Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

sıratı müstakim

Üye
  • Content Count

    5
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by sıratı müstakim


  1. SURİYE MESELESİ VE İRAN'IN ROLÜ

     

    Adına "Arap Baharı" denilen bu süreç ilk başladığında temkin telkin eden yazılar yazan birisi olarak diyorum ki, bilhassa Mısır'daki gelişmelerin bu çerçevede değerlendirilemeyeceği gerçeğini görmemiz lazım. Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî'nin açık beyanları ve İhvan iktidarını hazmedemeyen Batı'nın Mısır'da uygulamaya koyduğu tezgâhlar ve Hüsnü Mübarek kalıntısı laikçi bürokrasinin gösterdiği direnç bunu açık biçimde gözler önüne seriyor. Tabii bu gerçeği görebilmek için, İhvan'ın da "Batıcı/Amerikancı" olduğunu söyleyen İran propagandasının etkisinden kurtulmak gerekiyor.

    Burada en az bunun kadar önemli ikinci bir gerçek daha var: Artık sağır sultan bile biliyor ki ABD'nin Irak ve Afganistan'ı işgali ayan-beyan İran'ın örtülü-açık desteğiyle olmuştur. Bunu hem İran hem ABD açık bir şekilde dile getirdi. Şu anda Irak'ta yönetimin ağırlıklı olarak Şiilerin kontrolünde bulunması da bunun açık bir göstergesi. Bunun anlamı şudur: ABD Irak'taki Şiileri Saddam'dan daha çok sevdiği için orada onları iktidara getirecek süreci kendi elleriyle hazırladı. Üstelik bu Şiiler, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimî'nin yaşadıklarının da açık bir şekilde gösterdiği gibi işbaşına gelir gelmez ilk icraat olarak oradaki Sünnileri sindirme politikasını hayata geçirdiler.

    İslam dünyasında mezhep kavgasını körüklemek kadar büyük bir ihanet olamaz. Aklı başında hiçbir Müslüman Sünni-Şii çatışmasını arzu etmez. Ama bu gerçek, bir başka gerçeği görmemize engel olmamalı: İran kaynaklı Şii ideolojinin, İslam dünyasında kendi hâkimiyet ve hareket alanını genişletmek gibi bir hedefi vardır ve bu da gayet normaldir. Sünni ülkeler tarafından çevrelenmiş bir İran, Sünni dünya ile birlikte hareket etmeye mahkûm bir İran demektir. D–8 Projesi’nin içinde İran'ın da yer alıyor oluşunun hikmetini burada aramak gerekir. Hem nüfusu ve imkânları bakımından istifade edilecek bir güç, hem de 7 büyük Sünnî ülke tarafından çerçevelenmiş tek başına bir İran. Bu elbette son derece akıllıca idi.

     

    Geldiğimiz noktada, bilhassa İslamî değerleri hayata aktarmak gibi bir hedefi olan ve bunu Allah’ın izniyle ve arkasına aldığı büyük halk desteğiyle yapabilecek konumda bulunan Mısır, İran’ın, “İslam dünyasında Batı’ya kafa tutan tek ülke” söylemini boşa çıkartması dolayısıyla dikkatle takip edilmelidir. Bu aşamada gerek içeriden, gerekse dışarıdan Mısır’ı köşeye sıkıştırmaya çalışan güçlerin tezgâhlarına özellikle dikkat edilmelidir.

     

    Öte yandan BOP, eğer ABD’nin bölgedeki hâkimiyet alanlarını güçlendirmesi ve genişletmesi anlamına geliyorsa şu soruyu kendimize tekrar tekrar sormamız lazım: ABD’nin, Irak’ı, İran’a yakınlığı ayrıca delillendirilmeye ihtiyaç duymayacak kadar açık olan Şii yönetime bırakıp gitmesini nasıl yorumlamak gerekir? Niçin bu noktaya gözlerimizi kapatıyoruz?

    Ve nihayet Suriye’de olanların BOP’la ilişkilendirilmesi de büyük ölçüde İran propagandasına dayalı bir vehimden başka bir şey değildir. Suriye olaylarını BOP’un bir ayağı olarak, “Batı oyunu” olarak görmemizi isteyenlerin cevaplandırması gereken diğer bir soru da şudur: “Arap Baharı” sürecinde olaylar Suriye’ye sıçramadan önce Tunus vardı, Libya vardı, Mısır vardı… Suriye söz konusu olduğunda gösterdiğimiz tepkiyi bu ülkeler konusunda niçin göstermedik? İran, Suriye’ye verdiği limitsiz desteği niçin bu ülkelerden esirgedi?

