve tavırlar var kitapta ele alınan şairlerde “Nuri Pakdil’in yalnızlığı, irfanî bir derinliğe sahip olmakla, Türkiye’nin maruz kaldığı modernleşme hareketleri sonucu yaşanan kültürel şizofreniyle birlikte entelektüellerin içine düştüğü yalnızlığın sığlığından ayrılır.” … ”Nuri Pakdil, irfanî boyuta sahip yalnızlığıyla seleflerinden ayrılan bir entelektüeldir.” Kısa sözcüklere ihtiyacım var. Gölgeleri değil, kendileri daha büyük olan insanlardan bahsediyor yazar; sözcükleri uzatmakla onlara şan katamam. Omurgalı sözcükler ve tavırlar var Ömer Aksay’ın anlattığı “şairlerde”. Çağa karşı duruşu olan, sözleri ve eylemleriyle kendilerinden sonra gelenleri yaşadıkları zaman içerisinde etkileyen ender aydınlar onlar. Kayıtsız kalmayan, kökleri hatırlatan, sözleri yıkanmış ve durulanmış insanlar… Müslüman bir şair dilinden kendi kelimelerini siler “İsmet Özel, Müslüman olduktan sonra sürekli ‘yalnızlığı aşma’ çabası içindedir ama ‘safiyâne yaklaşımlarına rağmen’ bir türlü aşamaz Müslüman yalnızlığını. Müslümanız ve yalnızız!” Yazarın tahlilleri umutsuz mudur? Hayır, yalnızlığın bir kader oluşu, Müslümanların “garip” oluşlarının neresi kötüdür?! “Yalnızlığı(nı) şiirinde dile getirmedi Sezai Karakoç. Yalnızlığı(nı) yaşadı, yalnızlığı(na) büründü; ama şiirinde kalabalık vardı, yalnızlık yoktu. Kendinden söz etmeyi sevmedi; kendi yalnızlığından, kendi benliğinden bir şiir söylemi geliştirmedi. ‘Mona Roza’da bile kendini gizledi, örttü, sevdiğini izhar etti.” Bu cümleler çok net: Müslüman bir şair dilinden kendi kelimelerini siler! Nefsini değil, dirilişin dilini konuşturan şairin metafizik gölgesini net biçimde gösteriyor yazar. Ve yine yalnızlık. Büyük yalnızlar Belki de şunu demek daha doğru olur: Büyük muzdariplerin kalem izlerini çıkarmış Ömer Aksay. Kalem izi ki ruhumuzu deşifre eder. Büyük yalnızlar; inandıkları için kültür-sanat- edebiyat alanında yalnız kalan muzdaripler onlar. “Âlemlerin tam ortasında” durup yazan Necip Fazıl Kısakürek, “Nefes alıp verir gibi şiir yazan” Cahit Zarifoğlu, “Gizli şair” olan Rasim Özdenören, “Militanın dervişle ritmik dansını” yapan Erdem Bayazıt, “Hayatım katır ahırında seranat vermekle geçti. Domuzları kutsal kitaplarla besledim ve itleri kalbimle” diyen, mağaradan dışarı çıkmaya cüret eden büyük yalnız Cemil Meriç, Asrın idrakine seslenen camideki şair Mehmed Akif Ersoy, Ve kökü mazide olan bir ati, Yahya Kemal Beyatlı… Kaideyi Bozan İstisnalar’ın ta kendileri. Münevver, aydın, entelektüel ve kalplerini dillerinin üzerine bir kor ateş gibi koymuş şairler. Modernizmle fena kavgalı; ilmin ve irfanın yerine, malumatfüruşluğun ve kuru gürültünün hâkim olduğu zamanlarda ortaya çıkarak Hızır nefesi gibi tam da karşımızda duran kanlı canlı resimler. Muhteşem yalnızlar. Ömer Aksay, yukarıdaki isimlere değer veren, onların kavgalarını önemseyenlerin idrakine yakışır bir dille kaleme almış çalışmasını. Bir dönem yayınlanmasında ciddi emeği olan İkindiyazıları denli özge bir çalışma olmuş. 20.yy Türkiye İslamcılığının şiir adalarını-adamlarını görmek, köşebaşlarının tutulduğu zamanlarda Müslüman olmanın ne cüretkâr ve haklı bir kavga olduğunu düşüne taşına okumak ve kaidelerin nasıl bozulduğunu bir daha hatırlamak isterseniz eğer, Ömer Aksay’ın tahlillerine bakmakta yarar var sanırım… Kaideyi Bozan İstisnalar, Ömer Aksay, Hayy Kitap, Şubat 2012, 184 sf. *Peter Weeis/Che Guavera’nın ölümü üzerine yazdığı şiirin adıdır. Zeki Bulduk, dünyabizim
  11. Bir mecliste, Üstad hakkında yine "süper ego" tarzı söylemleri tetikleyecek şu diyalogu gerçekleştirir; _Bir neslin imanını şı üç isim kurtarmıştır, İslama büyük hizmetleri olmuştur. 1-Said Nursi 2-Süleyman Hilmi Tunahan İkinci ismi açıkladıktan sonra duraksar. Evet Üstad üçüncü isim kim diye sorana döner ve hiddetli bir şekilde cevap verir; _Kim olabilir ki?! Üstad'ım kendisini işaret ediyor tabi. Hakkı da var, söylediği her sözün hakikatı var O'nun.
  12. Türklerin şu muzır zekasına hayranım. :) Hakikaten güldüm ama. Anamızı da aldık geldik. Hayy Allah ya.
×
×
  • Create New...