Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

genç şair

Üye
  • Content Count

    41
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by genç şair


  1. Ya kardeşim bidatte nur yoktur derken ortak ne alaka? Benim sana sorduğum şu: Bidatte nur yoktur derken teravihi iç ezanı ve toplu tesbihi bunları da katabilir miyiz? Ama şöyle bir rivayet var hz. Ömer cemaatle teravih namazını kılan bir gruba bu ne güzel bidat diyor. Nur yok ise bunu nasıl açıklayacaksın? Senin bu yorumların selefi zihniyetin getirdikleridir? imam rabbaniyi iyi oku. Yanlış yerden bakma...


  2. Alemlerin Rabbi Allah (cc) şöyle buyuruyor, ''Müminler ancak birbirlerinin kardeşidirler'' (Hucurat suresi ayet: 10) Alemlere rahmet olan, Hatem-ül Enbiya, Hz. Muhammed (s.a.v) de buyurdularki, ''Müslüman, müslümanın kardeşidir.''(Riyazussalihin)


    İslam inancına göre bütün insanlar bir tek aileden, yani Hz.Adem ile Hz.Havvadan yaratılmışlardır. Dolayısıyla bütün insanlar aynı insanlık ailesinin ferdleridir. Bu büyük ailenin, müslüman olanları ise ayrıca dinde de kardeştirler. Yukarıda okuduğumuz,ayeti kerime ve hadisi şeriften böyle öğreniyor, böyle inanıyoruz. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v) yemin ederek şöyle buyurmuşlardır: ''Allah’a yemin ederim ki, siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz ve yine Allaha yemin ederim ki, siz birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız.''(Riyazussalihin)


    Ve yine buyurdular ki, ''Müslümanların derdiyle dertlenmeyen, onlardan (yani müslümanlardan) değildir.''(Keşfulhafa)


    Bir rivayette de, ''Müslümanların derdini dert edinmeyen, bizden değildir.''buyurmuşlardır.


    Böylece, görülüyor ki, müslümanların birbirlerine karşı görev ve sorumlulukları, imanla orantılı bir meseledir, direk olarak imanla bağlantılıdır. İman ettim diyen bir müslüman, başka bir müslümanın başına gelenlere seyirci kalamaz, duyarsız olamaz.


    Aziz müminler!


    Yeryüzünde meydana gelen olayları yakından izliyorsunuz. Hep birlikte görüyoruz ki, özellikle müslümanlar dünyanın bir çok yerinde hertürlü eziyete ve işkencelere maruz kalıyorlar. Böylesine insanlık dışı muamelelere karşı insanlık alemi, dini, ırkı, rengi ve dili ne olursa olsun kesinlikle seyirci kalmaması gerekirken, maalesef bunca zulum ve işkenceler karşısında susuyor ve sadece seyretmekle yetiniyor.


    Peki, ya biz müslümanlar, hertürlü zulme ve işkencelere maruz kalan, din, can, akıl, nesil ve mallarına tecavüz edilen, hiçbir savunması ve savunanı kalmamış olan dindaşlarımıza karşı sorumluluklarımızı yerine getiriyor muyuz?


    Yukarıda okuduğumuz ayet ve hadislerin neresindeyiz? Hani ''müslümanlar bir vucudun azaları gibiydi, azalardan birisi acıdığında bütün vucut onu hissedecekti''.



    İşte İlahi ve Nebevi emir gereği, yaptıklarımızla yetinmeyerek, sizleri, yeryüzündeki zulme uğrayan bütün insanlar ve müslümanlar için duaya davet ediyoruz. Günahlarımızın affı, mazlumların kurtuluşu, nefislerimizin ve nesillerimizin ıslahı ve geçmişlerimizin ruhu için, özellikle de asrın en zor şartlarında yaşam mücadelesi veren, hayatlarını kaybeden, geride dul ve yetim bırakmış, yıkılmış evlerinin enkazı altında feryad edenlerin sesini duyarak Allah’a dua edelim. Ki Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de ve dünyanın çeşitli yerlerinde devam edegelen zulüm ve feryatlar sona ersin.


    Ey müslümanlar!


    Şimdi neredesiniz diyen kardeşlerimizin feryadlarına icabet olacak şekilde, duaların en kabul olduğu anlardan biri olan sabah namazlarına, duaların en kabul olduğu yerlerden biri olan Allahın mescitlerine ve yegane kurtuluş kapısı olan Allah'ın kapısına dayanalım.


    Haftada bir defa da olsa Pazar günlerinde sabah namazlarında buluşalım, hem namazlarımızı cemaatla birlikte kılalım, hemde toplu dua etmek suretiyle manevi desteğimizi verme sorumluluğumuzu da yerine getirmiş olalım.


  3. Liberallerin öne çıkmasından mı rahatsızsınız?


    Bazı belediyelerin şımarmasına mı kızdınız?


    İlinize tayin edilen şu veya bu bürokratın zulmünden mi muzdaripsiniz?


    Milletvekili aday tercihlerinde yapılan bazı saçmalıklardan mı şikâyetçiniz?


    Muhtemelen haklısınız.


    “Öyleyse AK Parti’ye bu seçimde oy vermeyelim, ders verelim” diye düşünmekte haklı değilsiniz ama.


    Ümmetin maslahatı söz konusu.


    İrili ufaklı karın ağrılarınıza / ağrılarımıza ümmetin maslahatını nasıl kurban edersiniz?


    Diyelim ki siz oylarınızı esirgediğiniz için AK Parti 1 koltuk eksikle Meclis çoğunluğunu kıl payı kaybetti ve bunun neticesinde Yasin Börü’nün katillerine, Türk ve Kürt ırkçılarına, Kemalist istibdat sevdalılarına, bütün İslamcıları IŞİD’ci veya Hizbullah’çı yaftasıyla zindana tıkmayı kafaya koyan “Paralel Devlet” ajanlarına gün doğdu; kendinize değilse kime “ders” vermiş olacaksınız?


    AK Parti’ye “ders” vermenin kendi ayağınıza / ayağımıza sıkmak anlamına geldiğini göremeyecek kadar ferasetsiz olamazsınız!


    AK Parti’ye yönelttiğiniz / yönelttiğimiz eleştirilerin alayını toplasak sadece ve sadece başörtüsüne özgürlüğü bile gölgelemeye yetmez.


    Alayını toplasak sadece ve sadece Kürt Açılımı’nı bile gölgelemeye yetmez.


    Alayını toplasak sadece ve sadece “One Minute” çıkışını ve ona bağlı olarak İsrail’le askeri işbirliğinin sona erdirilmesini bile gölgelemeye yetmez.


    Alayını toplasak sadece ve sadece Gazze’yle dayanışmayı bile gölgelemeye yetmez.


    Alayını toplasak sadece ve sadece Kemalist “Andımız”ın kaldırılmasını bile gölgelemeye yetmez.


    Alayını toplasak sadece ve sadece Mogadişu’nun yeniden inşasını bile gölgelemeye yetmez.


    Alayını toplasak sadece ve sadece Bosna-Sırbistan-Hırvatistan üçlü mekanizması kurularak Boşnakların yeni bir felaketin eşiğinden döndürülmesini bile gölgelemeye yetmez.


    Alayını toplasak sadece ve sadece yerli savunma sanayii hamlesini ve dolayısıyla emperyalistlere bağımlılıktan kurtulma gayretini bile gölgelemeye yetmez.


    Alayını toplasak sadece ve sadece Mursi ve İhvan yandaşlığını bile gölgelemeye yetmez.


    Alayını toplasak sadece ve sadece Suriye halkına ve Suriye Devrimi’ne verilen desteği bile gölgelemeye yetmez.


    Alayını toplasak sadece ve sadece Salih Mirzabeyoğlu’nun, Yakup Köse’nin serbest bırakılmasını, diğer İslamcı mahkûmlar için de hürriyet perspektifinin doğmasını bile gölgelemeye yetmez.


    Alayını toplasak sadece ve sadece İmam-Hatip okullarının ihyasını bile gölgelemeye yetmez.


    Şimdi bir tarafta bütün bunlar ve daha nice güzellikler, öbür tarafta AK Parti’ye yönelttiğiniz / yönelttiğimiz eleştiriler; elinizi vicdanınıza koyup söyleyin, o eleştirilere istinaden bütün bu güzellikleri riske atmaya değer mi?


    Sıhhatli bir kafayla yapılan hiçbir maslahat-mefsedet hesabından “Evet” cevabı çıkmaz bu soruya.


    Yapmayın abiler, ablalar, kardeşlerim!


    Dünkü çocuklar değilsiniz.


    Ta nerelerden geldiğimizi biliyorsunuz.


    Her şeyi hükümetten, devletten bekleyemeyeceğimizi de biliyor olmalısınız.


    AK Parti bizi Allah’ın inayetiyle özgürleştirdi, iyi işler yapabilmemize müsait bir ortam hazırladı, üstelik Diyarbakır’dan Gazze’ye, Halep’e, Mogadişu’ya kadar iyi işlerin öncülüğüne de soyundu.


    Sizi / bizi tutan ne?


    Önümüzü açtığı için mi “ders” vereceksiniz AK Parti’ye?


    Gün şükür günüdür.


    Şükrümüzü fiilen eda edelim.


    O fiil, sandığa gidip İstiaze ve Besmele ile AK Parti’ye oy vermektir.


    Muhammed Mursi de sizin AK Parti’ye oy vermenizi istiyor.


    Halid Meşal de sizin AK Parti’ye oy vermenizi istiyor.


    Suriye Devrimi de sizin AK Parti’ye oy vermenizi istiyor.


    Bakir İzzetbegoviç de sizin AK Parti’ye oy vermenizi istiyor.


    28 Şubat Darbe Hukuku mağduru İslamcı mahkûmlar da sizin AK Parti’ye oy vermenizi istiyor.


    Ben daha ne diyeyim, bilmiyorum ki.


    Şunu diyeyim: Kırım Hanı, o köprüyü tutma vazifesini yerine getirmeyip düşman kuvvetlerinin oradan geçişini seyrederken Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya ders verdiğini zannediyordu, ama hem Viyana kapılarında ağır bir şekilde yenilip Güneydoğu Avrupa’da korkunç mevzi kayıplarına uğramamıza sebep oldu hem de kendi tahtını kaybetti.


    Kırım Hanı, Merzifonlu’ya ve Osmanlı’ya tepki duymakta haklıydı, ama tepkisini bu şekilde göstermeye hakkı yoktu.


    Ümmetin felaketine -hem de asırlar boyunca- yol açabileceğini hesap etmeliydi.


    O etmedi veya etti de nefsine yenik düştü.


    Bari biz bundan ders alalım ve AK Parti’ye “ders” vereceğiz diyerek ne büyük felaketlere davetiye çıkaracağımızı hesap edelim.


    Aman ha, basiret!


    Aman ha, feraset!


    Sizi seviyorum.


    Beraberiz.


    Seçimlerden sonra neyin hesabının sorulması gerekiyorsa hep beraber sorarız inşaallah.


    Ama şimdi AK Parti’yle safları sıklaştıralım, ne olur.


    Hakan Albayrak



  4. Değerli Kardeşimiz;

    İslam dini diğer konularda olduğu gibi idari mekanizma hususunda da görüş belirtmiştir. Devlet yönetimi ile ilgili belli ilkeler koymuştur. Ayrıntı kısımlarda bu ilkelere bina edilerek uygulanır. Adalet, hukuk, insanların haklarını ihlal etmemek, devlet yönetimini kötüye kullanmamak vs. gibi ilkere sadık kalınmak suretiyle devlet yönetilmelidir.

    Şeriat islamın getirdiği hükümlerin genel adıdır. Devlet yönetimi de bunun içine girmektedir.

    Doğru islamiyeti ve İslama uygun doğruluğu anlatmak ve yaşamak zorundayız. Bu nedenle İslam adına yapılan ama islama uymayan bazı uygulamalar islamiyete ve müslümanlara zarar vermektedir.

    Birisiyle karşılaşıyorsunuz. Namaz kıldığından, oruç tuttuğundan söz ediyor. Sohbetiniz sürüyor ve sonunda, şeriatın en önemli iki emrini yerine getiren bu adamın, şeriata karşı olduğunu görüyor ve hayret ediyorsunuz.

    Bir başkasıyla görüşüyorsunuz. Şeriatı hararetle savunuyor. İç âlemine, ibadet dünyasına iniyorsunuz, İslâm’ın ceza hükümlerinin tatbiki için gösterdiği heyecanın yüzde birini, ibadet hayatında göstermediğine şahit oluyorsunuz. Yine hayrete düşüyorsunuz.

    Bu iki farklı adam hakkındaki kanaatiniz aynı oluyor: Bunlar şeriatı bilmiyorlar! Doğru islamiyeti ve İslam layık doğruluğu anlatmak ve yaşamak zorundayız. Bu nedenle İslam adına yapılan ama islama uymayan bazı uygulamalar islamiyete ve müslümanlara zarar vermektedir.

    Bu iki farklı adam hakkındaki kanaatiniz aynı oluyor: Bunlar şeriatı bilmiyorlar!

    Şeriat nedir, ne değildir?

    Şeriat: “Din”, “Allah’ın emri”, “İlâhî emir ve yasaklar” gibi mânâlara geliyor.

    İnsan, bir kavramı reddederken de, kabul ederken de anlamını bilmeli, diye düşünüyoruz. Taraftar olmak veya olmamak ayrı mesele.

    En çok tartışılan kavramlardan biri de “şeriat.” Bu konuda bir çok kişinin kafası bir hayli karışık. Anlamını bilen de konuşuyor, bilmeyen de.

    Önce, Şemseddin Sami Efendinin, dilimizin en esaslı lugati olarak bilinen “Kamus”una bakalım:

    Şeriat, “evamir ve nevahi-yi İlahiyye ve ayet ve hadis ve icma-ı ümmet esasları üzerine müesses kanun-u İlahi” diye tarif ediliyor.

    Tarifte iki unsur dikkat çekiyor. Biri, şeriatın “İlahi emirler ve yasaklar” oluşu. Diğeri, bu İlahi kanunların “ayet, hadis ve icma” denilen temeller üzerine kurulu bulunduğu.

    Ömer Nasuhi Bilmen ise, “Hukuk-u İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu” adlı mükemmel eserinde bu ıstılahı ayrıntılı biçimde şöyle açıklıyor:

    “Şeriat, din lisanında, Cenab-ı Hakk'ın, kulları için vazetmiş olduğu dini, dünyevi ahkamının heyet-i mecmuasıdır. Bu itibarla şeriat, din ile müradif olup, hem ahkam-ı asliye denilen itikadiyatı, hem ahkam-ı fer'iye-i ameliye denilen ibadet, ahlak ve muamelatı ihtiva eder.”

    “Şeriat, umumi manasına nazaran bir peygamber-i zişan tarafından tebliğ edilmiş kanun-u İlahi demektir. Ahkam-ı şer'iye denilince, bundan kanun-u İlahi hükümleri manasını anlamak lazımdır. Ve bununla asıl Kur'an'a, Hadise, İcmaa sarahaten müstenid olan hükümler kastedilmiş olur.”

    Bu ayrıntılı tarifte şu temel noktalar ustalıkla sıralanmış:

    1. Şeriatı, kulları için Allah koymuştur.

    2. Şeriat, dini ve dünyevi hükümlerin tamamıdır.

    3. Şeriat, “din” kelimesiyle eşanlamlıdır.

    4. Şeriat kavramının içinde, imani hükümlerin yanında ahlaka, ibadete ve günlük hayattaki işlere dair hükümlerin hepsi vardır.

    5. Genel anlamda, her peygamberin getirdiği İlahi kanunlara da şeriat denilir.

    6. Şeriat kelimesiyle, açıkça Kur'an'a, Hadise ve İcmaa dayanan hükümler kastedilmiş olur.

    Asrımızın en büyük müfessirlerinden olan Elmalılı Hamdi Efendinin, “Hak Dini Kur'an Dili” isimli pek kıymetli tefsirindeki şeriat tarifi de şöyledir:

    “Lugatte bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda, insanların hayat-ı ebediyeye ve saadet-i hakikiyeye ulaşması için, Allah Tealanın vaz u teklif ettiği ahkam-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bilistiare ıtlak edilmiştir ki, din demektir.”

    Bu tarifte de bazı önemli noktalar dikkati çekiyor:

    1. Şeriatı Allah koymuş ve kullarını sorumlu tutmuştur.

    2. Allah, şeriatı kullarının ebedi hayata ve hakiki saadete ulaşması için göndermiştir.

    3. Şeriat, müstakim, yani doğru yolun adı olup, hususi hükümlerden ibarettir.

