Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mumin

Editor
  • Content Count

    933
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    51

Posts posted by mumin


  1. Mehmed Niyazi Yeni Kitabı Plevne, Mehmed Niyazinin Yeni Romanı Plevne

    plevne.jpg

     

    Mehmed Niyazi, ‘Çanakkale Mahşeri’ ve ‘Yemen Ah Yemen’ adlı tarihi romanlarından sonra, ‘Plevne’ (Ötüken Neşriyat) adlı üçüncü tarihi romanını yayımladı.

    Yazar, dün romanın tanıtımı için Caferağa Medresesi’nde düzenlenen basın toplantısında Plevne’yi niçin yazdığını anlattı. Mehmet Niyazi, öncelikle, Plevne hakkında Türkiye’de yazılmış eserlerin azlığına değindi. Bizdeki kaynakların sayısı bir elin parmaklarını geçmezken, Rusya’da 1980′e kadar 481 eser kaleme alınmış. Mehmed Niyazi’nin cümleleri ile söyleyecek olursak, “Biz emperyalizmin sillesini savaş meydanlarında değil, kütüphanelerde yemişiz. Rusların kumandanını tüm Rusya tanırken, Osman Nuri ve Yunus Paşaları bizde kimseler tanımaz. İşte bu kitabı bunun için yazdım.”

    Romanda, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Osman Nuri Paşa ve Yunus Paşa komutasındaki Osmanlı ordularının Plevne’yi savunması anlatılıyor. Toplantıda, roman üzerinden tarihi bilgiler de veren yazar, Plevne’nin Osmanlı Devleti’nin omurgasının kırıldığı bir savaş olduğunu söyledi. Son romanında, -yayımlanmadan önce okuyan dostlarından- kurgu olmadığı yönünde eleştiriler aldığını ifade eden Mehmed Niyazi şöyle devam etti: “Ben tarihi romanlarımın hiç birinde kurgu yapmadım. Tarihi romancının görevi tarihten kopmadan gelecek nesillere tarih şuurunu vermek ve o acıları bilmesini sağlamaktır. Cemiyetleri en çok motive eden acılardır.”

     

    Zaman


  2. Benim de hayran olduğum isimlerin başında gelir "kızıl oğlan". Alex Haley'in kaleme aldığı eser şu sıralar elimde. Acayip bir eser bu. Gece 3 falan dinlemiyor, uykuyu tanımıyor karadelik gibi içine çekiyor. Kendimi öyle kaptırıyorum ki beşindi kat camdan kendimi atsam yere çakılmayacak bilakis göklere kanat çırpacağım sanki, öyle kuvvet veriyor bana. O anarşist ruhu, hayran oldum hayran. Az buçuk ben gibi. O sivri zekası, derin tahlilleri, her satırıyla samimi ve de derinlemesine bir eser.

     

    Şu tebessüm ettirmişti bana. Askerliğe alınmasın diye çürük raporu çıkarttırmayı düşünüyor. Bunu tedavi için doktora götürdüklerinde psikolojik bir hastaymış gibi davranıyor. Psikologun kulağına fısıltadığı şu sözlere dikkat; benim de böyle bir operasyona niyetim var. Ama Irak yakınlarına o hain teröristlerin kamplarına.

     

    **Bak babalık, şimdi sen de Kuzey'densin ben de Kuzey'denim. Hemşeri sayılırız burada, aramızda kalacak tamam mı.. Ben Güney'e gitmek istiyorum. Oradaki zenci askerleri örgütleyeceğim tamam mı, çaktın mı dalgayı? Ordunun silahlarını çalıp Güney'in beyaz fellahlarını toptan geberteceğiz!

     

    Çok tehditkar ve de harika. Sonra düşündüm.

     

    Öfkenin yakıştığı üç kişi tanıyorum dedim.

     

    Birincisi Hz. Ömer radiyallahu anh

     

    İkincisi Malcom X idi.

     

    Üçünsücü; kim olabilir ki?

     

    Tabi ki ben!


  3. Güzel Mevlam cümlemizden razı olsun kardeşim. Ne hoş bir dua etmişsiniz. Bendeki bu aşırı kendini verme duygusu sanırım bir gün bu ekranı da delip geçecek, kontrol edemiyorum resmen. Biz bizi anlarız gönüldaşım, anlamaz halimizden ağyar olan..

     

    Şimdi şu son dediğiniz kısma gelecek olursak, şu yeis, karamsarlık, gelecek korkusu yaraları..

     

    Yeis; müslümana yakışmaz gibi gayet parlak bir laf etmeyeceğim. Bugün hangimiz zaman zaman daralmıyor ve hatta ölümü bile arzulamıyor ki?

     

    Bazen bir kuyuya benziyor hayat. Kör, pis, zehirli bir kuyuya.. Boğuluyorum.. Ölüme koşacak mecalim kalmıyor..Kimseyi görmüyor gözüm.. Sevdiklerim yabancılaşıyor.. Kitaplar tuğla oluveriyor birden.. Dostlarımın sesini tanıyamıyorum.. Varlığım bir tele asılıyor. Bir kabus bu.. Bir hastalık..

     

    Diyor Cemil Meriç

     

    Bugün tam anlamıyla bu hale yakalandım. Oluyor işte, bazan kafanız sadece omuzlarınız üzerinde tutabildiğiniz bir kütle oluyor. Hakimiyeti kaybedebiliyorsunuz. Ama bu halin devamlı olması zarar. Yoksa öyle sanıyorum ki yer yer bu ızdırapların, derin acıların ruhu büyüttüğü, beslediği olur. Soylu fikir adamlarının mesleğidir bu. Nitekim bunu yakalandığınız bir nöbet olarak değil de inşallah sonunda ferahlığa açılacak bir kapı olarak görün. Güzel Mevlam hiçbir kuluna kaldıramayacağı yükü yüklemez. Allah sabredenlerle beraberdir. Ve de o ne güzel vekildir. Şimdi yeis sadece lügatte bir mana. İnşirah kulun kalbinin genişlemesi; O nurun boğamadığı karanlık yoktur. Daim bu düşüncelerde olunuz.