    Bu soruları sorduğum zaman genellikle “Türkiye ne yaptı?” tarzında bir mukabeleyle karşılaşıyorum. Bunun “köşeye sıkışmış bir düşünce tarzının manevrası” olmaktan başka bir anlamı yok. Ben bütün bunları söylerken ne “Türkiye şunu yaptı; İran bunu yapmadı” gibi bir denklem üzerinden hareket ediyorum, ne de İran’ın tutumunu eleştirirken Türkiye’nin izlediği politikalara yaslanıyorum!

    Merhum hocamızın Suriye’nin bölünmesi konusundaki tespiti, Arap Baharı denilen sürecin çok öncesine aittir. Mamafih İsrail’in güvenliğinin ne şekilde sağlanacağı sorusunun cevabı bağlamında Batı ve ABD tarafından geliştirilen senaryolar bağlamında mutlaka hesaba katılması gereken bir seçenek olarak akılda tutulmalıdır.

    Bugünün konjonktüründe ve özellikle de Suriye olaylarının nasıl geliştiğini hatırda tutarak bakıldığında bu tespitin bugüne bir şablon gibi oturtulmasının çok gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Geldiğimiz noktada kendi içinde çatırdayan, birbiri ardından ekonomik krizin pençesine düşen Avrupa Birliği ülkeleri için İsrail’i aralarına almak doğrusu çok da akıllıca bir seçenek olarak durmuyor.

    Öte yandan Ortadoğu’da ülkelerin bölünmesi meselesi gündeme geldiğinde üzerinde öncelikli olarak durmamız gereken ülke Türkiye’dir. İçinden geçmekte olduğumuz “barış süreci” öncesinde PKK’yı veya daha doğru ifadesiyle PKK içindeki birtakım güçleri gerektiğinde Türkiye aleyhine devreye sokan ülkelerden birinin de İran olduğunu unutmayalım. PKK’nın İran kanadı olan PEJAK’ın, “Büyük Kürdistan”ın İran sınırları içinde kalan kısmının elde edilmesi konusunda çok da istekli hareket etmemesi bunun en önemli göstergelerinden biridir. Biri bana şu sorunun cevabını verebilir mi: İran’ın PEJAK’la mücadelesi adına bugüne kadar ortaya koyduğu pratik ile Kuzey Irak’taki bölgesel Kürt yönetiminin PKK ile “mücadelesi” arasında nasıl bir farklılık var?..

    Bugün Suriye’de yönetime karşı mücadele edenler arasında “Suriye’nin bölünmesi” meselesini dillendiren kimse yok. Hatta Suriye yönetimi İsrail’e karşı kullanmadığı tankıyla, topuyla, uçağıyla kendi halkını soykırıma tabi tutmadan önce yönetime karşı mücadele edenler hiçbir yerden yardım talebinde bulunmadıkları gibi, Suriye’nin bölünmesi yönünde herhangi bir irade de ortaya koymadılar. Tam tersine bu meseleyi dillendiren birileri varsa, Esed yönetimi ve onun arkasında duranlardır.

    3. “Suriye’de yönetime kaşı ayaklananları Batı silahlandırıyor ve destekliyor” şeklindeki argümana gelince, birkaç kere yazmıştım, tekrar edeyim: Suriye’de bugün yönetime karşı silahlı mücadele veren halk, “Arap Baharı” sürecinin başlangıcında silah kullanmamak için hayli direndi. Sadece Esed yönetiminin yıllardır vaat ettiği reformları hayata geçirmesi talebiyle gösteri yapan insanlar vardı meydanlarda. Ancak yönetimin bu gösterilere mukabelesi kan dökmek şeklinde olunca ve bu tahammül edilemeyecek boyutlara ulaşınca silah kullanmak zorunda kaldılar.

     

    Suriye’de yönetime karşı direnenlerin Batı tarafından silahlandırıldığı meselesine gelince; yönetime karşı mücadele edenlere silah yardımı yaptığı doğru. Ancak silah yardımının bütün gruplara değil. Belli gruplara yapıldığını özellikle belirtmekte fayda var.