    4. Şeriat, din demektir.

    Asrımızın büyük alim ve mütefekkiri Bediüzzaman ise, şeriatı tarif ederken şunları söylüyor:

    “Şeriat ikidir. Birincisi, alem-i asgar olan insanın ef'al ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı kelamdan gelen bildiğimiz şeriattır. İkincisi, insan-ı ekber olan alemin harekat ve sekenatını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir ki, bazan yanlış olarak tabiat tesmiye edilir.”

    Bu tanımda da önemli noktalar vardı. Şeriatı ikiye ayırarak tarif ediyor, tabiat mefhumuna da açıklık getiriyordu Bediüzzaman.

    1. “Küçük alem” olan insanın fiillerini ve işlerini düzenleyen ve Allah'ın “kelam” sıfatından gelen bildiğimiz şeriat.

    2. “Büyük insan” olan alemin hareketlerini ve durumlarını düzenleyen şeriat.

    3. Maddi alemdeki kanunlara “tabiat” demek yanlış. Çünkü, bu kavram Allah'ı hatıra getirmiyor. Oysa, bu “fıtri” kanunları koyan ve tatbik eden O'dur.

    Bu izah, başka bir manayı da hatırlatıyor: Kainattaki varlıklar, Allah'ın “fıtri” kanunlarına isyansız itaat ettikleri için bu alem muntazam ve mükemmel. Hiçbir yerde en küçük bir karışıklık yok. Demek insanlar da yaşayışlarında İlahi kanunlara isyansız itaat etseler, özlenen ahenge kavuşacak ve aradıkları saadete erecekler. Uyumsuzluğun ve huzursuzluğun sebebi, isyan ve tuğyanlarıdır. Ahiret saadeti gibi, dünyevi huzurun da çaresi İslam'dadır.

    Bütün bu tanımlara göre, “şeriat” diyen birisi, “din kuralları” demektedir. İnsan ise, hür bir varlıktır.

    Kabul de edebilir, red de... “Dinde zorlama yoktur.”Şeriat nasıl yaşanır?Bir çekirdeğe ağaç olma kâbiliyeti yükleyen, onu meyve verebilecek şekilde programlayan Allah, bu gayenin tahakkukunu birtakım şartlara bağlamış. Bu şartlar manzumesine şeriat-ı fıtriye deniliyor. O çekirdek, toprağını bulacak, suyuna kavuşacak, güneşle sohbet edecektir ki ağaç olabilsin.

    İnsanın mahiyeti de o çekirdek gibi. Cennet hayatını netice verebilecek bir çekirdek. İşte şeriat, bu insan mahiyetinin rıza beldesi olan cennete lâyık olabilmesi için uyması gereken kanunlar manzumesi.

    Akıl, O’nun koyduğu sınırlar içinde düşündüğü takdirde, mârifetullaha eriyor. Dil, hayır söylediği ölçüde o ebed ülkesinde ulvî sohbetler yapmaya aday oluyor. Beden, Allah için yorulduğu nispette o saadet beldesinin maddî nimetlerinden faydalanmaya hak kazanıyor.

    Sevgi, korku, şefkat, merhamet gibi hislerden, göze, kulağa, ele, ayağa kadar her şey ancak Allah’ın emir dairesinde çalışmaları hâlinde terakki ediyor, ulvîleşiyor ve ulvî âlemlere yöneliyorlar. Şeriat, hakikate giden yolun ismi. Lügat mânâsı, “Su membaından su almak için girilen yol.”

    Hakk’a ermenin ve hakikati bulmanın yolunu, Yunus’umuz ne güzel özetler: Şeriat, tarikat yoldur varana, Hakikat meyvesi andan içerü.

    Yola girmeden, menzile erişilemez. Şeriatsız, hakikate erme iddiaları, sahibini oyalamaktan öte bir işe yaramayan kuruntulardır.

    Tarikat, nâfile ibadetlerin simgesi. Şeriat yolunda sağlam yürüyebilmek, nefis ve şeytana karşı daha güçlü olabilmek için konulmuş bir terbiye ameliyesi. Kulu, Rabbine daha fazla yakınlaştırmaya vesile. Nefsini daha tesirli bir şekilde terbiye etmesine yardımcı.

    Kısacası, hakikate ulaşmak için öncelikle İlâhî emirlere harfiyen riayet etmek ve bu vadide kalbini daha sağlam, ruhunu daha güçlü kılmak için de nâfile ibadetlere devam etmek gerek. Büyük müceddid İmam-ı Rabbani’yi dinleyelim:

    “Dilin yalan söylememesi ve doğru konuşması şeriattır. Kalpten yalan düşüncesini uzaklaştırmak, eğer zorlayarak ve çalışarak olursa tarikat, eğer zorlanmaksızın müyesser olursa hakikattir.”

    Büyük İmamın bu güzel misalinden şunu anlamıyor muyuz? Doğru sözlü olmak, Allah’ın razı olduğu güzel bir ahlâk, yâni hakikat. Kul, bu hakikate ermek için, ilk olarak, şeriatın “yalan söylemeyiniz” emrine uyar; dilini bu günahtan uzak tutar. Daha sonra kalbine yalan söyleme arzusu gelmemesi için ruhunu tedavi etmeye başlar. Bu vadide bir gayretin, bir faaliyetin içine girer. Sonunda kalp hiçbir zorlamaya, çalışmaya lüzum kalmaksızın yalan söylemekten nefret eder hâle gelir. Artık o kalbe, yalan yanaşamaz olur. Konuştu mu mutlaka ve büyük bir rahatlıkla doğruyu söyler. İşte bu adam doğru söylemenin hakikatine ermiştir.

    Büyük imamın bu ifadelerinden hakikate ermenin, bu mutlu neticeye kavuşmanın tarikatsız da olabileceği anlaşılıyor. İnsan, doğrudan, şeriattan hakikate geçebilir. Ama, bu ermenin, bu varmanın şeriatsız olmayacağı muhakkaktır.

    Burada bir tasavvuf tahlili yapmak istemiyorum. Bunları sadece şunun için yazdım. Şeriat denilince, sadece, İslâm’ın ceza hukukuna dair hükümlerini anlamak eksik olur.Yalan söylememek de şeriattır. Yalan söylemeyen, gıybet etmeyen, başkasının malına, canına, ırzına, namusuna kötü nazarla bakmayan, helâl kazanç peşinde olan bir insan da şeriat üzeredir ve hakikat yolundadır. Böyle birinin şeriata karşı çıkması, kendisiyle tenakuza düşmesi demektir.

    Dinin temeli, şeriatın esası, insanın yaratılışına dayanır. Karşımızda bir cansızlar âlemi mevcut. Bu âlemde her zerre, her yıldız, hava, toprak, su, ziya her şey Allah’ın küllî iradesine tâbi. O’nun koyduğu İlâhî kanunlara uygun hareket etmede. Ama bu uymada, irade söz konusu değil. Her şey O’nun emrine, yine O’nun iradesiyle boyun eğiyor. Melekler âlemi de bu hakikatin bir başka görüntüsünü sergiliyorlar. İbadet için, tesbih için, hamd için yaratılan bu varlıklarda da insandaki mânâsıyla bir irade mevcut değil. Onlar, Allah neyi emrederse onu işliyorlar.

    İnsana gelince o, hilkat tablosunda apayrı bir manzara sergiler. Her şeyiyle Allah’ı tesbih eden şu kâinatın bu şuurlu meyvesinin de her hücresi, her organı daima tesbihte, daima ibadettedir. Zaten bunların idaresi ona verilmiş değil. Ne ciğerini kendisi çalıştırıyor, ne kanını kendi iradesiyle deveran ettiriyor. İşte, hepsi Allah’a itaat üzere bulunan bu beden ülkesine, bir sultan tayin ediliyor: Ruh. Bu ruha, büyük bir lütuf ve yine büyük bir imtihan olarak irade takılıyor.

    İnsan ihtiyar ve irade sahibi bir varlık. Parmağıyla dilediği yöne işaret edebiliyor, yüzünü istediği tarafa dönebiliyor. Kendisindeki bütün duyguları dilediği gibi kullanabiliyor. Nereye isterse oraya gidiyor, neyi arzu ederse onu yiyor, neden hoşlanmazsa ondan kaçıyor.

    Bu iradenin önüne teklif çıkarılmış, bu iradenin önüne imtihan çıkarılmış ve netice itibariyle bu iradenin önüne cennet ve cehennem çıkarılmış.

    İşte, şeriat insan iradesinin Allah’ın razı olduğu sahalarda dolaşmasını emreden ve O’nun razı olmadığı sahalardan kaçınmasını ikaz eden bir emir ve yasaklar zinciri. Kul bu İlâhî ipe sımsıkı sarılmakla emrolunuyor.

    İnsan iradesinin önünde iki ayrı saha var. Biri dünya, diğeri ise Âhiret işleri. Ama şu var ki, İslâm’da dünya işlerinin hepsi için de getirilmiş kanunlar, kaideler mevcut. Kul, bunlara uyduğu takdirde hem ibadet etmiş, hem de dünya hayatını daha rahat, daha mesut yaşamış oluyor.

    Şeriat üzerinde yapılan münakaşaların daha çok bu ikinci grupta merkezleştiğini görüyoruz. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılıyor. Biri muamelât, diğeri ceza. Ve şeriat üzerindeki tartışmaların ağırlık merkezi, bu son kısım. Elbette, ceza hukuku yönünden de İslâm’ın koyduğu birçok hükümler mevcut. Bunlar da şeriat ve bunlara da inanmak farz. Her emir gibi bunlara riayet etmeyen de mesul olmakta. Böyle bir emre uymayış, ona karşı bir vurdumduymazlık, bir isyan mahiyeti taşıyorsa sahibini günahkâr eder. Şayet, o İlâhî emri, o Kur’anî hükmü inkâr etmek, onu reddetmek tarzında ortaya çıkıyorsa küfre sokar. Ama, İslâm sadece bu hükümler değil ve din sadece bunlardan ibaret değil. Meseleyi yalnız bu sahaya çekmek, kısır bir değerlendirme, yanlış bir anlayış olur.

    İslâmî hükümler şu üç ana gruba ayrılırlar. Biri, ferdin kendi nefsine karşı vazifeleri. Diğeri, ailesine karşı vazifeleri. Üçüncüsü de cemiyet hayatındaki vazifeleri. Şeriatın bunların her üçüne de getirdiği ölçüler, hükümler var. Her birinin inkârı küfür ve her birine karşı isyan etmek günah. Ama bunlar arasında öncelikli olanlar, ferdin kendi nefsine ait vazifeleri. Bunların başında da ibadet geliyor. İnsanın kendi nefsine ve ailesine ait mükellefiyetleri hususunda, bütün semâvî kitaplarda hükümler mevcut. Hepsinde ibadet emredilmiş, hepsinde günahlardan sakınma esas tutulmuş.

    Bu ibadetlerin şeklinde, vaktinde, miktarında farklılıklar var, ama ibadeti emretmeyen, ahlâkı emretmeyen bir hak din göstermek mümkün değil. Lâkin, sosyal kaideler, hele devlet yönetimine dâir hükümler, dinlerin en mükemmeli ve en sonuncusu olan İslâm’da kemâliyle yer almış.

    Şunu özellikle ifade etmek isteriz: İnsanın yaratılış gayesi, bütün dinlerde müşterek. Bu gaye, Kur’an-ı Kerim’de: “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” âyetiyle ifade buyurulmuş. Bir de belli şartların tahakkukuna bağlı emir ve yasaklar var. Bunlardan biri de ceza hukukuna dair hükümler. Bu hükümler şarta bağlı. Bugün Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da yaşayan Müslümanların bu emirleri tatbik güçleri yok. Ve bunlardan sorumlu da değiller.

    Bu konuda yapılan tartışmalarda, muhatabı olan mü’mini İslâm’ın bir kısım emirlerini kabul etmiyormuş gibi göstermek ve onu insafsızca tenkit etmek, tek kelimeyle zulüm olur. İslâm kardeşliğini baltalayan ve âhirette cezası pek büyük olan bu tarz ithamlardan hassasiyetle kaçınmak gerek.

    Bütün insanları fakir bir ülke hayal ediniz. Siz bu ülkenin fertlerini, İslâm’ın zekât farîzasını yerine getirmemekle suçlayabilir misiniz? Elbette ki hayır. İslâm’ın ceza hükümlerine inandığı halde bunu tatbike gücü yetmeyen bir Müslüman da böyle değil midir? Bunları tatbik etmek devletin vazifesidir, ferdin değil. Dolayısıyla da ferde herhangi bir sorumluluk terettüp etmez.

    İslâm’ın temel hükümleri, hangi beldede olursa olsun, ferdin uymak zorunda olduğu İlâhî emirlerdir.

    Devlet yönetimiyle ilgili hükümler de İlâhîdir, onlara inanmak da her mü’mine farzdır; ama onların uygulanmasından sorumlu değildir.

    “Şeriatta; yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir. Onu da ulûl-emirlerimiz düşünsünler.” Bediüzzaman.

    İslâmî hükümler hakkında getirilen bir sınıflandırmayı da burada nakletmek isterim. İlâhî hükümler iki kısma ayrılıyor: Bir kısmı sadece Müslümanlara uygulanan hükümler, diğeri ise bir İslâm beldesinde yaşayan herkese tatbik edilen hükümler. İşte bu ikinci kısım, “muamelât” ve “ceza” hükümleri. Bir gayr-i müslim cizye vererek İslâm beldesinde yaşıyorsa, o beldenin bir vatandaşı olarak bütün muamelat ve ceza hükümlerine muhatap olur. Hırsızlık ederse eli kesilir, birisine zina iftirasında bulunursa cezalandırılır. Bazı çevreler meseleyi ters değerlendirerek, İslâm’ın ceza hükümlerinin uygulanmadığı bir ülkede namaz kılmanın, oruç tutmanın da bir mânâ ifade etmeyeceği gibi çok saptırıcı ve bir o kadar da mesuliyetli sözler söylüyorlar. Kendilerine karşı çıkan mü’minleri de Allah’ın hükümlerinden bir kısmını dikkate almamakla suçluyorlar.

    Halbuki bu iddia asıl kendileri hakkında geçerli oluyor. Şeriatın yüzde doksan dokuzunu teşkil eden ve dinin temeli olan hükümleri hafife almak ve dinde sadece müslim - gayr-ı müslim herkese uygulanan ve cemiyetin huzur ve saadetini temin eden muamelât ve ceza hükümlerine ağırlık vermek gibi bir hatanın içine düşüyorlar.

    Namazın her rekâtında Fâtiha’yı okuyan ve Rabbinden “sırat-ı müstakime” hidayet talebinde bulunan bir mü’minin, çok dikkatli olması gerek. Aşırılığın her türlüsü, yâni ifratı da tefriti de insanı istikametten uzaklaştırır.

    Asrımızda Şeriat geçerli midir?

    Bu noktada düşülen iki aşırılığa kısaca temas edeceğiz: Bazı insanlar, bu asırda İslâmî hükümlerle hükmetmenin mümkün olmadığını iddia ederken, diğerleri de İslâm hükümleriyle hükmetmeyen herkesi, niyetlerine bakmaksızın, hemen küfürle itham ediyorlar. Bunların biri ifrattadır, diğeri tefritte. Yâni ikisi de aşırı, ikisi de istikametten sapmış.

    Önce birinci yanılmadan söz etmek isteriz. Meşhur bir kaide vardır. “Bir şey sabit olursa, levazımıyla sabit olur.” El dendi mi, parmaklar onun lâzımıdır. Eli, parmaksız düşünemezsiniz. Ve böyle bir elden istifade edemezsiniz. Yüz dendi mi, gözü ondan ayıramazsınız. Gözsüz bir yüzün önemli bir yanı eksik demektir. Gözün de akını karasından ayıramazsınız. Parmak elin, göz yüzün, gözbebeği de gözün lâzımıdır. Ondan ayırır ve tek olarak düşünürseniz bir fayda elde edemezsiniz. İslâmî hükümler de öyledir. Bir bütün olarak düşünülmelidir. Ve ancak o zaman, ferdi ve cemiyeti terakki ettirir; huzura, saadete kavuşturur.

    İslâm’ın temel şartlarının ihmale uğradığı, ferdî ve ailevî hayatın yanlış esaslar üzerine bina edildiği bir cemiyette, sadece muamelât ve ceza hükümlerinin tatbiki fazla bir fayda sağlamaz. Yahut bu hükümlerin, böyle bir cemiyete tatbiki mümkün olmayabilir. Olsa bile, birçok kimse, bunlara, inanmadan ve istemeyerek uymakla nifaka düşer. Müslüman görünür, ama bir İslâm düşmanı olarak yaşar.