     

    Gelecek korkusu;

     

    Bu yaz en yakın ve biricik dostumun annesi ayzarmıra yakalandı. Bu biricik dostumun üzüntüsü olduğu kadar benim de üzüntüm demekti. Ve hep destekçisi oldum. Bir gün evlerindeydim. Annesinin her gün alması gereken ilaçlar vardı, iri, renkli, tatsız ilaçlar. Bana kireç yutturuyor bu kız diyordu. Almak istemiyordu ilaçları. Sordu, ben ne zamana kadar kullanacağım bu ilaçları?

     

    Dedi ömür boyu.

     

    Ne, dedi, e'yi uzattı. O an öyle bir üzüntüye tutuldum ki. Dostumun acısı bir yandan. Dedim ki;

     

    Havva yenge, ömür boyu derken ne kadar bir zaman dilimi geliyor aklına? Bizim ne zaman öleceğimizden ne haberimiz var? Neden bunu tasa ediyorsun? Bu tul-i emele girmez mi? Güzel güzel al ilaçlarını inşallah şifa bulacaksın.

     

    Sonra dedi, haklısın, ne bileceğim ne zaman öleceğim. Gafletteyiz kızım.

     

    Yani kardeşim, size diyeceğim, istikbal derken, nasıl ve de ne kadarlık bir zaman diliminden bahsediyoruz biz? Kuşu dahi nimetsiz bırakmayan Mevlam günde beş vakit randevulaştığı biz kullarını mı aç, susuz bırakacak? Bunu düşünüp de yan gel yat da olmaz. Hz. Meryem ve Yunus olmak lazım gelir, hoopp diye cennet ta'amının önümüze gelmesi için. Mümin ihtiyacını giderecek, ele el açmamak için çalışıp çabalayacak ve de daim öte buudun hasreti içinde günübirlik emel güdecek. Diğeri istikbalin telaşesi içinde olmak deiğim gibi tul-i emele girer ki bu mümin olana terstir. Yerinden abdest almaya giderken dahi teyemmüm alan zatların istikbalden murada yok muydu ki, ama abdestsiz Allah'ın huzuruna çıkmayalım diyorlar. Hulasa uzun vadeli heva-hevese kapılmadan o günü Allah'ın rızası içinde geçirebilmek ve de rızaullahtan gayrı kalmamak esastır. Bu mevzuyu da bu minval üzere düşününüz.

     

    Karamsarlık, aslında kısmen yeis paragrafında değindiğim gibi. Aklıma Erdem Beyazıt'ın şı şiiri geldi;

     

    Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm

    Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm.

     

    Ne muazzam değil mi?

     

    Ölüm gibi suratı soğuk bilinen mefhum dahi bu denli neşe ile kabul görülürken hangi düşünce ya da sebep diyelim, bizi karamsarlık batağına gömsün? Demeyiniz şimdi bana, kardeş sen de hayatı ne ettin, deli misin nesin? Ben sokakta ağaçtan ağaca asılmış bir ipe dizilen çamaşırları görürken dahi kendisine mutluluk payesi biçen sanırım biraz optimist biriyim. Elhamdülillah bu son seneler kazanmış olduğum bir alışkanlık oldu. Normalde gözlüğünü dahi bulamayınca hemen gadaplanan ağlayan biriydim. Gerçekten böyleydim yani. Velhasılı, görüş açımızı değiştirdiğimiz, biraz daha gözü, gönlü müreffeh tutucu zaviyeleri kendimize dürbün edindiğimiz zaman hiçbir mesele kalmayacak. Hoş kalbi daim zikir ile meşgul edince, bunların hepsi oyun gelecek ya neyse, bizim gibi güneşi gözlük ile seyreden, çıplak gözle dayanamayıp hemen kafasını çevirenler olunca, yani bizzat o ateşin içinde yanmayınca, süreta kalıyoruz ve böyle tavsiyelerde bulunabiliyoruz.

     

    Şimdi buraya kadar daha hissî olarak ele aldım, eserler ile başlama mevzusunda tabii ki ilk adresimiz, Üstad'ımız. Şahıs olarak da ittiba lazım. Bunu karıştırmamak gerek. Bilmem günümüz bir takım cemaat yahut tarik ehlilerini nasıl karşılarsınız? Yani bir sohbet erbebının dizinin dibinde ruhu tatmin eden hiçbir şey yoktur demeye getiriyorum. Öyle bir yıkanıyor ki insanın ruhu, kafası, kalbi tasviri zor. Kitap bende başlarda kapıyı araladı, ama o dergaha alimlerin muhabbeti, sohbeti ile girdim diyebilirim. Şimdi nefsime pay çıktığım anlaşılmasın, yer yer böyle nasiplendiklerimiz olmuştu. Şimdi çok uzağım. Rabbim döndürmeye kadirdir inşallah.

     

    Üstad'ın eserlerinden, Çöle İnen Nur nezdimde ruhumu sarsan en önemli eseri. Kendisi İdeolocya Örgüsü'nü ziyadesiyle metheder. Ama sanıyorum başta biraz daha manevi yoğunluk kazandıktan sonra fikir kitaplarına geçiş yapmanız yerinde olacaktır. Sonra Bir Adam Yaratmak, bir Husrev portresi çizer ki Üstad, okurken adeta iki büklüm olursunuz. Sonra Aynadaki Yalan'da Naci'nin Rabbi'ni buluşu, orada da mükemmel bir örgü işlenir. Mesela Cinnet Mustatili çektiği çilelerle nasıl baş ettiğini müşahede etmek açısından son derece mühim. Bir O ve ben hakeza müthiştir. Ne bileyim hepsini okuyun. Şu an seçmek zor benim için.