    Eğer denirse ki: “Bir taraftan Batı’nın Suriye’deki muhalefete silah yardımı yaptığını söylüyorsun, diğer taraftan da bu muhalefetin desteklenmesi gerektiğini söylüyorsun. Bunda bir anormallik yok mu?”

    Ben de derim ki: Hayır, bunda bir anormallik yok. Düşünün: Koca bir devlet tankıyla, topuyla üstünüze geliyor. Havadan rast gele şehirleri bombalıyor. Kadın, çocuk, yaşlı demeden bütün bir halkı soykırıma tabi tutuyor. Siz olsanız ne yapardınız? Elbette nereden alabiliyorsanız oradan silah alır, kendinizi müdafaa ederdiniz.

    İran Rusya’dan silah alırken doğru yapıyor; ama Suriye halkı nefsi müdafaa için Batı’dan silah alırken yanlış yapıyor öyle mi? Ne yapacaklardı peki? Tanka, topa, uçağa karşı sopayla mı direneceklerdi, İran’a mı yalvaracaklardı?..

    4. “Suriye’de kardeş kardeşi öldürüyor. Bu bir “fitne”dir ve bu fitneye alet olmamak gerekir” şeklindeki söylemin de gerçeğe hiçbir şekilde tekabül etmediğini söylemek durumundayız. Zira Suriye’de kardeş kardeşi katletmiyor; Müslümanlık iddiası İmamiyye Şiası’nın kaynaklarınca bile itibara alınmamış heretik bir grubun Müslümanlara karşı uygulamaya koyduğu bir “soykırım süreci” yaşanıyor. el-Butî’nin ve “müftü” Hassun’un, eli kanlı Nusayri katillere yönelik saçma sapan nitelemelerinin elbette hiçbir önemi ve gerçekliği yok.

    Bütün bunlar bir yana, halkına böyle bir soykırım uygulayan yönetimin “sünni” tandanslı olması da bir şeyi değiştirmezdi. Zira böyle bir barbarlığın Sünnilikle en küçük bir irtibatı söz konusu edilemez. Orada sergilenen o vahşet manzaralarının altına imza atanlar kendilerini “sünni” olarak dahi ifade etmiş olsalardı, ben yine sesimi yükseltirdim. Kadınlara, hatta çocuklara tecavüz eden, insanları diri diri yakan, diri diri toprağa gömen, Müslümanların mukaddes mekânlarına, evlerine, mahremlerine karşı işlenebilecek en saygısız ve vahşice cürümleri işleyenlerin bırakın şünniliğini-şiiliğini, “insanlığı” tartışmalıdır!

    Dolayısıyla hadisenin adını iyi koyalım: Bu, Nusyri Esed yönetiminin, İmami İran yönetiminin limitsiz desteğiyle acımasızca yürüttüğü bir “soykırım”dır. Bosna savaşında Sırpların Boşnaklara nasıl muamele ettiği hala hafızalardadır. O neyse, bu da odur!

    Bu itibarla Suriye’de olup bitenler konusunda “taraf olmak” değil, “tarafsız kalmak” fitnedir! Zira geldiğimiz noktada “tarafsızlık” diye bir şey söz konusu olamaz. Ben tarafsız kalıyorum dediğiniz anda, istemeden de olsa, dolaylı da olsa oradaki soykırıma destek sağlanmış olacaktır...

     

    Ebubekir Sifil

     

    Kaynak: http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Yine_Suriye__3/14447#.UWzci6LJTwQ

    • Like 1

  2. BAZI KARDEŞLERİMİZ AKLINI BAŞINA ALANA KADAR YAZACAĞIM



    Tarih boyunca olduğu gibi bugün de Şia, İslam Ümmeti'nin "azınlık" bir kesimini teşkil ediyor. Dinden çıktığı sadece Ehl-i Sünnet tarafından değil, diğer Şiiler tarafından da itiraf edilen Batınî fırkaları da hesaptan düşersek Şia'nın gerçek ağırlığının, bugünün dünyasında sahip olduğu özgül ağırlıktan çok daha az olduğu görülecektir.