    Şeriatın bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğine bir misal vermek isterim. İslâm’da faiz haramdır, yasaktır. Bu yasağı getiren âyet-i kerimeyi “Müminler ancak birbirinin kardeşidirler” âyetiyle birlikte düşünmek gerekir. O zaman şu hakikat ortaya çıkar: “Bir mü’min, ihtiyaç içinde kıvranan ve kendisinden borç isteyen bir kardeşine borç verirken, şer’î ifadesiyle ona karz-ı hasende bulunurken, bu parayı fazlasıyla geri alma talebinde bulunamaz. Bunun kardeşlikle bağdaşması mümkün değildir.”

    İslâmî kardeşliğin son derece zayıfladığı, kişinin kendi öz kardeşine oyunlar oynadığı, tuzaklar kurduğu, devlet malının acımasızca yağmalandığı bir cemiyette, İslâm’ın faiz yasağı icra edilemiyorsa, kabahat o bozulan bünyenindir; ilâcın, yahut gıdanın değil.

    Gelelim, istikamet sınırlarını aşan ikinci iddiaya. Bir cemiyette, İslâm’ı tam tatbik etmeyen, hükmünü ona göre vermeyen veya veremeyen bir insana hemen kâfir damgası vurmak da insaf değildir. Zira, iman küfre zıttır. Bir insan İslâm’a zıt bir hüküm veriyor, bir icraat yapıyorsa, bunu İslâm’ı reddederek yapacaktır ki küfre girsin. Aksi halde onun küfründen değil günahından, isyanından söz edilebilir. İman gibi küfürde de niyet ve irade şartı vardır. Bir adam ancak, “İslâm’ın şu husustaki hükmü şöyle ama, ben onu kabul etmiyor ve şöyle hareket ediyorum” derse küfre girer. Böyle bir niyeti ve iradesi yoksa, işlediği hata, verdiği yanlış hüküm tamamen bilgisizliğinden yahut irade zaafından kaynaklanıyorsa, yaptığının da yanlış olduğunu biliyorsa bu adama kâfir demek Ehl-i Sünnet itikadınca mümkün değildir. Bunu ancak, büyük günah işleyenin kâfir olduğuna hükmeden “Haricîler”, yahut böyle bir kimsenin imanla küfür arasında kalacağını savunan “Mûtezile” iddia edebilir. Bunların ise ehl-i dalâlet olduklarında bütün Ehl-i Sünnet âlimleri müttefiktir.

    Çok dikkatli olmamız gerekiyor. İslâm’ı savunuyorum derken, bilmeden dalâlet ehlinin yoluna girebiliriz. Şeriat nedir, ne değildir?Şeriat: “Din”, “Allah’ın emri”, “İlâhî emir ve yasaklar” gibi mânâlara geliyor.İnsan, bir kavramı reddederken de, kabul ederken de anlamını bilmeli, diye düşünüyoruz. Taraftar olmak veya olmamak ayrı mesele.En çok tartışılan kavramlardan biri de “şeriat.” Bu konuda bir çok kişinin kafası bir hayli karışık. Anlamını bilen de konuşuyor, bilmeyen de.Önce, Şemseddin Sami Efendinin, dilimizin en esaslı lugati olarak bilinen “Kamus”una bakalım:Şeriat, “evamir ve nevahi-yi İlahiyye ve ayet ve hadis ve icma-ı ümmet esasları üzerine müesses kanun-u İlahi” diye tarif ediliyor.Tarifte iki unsur dikkat çekiyor. Biri, şeriatın “İlahi emirler ve yasaklar” oluşu. Diğeri, bu İlahi kanunların “ayet, hadis ve icma” denilen temeller üzerine kurulu bulunduğu.Ömer Nasuhi Bilmen ise, “Hukuk-u İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu” adlı mükemmel eserinde bu ıstılahı ayrıntılı biçimde şöyle açıklıyor:“Şeriat, din lisanında, Cenab-ı Hakk'ın, kulları için vazetmiş olduğu dini, dünyevi ahkamının heyet-i mecmuasıdır. Bu itibarla şeriat, din ile müradif olup, hem ahkam-ı asliye denilen itikadiyatı, hem ahkam-ı fer'iye-i ameliye denilen ibadet, ahlak ve muamelatı ihtiva eder.”“Şeriat, umumi manasına nazaran bir peygamber-i zişan tarafından tebliğ edilmiş kanun-u İlahi demektir. Ahkam-ı şer'iye denilince, bundan kanun-u İlahi hükümleri manasını anlamak lazımdır. Ve bununla asıl Kur'an'a, Hadise, İcmaa sarahaten müstenid olan hükümler kastedilmiş olur.”Bu ayrıntılı tarifte şu temel noktalar ustalıkla sıralanmış:1. Şeriatı, kulları için Allah koymuştur.2. Şeriat, dini ve dünyevi hükümlerin tamamıdır.3. Şeriat, “din” kelimesiyle eşanlamlıdır.4. Şeriat kavramının içinde, imani hükümlerin yanında ahlaka, ibadete ve günlük hayattaki işlere dair hükümlerin hepsi vardır. 5. Genel anlamda, her peygamberin getirdiği İlahi kanunlara da şeriat denilir.6. Şeriat kelimesiyle, açıkça Kur'an'a, Hadise ve İcmaa dayanan hükümler kastedilmiş olur.Asrımızın en büyük müfessirlerinden olan Elmalılı Hamdi Efendinin, “Hak Dini Kur'an Dili” isimli pek kıymetli tefsirindeki şeriat tarifi de şöyledir:“Lugatte bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda, insanların hayat-ı ebediyeye ve saadet-i hakikiyeye ulaşması için, Allah Tealanın vaz u teklif ettiği ahkam-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bilistiare ıtlak edilmiştir ki, din demektir.”Bu tarifte de bazı önemli noktalar dikkati çekiyor:1. Şeriatı Allah koymuş ve kullarını sorumlu tutmuştur.2. Allah, şeriatı kullarının ebedi hayata ve hakiki saadete ulaşması için göndermiştir.3. Şeriat, müstakim, yani doğru yolun adı olup, hususi hükümlerden ibarettir.4. Şeriat, din demektir.Asrımızın büyük alim ve mütefekkiri Bediüzzaman ise, şeriatı tarif ederken şunları söylüyor:“Şeriat ikidir. Birincisi, alem-i asgar olan insanın ef'al ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı kelamdan gelen bildiğimiz şeriattır. İkincisi, insan-ı ekber olan alemin harekat ve sekenatını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir ki, bazan yanlış olarak tabiat tesmiye edilir.”Bu tanımda da önemli noktalar vardı. Şeriatı ikiye ayırarak tarif ediyor, tabiat mefhumuna da açıklık getiriyordu Bediüzzaman.1. “Küçük alem” olan insanın fiillerini ve işlerini düzenleyen ve Allah'ın “kelam” sıfatından gelen bildiğimiz şeriat.2. “Büyük insan” olan alemin hareketlerini ve durumlarını düzenleyen şeriat.3. Maddi alemdeki kanunlara “tabiat” demek yanlış. Çünkü, bu kavram Allah'ı hatıra getirmiyor. Oysa, bu “fıtri” kanunları koyan ve tatbik eden O'dur.Bu izah, başka bir manayı da hatırlatıyor: Kainattaki varlıklar, Allah'ın “fıtri” kanunlarına isyansız itaat ettikleri için bu alem muntazam ve mükemmel. Hiçbir yerde en küçük bir karışıklık yok. Demek insanlar da yaşayışlarında İlahi kanunlara isyansız itaat etseler, özlenen ahenge kavuşacak ve aradıkları saadete erecekler. Uyumsuzluğun ve huzursuzluğun sebebi, isyan ve tuğyanlarıdır. Ahiret saadeti gibi, dünyevi huzurun da çaresi İslam'dadır.Bütün bu tanımlara göre, “şeriat” diyen birisi, “din kuralları” demektedir. İnsan ise, hür bir varlıktır.Kabul de edebilir, red de... “Dinde zorlama yoktur.”Şeriat nasıl yaşanır?Bir çekirdeğe ağaç olma kâbiliyeti yükleyen, onu meyve verebilecek şekilde programlayan Allah, bu gayenin tahakkukunu birtakım şartlara bağlamış. Bu şartlar manzumesine şeriat-ı fıtriye deniliyor. O çekirdek, toprağını bulacak, suyuna kavuşacak, güneşle sohbet edecektir ki ağaç olabilsin.İnsanın mahiyeti de o çekirdek gibi. Cennet hayatını netice verebilecek bir çekirdek. İşte şeriat, bu insan mahiyetinin rıza beldesi olan cennete lâyık olabilmesi için uyması gereken kanunlar manzumesi.Akıl, O’nun koyduğu sınırlar içinde düşündüğü takdirde, mârifetullaha eriyor. Dil, hayır söylediği ölçüde o ebed ülkesinde ulvî sohbetler yapmaya aday oluyor. Beden, Allah için yorulduğu nispette o saadet beldesinin maddî nimetlerinden faydalanmaya hak kazanıyor.Sevgi, korku, şefkat, merhamet gibi hislerden, göze, kulağa, ele, ayağa kadar her şey ancak Allah’ın emir dairesinde çalışmaları hâlinde terakki ediyor, ulvîleşiyor ve ulvî âlemlere yöneliyorlar. Şeriat, hakikate giden yolun ismi. Lügat mânâsı, “Su membaından su almak için girilen yol.”Hakk’a ermenin ve hakikati bulmanın yolunu, Yunus’umuz ne güzel özetler: Şeriat, tarikat yoldur varana, Hakikat meyvesi andan içerü.Yola girmeden, menzile erişilemez. Şeriatsız, hakikate erme iddiaları, sahibini oyalamaktan öte bir işe yaramayan kuruntulardır.Tarikat, nâfile ibadetlerin simgesi. Şeriat yolunda sağlam yürüyebilmek, nefis ve şeytana karşı daha güçlü olabilmek için konulmuş bir terbiye ameliyesi. Kulu, Rabbine daha fazla yakınlaştırmaya vesile. Nefsini daha tesirli bir şekilde terbiye etmesine yardımcı.Kısacası, hakikate ulaşmak için öncelikle İlâhî emirlere harfiyen riayet etmek ve bu vadide kalbini daha sağlam, ruhunu daha güçlü kılmak için de nâfile ibadetlere devam etmek gerek. Büyük müceddid İmam-ı Rabbani’yi dinleyelim:“Dilin yalan söylememesi ve doğru konuşması şeriattır. Kalpten yalan düşüncesini uzaklaştırmak, eğer zorlayarak ve çalışarak olursa tarikat, eğer zorlanmaksızın müyesser olursa hakikattir.”Büyük İmamın bu güzel misalinden şunu anlamıyor muyuz? Doğru sözlü olmak, Allah’ın razı olduğu güzel bir ahlâk, yâni hakikat. Kul, bu hakikate ermek için, ilk olarak, şeriatın “yalan söylemeyiniz” emrine uyar; dilini bu günahtan uzak tutar. Daha sonra kalbine yalan söyleme arzusu gelmemesi için ruhunu tedavi etmeye başlar. Bu vadide bir gayretin, bir faaliyetin içine girer. Sonunda kalp hiçbir zorlamaya, çalışmaya lüzum kalmaksızın yalan söylemekten nefret eder hâle gelir. Artık o kalbe, yalan yanaşamaz olur. Konuştu mu mutlaka ve büyük bir rahatlıkla doğruyu söyler. İşte bu adam doğru söylemenin hakikatine ermiştir.Büyük imamın bu ifadelerinden hakikate ermenin, bu mutlu neticeye kavuşmanın tarikatsız da olabileceği anlaşılıyor. İnsan, doğrudan, şeriattan hakikate geçebilir. Ama, bu ermenin, bu varmanın şeriatsız olmayacağı muhakkaktır.Burada bir tasavvuf tahlili yapmak istemiyorum. Bunları sadece şunun için yazdım. Şeriat denilince, sadece, İslâm’ın ceza hukukuna dair hükümlerini anlamak eksik olur.Yalan söylememek de şeriattır. Yalan söylemeyen, gıybet etmeyen, başkasının malına, canına, ırzına, namusuna kötü nazarla bakmayan, helâl kazanç peşinde olan bir insan da şeriat üzeredir ve hakikat yolundadır. Böyle birinin şeriata karşı çıkması, kendisiyle tenakuza düşmesi demektir.Dinin temeli, şeriatın esası, insanın yaratılışına dayanır. Karşımızda bir cansızlar âlemi mevcut. Bu âlemde her zerre, her yıldız, hava, toprak, su, ziya her şey Allah’ın küllî iradesine tâbi. O’nun koyduğu İlâhî kanunlara uygun hareket etmede. Ama bu uymada, irade söz konusu değil. Her şey O’nun emrine, yine O’nun iradesiyle boyun eğiyor. Melekler âlemi de bu hakikatin bir başka görüntüsünü sergiliyorlar. İbadet için, tesbih için, hamd için yaratılan bu varlıklarda da insandaki mânâsıyla bir irade mevcut değil. Onlar, Allah neyi emrederse onu işliyorlar.İnsana gelince o, hilkat tablosunda apayrı bir manzara sergiler. Her şeyiyle Allah’ı tesbih eden şu kâinatın bu şuurlu meyvesinin de her hücresi, her organı daima tesbihte, daima ibadettedir. Zaten bunların idaresi ona verilmiş değil. Ne ciğerini kendisi çalıştırıyor, ne kanını kendi iradesiyle deveran ettiriyor. İşte, hepsi Allah’a itaat üzere bulunan bu beden ülkesine, bir sultan tayin ediliyor: Ruh. Bu ruha, büyük bir lütuf ve yine büyük bir imtihan olarak irade takılıyor.İnsan ihtiyar ve irade sahibi bir varlık. Parmağıyla dilediği yöne işaret edebiliyor, yüzünü istediği tarafa dönebiliyor. Kendisindeki bütün duyguları dilediği gibi kullanabiliyor. Nereye isterse oraya gidiyor, neyi arzu ederse onu yiyor, neden hoşlanmazsa ondan kaçıyor.Bu iradenin önüne teklif çıkarılmış, bu iradenin önüne imtihan çıkarılmış ve netice itibariyle bu iradenin önüne cennet ve cehennem çıkarılmış.İşte, şeriat insan iradesinin Allah’ın razı olduğu sahalarda dolaşmasını emreden ve O’nun razı olmadığı sahalardan kaçınmasını ikaz eden bir emir ve yasaklar zinciri. Kul bu İlâhî ipe sımsıkı sarılmakla emrolunuyor.İnsan iradesinin önünde iki ayrı saha var. Biri dünya, diğeri ise Âhiret işleri. Ama şu var ki, İslâm’da dünya işlerinin hepsi için de getirilmiş kanunlar, kaideler mevcut. Kul, bunlara uyduğu takdirde hem ibadet etmiş, hem de dünya hayatını daha rahat, daha mesut yaşamış oluyor.Şeriat üzerinde yapılan münakaşaların daha çok bu ikinci grupta merkezleştiğini görüyoruz. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılıyor. Biri muamelât, diğeri ceza. Ve şeriat üzerindeki tartışmaların ağırlık merkezi, bu son kısım. Elbette, ceza hukuku yönünden de İslâm’ın koyduğu birçok hükümler mevcut. Bunlar da şeriat ve bunlara da inanmak farz. Her emir gibi bunlara riayet etmeyen de mesul olmakta. Böyle bir emre uymayış, ona karşı bir vurdumduymazlık, bir isyan mahiyeti taşıyorsa sahibini günahkâr eder. Şayet, o İlâhî emri, o Kur’anî hükmü inkâr etmek, onu reddetmek tarzında ortaya çıkıyorsa küfre sokar. Ama, İslâm sadece bu hükümler değil ve din sadece bunlardan ibaret değil. Meseleyi yalnız bu sahaya çekmek, kısır bir değerlendirme, yanlış bir anlayış olur.İslâmî hükümler şu üç ana gruba ayrılırlar. Biri, ferdin kendi nefsine karşı vazifeleri. Diğeri, ailesine karşı vazifeleri. Üçüncüsü de cemiyet hayatındaki vazifeleri. Şeriatın bunların her üçüne de getirdiği ölçüler, hükümler var. Her birinin inkârı küfür ve her birine karşı isyan etmek günah. Ama bunlar arasında öncelikli olanlar, ferdin kendi nefsine ait vazifeleri. Bunların başında da ibadet geliyor. İnsanın kendi nefsine ve ailesine ait mükellefiyetleri hususunda, bütün semâvî kitaplarda hükümler mevcut. Hepsinde ibadet emredilmiş, hepsinde günahlardan sakınma esas tutulmuş.Bu ibadetlerin şeklinde, vaktinde, miktarında farklılıklar var, ama ibadeti emretmeyen, ahlâkı emretmeyen bir hak din göstermek mümkün değil. Lâkin, sosyal kaideler, hele devlet yönetimine dâir hükümler, dinlerin en mükemmeli ve en sonuncusu olan İslâm’da kemâliyle yer almış.Şunu özellikle ifade etmek isteriz: İnsanın yaratılış gayesi, bütün dinlerde müşterek. Bu gaye, Kur’an-ı Kerim’de: “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” âyetiyle ifade buyurulmuş. Bir de belli şartların tahakkukuna bağlı emir ve yasaklar var. Bunlardan biri de ceza hukukuna dair hükümler. Bu hükümler şarta bağlı. Bugün Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da yaşayan Müslümanların bu emirleri tatbik güçleri yok. Ve bunlardan sorumlu da değiller.Bu konuda yapılan tartışmalarda, muhatabı olan mü’mini İslâm’ın bir kısım emirlerini kabul etmiyormuş gibi göstermek ve onu insafsızca tenkit etmek, tek kelimeyle zulüm olur. İslâm kardeşliğini baltalayan ve âhirette cezası pek büyük olan bu tarz ithamlardan hassasiyetle kaçınmak gerek.Bütün insanları fakir bir ülke hayal ediniz. Siz bu ülkenin fertlerini, İslâm’ın zekât farîzasını yerine getirmemekle suçlayabilir misiniz? Elbette ki hayır. İslâm’ın ceza hükümlerine inandığı halde bunu tatbike gücü yetmeyen bir Müslüman da böyle değil midir? Bunları tatbik etmek devletin vazifesidir, ferdin değil. Dolayısıyla da ferde herhangi bir sorumluluk terettüp etmez.İslâm’ın temel hükümleri, hangi beldede olursa olsun, ferdin uymak zorunda olduğu İlâhî emirlerdir.Devlet yönetimiyle ilgili hükümler de İlâhîdir, onlara inanmak da her mü’mine farzdır; ama onların uygulanmasından sorumlu değildir.“Şeriatta; yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir. Onu da ulûl-emirlerimiz düşünsünler.” Bediüzzaman.İslâmî hükümler hakkında getirilen bir sınıflandırmayı da burada nakletmek isterim. İlâhî hükümler iki kısma ayrılıyor: Bir kısmı sadece Müslümanlara uygulanan hükümler, diğeri ise bir İslâm beldesinde yaşayan herkese tatbik edilen hükümler. İşte bu ikinci kısım, “muamelât” ve “ceza” hükümleri. Bir gayr-i müslim cizye vererek İslâm beldesinde yaşıyorsa, o beldenin bir vatandaşı olarak bütün muamelat ve ceza hükümlerine muhatap olur. Hırsızlık ederse eli kesilir, birisine zina iftirasında bulunursa cezalandırılır. Bazı çevreler meseleyi ters değerlendirerek, İslâm’ın ceza hükümlerinin uygulanmadığı bir ülkede namaz kılmanın, oruç tutmanın da bir mânâ ifade etmeyeceği gibi çok saptırıcı ve bir o kadar da mesuliyetli sözler söylüyorlar. Kendilerine karşı çıkan mü’minleri de Allah’ın hükümlerinden bir kısmını dikkate almamakla suçluyorlar.Halbuki bu iddia asıl kendileri hakkında geçerli oluyor. Şeriatın yüzde doksan dokuzunu teşkil eden ve dinin temeli olan hükümleri hafife almak ve dinde sadece müslim - gayr-ı müslim herkese uygulanan ve cemiyetin huzur ve saadetini temin eden muamelât ve ceza hükümlerine ağırlık vermek gibi bir hatanın içine düşüyorlar.Namazın her rekâtında Fâtiha’yı okuyan ve Rabbinden “sırat-ı müstakime” hidayet talebinde bulunan bir mü’minin, çok dikkatli olması gerek. Aşırılığın her türlüsü, yâni ifratı da tefriti de insanı istikametten uzaklaştırır.Asrımızda Şeriat geçerli midir?Bu noktada düşülen iki aşırılığa kısaca temas edeceğiz: Bazı insanlar, bu asırda İslâmî hükümlerle hükmetmenin mümkün olmadığını iddia ederken, diğerleri de İslâm hükümleriyle hükmetmeyen herkesi, niyetlerine bakmaksızın, hemen küfürle itham ediyorlar. Bunların biri ifrattadır, diğeri tefritte. Yâni ikisi de aşırı, ikisi de istikametten sapmış.Önce birinci yanılmadan söz etmek isteriz. Meşhur bir kaide vardır. “Bir şey sabit olursa, levazımıyla sabit olur.” El dendi mi, parmaklar onun lâzımıdır. Eli, parmaksız düşünemezsiniz. Ve böyle bir elden istifade edemezsiniz. Yüz dendi mi, gözü ondan ayıramazsınız. Gözsüz bir yüzün önemli bir yanı eksik demektir. Gözün de akını karasından ayıramazsınız. Parmak elin, göz yüzün, gözbebeği de gözün lâzımıdır. Ondan ayırır ve tek olarak düşünürseniz bir fayda elde edemezsiniz. İslâmî hükümler de öyledir. Bir bütün olarak düşünülmelidir. Ve ancak o zaman, ferdi ve cemiyeti terakki ettirir; huzura, saadete kavuşturur.İslâm’ın temel şartlarının ihmale uğradığı, ferdî ve ailevî hayatın yanlış esaslar üzerine bina edildiği bir cemiyette, sadece muamelât ve ceza hükümlerinin tatbiki fazla bir fayda sağlamaz. Yahut bu hükümlerin, böyle bir cemiyete tatbiki mümkün olmayabilir. Olsa bile, birçok kimse, bunlara, inanmadan ve istemeyerek uymakla nifaka düşer. Müslüman görünür, ama bir İslâm düşmanı olarak yaşar.Şeriatın bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğine bir misal vermek isterim. İslâm’da faiz haramdır, yasaktır. Bu yasağı getiren âyet-i kerimeyi “Müminler ancak birbirinin kardeşidirler” âyetiyle birlikte düşünmek gerekir. O zaman şu hakikat ortaya çıkar: “Bir mü’min, ihtiyaç içinde kıvranan ve kendisinden borç isteyen bir kardeşine borç verirken, şer’î ifadesiyle ona karz-ı hasende bulunurken, bu parayı fazlasıyla geri alma talebinde bulunamaz. Bunun kardeşlikle bağdaşması mümkün değildir.”İslâmî kardeşliğin son derece zayıfladığı, kişinin kendi öz kardeşine oyunlar oynadığı, tuzaklar kurduğu, devlet malının acımasızca yağmalandığı bir cemiyette, İslâm’ın faiz yasağı icra edilemiyorsa, kabahat o bozulan bünyenindir; ilâcın, yahut gıdanın değil.Gelelim, istikamet sınırlarını aşan ikinci iddiaya. Bir cemiyette, İslâm’ı tam tatbik etmeyen, hükmünü ona göre vermeyen veya veremeyen bir insana hemen kâfir damgası vurmak da insaf değildir. Zira, iman küfre zıttır. Bir insan İslâm’a zıt bir hüküm veriyor, bir icraat yapıyorsa, bunu İslâm’ı reddederek yapacaktır ki küfre girsin. Aksi halde onun küfründen değil günahından, isyanından söz edilebilir. İman gibi küfürde de niyet ve irade şartı vardır. Bir adam ancak, “İslâm’ın şu husustaki hükmü şöyle ama, ben onu kabul etmiyor ve şöyle hareket ediyorum” derse küfre girer. Böyle bir niyeti ve iradesi yoksa, işlediği hata, verdiği yanlış hüküm tamamen bilgisizliğinden yahut irade zaafından kaynaklanıyorsa, yaptığının da yanlış olduğunu biliyorsa bu adama kâfir demek Ehl-i Sünnet itikadınca mümkün değildir. Bunu ancak, büyük günah işleyenin kâfir olduğuna hükmeden “Haricîler”, yahut böyle bir kimsenin imanla küfür arasında kalacağını savunan “Mûtezile” iddia edebilir. Bunların ise ehl-i dalâlet olduklarında bütün Ehl-i Sünnet âlimleri müttefiktir.Çok dikkatli olmamız gerekiyor. İslâm’ı savunuyorum derken, bilmeden dalâlet ehlinin yoluna girebiliriz.