     

    İnşallah zamanla arkadaşınızın da dediği gibi öyle farklı pencereler keşfedeceksiniz ki Allah'ın izniyle, sizi asıl derdin Allah'tan başka hiçbir şey olmadığını öğretecek. Ben artık başka eserde kafamı dinidremez oldum. Mesela bu yaz okumak için, Şeriati'nin Hacc kitabına başladım sarmadı, sonra Avrupa'nın 50 Büyük Yalanı'na başladım, onu da bıraktım. Bir sonraki Meriç'in Umrandan Uygarlığa eseriydi, o da olmadı. En sonunda Üstad'ın Başmakalelerim'i elime aldım, işte şimdi tamamdı. Ki eser tamamen siyasi makaleler üzerine. Ama öyle bir gıda edinmişim ki artık kendime ele aldığı mesele siyasi meseleler dahi olsa, yine de beni doyurur olmuş. Arkadaşım der, Üstad'ın eserlerini bitirince ne yapacaksın diye.

     

    Olay budur işte gönüldaşım. Hele bir dediğimiz eserlerden bir başlayın inşallah. Bakınız nasıl da değişecek sizin kafanızda o bohemli demler.

     

    Neticeden haberdar ediniz.

     

    Saygılarımla

    • Like 1

  4. "Lübnanlı kadın, duygularının daha güçlü ve daha yalın olmasıyla diğer ulusların kadınlarından ayrılır. Çünkü yetiştirilme tarzının ve eğitimininin basitliği, aklının gelişmesine engel olup ilerlemesine ket vurduğundan, ruhundaki şeyleri incelemesine ve yüreğindeki gizlere yönelmesine neden olur. Lübnanlı kız, deniz düzeyinden düşük topraklardan fışkıran bir pınar gibi, nehir olup denize gidecek yolu bulamaz ve yüzeyinde ayın ve yıldızların ışığını yansıtan durgun bir göl halini alır."

     

    Halil Cibran "Asi Ruhlar" eserinde böyle diyor. Ajandama not almışım. Ne kadar duru, ne kadar da safiyane değil mi? Böyle okurken dahi ipeksi bir duruş veriyor. "Aklının gelişmesine engel olup" bakınız burada tabir tuhaf.. Kimi feministlerin köpürmesi içten bile değil.. Öyle ama kadın, narin hassas ve de bir tarafından hep düşüktür. Nitekim öyle de olmalıdır. Ama bir zaviyeden bakıldığında Rabbimin kullarının dünyaya gönderilişine tarik olan seçilmiş muazzam bir elçi.. Hep bir tarafından korunmaya, muhafaza edilmeye muhtaç iken bir diğer açıdan tekmil edici unsurda baş amil. Allah'ın biçtiği vazife. Havva annemizin yaratılmasından gaye neydi? Adem babamızı cennetin nimetleri içinde keyf ederken bir nakıslık hissettiren, hep bir yanından noksan kılan hasse neydi? Tabi Allah'ın sebepler dairesinde bir cilvesiydi bu da ama neden insanoğlunun sülbünün başlatılması için seçilen etken kadındı? Tamam kabul edelim, pek de hayırlı bir şeye vesile olmadı? Ahh o elma, ahh.. Şeytan iblis yılanın dişinin arkasında cennete girip Havva annemizi kandırması.. Adem babamın şu lafı çok müteessir eder beni;

     

    _Rabbimizin bunca nimetine karşı neden nankörlük edelim ki?

     

    Ama dedi Havva annemiz;

     

    Ya elimizden alınırsa? Ahh ebediyet düşüncesi, ölümsüzlük insanoğlunun en başından beri içinde yanan ateş; hangi nimet Allah'ın zatından daha ehemmiyetli olabilir..

     

    İlk kadın yedi elmayı, ve daha sonra adam.

     

    Derste de geçti hocam dediğinde hicap duydum ama gerçekti. Kur'an-ı mecitte zinayla alakalı ayette ilk zina eden kadınlar geçiyor. Yani müennes zamir işleniyor. Sonra zina eden erkekler zikrediliyor. Hoca kadının meyyeliyetine işaret önce kadın zikredilmiştir dedi. Mesela hırsızlık ile aytette de önce hırsızlık eden erkekler diye geçmekte. Rabbim yarattığı meşrebi nasıl da biliyor değil mi? Sübhanallah..

     

    Uuuhhuu laf daldan dala atladı iyi mi? Neyse bunları dile getirmek istedim. Kadınlarınızı üstünlük sağlamak, ve de erkekliğinizi beslemek adına bir meriven olarak görmeyin. Onlar size bir emanettir. Hayırlı bir yuva cennete idmandır bunu unutmayın. Onlar sizlere kıyafet gibi giydirilmiştir. Bilmişinden de uzak durun. Bir düşünün Aynadaki Yalan'daki Hatçe'yi, bir diğer yandan Nokta nokta hanımefendideki dişiliğin boyunduruğu altına girmiş şah gibi duran ama mat olmuş zihniyeti, ya da Mine'yi.. Hayırlıları ile karşılaşın inşallah. Ve de onlara hiç kullanılmamış bir aşk sunun.. Bunları bir kardeş tavsiyesi olarak görün.. En ufak şeylerle dahi mutlu olabilecek kadar zayıflardır. Fazla caba harcamanıza lüzum yok. Ve de her zaman gözlerindeki o "büyük adam" imajını asla zedelemeyin. Bunu yıkmanız onu resmen yaralar. Bunu bir sözle bile başarabilrisinİz. Kaldı ki bugün döner bıçağıyla satırla üstüne yürüyen öküzleri ne yapmalı? Allah'a havale ediyorum!

     

    İşte islami anlayış, kurban olurum o şeriatın her bir kelimesine.. Ona uyanda hiç dine ters bir fiiliyatı bırakın akval gözlenir mi? Dönüp dolaşıp durduğumuz yer, islam!

     

    Böyle işte. Çok konuştuk yahu.. Umarım ufak tavsiyelerimi nasihatkesen bir tutum olarak algılamazsınız. Sadece ve sadece iyilik düşünüyorum.