    Öte yandan özellikle gençler arasında etkisini gittikçe artırdığı gözlenen Vehhabi propagandası da denklemin diğer kısmını oluşturuyor. Bu fırkanın da -Kerrâmiyye gibi fırkaların devamı olduğunu dikkate alarak söylersek- özgül ağırlığıyla gerçek ağırlığı arasında dağlar kadar fark var.


    Dikkat edilirse bu iki fırka (Şia ve Vehhabiyye) garip bir biçimde birbirinden beslenen, birbirine hayat veren iki oluşum olarak varlıklarını sürdürüyor. Şia, Amerikan ve Batı emperyalizmi söylemi ile Müslüman gençleri en azından duygusal olarak kendi safına çekerken, Vehhabiler, Şia'nın Ehl-i Sünnet karşıtı karakterini ön plana çıkararak kendi saflarını tahkim etmeye çalışıyor. Dolayısıyla ister onlar başarılı olsun ister bunlar, bu oyunun "kazanan" tarafını yine kendileri oluşturuyor.


    Peki bu oyunun "kaybeden" tarafı var mı?


    Ne yazık ki var: Ehl-i Sünnet. Yani bu ümmetin ana gövdesi, temel dinamiği, aslı, kökü...


    Sanki Ehl-i Sünnet çizgi bu ümmetin temel karakterini oluşturmamış gibi, sanki bu ümmet, Ehl-i Sünnet'in 1400 yıl boyunca sahabe ve selef ekseninde kurduğu dünyayı hiç tanımamış gibi...


    Ne garip bir tecellidir bu! Bu topraklarda yaşayan insanlar, bizler, Osmanlı gibi bir mirasa emanetçi kılınmamışız gibi davranıyoruz. Osmanlı'nın bu ümmete bıraktığı ilim, itikad, medeniyet... mirası, yeni nesiller tarafından hakkı verilmiş bir miras mıdır? Bu mirasın neresine ne kadar vakıf olduk da onun "işe yaramaz" olduğunu ilan edercesine farklı mecralara sapıyoruz?


    Hadise, bu ümmetin köklerinden kopartılması, aidiyetlerine yabancılaştırılması meselesidir. Defalarca yazdım, bir kere daha yazayım: Her iki fırkanın da arkasında devlet desteği var. Her iki fırka da kendi propagandalarını yapan ekipleri yetiştiren, bu iş için kurulmuş özel müesseselere sahip. Devasa bütçelerle ve son derece bilinçli, planlı, programlı hareket ediyorlar. Basılı, sesli, görüntülü medyasıyla, internetiyle ve diğer vasıtalarıyla dört koldan çalışıyorlar.


    Sadece Ehl-i Sünnet bu anlamda derin bir mahrumiyet yaşıyor. Osmanlı'nın ilmî/itikadî çizgisine ve mirasına sahip çıkan, onu ihya ve idame ettirmek gibi özel bir amaçla icra-yı faaliyet eden bir müessese biliyor musunuz?


    Bu topraklarda yaşayan insanların, bizlerin, bu mirasa karşı hiç mi borcumuz yok? Amede mahkûm ettiğimiz ya da edilmesine göz yumduğumuz bu miras bize bir emanettir. Bu ümmetin gerçek varlık zemini bu mirasta gizlidir ve bizdeki bu aymazlık devam edecek olursa, bir süre sonra İslam Dünyası baştanbaşa bizim varlığımıza kast eden "Müslüman"ların işgali altına girecek. Bu ümmet, Ehl-i Sünnet Kelamı deyince, Osmanlı deyince yüzünü buruşturan gençlerin sayısındaki hızlı artışı fark edip üzerine düşeni yapmaya başlayana kadar bu meseleyi yazmaya devam edeceğim...



    Ebubekir Sifil



    Kaynak: http://www.milligazete.com.tr/haber/Bazi_kardeslerimiz_aklini_basina_alana_kadar_yazacagim/245898#.UWzZ6KLJTwQ



  3. MEZHEPÇİLİK VERSUS ÇOĞULCU İSLAM

     

    Prof. Hayreddin Karaman hoca geçtiğimiz süreçte kaleme aldığı birkaç yazıda "Ümmet'in birliği" temasını işledi. 23 Ağustos tarihli yazısı da aynı konuya tahsis edilmişti. İhvan-ı Müslimin'in devrim sonrası İran'a bakışını muhtelif alıntılarla ortaya koyan yazı şu satırlarla sona eriyordu: "Mezhepçilik ve mezhebî siyaset ümmeti parçalar, birbirine düşürür ve tüketir. Mezhepçilik yerine -her grubun farklı mezhep inançlarını kendilerine bırakıp- ortak İslam imanında kardeş olmaya bakmak gerekiyor."