  5. “Insanlığın tarihsel gelişimi boyunca, dil meselesi emperyalist sömürge ve kaos ortamının oluşması için daima önemini korumaya devam etmiştir.. Wittegenstain’ın çok mükemmel şekilde anlattığı gibi dil bireyin, toplumun her şeyidir. Insanın hafızası, muhayyilesi, düşünebilmesi, soyutlama yeteneği büyük ölçüde bildiği kelime sayısı ve kullandığı dille ilgilidir. (Ludwig Wittegenstein, Tractatus)


    Dil seslerden oluşan canlı, sosyal bir müessesedir. Onu kendi ikliminden ve tarihsel gelişiminden kopardığınız anda, ya da tabii olarak aktığı kendi mecrasını tepeden inmeci bir şekilde dış müdahalelerle değiştirdiğiniz zaman hayat damarlarından bir çoğunu koparmış, onu yozlaştırmış ve anlaşılmaz kelime yığınlarına dönüştürerek ölüme mahkum etmişsiniz demektir. Maalesef ülkemizde bu müdahaleler çağdaşlık ve ilericilik adına son derece komik, seviyesiz ve anlamsız şekilde, zaman zaman yapılmış, bu nedenle Türkçe günümüzde yozlaşarak günlük 150 kelime ile konuşulan ve yazılan kısır bir dile indirgenmiştir.


    Eğer bir birey yahut bir toplum diline yabancılaşmışsa bu doğal olarak şu anlama gelir:


    O birey ve toplum artık neşet ettiği, varlık alanına çıktığı tarihiyle, sanatıyla, edebiyatiyla, diniyle, müziğiyle, ilmiyle, irfanıyla son tahlilde kendisini var kılan tüm tarihsel ve toplumsal değerleri ile ilişki kuramıyor demektir. Çünkü her insan kendisini kendi yapan tüm değerleri ancak bir dil aracılığı ile ifade edebilir. Bundan dolayıdır ki, bir toplumda dilin bozulması o dile ait kelime ve kavramların bağlamlarının anlam kaybına uğraması, buharlaşması yani içlerinin boşalması ve bir anlam ifade etmemesi o toplumu kısa sayılmayacak bir gelecekte çöküşün ve yok olmanın eşiğine götürür. Çünkü kendini ifade edemeyen birey ve toplum, kişilik ve kimliğini kaybettiğinden dolayı aşağılık kompleksinin eşlik ettiği nevrotik bir ruh haliyle, doğal olarak başka toplum ve medeniyetlerin kültürel hegemonyasına girecekleri için, dirençlerini yitirirler ve sonuçta kendiliğinden sömürgeleşerek aline (alination) olurlar.


    Batılılar bu konuyu çok iyi bildiklerinden dolayı Roma Imparatoru Julius Sezar’ın başlattığı önce dili bozma geleneğini tüm modern dönemler boyunca sistematik bir şekilde devam ettirmiştir. Hatırlanacağı üzere Julius Sezar Büyük Britanya’yı işgal ettiği zaman ilk işi yerli halkın dili olan Keltçe’yi yasaklayarak Latinceyi dayatmak oldu. Bu geleneği Ingilizler farklı şekillerde Amerika’da, Hindistan, Pakistan, Mısır, Nijerya gibi ülkelerde çok iyi uyguladılar. Yine Ispanyollar Meksika, Arjantin gibi ülkelerde, Portekizliler Brezilya’da, Italyanlar Libya’da, Fransızlar Cezayir, Tunus, Fas gibi ülkelerde ve ismini sayamadığımız bir çok Afrika ülkesinde Roma Imparatoru Julius Sezar’ın geleneğini sözüm ona ilerleme ve çağdaşlığın bir gereği olarak dayattılar ve son tahlilde buraları tamamen sömürgeleştirdiler ve dikkat edilirse bu ülkeler ABD hariç halen yoksullukla mücadele etmektedirler.


    ABD hariç dedik, çünkü ABD 1492’den itibaren Avrupa’dan göçen, bizzat Greko-Romen ve Judeo-Critean geleneğin Amerika kıtasındaki uzantısı olan, 1618-1648 yılları arasında yapılan Avrupa’daki din savaşlarından kaçan, özellikle Kalvinist, Lütherci Hıristiyanlık anlayışını benimseyen Protestanlardan oluşan, püriten (aşırı dindar), katil, sapkın, altın arayıcısı, kanun kaçağı, hırsız, adi suçlu, Kızılderili katillerin, kurduğu bir ülkedir. Bundan dolayı ABD, Avrupa medeniyetinin Amerika kıtasında doğurduğu neo-sömürgeci çocuğudur. Yani bu insanlar, ABD’liler kahir ekseriyeti Anglo-Sakson kökenli ari ırktan oldukları için efendidirler, doğuştan asildirler, yönetirler, sömürürler, gerekirse cezalandırırlar ama asla yönetilemezler sömürülemezler.


    Bugün ülkemizde ve Islam ülkelerinde maalesef eski Batı sömürgelerinde, kolonilerde bile olmayan Ingilizce eğitim ve öğretimin yaygınlaştırılması son derece düşündürücüdür. Öyle ki Osmanlının son dönemlerinde ülke sathına bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan Ingilizce, Fransızca eğitim veren okullardan mezun olan binlerce öğretmen, sonradan devlet adamı olan politikacılar, sanatçılar, edebiyatçılar, gazeteciler ve yazarlar -ki bunların önemli bölümü dönme, yani Sabatayisttir- adeta Islam ve Türk kültürünü ortadan kaldırıp Batının çürümüş değerlerini halka empoze etmek için misyonerleri bile şaşırtacak yol ve yöntemler denediler. (Hikmet Tanyu, Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler, Cilt 1, sayfa 152-180.)


    Fakat bugün çok güvenilir, vatansever olduğu noktasında şüphe duymadığımız bazı cemaatlerin halkın alın teri ile kazanılmış paralarla dünyanın dört bir yanında açtığı kolejlerde, Islam ve Türk kültürüne hizmet ediyoruz savıyla Amerikalıların ve Ingilizlerin bile yapamadığı şekilde gençlere Ingilizce öğreterek, en iyimser deyimle farkında olmadan emperyalizme hizmet etmeleri affedilecek bir hata değildir. Ne yazık ki, bu çevreler, dilin, bireyin ve medeniyetlerin gelişmesindeki önemini ve stratejik boyutunu yeteri derecede kavrayamadıklarından dolayı Islam-Türk kültüründen vazgeçmiş bazı laisist, Batıcı kesimleri aratmayacak şekilde, her şeye bir kılıf buldukları gibi, buna bir de bilimsel kılıf uydurmakta beis görmemektedirler. Ingilizce bilim dili imiş, Ingilizce olmadan teknoloji ve bilim üretilemezmiş. Sanki Japonlar ve Çinliler Ingilizce eğitim yaparak teknoloji ve sanayilerini geliştirmişler. Ya da Almanlar ve Fransızlar bugünkü düzeylerine Ingilizce eğitim yaparak gelmişler. Bırakın Ingilizce eğitimi Paris ve Berlin sokaklarında bir tane Ingilizce tabela bile bulmak neredeyse imkansızdır.


    Eğer Ingilizce eğitim ve öğretimle gelişme ve teknolojik düzey yakalanarak kalkınma mümkün olsaydı, bugün ayakkabı boyacılarının bile Ingilizce konuştuğu Mısır, Pakistan, Hindistan, Nijerya, Bangladeş gibi ülkelerin hem bilimsel düzlemde, hem de zenginlik ve teknolojik açıdan dünyanın en gelişmiş ülkeleri olması lazım gelirdi. Halbuki bu ülkeler dünyanın en fakir ülkeleri kategorisinden halen kurtulamamışlardır. Dolayısı ile Ingilizce’nin bilim ve ilerleme için olmazsa olmaz bir koşul olduğu iddiası, Ingiliz muhipleri ve sömürgecilerin sözcüleri tarafından uydurulan kargaların bile tebessüm ettiği en büyük mistifikasyonlarından biridir.