     

    Durgun göl, "tırnakları kısa, katıksız kadın", edep, vakar timsali, ciddi ama kaba değil.. Hafif meşrebin karşısında dağ gibi duran. Bu kadınlar gün gelir en değme adama dahi taş çıkarırlar. Buyrun bir adet Nene Hatun..

     

    Önemli seçimlerinizde Rabbim en hayırlısını nasip eder inşallah. Yalnız dedim ya, kalp! O önemli orayı kanalizasyona çevirmemek mesele..

     

    Kardeşlerim, gönüldaşlarım güzel nesillerin inşasını kuracak olan nezih insanlar, Allah adına seviyorum sizleri. Şunu da diyeyim kaçısı yok, bulacağım sizleri köşe bucak cennette arayıp..

     

    Gönüllerin sahibi olan biricik Rabbime emanetsiniz.

     

    Dipnot:Duygusal değil hiç olmadığım kadar içten oldum.

    • Like 1

  5. Yüzeysel Döngü ve Kısırdöngü

     

    Şu terör musibeti olmasaydı Türkiye bugün nerede olurdu? Onbinlerce can kaybettik. Onun dışında ekonomik, psikolojik kayıplarımızın haddi hesabı var mı?

    Kaybettiklerimiz bir tarafta, onları kaybetmememiz halinde onlara dayanarak kazanacak olduklarımız öbür tarafta. Hesaba gelmez. Diyelim ki 500 milyar doları harcayarak kaybettik. Peki o parayı yatırımda kullansa idik, kazanacak olduklarımız? Hem harcayarak kaybettik hem de kazanamayarak.

    Başka kelime bulamadığım için "psikolojik" diyorum. Gönül kayıpları da diyebiliriz. Onlar ne olacak? Birileri onların farkında bile değil.

    Sonra, 27 Mayıs'ın ve sol-sağ kavgasının kaybettirdikleri...

    Bütün bunlara rağmen şimdi şu noktada isek, çok şükretmemiz lazım. Az şey yaşamadık biz. Çok ağır bedeller ödedik, çok. Ve hâlâ da ödemeye devam ediyoruz.

    İnsan ne isteyeceğini, ne istediğini, ne istemesi gerektiğini bilmeli. Lehine ve aleyhine olanı bilmeli.

    Herkes kendi çıkarını düşünüyor da, herkes kaybediyor ise; bu noktada bir düşünce arızası var demektir! Demek ki gerçek çıkarını bilmiyorsun, bildiğini sanıyorsun. Önce kendini bileceksin ki, lehine ve aleyhine olanı bilesin.

    Konusuz, meselesiz, anlamsız kavgalar yüzünden milletimiz çok sıkıntı çekti. Seçime kalmış 8-9 ay, trendin yükselişte, durup dururken niçin darbe yaptırıyorsun? 27 Mayıs buydu.

    1968'lerin sol gençliği darbe peşindeydi. Kime niçin darbe yaptıracaksın? Darbeyle kimler gelecek, onlar seni ne yapacak sonra? Bu kadar akılsızlık olur mu? Sayenizde 12 Mart geldi işte. 1965-1971 arası, ekonominin en iyi dönemlerinden biriydi. Ne bağırıp duruyordunuz "yangın var" diye? Bir kerecik bile sormadınız, "acaba kullanılıyor muyuz?" sorusunu kendi kendinize. 1970'li yıllar boyunca da sormadınız.

    ... 1968 solundan bugüne kalan tek somut eser, bölücü terördür. Oyunla, şakayla, ideolojik eğlenceyle, ülkenin başına böyle bir bela sardılar. Ondan önce bölücülük düşüncesi, aranırsa bulunan, bir dipnot bilgisinden ibaretti. Sonradan adeta şaka yapma ciddiyetsizliği içinde trajedi haline getirildi; hiç farkına varılmadan... Bir defasında şöyle demiştim: "Adam gibi düşüneceksek, okuyalım. Oyun oynayacaksak; futbolla, basketbolla, yüzmeyle, güreşle, o da kesmiyorsa boksla uğraşalım. Ama ülkenin kaderiyle oynamayalım."

    Keyif için musibet aranır mı? Bizim bazı insanlarımız, aydınlarımız aradı ve aramaya da devam ediyor. Bir insan önce kendine zarar vermekten vazgeçmiyor ise başkasına zarar vermekten vazgeçebilir mi? Âyette belirtilen, "Biz de size kendinizi unuttururuz" cezası, bu dünyada başımıza gelecek en büyük musibettir. Ne demek, "kendini unutmak"? Öz şuurunu kaybetmektir. Lehine, aleyhine olanı bilmezsin. İç zenginliklerini ve zaaflarını bilmezsin. Emanetindekileri bilmezsin. Neyle nasıl mutlu olunacağını bilmezsin. Peki bunları bilmezsin de ne bilirsin? Nedir o bildiğini zannettiğin şeyler?

    Kendini unuttuğun için 500 milyar çöpe gider. Ekonomi bilsen ne olacak? Kendini kaybeden ne kazanacak? Kazandığı ne işe yarayacak?

    27 Mayıs'ın en önemli marifeti Devlet Planlama'yı kurmak. Ne oldu, neyi planladınız? Demokrasi'yi yıktığınıza değdi mi? Devlet Planlama'nın hesaplarında 500 milyarları çöpe atmak var mıydı?

    Mesele, "kendimizi unutmak" cezasından kurtulup, öz şuurumuzun (denge şuurumuzun) yeniden kazanılmasıdır. En zor diyalog, kendi çıkarını kendi hayrına olanı bilmeyen bir insanla kurulmaya çalışılan diyalogdur. Ona unutturulanı ben hatırlatamam. Ona özünü unutturan Kudret, verdiği cezayı kaldıracak ki; böyle bir affedilme liyakati doğacak ki; diyalog kanalları açılsın.