    Sağduyulu, aklı başında her müslümanın altına rahatlıkla imza atacağı bu satırlar ne yazık ki "kulağa hoş gelen temenmniler" olarak kalmaya mahkûm. Temenni ile gerçeği birbirinden tefrik ederek baktığımızda Sünni kesimin "birlikte hareket etme" adına attığı hemen her adım, (daha önceki birçok yazıda görüşlerine değindiğim Ayetullah Fadlullah, Ahmed el-Kâtib gibi iyi niyetli ve mutedil Şiiler dışında kalan) belli bir hedefe kilitlenmiş Şii kesim tarafından tepe tepe kullanılan bir "fırsat" olarak değerlendiriliyor. Yazık ki Şii dünya içinde baskın tarafı bunlar oluşturuyor.

    Muhammed Gazalî'nin şu satırlarını alıntılamış Karaman hoca: "Öteden beri siyasi ihtiraslar, Müslümanların inançlarını da etkilemiş, dinden olmayan bazı hususları inanca dahil etmiştir; bunun sonucunda Müslümanlar -küçükleri dışında- iki büyük gruba ayrılmışlardır: Sünnîler ve Şîîler. Halbuki bu iki grup Tek bir Allah'a ve Onun Resulü Muhammed'e (s.a.) iman ediyorlar; her iki grubun inancı içinde Müslüman olmak ve kurtuluşa ermek için gerekli olan unsurlar mevcuttur."

    Bu ve benzeri tesbitlerin son tahlilde asıl maksattan sapma anlamına geleceğini görmek için kehanete gerek var mı? Bu genellemeci tesbit, Ehl-i Sünnet itikadının içinde siyasi ihtiraslar neticesi oluşmuş hususlar bulunduğunu anlatması dolayısıyla hakikati rencide etmekten başka bir anlam ihtiva etmez. Kendi konumunu muhafazayı, kendi kabullerini mutlaklaştırarak "din" haline getirip Ümmet'i bunlarla ilzam etmeyi hedeflerinin ilk sırasına yerleştirmiş bir ideolojinin mensuplarıyla "sizde bir türlü, bizde bir türlü" edası içinde işbirliği yapmanın gerçekçiliği yoktur. Söz gelimi Karaman hocanın "Ben Muâviye'yi sevmiyorum" demesi hangi İmamî şiiyi Ehl-i Bünnet'e yaklaştırmıştır? Evet, Hoca "Bin bunu Şiilerle yakınlaşma adına söylemedim" diyecektir. Ama netice olarak bunun Şiilerin tutumunu doğrudan ilgilendiren bir tutum alış olduğu ortadadır. Buna mukabil herhangi bir İmamî şiinin "Ebû Bekr ve Ömer'in saygıdeğer iki büyük sahabî olduğunu kabul ediyorum" dediği duyulmuş mudur, ya da böyle bir şey mümkün müdür? İran Devrimi'nin yetiştirdiği nesiller içinde Humeynî'nin Sahabe hakkındaki tavrının yanlış olduğunu söyleyen birilerinin çıkmasını beklemek ne kadar gerçekçi bir tavır olur? Dolayısıyla Şia'ya yaklaşma adına atılacak her adımın bizi götüreceği nokta Din anlayışında çoğulculuktan başkası değil! Tabii Ümmeti Şiileştirme politikalarının etkisinden tam anlamıyla koruyabilirsek!.. Bir yanda "mezhepçilik" diye yaftalanan tavır, diğer yanda ondan kurtulmak adına sergilenen "çoğulculuk" durumu. Bu ikisinin ortası yok mu? Elbette var. Ayetullah Fadlullah gibi, Ahmed el-Kâtib gibi sağduyulu Şiilerin sesi. Onlardan önce İmam Zeyd'in çizgisinde kristalleşen ideal tavır. Dolayısıyla İmamî Şiiliğe zeytin dalı uzatanlar, gerçekçi hareket etmek istiyorsa adres olarak burayı göstermeli.

    Ebubekir Sifil


×
×
  • Create New...