  6. Peygamber Efendimize (asm) iman edenlerin ilklerinden olup, Müslüman olan altıncı kişidir. Kabe'de müşriklere karşı Kur'an-ı Azimüşşanı aşikâr bir şekilde okuyan ilk sahabedir. Suffe ehlinden olup, bizzat Peygamber Efendimizden (asm) çok sayıda hadis rivayet etmiştir. Cennetle müjdelenen sahabelerdendir. Peygamber Efendimizin (asm) övgüsüne mazhar olmuş, "Abdullah bin Mes'ud'un tavsiyelerine sımsıkı sarılınız" mealindeki Peygamberî iltifata nail olmuştur. Medine'ye hicret ettikten sonra mescidin yanı başındaki bir eve yerleştirilmiş ve Resulullah'ın evine girip çıkmasına izin verilmiştir. Kendisine gösterilen yakınlık ve ilgiden dolayı yabancılar tarafından Ehl-i Beyt'ten biri sanılmıştır. Peygamber Efendimizin (asm) her halini kendine rehber edinmiş ve hayatında tatbik etmeye çalışmıştır. Bu itibarla Resulullah'a en çok benzeyen sahabe olarak tasvir edilmiştir. Meşhur altı Abdullah'tan biri olarak da tarihe geçmiştir. Halifeler döneminde de yakın ilgi görmüş ve muhtelif konularda bilgisine başvurularak verdiği hükümlere önem verilmiştir. Künyesi Ebu Abdurrahman Abdullah bin Mes'ud bin Gafil bin Habib el-Hüzelî şeklindedir.

    Abdullah'ın ilk hayatı ve çocukluğu ile ilgili fazla bilgi yoktur. Kendisi ile ilgili bilgiler daha çok Müslüman oluşundan sonraki dönemle ilgilidir. Yoksul bir aileye mensup olup, ailenin geçimine katkıda bulunmak için çobanlık yapıyordu. Peygamber Efendimizle (asm) karşılaşması ve Müslüman oluşu da çobanlık yaptığı ve hayvanlarının başında bulunduğu sırada gerçekleşti. Risale-i Nur'da ismi sıkça zikredilmkete ve rivayet ettiği hadislerden nakil yapılırken İslamiyet'i kabulü sırasında gerçekleşen mucizeye de kısaca değinilmektedir.

    Abdullah, hayvanlarını otlattığı sırada yanına iki kişi geldi ve kendisinden süt istediler. Gelenleri tanımıyordu ve kimlerden olduklarını bilmiyordu. Bu iki şahıs Peygamber Efendimiz (sav) ve Hz. Ebubekir (ra) idi. Abdullah, koyunların sahibi olmadığını, kendisine emanet olarak verildiğini, dolayısıyla kendilerine süt veremeyeceğini söyledi. Bu cevap üzerine, Peygamber Efendimiz kendisinden "kısır, sütsüz bir keçi" getirmesini istedi. O da kendilerine hiç süt vermeyen bir keçi getirdi. Resul-i Ekrem (asm) hayvanın memesini meshedip dua etti. Akabinde sağınca halis bir süt aldı ve içtiler. Abdullah, gözünün önünde gerçekleşen mucizeyi gördükten sonra iman etti ve Müslüman oldu. (Mektubat, s. 150)

    Abdullah, İslamiyet'i kabul edenlerin altıncısı oldu. Müslüman olduktan sonra yanında çalıştığı ve hayvanlarını güttüğü şahıstan ayrılarak Mekke'ye yerleşti. Kendini Peygamber Efendimizin hizmetine adadı. Henüz iman hizmetinin açıktan yürütülmediği bir sırada Kabe'de, Kur'an-ı Kerim'i Peygamber Efendimizden sonra aşikâr bir şekilde okuyan ikinci, sahabelerden ilk şahıs oldu. Müslümanlara yapılan eziyet ve işkencelerden o da nasibini aldı. Habeşistan'a gidenler arasında yer aldı. Ancak, Peygamber Efendimizin hasretine dayanamadığı için Mekke'ye geri döndü. Medine'ye hicret edenlerin de ilklerinden oldu. Mescidin hemen yanı başında bulunan bir eve yerleştirildi.

    Abdullah, Peygamber Efendimize çok yakın bir insan olduğu için evlerine rahat bir şekilde gidip gelme izni verildi. Bu yakınlık, yabancıların onu Peygamber Efendimizin yakını ve Ehl-i Beyt'ten sanacak kadar ileri derecede idi. Peygamber Efendimiz zamanında yapılan tüm savaşlara katıldı. Bedir Savaşı'nda önce keşif kolunda yer aldı. Savaş sırasında yaralı olarak bulduğu Ebu Cehil'i öldürdü. Ebu Cehil, Peygamber Efendimiz tarafından ümmetinin firavunu olarak vasıflandırılmıştı. Öldürme olayından sonra Ebu Cehil'in kılıcını Abdullah'a verdi. Uhud Savaşı'nın en şiddetli olduğu ve panik havasının oluştuğu sırada Peygamber Efendimizin yanından ve yakınından hiç ayrılmadı.

    Suffe ehlinden olan ve annesi ile birlikte mescidin yanındaki evde oturan Abdullah, Peygamber Efendimizin her halini kendi hayatına tatbik etmeye çalıştı. Özel hizmetinde bulundu. Ahlak ve yaşayış bakımından Resulullah'a en çok benzeyen sahabe olarak kabul gördü. Bir taraftan Peygamber Efendimizin hizmetini yürütürken, diğer taraftan da henüz yeni iman etmiş olanlara İslamiyet'i öğretti. Kur'an hafızlarının ileri gelenlerindendi. Sesi de çok güzeldi. Kur'an-ı Kerim'i çok güzel okurdu. Bu özelliğinden dolayı Peygamber Efendimiz Kur'an-ı Kerim'i ona okutur ve büyük bir zevkle dinlerdi. Ayrıca, Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu anın heyecanıyla okumak isteyenlere, Abdullah'ın kıraatıyla okumalarını tavsiye ederek büyük bir iltifatta bulundu.

    Abdullah (ra), ilk Müslüman olanlardan olma şerefinin yanında, cennetle müjdelenen sahabeler arasında da yer aldı. Ömrü boyunca mütevazı bir hayat sürdü. Saçlarını uzatmakla beraber temizliğine çok dikkat ederdi. Sürdüğü güzel kokudan ötürü gece karanlığında ve uzaktan fark edilirdi. Henüz çocuk sahibi olmamışken, Peygamber Efendimiz Ebu Abdurrahman künyesini kendisine verdi. Daha sonra oğlu dünyaya gelince Abdurrahman adını verdi ve böylece söz konusu künye ile anılmaya devam edildi.

    İlk Müslümanlardan ve Peygamber Efendimize çok yakın olmasından dolayı çok sayıda hadis rivayet etti. Rivayet ettiği 848 hadisin büyük ekseriyetini bizzat Peygamber Efendimizden dinleyerek nakletti. Ayrıca, aralarında Hz. Ömer(ra), Hz. Osman(ra) ve Hz. Ali'nin (ra) bulunduğu sahabelerden duyduğu hadisleri de nakletti. Rivayetlerinde çok titiz davrandı. Risale-i Nur'da nakledilen ve ismi sıkça zikredilen hadis ravilerinden birisidir. Özellikle Peygamber Efendimizin mucizelerine tanık olması ve bunları nakletmesiyle büyük bir hizmete vesile oldu.

    Abdullah'ın (ra) en büyük hizmetlerinden biri de tefsir alanı ile ilgilidir. Tefsir okulunun temelini atması, tefsir ilmine çok önem vermesi, değerli alimleri yetiştirmesi ve Peygamber Efendimizden öğrenilen bilgilerin yetiştirdiği talebeleri vasıtasıyla sonraki nesillere ulaştırılmasında büyük hizmeti geçti. Hasan-ı Basri, Ebu Abdurrahman Sülemi, Ebu Amr Şeybani ve Katade gibi büyük şahsiyetlerin yetişmesine vesile oldu.

    Abdullah ibn Mesud (ra), fıkıh konusunda da önemli bir yere sahip oldu. Nazil olan ayet ve surelerin nazil olduğu yerler, kimlerin hakkında nazil olduğu gibi konularda bilgi sahibi olanların başında gelmektedir. Çok geniş bir bilgi birikimine sahip olmasına rağmen, kendisinden daha fazla bilgi sahibi olan birinin mevcudiyetini öğrendiği anda, hemen ayağına gidip öğrenmeye çalışacağını da belirtmektedir. Geniş bilgisinden ötürü, kendisine başvurulan önemli şahsiyetlerden biri oldu. Halife Hz. Ömer'in (ra) farklı kültür ve yaşayışa mensup olanların yoğun bulunduğu Küfe'ye onu tayin etmesi çok dikkat çekicidir. Burada, eğitim ve öğretim işi, kaza işleri kendisine tevdi edildi. Kufe'de bulunduğu süre zarfında çok önemli ilmi faaliyetlerde bulundu ve çok sayıda talebe yetiştirdi. Onun Küfe'de yerleştirdiği ve gerçekleştirdiği sistem, "Küfe fıkıh ve tefsir mektebi" olarak telakki edildi. Kendisi bu mektebin kurucusu olarak kabul gördü.

    Peygamber Efendimizin vefatından sonra Hz. Ebubekir (ra) tarafından teşkil edilen heyete seçildi. Bu heyet, Medine'nin savunulması ve önemli noktaların güvenlik altına alınması amacıyla teşkil edildi. Hz. Ömer (ra), Abdullah'ı Küfe'ye göndererek hem eğitim ve öğretim işinin yönlendirilmesini, hem de kadılık ve Beytülmal idaresini verdi. Hz. Ömer'in vefatından sonra Medine'ye döndü. Daha sonra halife Hz. Osman tarafından tekrar eski görevine gönderildi.

    Abdullah (ra), vefatına yakın hastalandı. Hz. Osman (ra) ziyaretine giderek herhangi bir ihtiyacının olup olmadığını sordu. Allah'ın rahmetinden başka bir şeye ihtiyacı olmadığını bildirdi. 653 yılında Medine-i Münevvere'de Hakk'ın rahmetine kavuştu. Cenaze namazı halife Hz. Osman tarafından kıldırıldı.

    Abdullah bin Mes'ud, bir seferinde çevresindekilere sakın İmme'a olmayınız, tavsiyesinde bulundu. İmme'a, "Benim şahsi görüşüm yoktur. İnsanlar ne yaparsa ben de öyle yaparım. Müslüman olurlarsa, Müslüman; kafir olurlarsa kafir olurum" diyen kişidir, şeklinde açıklamada bulundu. Bütün insanlar küfre dönse bile siz İslamiyet'ten şaşmayınız, ifadelerini sözlerine ekledi.

     

     


  7. İyi niyet ve ihlas insanın davranışlarının temelini teşkil eder. Niyetsiz hiçbir ibadet olmayacağı gibi ihlasdan uzak hiç bir amel de Allah’a ulaşmaz.


    Allah Teâlâ’yı hoşnut edecek davranışlar ancak ihlâs ve samimiyetle yapılanlardır.


    İnsanoğlu başı sıkışınca kendisine bir zarar dokununca hemen Allah Teâlâ’ya yalvarmağa başlar.


    Samimiyetle yaptığından emin olduğu bazı güzel hareketlerini anarak, onların hatırına kendisine yardım etmesi için Allah Teâlâ’ya tazarru ve niyazda bulunur.


    İşte böyle zor anlarda insanın dua vesilesi yapabileceği ihlâslı işlerinin olması ne güzeldir.


    Sevgili Peygamberimiz böyle bir durumla karşı karşıya kalmış geçmiş ümmetlerin başından geçen kıssalardan örnekler verir.


    Mağarada hapsolan üç arkadaşın kıssası bunlardan biridir.


    Hepimize ders olacak olan bu kıssayı Hazreti Ömer radıyallahu anhın oğlu Ebû Abdurrahman Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ rivayet eder.


    Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinlediğini anlatır:


    “Sizden önce yaşayanlardan üç kişi bir yolculuğa çıktılar. Akşam olunca, yatıp uyumak üzere bir mağaraya girdiler. Fakat dağdan kopan bir kaya mağaranın ağzını kapattı. Bunun üzerine birbirlerine:


    - Yaptığınız iyilikleri anlatarak Allah’a dua etmekten başka sizi bu kayadan hiçbir şey kurtaramaz, dediler.


    İçlerinden biri söze başlayarak:


    - Allahım! Benim çok yaşlı bir annemle babam vardı.


    Onlar yemeklerini yemeden çoluk çocuğuma ve hizmetçilerime bir şey yedirip içirmezdim.


    Birgün hayvanlara yem bulmak üzere evden ayrıldım. Onlar uyumadan önce de dönemedim.


    Eve gelir gelmez hayvanları sağıp sütlerini annemle babama götürdüğümde, baktım ki ikisi de uyumuş.


    Onları uyandırmak istemediğim gibi, onlardan önce ev halkının ve hizmetkârların bir şey yiyip içmesini de uygun görmedim.


    Süt kabı elimde bütün gece şafak atana kadar başlarında uyanmalarını bekledim. Çocuklar etrafımda açlıktan sızlanıp duruyorlardı. Nihayet uyanıp sütlerini içtiler.


    Rabbim! Şayet ben bunu senin rızânı kazanmak için yapmışsam, şu kaya sıkıntısını başımızdan al! diye yalvardı.


    Kaya biraz aralandı; fakat çıkılacak gibi değildi.


    Bir diğeri söze başladı:


    - Allahım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ona sahip olmak istedim. Fakat o arzu etmedi.


    Bir yıl kıtlık olmuştu. Amcamın kızı çıkıp geldi. Kendisini bana teslim etmek şartıyla ona yüzyirmi altın verdim. Kabul etti. Ona sahip olacağım zaman bana dedi ki:


    Allah’tan kork! Dinin uygun görmediği bir yolla beni elde etme!


    En çok sevip arzu ettiğim o olduğu halde kendisinden uzaklaştım. Verdiğim altınları da geri almadım.


    Allahım! Eğer ben bu işi senin rızânı kazanmak için yapmışsam, başımızdaki sıkıntıyı uzaklaştır, diye yalvardı.


    Kaya biraz daha açıldı; fakat yine çıkılacak gibi değildi.


    Üçüncü adam da:


    - Allahım! Vaktiyle ben birçok işçi tuttum. Parasını almadan giden biri dışında hepsinin ücretini verdim.


    Ücretini almadan giden adamın parasını çalıştırdım.


    Bu paradan büyük bir servet türedi.


    Birgün bu adam çıkageldi.


    Bana:


    - Ey Allah kulu! Ücretimi ver, dedi.


    Ben de ona:


    - Şu gördüğün develer, sığırlar, koyunlar ve köleler senin ücretinden türedi, dedim.


    Adamcağız:


    - Ey Allah kulu! Benimle alay etme, deyince, seninle alay etmiyorum, diye cevap verdim.


    Bunun üzerine o, geride bir tek şey bırakmadan hepsini önüne katıp götürdü.


    Rabbim! Eğer bu işi sırf senin rızânı kazanmak için yapmışsam, içinde bulunduğumuz sıkıntıdan bizi kurtar, diye yalvardı.


    Mağaranın ağzını tıkayan kaya iyice açıldı; onlar da çıkıp gittiler. (Buhârî, Büyû` 98, İcâre 12, Hars ve’l-müzârea 13, Enbiyâ’ 53, Edeb 5; Müslim, Zikir 100)



  8. Tıfl iken cezbe buldum
    Musibetle ibtilâ oldum,
    Şükür olsun sabır kıldım
    Hamdimiz Mevlâya olsun.
    yahyalılı hacı hasan efendi
    Cesedim kayadan düştü,
    Ciğerim yandı tutuştu,
    Mürşidim geldi yetişti,
    Hamdimiz Mevlâya olrun

    Sabî idim sabreyledim,
    Her dâim şükreyledim,
    Allah'tan hediye bildim,
    Hamdimiz Mevlâya olsun.

    YAHYALILI HACI HASAN EFENDİ

    • Like 1

  9. Hasan Karakaya / Yeni Akit
    font-01.gif font-02.gif font-03.gif font-04.gif
    Hırsızlık babadan evlâda geçer... Evlâttan babaya değil!
    09 Şubat 2014 Pazar 10:42
    .

    CHP Genel Müdürü Bay Kemal Kılıçdaroğlu’nun sık sık tekrarladığı bir söz vardır... Der ki; “Hırsızlık babadan oğula geçer, evlattan babaya değil!”
    Çok doğru bir söz...

    Hırsızlık, gerçekten de

    “Babadan oğula”,

    Ya da;

    “Babadan kızına” geçer!..

    Bu, herkes için böyle!..

    Tabiî, Bay Kılıçdaroğlu için de!..