    ... Yalın ve yüzeysel düşünmek, avutucu olabilir, fakat verimli olamaz. Bazıları spekülatif polemiklerde çok usta oldular ama, doğru düşünmeyi hiç öğrenemediler. Kısır döngü esareti, hiçbir şeye benzemiyor. Bazı hallerde akıl vermeye çalışmak yerine dua ile yetinmek daha rasyoneldir. Ne var ki bedeli ne olursa olsun iyiye gidiş devam ediyor ve devam edecek. İstikrarımızı her şeye rağmen koruyabilelim, yeter. İstikrarın basit bir kelime olmadığını, çok yönlü, çok kapsamlı, çok icaplı bir kavram olduğunu bilmek durumundayız.

     

    Ahmet Selim'in köşesindeki bu yazı da önemli.


  6. - Hapishaneden kaçarken kazdığınız tünelden çıkan toprağı ne yaptınız ?

     

    Toprağı olmayan köylüye verdik . D,

     

    Diyor Mahir Çayan.. Bu sözde yanlış olan ne? Bu gençleri yani Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan, Ulaş Bardakçı ve diğerleri.. Suçları neydi? Onlar da Amerika emperyalizmine karşıydılar, onlar da Amerika defol diyordu. Bizi birbirimize düşüren güçlerin gerçek yüzünü göremedik mi? Deniz Gezmiş kendi halinde bir memurun evladıydı, bir diğeri Anadolu'nun bağrından çekip geldi, mektep için, okuyacak, vatanına faydalı bir vatandaş olacaktı.. Kimler bunları maşa kullandı ya da bir diğer tabirle hangi akl-ı selim baştaki hükümeti yıkmak adına bu genç beyinleri kurban eder. Ya burada duygusal sömürü falan yapma amacında değilim, elbet yanlışları vardı. O zamanın ODTÜ'sünün, Ankara ve de İstanbul üniversitesinin nasıl birer anarşist örgüt yetiştirir bir hal aldığını elbet biliyoruz.

     

    Tutup koskoca şehrin emniyet müdürünü esir alıp, kazan dairesinde saklıyorsun, polisler gelip yurdu basınca suç emniyetin oluyor. Sonra kaza kurşunuyla can veren bir genç, camdan aşağı ya itilme ya da kazara düşüş.. Ve çorap söküğü gibi gelen vukuatlar.. Amerikan filosunun denize dökülüşü, devlet ricalinin üniversite ziyareti sırasında aracının taşlanması, yakılması.. Ya ne bileyim benim içim acıyor bunla aklıma gelince.. Bir devleti ayakta tutacak mihenk güç, genç beyinlerindedir, potansiyel onların kafalarında. Ama bu gençleri kimler, neden harcadı? İtiraf ediyorum o Hatırla Sevgili dizilerinde ve de benzerleri adam asılmaya gittiğinde resmen ağlatıyorlar adamı, zaten kasıtları bu.. Diğer taraftan ülkücü gençler ise vatanı parsel parsel satan, yobaz, bıyıklı, iri kıyım ve de bağnaz kişiler.. Biz bize ettik. Bu gençleri sağlı sollu düşürdüler birbirlerine, vurdular kırdılar.. Hocam anlatmıştı, sokak başında eli silahlı adamlar, sağ mısın sol mu? Solum sağım lafından sonra kesin bir el silah sesi duyulurdu demişti. Yine de hamd-ü senalar olsun bu günlerimize. Ama diyebiliriz ki bir nesle yazık edilmiştir. Tamam belki sapkın isimlere gönül verdiler, çürük ideolojilere adadılar kendilerini, hem o Gezmiş'in idamından önce imamı reddedip bir de okkalı bir lafı vardır ama unuttum. O da nesi oluyor? Diyorum ya aklım almıyor daha ziyadesiyle üzerinde durmak istemiyorum. Çünkü düşündükçe ciddi manada derde yakalanıyorum yani böyle bir şey olamaz.

     

    Ne diyeyim ya tuhaf işte. Rabbim bu vatana zeval vermesin.. İçteki hainleri yerin dibine soksun. Ve de topunun...


  7. Ve aleykum selam ve rahmetullahi ve beraketuh

     

    Dün akşam sularında mesajınızı okumuştum ve de inanın hep aklımı meşgul etti, üzüldüm, dua ettim. Rabbim babanızın mekanını cennet eyler inşallah. Sizin de erkenden ağır mesuliyet altına girmeniz ne bileyim dedim ya bir gönüldaşımın içinde bulunduğu halin hissine kapıldım sanki. Bir de şu var, burada yazıyor ediyor eyliyor birbirimize ilaç oluyoruz. Ben bunu çok seviyorum. İsmi cismi bilmeye gerek yok, değil mi ki gönül verdiğimiz adam Üstad ve ona bağlıyız. Ona gönül verenlere de aynı nisbette bağlıyız. İşte bu gönüldaşlığın ta kendisi. Bunları dememe ne lüzum vardı? Bilmiyorum fakat akşamdan beri kafamda uçuşuyor bu manalar.

     

    Beylerbeyi yöneticimizin de dediği gibi gidenler olmuş. Bizler de burada olmaya çalışıyoruz. Esmalar başka, gönüller aynı.. Nitekim samimi bir kaç adamın varlığı ve de davaya duyduğu kayıtsız, şartsız inanç ile yavaş da olsa sefere devam edilir. Sitedeki vaziyeti dert edidiğiniz belli. Vakti olan olmayan herkes bir şeyler katmaya çalışıyor. Allah cümlesinden razı olsun. Ben burada geçirdiğim hiçbir anım için fuzuli yaftasını kullanmadım ve de diyen yakınlarıma inat aklımdan dahi geçirmedim. Üstad'a isnat edilen herşeye ve de herkese hesapsız hayranlığımız vardır. Dediğiniz yorumları okuyunca hayran kalma meselesi bende de olurdu. Gönülden gelen kelam adamı ruhundan yakalar. Velhasılı tekrar o günlere dönülür inşallah. Yöneticimizin dediği gibi bu iş bizlere bakıyor.