    Malûm;

    Son günlerde, “çalıştığı Vakıfbank’tan belge sızdırdığı” iddia edilen ve bu yüzden “istifa” ettiği söylenen Kemal Kılıçdaroğlu’nun kızı Zeynep Kılıçdaroğlu, gündemin ilk sıralarında...

    Peki; “TÜRGEV adlı vakfa yapılan bağışın belgesi”ni sızdırdığı iddia edilen Zeynep Kılıçdaroğlu kimdir?..

    Kim olacak;

    Elbette “Babasının kızı”dır!..

    Peki, babası kim?..

    Elbette Kemal Kılıçdaroğlu!..

    Peki, Kılıçdaroğlu kim?..

    SSK’YA KAZIK

    Gelin, “Kılıçdaroğlu ve ailesi”ni yakından tanıyalım ve onlara, belki “kendilerinin bile unuttuğu” hayat hikâyelerini yeniden hatırlatalım...

    l Efendim, 6 Eylül 2010 tarihli yazımda demişim ki;

    Vakit’in o günlerde gündeme getirdiği en önemli olaylardan biri de; “İktidara geldiğimizde soymayacağız, soydurmayacağız” diyen ama bizzat kendisi, “SSK’daki soygun”dan dolayı “yargılanacak” iken “Rahşan Affı” ile kurtulan Kemal Kılıçdaroğlu’nun; “aile boyu sigorta üçkâğıdı” yaptığını ortaya koyan haberimizdi.

    Çünkü Kılıçdaroğlu’nun;

    14 yaşındaki oğlu Kerem ve 10 aylık torunu Duru’nun ardından, kızları Azime Aslı ve Zeynep Kılıçdaroğlu’nun da usulsüz yollardan sigortalı yapıldığını gözler önüne sermiştik!..

    Hem de, “iddia” olarak değil, “belge”leriyle!..

    Vakit’in ulaştığı SSK dökümlerine göre Kılıçdaroğlu’nun, Ankara’da yaşayan ve o tarihte lise öğrencisi olan küçük kızı 1979 doğumlu Zeynep Kılıçdaroğlu ve büyük kızı 1976 doğumlu Azime Aslı Nadir Kılıçdaroğlu, üstelik okullarının devam ettiği bir dönemde, merkezi İstanbul’da bulunan Ekinciler Holding bünyesinde çalışıyor gösterilip, birer aylığına sigorta ettirilmiş!

    Ne enteresandır ki;

    “Sigorta yapan adres” hep aynı!..

    Evet, “Ekinciler Holding!”

    Kılıçdaroğlu’nun oğlu Kerem de, kızları Zeynep ve Aslı da, hep “Ekinciler Holding’te çalışıyor” gösterilip, “sigorta” ettirilmiş!..

    Ve yine, ne “tesadüf”(!)tür ki;

    Her üçü de, “birer ay çalışmış”(!)lar!

    Kılıçdaroğlu, çok haklı.

    Gerçekten de;

    “Hırsızlık, babadan evlâda geçiyor!”

    Baksanıza, baba SSK’yı batırmıştı, evlâtları SSK’yı kazıklıyor!..

    PARALI AMA BURSLU!

    Devam edelim...

    9%C5%9Fun14-hk1.jpgl “Ekinciler Holding’ten sigortalı” olarak “lise”yi bitiren Zeynep kızımız, artık “üniversiteli”dir.

    Ama nerede ve nasıl?..

    Tarih 18 Eylül 2010... O günkü Vakit’te şöyle bir haber var:

    Kemal Kılıçdaroğlu’nun kızı Zeynep Kılıçdaroğlu, Ankara’da Köksal Toptan Anadolu Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul’da paralı eğitim veren Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandı. Ancak Kılıçdaroğlu ailesi, yaklaşık yıllık 20 bin TL olan ücreti ödemedi. Çünkü Bilgi Üniversitesi, Tuncelili Zafer Mutlu’nun babası Latif Mutlu’ya ait... Yani Zeynep’i Tuncelili Mutlu ailesi okuttu. Latif Mutlu, iddialara “10 yıl oldu, hatırlamıyorum” derken, Zeynep Kılıçdaroğlu, sorulardan kaçtı.”

    Latif Mutlu, Zeynep’e; acaba “kara kaşı, kara gözü” için mi “burs” verdi, yoksa “Tuncelili dayanışması” olsun diye mi?..

    BANKAYA AMA SINAVSIZ!

    Her neyse... Devam edelim...

    l Zeynep Kılıçdaroğlu, “üniversite”yi de bitirmiştir... Artık “iş hayatı”na atılacaktır...

    Gerisini, 18 Mart 2009 tarihli Vakit’ten okuyalım:

    “CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu, birçok konuşmasında AK Parti hükümetinin kadrolaştığını iddia etmişti. Fakat Kılıçdaroğlu’nun ailesinin de kadrolaştığı ortaya çıktı.

    Kemal Kılıçdaroğlu’nun küçük kızı Zeynep Kılıçdaroğlu’nun, 2007 yılında Türkiye’nin en önemli kamu bankalarından birisi olan Vakıfbank’ın hukuk müşavirliğinde sınavsız işe başladığı öğrenildi. Avukat Zeynep Kılıçdaroğlu’nun en büyük kamu bankalarından olan Vakıfbank’ta, genel müdürün tensibiyle işe alındığı belirlendi. Zeynep Kılıçdaroğlu şu anda Vakıfbank Hukuk Müşavirliği’nin İstanbul Şişli’deki bürosunda çalışmaya devam ediyor.”

    Gördüğünüz gibi;

    Zeynep kızımız “sınavsız” da olsa “Vakıfbank’ın Hukuk Müşavirliği”nde işe alınmış, çalışmaya başlamıştır.

    Hani, Kılıçdaroğlu “AK Parti’nin kadrolaştığı”ndan dem vurur ya, işte kızı, hem de AK Parti iktidarında “Vakıfbank’ta sınavsız işe alınmış” ve dahası, Başbakan Tayyip Erdoğan da, bunu öğrenince; “hayırlısı olsun” demiş!..

    Demek ki;

    “Bizim iktidarımızda, Kılıçdaroğlu’nun kızı da ekmek yesin” diye düşünmüş...

    Kılıçdaroğlu olsa;

    Zırnık koklatmazdı!..

    EV KARŞILIĞI İŞ!

    l Tamam, Zeynep kızımız Vakıfbank’ta işe başlamıştı ama, “kalacak bir ev” bulması lâzım... Aksi halde, bir ev kiralayıp “yalnız” kalacak...

    Vakit’in, 18 Mart 2009 tarihli haberinde, bu problemin nasıl halledildiği, şöyle haberleştirilmiş:

    9%C5%9Fun14-hk2.jpg“Üniversiteyi bitirdikten sonra 2007 yılında Vakıfbank’a sınavsız giren Zeynep Kılıçdaroğlu’nun, şu anda yalnız kalmaması için İstanbul’da bir ailenin evinde kaldığı ve bunun karşılığında ise söz konusu ailenin işsiz oğlu Yusuf Kocadağ’a, 5 ay önce CHP’li Ataşehir Belediyesi’nde iş verildiği ortaya çıktı.

    CHP’li Ataşehir Belediye Başkanı Battal İlgezdi tarafından işe alınan Kocadağ, belediyenin Basın ve Halkla İlişkiler biriminde görev yapıyor... Kocadağ, hakkındaki iddiaları dinledikten sonra telefonu kapattı.”

    Hani, “şanslı” birine; “Ne ballı adamsın” derler ya, Zeynep Kılıçdaroğlu da, “ballı bir kız” olmalı ki, “hep dört ayak üstüne” düşmüş!..

    Şu hâle bakın;

    Daha “Lise’de öğrenci” iken “sigortalı” olmuş!.. Üniversiteyi “paralı” kazanmış ama “burslu” okumuş!.. Vakıfbank’a “sınavsız” girmiş!.. “Ev” sorununu “Kocadağ ailesi” ile halletmiş... Üstelik, ailenin “işsiz” oğlu Yusuf’a “CHP’li Belediye’de iş” verilmesine vesile olmuş!..

    Amma da “ballı kız”mış!..

    RAHATSIZ AMA ÇALIŞIYOR!

    Neyse... Gelelim son olaya...

    l Tarih 20 Mart 2009...

    Turyol’a ait bir tekne ile açıldığı İstanbul Boğazı’nda gazetecilerin sorularını cevaplandıran Kılıçdaroğlu, kızının Vakıfbank’a sınavsız nasıl girdiği konusunda ısrarla açıklama yapması istenmesi üzerine demişti ki;

    “Ben hiçbir soruyu cevapsız bırakmam. Kızım İngilizcesi olan yurtdışında eğitim görmüş bir kişidir. Her yerde işe girebilecek bir avukattır. Vakıfbank’ta işe girmesi onun tercihidir. Torpil yapılması söz konusu değildir. Ama işinden memnun değil, istifa edip ayrılabilir.”

    Ne ilginçtir ki;

    Mart 2009’da, babasının “işinden memnun olmadığı için istifa edeceği” söylenen Zeynep Kılıçdaroğlu, “4 yıl daha” Vakıfbank’ta kalıyor ve ancak 29 Ocak 2014’te istifa ediyor...

    İlginç bir zamanlama!..

    KIZI MI SIZDIRDI?

    İlginç, çünkü, bu istifa; babası Kemal Kılıçdaroğlu’nun, 28 Ocak günkü CHP Grubu’nda yaptığı konuşmada; “TÜRGEV’in Vakıf Bankası’ndaki bir hesabına 26 Nisan’da 99 milyon 999 bin 990 dolar para yattı mı?.. Bu para bir rüşvet parası mıdır” diye sorduğu günden bir gün sonra gerçekleşmiştir?..

    Bu vesileyle, şunu söyleyelim:

    Siyasi partilere bağışlar 20 bin lirayla sınırlıdır... Ama vakıflara yapılan bağışın sınırı yoktur...

    9%C5%9Fun14-hk3.jpgBay Kılıçdaroğlu, tutturmuş bir TÜRGEV... Peki, AK Parti’den önceki dönemlerde Fatih Belediyesi, ÇYDD’ye, İstek Vakfı’na, TEV’e arazi bağışlamadı mı? Ne yani; o vakıflar, şimdi suç mu işlediler?..

    Bunu yazdım ki, Bay Kılıçdaroğlu’nun samimiyetsizliği daha iyi anlaşılsın...

    Her neyse... Devam edelim...

    Bay Kılıçdaroğlu’na sormuşlar:

    “Dile getirdiğiniz iddialar ile kızınızın istifası arasında bir bağlantı var mı?”

    Kılıçdaroğlu, “hayır” demiş; “Kesinlikle hayır... Uzun süredir kendisi kamu görevinden ayrılarak özel sektörde çalışmak istiyordu. Tamamıyla kendi kişisel kararı.”

    Kılıçdaroğlu, “böyle demek zorunda” kalmış olsa da, gazetelerdeki yorumlarda deniliyor ki;

    “Zeynep Kılıçdaroğlu, Vakıfbank’ın içinden bilgi sızdırdığı iddialarının artması üzerine istifa etmek zorunda kaldı!”

    Böyle midir, bilmiyorum...

    Ama, “iddia edildiği” gibi, TÜRGEV’le ilgili bilgileri “Zeynep Kılıçdaroğlu sızdırdı” ise, bunun adı “hırsızlık”tır... Evet, “bilgi hırsızlığı!”

    Bu “sızdırma”yı kim yaptı ise;

    Bunun adı “müşteriye ihanet”tir.

    “Eğer iddialar doğru ise”; Zeynep Kılıçdaroğlu, gitmek istediği özel sektöre nasıl “güven” verebilir ki?..

    Onu, kim çalıştırmak ister?..

    Ama, bu olayın ortaya çıkması çok çok iyi oldu... Yine tekrar ediyorum, “iddialar doğru ise”, Zeynep Hanım, nihayetinde babasını doğrulamıştır.

    Ne diyordu babası;

    “Hırsızlık babadan evlâda geçer.

    Evlâttan babaya değil!”

    SSK’daki “yolsuzluk”ları ve “kayırmacılık”ları herhalde “benim babam” yapmadı!..

    “Zeynep’in babası”, o dâvâlardan nasıl yırttığını anlatmalı değil mi?

    **********************************************************

    Casusluk ya da vatana ihanet örnekleri!

    Başbakan Tayyip Erdoğan, Almanya dönüşü, uçaktaki sohbetimizde; “Benim evimin dinlenmesi casusluktur” demişti... Malûm; “casusluk” suçu, “vatana ihanet”le eşdeğerdir... Çünkü, “casusluk” yapıldığında, ortada “en az 2 taraf” vardır... Yani, “Erdoğan’ı dinleyen” her kimlerse, aldıkları bilgileri, “bir başka ülkeye aktarıyor” demektir!..

    Bunu yapanlar, “Paralel Yapı’nın Badem Bıyıklı Neoconları” olduğuna göre, aldıkları bilgileri acaba “hangi ülkeye” servis etmektedirler?..

    Terör Devleti İsrail’e mi,

    Amerikalı Neocon’lara mı?..

    Ortada bir “casusluk” olduğuna göre, demek oluyor ki; “bilginin paylaşıldığı ülke veya ülkeler” de işin içindedir.

    Erdoğan’ın evini dinlemek, nasıl “casusluk” yani “vatana ihanet” ise; tam da Cenevre öncesinde Hatay’da, içlerinde “ilaç ve gıda malzemesi” bulunan “MİT TIR’ları”nı durdurup, “içinde silah var” şayiası yaymak ve “Türkiye’yi, Suriye’deki terör örgütlerine silah yardımı yapıyor” gibi göstermek de, “vatana ihanet”tir!..

    Bunun hesabı, elbette sorulacaktır.

     


  10. Erdoğan’a iyice bağlanıyoruz !

    Hakan Şükür, dershane meselesini gerekçe göstererek AK Parti’den istifa etti. Sırada 20 milletvekili daha varmış”
    dediler. Peki dedim, genel seçimlerde onlardan her birinin yerine iki AK Parti’liyi meclise sokmak için elimizden geleni
    yapmazsak yuh bize!

    “Mansur Yavaş, CHP’nin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı adayı oluyor. Dershane meselesi yüzünden hükümete
    buğzeden kardeşlerimiz de gözlerini iyice karartarak Mansur Yavaş’la beraber CHP’ye çalışmaya hazırlanıyorlarmış”
    dediler. Peki dedim, Melih Gökçek’in eskisinden çok daha büyük bir oy oranıyla yeniden Ankara Büyükşehir Belediye
    Başkanı seçilmesi için var gücümüzle çalışmazsak yuh bize!
    Sabahleyin arkadaşlar peş peşe arayıp “Hükümete yakın bazı bürokratlar ve üç bakanın oğlu yolsuzluk iddiasıyla
    gözaltına alınmış. Cemaatin intikam operasyonuna benziyor” dediler. Yine peki dedim, hükümetin arkasında her
    zamankinden daha sıkı bir şekilde durmazsak yuh bize!
    ***
    Başbakan Erdoğan’ın canını yakmak ve AK Parti iktidarını yıpratmak adına Türkiye düşmanı uluslararası güç odaklarının
    ekmeğine yağ sürmeyi dahî göze alarak her şeyi yapmaya hazır olduğu intibaını uyandıran bir kadroyla karşı karşıyayız.
    Darbeci generallere selam göndererek, hükümetle mücadele yolunda hiçbir bel altı vuruşundan imtina etmeyeceğini
    daha yolun başında açıkça ortaya koymuş olan bir kadroyla...
    Hal bu iken, Hakan Şükür adına kaleme alınan istifa mektubunun veya o yolsuzluk iddialarının içeriklerine
    yoğunlaşacak değilim. İsterlerse porno kasetler de çıkarsınlar, onları izleyecek de değilim.
    Önce mazrufa değil zarfa bakarım bu ortamda. Zarfın “Gönderen” kısmına bakarım. Orada “Erdoğan’dan İntikam
    Merkezi” mi yazıyor? Öyleyse o mektubun bana söylediği ilk şey şu: Erdoğan’a sahip çık!
    ***
    Böyle atraksiyonlarla AK Parti idaresinin ve bilhassa Erdoğan’ın itibarını zedeleyebileceklerini zannedenler, geçmişteki
    kirli kampanyaların nasıl ters teptiğini ve umulanın aksine hizmet ettiğini hatırlamıyorlar herhalde.
    Gezi’ciler gibi onlar da dağıtmaya çalıştıkları safları sıklaştırdıklarının farkında değiller.
    Bu konuda benim gibi düşünen, benim gibi tepki veren, benim gibi refleks gösteren insanların haddi hesabı yok.
    Gülen Cemaati’ne mensup birçok arkadaşım da bu süreçte Başbakan Erdoğan’a iyice bağlandı.