     

    Rabbim mukemmel dava ahlakımızdan ve de saf Anadoluluğumuzdan taviz verdirtmesin.. Onu yitirdiğimiz yerde kendimizi yitirmiş oluruz. Ve iş başlanmadan bitmiş demektir.

     

    Velhasılı hoşgeldiniz, uzun zamandır böyle samimiyet içeren gönüldaşımın muhabbetini okumaktan uzaktım.

    • Like 5

  8. Başlığı görür görmez gözümüze batan bir kelime var kabul, mürşid.. Bu yazı belirtildiği üzre 2003 yılında büyük tartışma konusu olmuş. Nette arama yaparken rastladım. Elbette tamamen delisaçması cümleler, biz de bir öğrenmiş olalım dedim ne kadar zırvalayabiliyorlar.Ve de başarılı buldum, ancak bu kadar olabilirdi. Bir kere başlık, başlıbaşına yeter. Yazı dizisinin orijinalini aradım taradım bulamadım. Bir görsem tamamını daha keyif alacaktım ama mahrum kaldım.

     

    Bu arada biz de güncel olaylar nedeniyle bu 2003 tarihli bahsi 2011'e sarkıttık. Demeden de geçemeyeceğim zamanın sağ gazetelerinde yazan isimlerce bu denli esnek ve de mezhebi geniş anlatımlar beni şaşrttı açıkcası. Bari biri diyebilseydi, başlık başta işi batırdı deyu. Durun durun tabuları yıkıyoruz ama. Efendi yıka yıka tabu kalmadı, tabu!!

    • Like 1

  9. Cumhuriyet Gazetesi'nin Necip Fazıl Kısakürek'i konu aldığı yeni yazı dizisi tartışma konusu oldu. 'Necip Fazıl: Zıt kutupların 'mürşid'i'ni kaleme alan Miyase İlknur, 'Bu dizi yazıyı iki yıl önce hazırladım. Ancak güncel olaylar nedeniyle bugüne sarktı' dedi.

     

    Cumhuriyet Gazetesi'nin Necip Fazıl Kısakürek'i konu aldığı yeni yazı dizisi tartışma konusu oldu.

     

    'Necip Fazıl: Zıt kutupların 'mürşid'i'ni kaleme alan Miyase İlknur, 'Bu dizi yazıyı iki yıl önce hazırladım. Ancak güncel olaylar nedeniyle bugüne sarktı' dedi. İlknur, sözlerini şöyle sürdürdü: 'Siyasete girerek sanat adamlığına ve şiirine ihanet etti. Öne sürdüğü tezler hiçbir belgeye ve vesikaya dayanmaksızın tümüyle duyumlarla yazılmış. Siyasi çizgisi zik - zaklarla dolu bir kişilik. Kendisi sözünü dinletebildiği listelerin verebildiği siyasi partileri desteklemiş birisi. Kabul edilmediği takdirde çok çabuk karşı tarafa geçebiliyor.'

     

    'İdeolojik ele almadım'

     

    İlknur, 'Şairliğinde iki dönemi var. İlk döneminde şiirleri Fransız akımından etkileniyor. Sonra kendi deyimiyle tebliğ şiirine yöneliyor ve burada siyaset ile din ön plana çıkıyor' diye konuştu. Necip Fazıl'ı ideolojik bir bakış açısıyla ele almadığını söyleyen İlknur, şairin kendi yazısı ve tartışmalarından yola çıkarak bir portre ortaya koymaya çalıştığını söyledi.

     

    Yeni Şafak gazetesi yazarı Sadık Albayrak ise Necip Fazıl ve Nazım Hikmet'in zıt olsalar da Türkiye'nin gerçeği olduğunu belirterek şöyle konuştu: 'Necip Fazıl ile Nazım Hikmet, Kurtuluş Savaşı'nın iki uç söylemidir. Hangi uçta olsalarda bu ülkenin üniter yapısı için fikir üreten kişilerdir. Geçmişte sağ görüşlü gazetelerde Nazım, vatan haini kabul edilirdi. Sol görüşlü gazetelerde ise Necip Fazıl gerici ve yobaz olarak gösterilirdi. Bu tabuların yıkılması açısından Cumhuriyet Gazetesi'nin yayınını takdirle karşılıyorum.'

     

    'Bu yazı iyi bir başlangıç'

     

    Vakit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak da farklılıklara rağmen barış içinde bir arada yaşanması gerektiğini kaydederek şöyle konuştu: 'Nazım Hikmet de, Yahya Kemal de, Necip Fazıl da, bu ülkenin gerçeği. Bu ikisi aynı sınıfta öğrenciydi, Yahya Kemal de öğretmenleriydi. Bu insanlarla politik ideolojik ortak paydalarımız olacağı gibi çeliştiğimiz yerler de olacaktır. Bu yazı iyi bir başlangıçtır ama devamına da bakmak gerekiyor. Amacı ne mesaj ne bunu görmek gerekiyor.'

     

    milliyet.com.tr

    2003

    • Like 1

  10. BAŞLARKEN SERZENİŞ:

     

    “Mevsimler def çalarken cücelere gerdekte,

    Devin yalnızlığını sular bestelemekte…”

     

    Gerçektende Üstat aramızdan ayrıları 28 yıl olmuş ama birileri sanki onun adına yapılacak, kurulacak her türlü müesseseyi engelliyor! Adını, şiirlerini, eserlerini en çok kullananlar en çok istismar edenlerin başında geliyor. Adına yapılan toplantılarda hamaset nutukları atılıyor, onun üzerinden birileri kendini anlatıp nemalanıyor; ancak adına bir şey yapmaya gelince koskoca bir foooosss sesi çıkıyor.