    Erdoğan ve arkadaşlarının inşa ettiği Yeni Türkiye’nin temeline dinamit koymaya ahdeden Gezi’cilere ve onların
    arkasındaki faiz lobisine, uluslararası sermaye çevrelerine, emperyalist komploculara karşı iyice bilenerek beklediğimiz
    seçimleri, bunlarla aynı kareye girmeyi kendilerine maalesef yakıştırabilen dostlarımızı titretip kendilerine döndürmek
    için de iple çekiyoruz.
    ***
    Şimdiye kadar AK Parti üyesi olmadım. Şimdi, bu yazıyı noktalar noktalamaz, ilk iş olarak, üye yazılmak için AK Parti
    Yenimahalle İlçe Teşkilatı’na gideceğim inşaallah.

    Hakan Albayrak-STAR GAZETESİ


  11. Birgün Yunusun evinde buğday bitmiştir.Anası buğday bulması için onu dışarıya yollamıştır.Yunus eşşeğini alıp yola koyulmuştur.Sonra köyün yakınlarında bir degaha gitmiştir.Dergahtaki hocadan (kusura bakmayın unuttum ismini) buğday istemiştir.Hoca ise
    "Buğday mı istersin yoksa himmet mi?" demiş
    Yunus "Buğday İsterim" demiş. Hoca tekrar sormuş "Buğdaymı istersin yoksa himmetmi?" Yunus kendi kendine allah allah bu himmet ne menem bişeydirki bu kadar değerli demiş.Sonra cevabını vermiş. "Buğday isterim"
    hoca çocuklardan iste ne kadar buğday istersen o kadar versinler demiş.
    Ambara gitmiş eşşeğe fazlasıyla buğdayları yüklemiş.buğday bulmuş olmanın sevinciyle yola koyulmuş.Ormandan geçerken eşşek yorulmuş tökezlemiş ve buğdaylar yere saçılmış.Yunus toplamaya çalışmış fakat başaramamış çünkü hepsi yerdeydi kilolarca buğday ziyan olmuş.Sonra Yunus düşünmüş taşınmış ve dergaha dönmeye karar vermiş.Gitmiş hocayı sormuş.Toplantıda ama beklersen çıkınca görüşebilirsin demişler.Saatlerce beklemiş Yunus.Sonunda hoca çıkmış.Yunus siz haklısınız ben "himmet" istiyorum demiş boynu bükük bir şekilde.
    Hoca himmet bizim kapımızdan çıktı eğer çok arıyorsan Anadolu nun bi köyünde Kör bir ozan vardır.Adı Taptuk Emre dir.Git onun dergahında bulabilirsin demiş.
    Yunus koyulmuş yola gelmiş Taptuk Emre hazretlerinin huzuruna.
    Yunus ürkek bir sesle "İzin verirseniz sizden himmet istiyorum" demiş.
    Taptuk Emre "Himmet elden alınmaz terle alınır" demiş.Yunus o günden sonra Hz. Taptuk Emre nin dergahında çalışmaya başlamış.Yıllarca orada türküler şiirler bestelemişler beraber.Yunus o kadar iyi çalışmışki bir kere bile dergahın kapısından eğri bir odun parçası bile girmemiş.Yunus bakmış himmet mimmet yok ortada. Ve dergahtan gitmeye karar vermiş.Yunus gece toplanmış ve evine gitmeye karar vererek yola koyulmuş.Uzunca bir süre yürümüş.Sonra çölde bir kervanla karşılaşmış.Kervana katılmak için izin istemiş ve kervana katılmış fakat yunus kim olduğunu nereye gittiğini niçin gittiğini söylememiş zaten diğerleride pek merak etmemişler.Kervan birkaç saat sonra durmuş.Hocalardan biri sofrayı hazırlıcaz demiş yunusa.Oturmuşlar hep beraber ellerini açmışlar ve pat diye önlerine bir sofra inmiş.Yunus Şaşkin gözlerine inanamamış.Ama soramamışta.İkinci gün yine sofra kurmuşlar yine pat diye gelmiş sofra yunus yine şaşırmış fakat yine korkusundan soramamış.Ertesi gün hocalar dönmüşler yunusa "hadi bakalım sıra sende" demişler.Yunus şaşırmış."Ama siz ne için dua ettiniz bilmiyorumki" demiş.Hocalar sen aç elini ve Allah rızası için dua et eğer kabul olursa tanrı bize sofrasını bahşeder demiş.Yunus oturmuş açmış ellerini ve "Allahım bunlar kimin için dua ettilerse bende onun rızası için dua ediyorum sana şükürler olsun ya rabbim" demiş. ve çölün ortasında kocaman mükkemmel bir sofra inmiş.Herkes şaşkın daha önce böyle sofra kimse görmemişti.Hocalar yunus a sormuş.Ya sen kimsin ne için dua ettinki yüce allah bize böyle bir sofra nasip etti demişler.Yunus siz kimin için ettiyseniz bende onun için ettim demiş.
    Hocalar biz Taptuk Emre nin dergahında Yunus adında bir ozan var onun için dua ettik demişler.Yunus şaşırmış ve geri dönmek istemiş.
    Düşmüş yola.günler sonra öğlen vakti dergaha gelmiş.Eve çıkmış Taptuk Emre yokmuş.Karısını görmüş ve sormuş.
    Karısı Taptuk Emre nin camiide vaaz verdiğini söylemiş.Sonra Yunus sen kapının eşiğine yat demiş.Yunus bir anlam verememiş.
    Kadın sen kapının eşiğine yat Taptuk Emre bastonuyla yoklarken burda birşey olduğunu sorucak.Bende Yunus diyecem ama sakın kalkma.O eğer Hangi Yunus derse hiç sesini çıkartmadan burayı terket ve evine geri dön.
    Eğer bizim yunus mu derse kapımız sana istediğin kadar açıktır demiş.
    Taptuk Emre camiiden çıkmış ve evin merdivenlerini çıkmış.Kapıyı yokladıktan sonra bastonu takılmış.
    Karısına "Hanım burda birşey var ne bu" demiş.
    Karıs "Yunus Emre" demiş.
    Taptuk Emre "Bizim Yunus mu" demiş,
    Karısı evet Bizim yunus demiş.
    Yunus Emre sevinçli bir şekilde ayağa kalkmış ve Taptuk Emre nin elini öpmüş.Ondan sonra o dergahta kalmış ve Yunus un olduğu sürece içeriye tekbir eğri söz tek bir eğri odun parçası bile girmemiş....

    • Like 1

  12. Mona Roza Şiirinin Hikayesi ve Sırları

    kirmizi-gul.jpgMona Roza Tek Gül anlamına gelir. Bir rivayete göre... Sezai Karakoç üniversitedeyken bir okul arkadaşına sevdalanır.. Fakat kendisini yakışıklı bulmadığı için ona bir türlü açılamaz.. Bir gün cesaretini toplayıp aşkını Muazzez Hanım´ a arzeder..Fakat reddedilince çok üzülür.. Okullar tatil olur.. Muazzez hanım Geyve´ de yazlıkta kalmaya başlar.. Sezai Karakoç' ta tam karşısındaki yazlığın bahçesinde bahçıvan olarak çalışmaya başlar.. Her gün karşılıksız sevgi duyduğu sevgilisini seyreder..Ona şiirler yazar. Mona Roza şiirinin her kıtasının baş harflerine dikkat edersek Muazzez Akkayam ismi ortaya çıkar. Gel zaman git zaman.. Okul biter ve mezuniyet töreni yapılır..Mezuniyet törenindeyse Sezai Karakoç Mona Roza şiirini okur. Muazzez Akkaya ise tam karşısındadır. Şiiri bittikten sonra bir alkış tufanı kopar. Herkes bir daha okuması için ısrar eder. Ve tam 3 kez Sezai Karakoç bu şiiri ard arda okur. Sahneden tam ineceği sırada Muazzez Hanım koşarak yanına gelir ve ona hala teklifinin geçerli olup olmadığını sorar. Sezai Karakoç senin aşkın artık benimkine yetişemez der ve hayır cevabını verir Muazzez Hanım bayılır. Ertesi gün ise Muazzez Hanım´ ın intihar ettiği duyulur. Sezai Karakoç hala evlenmemiştir.....

    Sezai KarakoçLa Muazzez Akkaya aynı karede!!

    sezai_muazzez_1242070006.jpg

     

    Şiirin Sırları

    BİRİNCİ SIR: Mona şiiri
    Mona Roza siyah güller, ak güller /
    Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak" diye başlar.
    Geyve'nin sırrı ortaya çıktı: Sezai Karakoç'un büyük aşkı Muazzez Akkaya Geyveliymiş.

    İKİNCİ SIR: Mona Roza şiiri büyük efsanelere ve tevatürlere de konu oldu. Onlardan biri de Muazzez Akkaya'nın intihar ettiği şeklindeydi. Bu rivayet doğru değil. Çünkü Muazzez Hanım'ın şu anda New York'ta büyük kızı Dr. Ayşegül Giray ile birlikte yaşadığını biliyoruz.

    ÜÇÜNCÜ SIR: Sezai Karakoç'un Mona Roza şiirini tamamen platonik duygular içinde yazdığı, Muazzez Akkaya ile hiç tanışmadığı sanılıyordu. Karakoç'un Muazzez Hanım'a açılıp açılmadığını hálá bilmiyoruz ama iki ismin birbiriyle tanıştıkları kesinleşti.

    DÖRDÜNCÜ SIR: Muazzez Akkaya'nın durgun ve melankolik bir kadın olduğu sanılırdı. Hayalleri yıkma pahasına kızının tanıklığıyla söyleyelim: Karşımızda neşeli, esprili, hayat dolu bir kadın var.

    BEŞİNCİ SIR: Muazzez Akkaya'nın Mülkiye yıllarında uluslararası yarışmalara katılan bir ping pong şampiyonu olduğu bilgisi, Sezai Karakoç'un ünlü "Ping Pong Masası" şiirini anlamlandırmamıza yardımcı oldu.

    ALTINCI SIR: Mona Roza şiirinde
    "Artık inan bana muhacir kızı /
    Dinle ve kabul et itirafımı" şeklinde iki dize var.
    Muazzez Akkaya'nın, Geyve'ye sonradan yerleşmiş bir muhacir ailesinin kızı olduğunu bilmem belirtmeye gerek var mı? İşte o meşhur Mülkiyeli kızın adı: Muazzez Akkaya...

    Kandilli Kız Lisesi'ni "Pekiyi" derecesiyle bitirdi. 1950'de Mülkiye'ye girdi. Aynı okulda öğrenim gören sınıf arkadaşı şair Sezai Karakoç'u "fırtınalı bir aşk Okulun en popüler kızlarındandı. Baş döndürücü güzellikle ve Grace Kelly tipinde bir kız. Aynı okulda öğrenim gören sınıf arkadaşı şair Sezai Karakoç'u "fırtınalı bir"ın içine sürükledi. Böylece "Uğruna Türk edebiyatının en gizemli ve en dokunaklı aşk Mona Roza yazıldığı kadın" olarak kayıtlara geçti. Esin kaynağı olduğu Mona Roza şiirinden hiç haberdar olmadı. Ancak okul günlerinde paltosunun cebinde şairi meçhul şiirler buldu ve bu şiirlerin şairinin sınıf arkadaşı Sezai Karakoç olduğunu bilmedi. Okulu bitirdikten birkaç yıl sonra Maliye Bakanlığı'nda üst düzey görevler yapan ve geçen yıl hayatını kaybeden Orhan Giray ile evlendi. Üç çocuğu oldu. Şu anda büyük kızı Ayşegül Giray ile yaşıyor...

    Mona Roza (kıtaLarın baş harfLeri >>>Muazzez Akkayam)

    MONA ROZA

    Mona Roza, siyah güller, ak güller
    Geyvenin gülleri ve beyaz yatak
    Kanadı kırık kuş merhamet ister
    Ah, senin yüzünden kana batacak
    Mona Roza siyah güller, ak güller

    Ulur aya karşı kirli çakallar
    Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
    Mona Roza, bugün bende bir hal var
    Yağmur iğri iğri düşer toprağa
    Ulur aya karşı kirli çakallar

    Açma pencereni perdeleri çek
    Mona Roza seni görmemeliyim
    Bir bakışın ölmem için yetecek
    Anla Mona Roza, ben bir deliyim
    Açma pencereni perdeleri çek...

    Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
    Bende çıkar güneş aydınlığa
    Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
    Seni hatırlatıyor her zaman bana
    Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi

    Zambaklar en ıssız yerlerde açar
    Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
    Bir mumun ardında bekleyen rüzgar
    Işıksız ruhumu sallar da durur
    Zambaklar en ıssız yerlerde açar

    Ellerin ellerin ve parmakların
    Bir nar çiçeğini eziyor gibi
    Ellerinden belli oluyor bir kadın
    Denizin dibinde geziyor gibi
    Ellerin ellerin ve parmakların

    Zaman ne de çabuk geçiyormuazzez_akkaya_1241810916.gif
    MonaSaat onikidir söndü lambalar
    Uyu da turnalar girsin rüyana

    Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar

    Zaman ne de çabuk geçiyor Mona

    Akşamları gelir incir kuşları
    Konar bahçenin incirlerine
    Kiminin rengi ak, kimisi sarı
    Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine
    Akşamları gelir incir kuşları

    Ki ben Mona Roza bulurum seni
    İncir kuşlarının bakışlarında
    Hayatla doldurur bu boş yelkeni
    O masum bakışlar su kenarında
    Ki ben Mona Roza bulurum seni

    Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
    Henüz dinlemedin benden türküler
    Benim aşkım sığmaz öyle her saza
    En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
    Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza

    Artık inan bana muhacir kızı
    Dinle ve kabul et itirafımı
    Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
    Alev alev sardı her tarafımı
    Artık inan bana muhacir kızı

    Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
    Meyvalar sabırla olgunlaşırmış
    Bir gün gözlerimin ta içine bak
    Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
    Yağmurlardan sonra büyürmüş başak

    Altın bilezikler o kokulu ten
    Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
    Bir tüy ki can verir bir gülümsesen
    Bir tüy ki kapalı gece ve güne
    Altın bilezikler o kokulu ten

    Mona Roza siyah güller, ak güller
    Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
    Kanadı kırık kuş merhamet ister
    Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!
    Mona Roza siyah güller, ak güller

    Sezai Karakoç

     


  13. 7_b.jpg
    Yunan tanrılarının kralı Zeus’un oğlu Herkül!
    23 Kasım 2013 Cumartesi 00:45
    .

    Bugün, 8. gün... Bugüne kadar, hiçbir konuda “8 gün üst üste” yazı yazmadım... Ama; “Dershane... Cemaat... Hocaefendi” konularında, “maalesef” 8 gündür yazıyorum...
    Daha doğrusu;
    Yazmak zorunda kalıyorum...
    Dün de ifade ettiğim gibi;
    Son 3 gündür, “Bu son yazı” diyerek başlıyorum yazı yazmaya...
    Gerek “Cemaat’teki arkadaşlar”dan, gerek “bu kavga bitsin” düşüncesiyle telefon açıp “arabulucu” olan dostlardan gelen “rica”lar üzerine; “Tamam bitiriyorum” diyorum...
    Ne var ki;
    Ben “Bitiriyorum” dedikçe, “daha fazla üzerime gelmeye” başladılar... “Eleştiri”lere zaten bir diyeceğim yok... “Hakaret”lere de kulağımı tıkadım... Ama iş, “sinkaflı küfür ve tehdit” boyutlarına ulaşınca, “susma”nın anlamsız olacağını düşünmeye başladım...

    GELMİŞİNİ!.. GEÇMİŞİNİ!

    Gördüğünüz gibi;

    Hiçbir yazımda; gerek “Hocaefendi”ye, gerek “Cemaat”e yönelik “eleştiri” ve “talep”ten öteye bir ifade kullanmadım... Mümkün olduğu kadar “saygılı bir üslup” kullanmaya, “kardeşlik hukuku”nu çiğnememeye çalıştım... Öyle ya; yarın yüz yüze bakacağız...

    Dediğim açık:
    İstedim ki; Hocaefendi, “Firavun ve Karun” suçlamalarından, ya da öyle yansıtılmasından dolayı kalbini kırdığı Başbakan’dan bir “özür” dilesin, daha da olmadı “helâllik” istesin!..

    Hele söyleyin;
    Bu, gayet “insani bir talep” değil mi?..