     

    ***

    Büyük şair, mütefekkir, düşünce insanı, edebiyatçı, dâvâ adamı, mutasavvıf vb. değişik özelliklerle bezenmiş olan Üstad Necip Fazıl Kısakürek, bedenen aramızdan ayrılalı yıllar ama, (25 Mayıs 1983) geçen zaman içerisinde kendisinden yeterince istifade edildiğini söylemek zor. Ancak yine de o hâlâ sevenlerinin gönlünde dipdiri. Bunun en büyük sebeplerinin başında da, Üstad Necip Fazıl’ın 14. İslâm asrında; İslâm’ın asırlar sonra topyekûn muhasebesini yapması ve yaralarımıza tedavi metodları geliştirmesi gelir.

    Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Allah (cc) demenin suç sayıldığı, inanan insanların alabildiğine ezildiği, horlandığı ve aşağılandığı bir dönemde, kalemiyle, bedeniyle, diliyle Allah (cc) demiş, inananların haklarını savunmuş, aşağılanmanın, horlanmanın çirkefliğine dikkat çekmiş ve inananların “en üstün” olduklarını fiilen ispat etmiş bir düşünce ve aksiyon insanıdır. Onun geriye bıraktığı eserlerden yeterince istifade edilemese bile, nerede İslâmi bir hareket varsa, direkt veya endirekt, üzerinde Üstadın gölgesini görmek mümkündür. Bugün bazı çevreler, Necip Fazıl ile karşılaştırıldığında cüce durumunda olan birçoklarını “şair, yazar, düşünce adamı” sayıp göklere çıkarırken, Necip Fazıl’ın unutturulmaya çalışılmasının altında da, Üstadın bu yönünün yattığı açıktır. Zira Necip Fazıl’ı unutturmak isteyenlerin asıl maksadı, onun şahsında sembolleşen İslâm dâvâsını unutturmaktan başka bir şey değildir.

     

    Üstad Necip Fazıl, inandığını yaşamaya çalışan, yaşadığını da yazıya döken bir karaktere sahipti. Bu zaviyeden çevresinde olan veya olmayanlar, meseleye zikredilen açıdan bakmadıkları müddetçe onu hep yanlış tanımış ve farklı değerlendirmelere tabi tutmuşlardır. Halbuki Necip Fazıl, bir ayağını Şeriata sımsıkı sabitledikten sonra diğer ayağıyla Batı’yı da Doğu’yu da gezmiş, oralara ait değerlendirmeler yapmış, hükümler vermiş ve bütün bunları yaparken de tek ölçü olarak İslâm’ı almıştır.

     

    Necip Fazıl, çok yönlü bir insan olması hasebiyle sevenleri çok olduğu gibi, az da olsa karşı çıkanlar da olmuştur. Necip Fazıl’a karşı çıkanların fikirlerinin merkezinde tamamıyla ideolojik bağnazlığın yattığı çok açıktır. Zira zihni altyapıları ideolojik bağnazlıkla örülmüş bu kesim Necip Fazıl’ın sanatına daha önce “muhteşem” derken, “fikir değiştirdi” gerekçesiyle sanatını, şiirini ve diğer çalışmalarını görmezlikten gelmeye başlamış ve bugüne kadar da hâlâ bu bağnazlıklarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Bu çerçevede hareket eden ideolojik bağnazlar sırf Necip Fazıl’ın büyüklüğünü örtmek için vatan hainliğinden başka hiçbir özelliği olmayan ve hayatı mukaddes değerlere sövmekle geçen cüceleri, topluma şair diye yutturmaya çalışmış, adına günler, geceler düzenlenmiş ve değişik ödüller verilmiştir.

     

    Necip Fazıl gibi büyük bir sanatkâr sadece ideolojik bağnazlar tarafından değil, ulus devlet mantalitesiyle hadiselere yaklaşan T.C. tarafından da, -bir iki istisna çalışmayı hariç tutarsak- görmezlikten gelinmiştir. Halbuki Necip Fazıl çapında bir şair, yazar, mütefekkir Batı ülkelerinde zuhur etseydi, altından heykeli dikilir, adına enstitüler kurulur ve eserlerinden istifade edebilmek için bütün imkanlar seferber edilirdi. Ancak ne kadar hazindir ki, böyle bir girişim devlet tarafından yapılmadığı gibi, sevenleri tarafından da şimdiye kadar ihmal edilmiştir. Bunu tespit ederken asla bir suçlu arama niyetinde olmadığımız açıktır. Ancak her şeyin adeta kaosa dönüştüğü günümüzde, bizi bu kaos ortamlarından kurtuluşa çıkaracak fikirlerden istifadenin yollarını kapamanın da hiç de iyi niyetle telif edilemeyeceği de ortadadır.

     

    Ne olursa olsun ve kim hangi açıdan değerlendirirse değerlendirsin, mücadelesi, sanatı, fikirleri, aksiyonu ve benzeri yönleriyle Üstad Necip Fazıl, cüce gölgelerin örtemeyeceği kadar parlak bir güneştir.

     

    Üstad Necip Fazıl aldığı tasavvuf terbiyesi gereği kendisini ifade ederken; “Ben artık ne şairim, ne fıkra muharriri / Sadece beyni zonk zonk sızlayanlardan biri” şeklinde mütevazı cümlelerle tanıtmaya çalışsa da, yaşadığı hayat itibariyle belki de aşılması zor bir çizgide yürüdü ve günü gelince de “İyilerin iyi atlara binip gittiği” âleme göçtü. “Ateşte ve cımbızda” bile olmadığını söylediği fikir çilesini hayatı boyunca çekmeyi bir hayat anlayışı olarak kabul eden Necip Fazıl, yine kendi ifadeleri içerisinde “Fikrin ne fahişesi, ne de zamparası” olmamış, doğru ve hak bildiği yolda her türlü engeli aşarak tespit ettiği hedefine doğru yol almıştır.

     

    Necip Fazıl da hayatının ilk otuz yılını “Tam otuz yıl saatler işlemiş, ben durmuşum” kendi ifadeleri içinde tamamıyla insan fıtratına zıt hareketler içerisinde geçirmiş ve o noktada karşılaştığı mürşidinin yol göstericiliği ile gerçek âleme doğru bir dönüm yaşamıştır.

    “Bana yakın gözlerle bir kerecik baktınız / Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız” tarzında resmettiği bu dönüşün Necip Fazıl’ın hem sanatını, hem de şiirini tesir altına almış ve bundan böyle “Mademki bundan önceki hayat benimdir, onu yaşanmamış sayıyorum” çizgisini net olarak ortaya koymuştur. Bazıları Necip Fazıl’ın bu değişiminin onun sanat ve şiir hayatında fazla bir yer tutmadığını iddia etse de, böylelerine yine en güzel cevabı kendisi vermektedir:

     

    “Anladım işi sanat Allah’ı aramakmış

    Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış.”

    Necip Fazıl’ın yaşadığı bu dönüm noktasından önce ona birçok methiyeler dizen ve hayatını “maddenin tezahürlerinden başka bir şey” olmadığına inhisar ettirenler, onun geçirdiği fikrî değişimin ardından aynı erdemi gösterememiş ve ondaki bu hakikatı yakalayış hikmetini görmezlikten gelmişlerdir.

     

    Az veya çok Necip Fazıl’la teşrik–i mesai kuranların tespit ettikleri bir nokta vardır ki, o da “Erişilemeyecek bir zeka, ihtiraslı bir benlik, engin bir mizah duygusu ve senelerin örsünde dövülüp pişerek nihayet gerçek bir Allah dostunun ana çizgilerine kavuşma noktasında hayata sessizce feda eden müstesna bir şahsiyet” olduğudur. Hayata bakışındaki ölçü ise bir şiirinde şöyle mücessemleşmiştir:

    “Efendim, kurtarıcım, müjdecim, Peygamberim

    Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim.”

     

    Necip Fazıl’ın kişiliği hakkındaki orijinal bir noktayı, yıllarca dava arkadaşlığı yapmış Serdengeçti’nin ifadelerinde görmekteyiz: “O, kimseye benzemeyen bir adamdı. Şerik kabul etmezdi. Ne onun yükseldiği yere yükselebilir ne de düştüğü noktaya düşebilirsiniz. Sonuna kadar zirve, sonuna kadar derinlik. O noktasız, virgülsüz biri idi. Ne dur bilird,i ne durak.. Ondaki hayata hükmetme hırsı sonsuzdu. Ölürken dahi yaşıyorum diye sesini yükseltecek bir adamdı. Mağlubiyeti asla kabul etmezdi. Kaçırdığı treni bile ifade ederken ‘kovdum gitti’ diyebilen insandı o...”

     

    Onun mücadeleci hayatını iyi bilenler davasını yaşama ve savunma yolunda nasıl tavizsiz yaşadığına da şahit olmuşlardır. Taşkın sanatkâr tabiatı ve ayrılmamacasına bağlandığı fikir ve düşünceleri sebebiyle birçok kere hapishanelere girmiş, sıkıntılar çekmiş ama davasından taviz vermek aklından dahi geçmemiştir. Bulduğu her fırsat ve zeminde “Mutlak hakikat Allah’tır (cc)” diyen Necip Fazıl, bütün istidat ve kabiliyetlerini de bu yolda harcamaktan geri durmamıştır. Kendisine teklif edilen dünyalıkları elinin tersiyle bir kenara itecek kadar davasının aşığı olan Necip Fazıl, hayatının her devrinde de bu tavrını sürdürmüştür.

     

    Yaradılışın sırlı şifresini yakalayıp, insanlığın hizmetine sunmayı en büyük gayelerden biri sayan Üstad’ın ideallerinden biri de “Zaman bendedir ve mekan bana emanettir” şuurunda bir gençlik yetiştirmekti. Sanatı, şiiri ve benzeri her şeyini bu uğurda sarfeden Üstad, burada ayrılmadığı gibi, inşallah gerçek âlemde de “Rahmet rüzgârı etek” diye tasvir ettiği Efendiler Efendisi’nin (sav) Havz-ı Kevserinin başında beraber olurlar.

    ***

    BİTİRİRKEN BİR SERZENİŞ :

     

    Üstat Necip Fazıl’ın aramızdan ayrılışının 28. yılında bir serzenişim var. Onu sevdiğini iddia edenler ve her alanda onu ve eserlerini kullanarak kendisine menfaat elde edenler ne hikmetse aradan geçen bunca zamana rağmen adına bir enstitü bile kuramamışlardır. Yapılan bazı girişimlerde birilerinin enaniyetleri ve kendilerini anlatmalarının gölgesinde kalmış ve hep akamete uğramıştır. Bundan birkaç ay önce de böyle bir girişim yapılmış, ancak değindiğim gibi sanki gizli bir el Üstat adına kurulacak müesseselere engel olmuştur/olmaktadır.

     

    Selim Çoraklı

     


  11. Hakkında ne kadar yayın yapılsa yahut gazete, dergi çıkarılsa hep az bulacağım, hep daha fazlasını talep edeceğim. Zira bu mukaddes şahsiyet üzerinde daha konuşulacak çok söz var, duyurulması lazım gelen çevrelere hala daha ulaşılamadı. Bu emel için varız, ve bunun için devam etmekteyiz.

     

    Söylenilen, "Kalemiyle geçinen tek adam." sözü ne kadar yerinde bir tespit. Zira zerre tavizsiz tavrının başına neler getirdiği hepimizce malum. Ne evlad-u iyaldan ayrılık ne de açlık, yahut itibar kaybı onun gözünü korkuttu. Onu ayakta tutan davasıydı ve onun şehidi oldu. Bizler bunun son sancaktarıyız. Velhasılı kısa öz anlatımlarla Üstad'a tutulmuş iyi bir ayna olmuş. Bu çalışmaları yapan kuruluşlara teşekkür ederiz.

×
×
  • Create New...