    Ama, “Cemaat mensupları” ne yaptılar?.. Ne “yalakalığımı” bıraktılar, ne “tetikçi”liğimi!..
    Hepsini sineye çektim...
    Ama, birileri kalkıp da;
    “Ulan Hasan!” diye başlayıp, “Gelmişini!.. Geçmişini!.. Testiden su içmişini!” diye biten “küfür”ler yağdırmaya başlayınca, gördüm ki; bunlarda “seviye-meviye” kalmamış, iyice “çukur”laşmaya başlamışlar!..
    Yine de, onları;
    “Kaale almıyorum!”

    22 YIL ÖNCEKİ YAZI... NE İŞ?

    Ama, “Cemaat’teki arkadaşlar”a ve beni arayan “arabulucu”lara sormak istiyorum: Benim “susmamı” isterlerken, kendileri bu “kavga”yı niye sürdürüyorlar, “yangına odun atmaya” ve “ateşi körüklemeye” niye devam ediyorlar?..

    Meselâ, Hocaefendi’nin; Yeni Ümit dergisinin 11. sayısı için 1991 yılında, yani “22 yıl önce” kaleme aldığı “Lider” başlıklı makalesini “dün” yayınlayan Zaman gazetesi ne yapmak istemektedir?..

    Hocaefendi, 1991 yılında; “Seviyeli insan, idareci kadro ve lider kıtlığı bunalımı”ndan söz edip, demiş ki;

    “Süleyman çoktan göçüp gitmiş ve o muhteşem saltanatın yerinde iblisler satranç oynuyor!”

    “Süleyman” kim, “iblis” kim?..

    Ve Zaman gazetesi, “22 yıl önce” yazılmış bu yazıyı, bugün niye yayımlıyor?..

    Amaç ne?..

    Dünden-bugüne bir “gönderme” yapıp, Erdoğan’ı “lider” olarak görmediklerini mi ima etmek istiyorlar?.. Niye “kaçak” güreşiyorlar, söyleyeceklerini niye “açıkça” söylemeyip de, “Hocaefendi’nin omuzundan ateş” ediyorlar?..
    Tamam, “kavga bitsin” de,
    Böyle mi bitecek?..
    Biliyorum, yine diyecekler ki;
    “Hocaefendi, ortaya bir elbise koydu, artık kimin sırtına uyarsa!”
    Yine “iyi niyet”le soruyorum;
    22 yıl önceki bir “elbiseyi” niye bugün “gardırop”tan çıkarıyor ve onu “kimin sırtına uygun” görüyorsunuz?..

    Evet;
    “Süleyman” kimdir, saltanatın yerinde “satranç” oynayan “iblis”ler kimdir?..
    Böyle mi bitecek kavga?..
    Derler ki; “Sırça Köşk’te oturanlar, evlerinin duvarı camdan olanlar, komşusunun penceresine taş atmamalıdır.”
    Sizler, “taş” atmaya devam ederseniz, başkaları da sizi taşlar!..
    Kimsenin eli armut toplamıyor.

    SİTENİN İSMİ NİYE HERKÜL?

    Bütün “hakaret”lere, “iftira”lara ve “küfür”lere rağmen, ben hiç kimseye “anladığı dilden” cevap vermeyecek ve üslubumu asla bozmayacağım...
    Sadece bir “soru” sormak istiyorum...
    İnşallah yine “hakaret”lere, “iftira ve küfür”lere maruz kalmam da, soruma bir “cevap” alırım...

    Ama, peşinen söyleyeyim:

    Sorum “Hocaefendi”ye değil,

    “Hocaefendicilere”dir!..

    Evet, “Hocaefendici”lere!..

    Merak ediyorum; Hocaefendi’nin “vaaz”larının, “konuşma”larının ve “mesaj”larının yayınlandığı “internet sitesi”ne “Herkul.org” adını veren kimdir?.. Bu “internet sitesi”nin kuruluş tarihi 13 Ekim 2001’dir... Daha sonra da, yani 3 Ocak 2002 tarihinde de “Fgulen.com” adlı internet sitesi kurulmuştur.

    Peki ama, Hocaefendi’nin konuşma ve mesajları, daha çok niye “Herkul.org”ta yayınlanıyor?..

    Bu siteye, “Herkül” adını verenler, acaba Hocaefendi’den “izin” almışlar mıdır?..
    Sitenin ismini “Herkul.org” koyanlar, bu ismin, hiç de “İslâmi bir isim” olmadığını, tam aksine “Yunan tanrısı Zeus’un oğlu Herkül”ün adını taşıdığını acaba bilmiyorlar mıydı?..

    Yoksa, o ismi verenler;
    “Kulların her biri” anlamında,
    “Her Kul” mu demek istediler?

    Öyle sanıyorum ki;
    Hocaefendi, bütün “Müslüman”lara; “Çocuklarınıza İslami isimler koyun” tavsiyesinde bulunur...
    Peki; “Hocaefendi’nin bir çocuğu” olarak görülebilecek “internet sitesi”ne, “Yunan tanrısı Zeus’un oğlu”nun adını kim münasip gördü?..
    Tekrar soruyorum;
    “Yunan tanrısı Zeus ve karısı Alkmene’den doğma Herkül”ün adı, bu siteye; “Hocaefendi’nin bilgisi dahilinde” mi verildi, yoksa “Hocaefendi’ye rağmen” mi?..
    Siteye “Herkül” adını verenler, acaba; Herkül’ün; “Yunan mitolojisinde sözü geçen, çok kuvvetli ve en ünlü kahraman” olduğunu mu düşündü?..

    12 GÖREV VE ACI SON!

    Ve yine;
    Siteye “Herkül” adını verenler; “Herkül’ün, bir kâhin tarafından kendisine verilen 12 görevi yerine getirmek” için, “yok etmediği hedef” ve “öldürmediği canlı” bırakmadığını bile bile mi bu adı verdiler?..
    Eğer bu isim “tesadüfen(!) değil de, “biline biline” verildi ise, bu “Hocaefen-dici”lere, “Herkül’ün akıbeti”ni hatırlatmakta fayda var...
    Hikâyenin sonu şöyledir:
    “Herkül, bu 12 görevi başarıyla sonuçlandırdıktan sonra serbest kalınca Deianira adında bir kadınla evlendi... Bu kadın Herkül’ü kıskandığından, bir gün ona zehirli bir elbise giydirdi. Herkül zehirlenince o kadar büyük bir acı çekti ki, en sonunda dağın tepesinde kütüklerden bir küme yaptı, bunların üzerine uzandı... Arkadaşı Philoktetes’ten kütükleri ateşe vermesini istedi. Böylece Herkül’ün vücudu cayır cayır yandı ve yok oldu.”
    Bu hikâyeyi anlattıktan sonra, son olarak şunu demek istiyorum;
    Hem “Yangın sönsün” diyen, hem de, buldukları bütün “odun” ve “kütük”leri ateşin üzerine atan arkadaşlar, korkarım ki; bu gidişle “Herkül’ün bedeni”ni de yakacaklar!..
    Bütün bunlara rağmen; ben yine de “Zeus’un oğlu Herkül”ün değil, “Her kul”un kastedildiğine inanmak istiyorum...
    Bugünlük bu kadar!..

     

    Sadece ziyaret etmedim, telefon da ettim!
    Bazı arkadaşlar, benim “Hocaefendiciler” için söylediğim sözleri “Hocaefendi” için söylediğimi yazıp, ona “hakaret” ettiğimi iddia etmişler... Oysa, Hocaefendi’ye saygıda kusur etmem... Hele de; “Hoca” olarak kaldığı sürece.
    “Hizmet ehli bir yazar”, dün benim ABD’de bulunduğum sıralarda; “Bir grup gazeteciyle Hocaefendi’yi ziyaret ettiğimi, orada saygı cümleleri kurduğumu” yazmış... Doğrudur, Hoca’ya saygıda kusur etmem... Kaldı ki, bu “gizli-kapaklı bir olay” değildi...
    Arkadaş yazmamış ama, ben “dahasını” da yaptım... Birkaç hafta önce, Hocaefendi’nin “rahatsızlık” geçirdiğini duyunca, aradım; “Geçmiş olsun” dedim, “acil şifalar” diledim... Bunun da ilanı Zaman’da yayınlandı... Ama benim, Hocaefendi ile görüşmüş olmam ya da ona “Geçmiş olsun” demem, “biat” ettiğim anlamına gelmez... Dahası; “saygı gösterilen insanların eleştirilemeyeceği” diye bir kural da yok...
    Bu vesileyle, o arkadaşın “iftira”sına da bir cevap vereyim:
    “Taraf ve Sol gazeteleri, hiçbir zaman Akit’in matbaasında basılmadı... Bu, hem yalan, hem de iftiradır!.. Sen, istersen; Taraf’ı kimin sübvanse ettiğini araştır!”

     


  14. Hasan Karakaya / Yeni Akit
    font-01.gif font-02.gif font-03.gif font-04.gif
    7_b.jpg
    Dershane tartışması... Maskeler düştü, çehreler göründü!
    21 Kasım 2013 Perşembe 00:15
    .

    Malûm, Matematik’te “dört işlem” vardır... “Toplama, çıkarma, çarpma ve bölme” işlemleri yapıldıktan sonra, bir de sonucun “doğru” mu, “yanlış” mı olduğunu test etmek için, “sağlama” yapılır.
    5’ten 3’ü çıkardın mı 2 kalır...
    2 “çıkan”dır, 3 ise “çıkarılan...”
    İşte, “çıkan” ile “çıkarılan”ı toplamak, “sağlama”dır... Sonuç 5 çıkacağına göre, demek ki, işlem “doğru”dur.
    “Dört işlem”den hareketle, gelin; son günlerin “tartışma konusu” olan “dershaneler” meselesine gelelim ve neticenin “doğru” mu, “yanlış” mı olduğunu anlamak için bir “sağlama” yapalım...
    Bakanlar Kurulu’nun Pazartesi günü yaptığı “7 saatlik toplantı”dan sonra, Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın yaptığı; “Etüd merkezleri ve okuma salonlarının kapatılması söz konusu değil... Dershaneler konusunda halka yanlış akseden konuların ele alınması ile birlikte paydaşlarla birlikte bu konunun tekrar ele alınmasının yerinde olacağı konusunda görüş birliğine vardık” şeklindeki açıklamadan sonra, konunun “tartışma zemininden çıkacağını” umuyoruz.
    Ama yine de, bu tartışma; “maske”lerin inmesi, “gerçek çehre”lerin ortaya çıkması açısından son derece faydalı oldu...
    Hani, “berber”e giden adam, “saçım ak mı, kara mı?” diye sorunca, berber; “Biraz sonra önüne düşünce görürsün” demiş ya, bu da öyle bir mesele...
    Gördük... Kimin saçı “ak”tır, kimin “kara”dır, çok iyi gördük...
    “Hükümet” açısından da gördük, “Hocaefendi” açısından da gördük, “Zaman gazetesi” açısından da gördük... Elbette; “işadamları, STK’lar ve gazeteler” açısından da gördük.

    NASIRINA BASMA

    Çok iyi gördük ki;
    “Okul”ları, “dershane”leri, “STK’ları” ve “medya”sı ile “büyük bir güç” haline gelen Cemaat, yeri geldiğinde “Hükümet’e isyan” edebileceğini, “rant” sözkonusu olduğunda, hele hele “nasır”ına basıldığında, “herkesi satabileceğini” göstermiştir!.. “Hakaret”lerin yanı sıra, “oy vermeyebiliriz” açıklamaları, ne yapabileceklerinin işaretleridir...
    Ortaya çıkmıştır ki;
    “Cemaat” ile yola çıkmak, onunla bir iş tutmak istiyorsan, asla “nasır”ına basmayacak ve katiyen “menfaat”ine dokunmayacaksın!..
    “Nasır”ına basar, “menfaat”ine dokunursan, ne “hoşgörü” kalır ortada, ne de “diyalog!”
    “Hakaret”ler de cabası!..

    HÜKÜMETİN SAĞDUYUSU

    Olaya “hükümet” cephesinden bakacak olursak; birileri, Bülent Arınç’ın sözlerinden hareketle, “dershane” konusunda bir “geri adım” atıldığını düşünebilir...
    Ama, “dersaneleri kapatma” girişiminin taa 2008’den bu yana gündemde olduğunu unutmamak gerekir...
    Hükümet, her girişim esnasında “eksiklikler” olduğunu gördü ve “uygulama”yı erteledi.
    Öyle sanıyorum ki;
    Son “taslak”ta da eksiklik ve yanlışlıklar görüldü... Bunların “paydaşlarla görüşülerek” halledilmesi konusunda bir “kanaat” belirmiş olmalı ki, uygulama yine ertelendi...
    Ama, bu “erteleme”ye bakıp, hiç kimse dershane konusunun “gündemden kalktığını” düşünmemelidir.
    Bugün değilse yarın, konu yeniden gündeme gelecektir.
    Kabul etmeliyiz ki;
    Hükümet, bu son süreçte son derece “sağduyulu ve itidalli” davranmış, bütün “saldırgan” ifadelere karşı “kardeşlik hukukuna riayet” etmiştir.
    Hükümet, bütün “yıpratma kampan-yaları”na rağmen, hiç “üslub”unu bozmamış, “öfke, hınç ve histeri nöbeti”ne girmemiştir!.. Eğer, Hükümet; konuyu “teknik” düzeyde tutmasaydı, “kavga” çok daha sert olurdu!..

    HOCAEFENDİ’NİN HIRÇINLIĞI

    Aynı durum, Fethullah Hocaefendi için maalesef geçerli değildir... “Diyalog ve hoşgörü timsali” olarak gösterilen Hocaefendi’nin, “menfaat” sözkonusu olduğunda nasıl “hırçın”, nasıl “öfkeli” ve nasıl “agresif” olabileceği “dershane olayı”nda görüldü!..
    Her şey yolunda iken “yüzüne güldüğü” insanlara, “rant” sözkonusu olduğunda nasıl “hakaret” edebileceği ortaya çıktı...
    Hiç kimse, Hocaefendi’nin; “Firavun... Karun... Diktatör ve tımarhanelik deli” sözlerini “tevil” etmeye çalışıp da, bunların “genel bir konuşma” içinde geçtiğini, Hocaefendi’nin bir “elbise” gibi ortaya koyduğu “firavun” misalinin “maksatlı olarak çarpıtıldığını” iddia etmesin!..
    Hocaefendi, bu misali “her zaman” veriyorsa, “iddia sahipleri”ne sormazlar mı; “Bu misali, dersaneler haberinin içine yerleştiren kimdir?..”
    Bu “elbise”nin, “dershane gardıro-bu”nda ne işi var?.. “Elbise”yi kim koydu oraya?.. “Hocaefendi” değilse, “Hocaefendi’nin sitesi”ni yöneten “başka birileri” mi var?.. Yoksa, “Ergenekon” oraya da mı sızdı?..
    Bu söz, “konusu ve zamanlaması” itibariyle “vahim”dir ama o sözü “konuşmanın içine monte eden” birileri varsa, durum “çok daha vahim”dir!..
    “Dershane tartışması” bazı “STK temsilcileri”nin ve “işadamları”nın da nerede durduklarını ortaya koydu...
    Bazı STK temsilcileri ve işadamları o kadar “ortadan” konuştular, “don lastiği” gibi her tarafa çekilebilecek öyle “muğlak” demeçler verdiler ki; aynı konuşma Zaman’da ayrı yorumlandı, başka gazetelerde ayrı!..
    Kimi “vicdan”ının sesine kulak verdi, kimi de “cüzdan”ının!..

    ERDOĞAN’I YALNIZ BIRAKANLAR

    Başbakan Tayyip Erdoğan, dün ATO Kongre Merkezi’nde düzenlenen “3. Sanayi Şurası”nın açılış töreninde diyordu ki;
    “Bir süredir çözüm süreci adını verdiğimiz yeni bir dönemi yaşıyoruz. Esasen iktidara geldiğimiz andan itibaren biz bu süreci başlattık, 11 yıl boyunca süreci adeta ilmek ilmek dokumaya çalıştık. 11 yıl boyunca hep yalnız bırakıldık.
    Sadece siyaset değil, muhalefet değil, sivil toplumu, iş dünyasını, üniversiteleri, medyayı da gerektiği kadar yanımızda göremedik... Eğer bu katkı daha yaygın, güçlü, kararlı şekilde yanımızda olsaydı inanın Türkiye son bir yıldır yaşadığı bu güzel tabloyu çok daha erken yaşamaya başlardı... Bu mesele daha erken çözülebilseydi belki ekonomi 3 kat değil, 4 kat değil, 5 kat büyüyecekti, yatırımlar belki de 5 kat değil, 10-15 kat artacaktı. Bu mesele tam olarak çözüldüğünde kazanan ben olmayacağım, biz olacağız... Bu mesele tam olarak çözüldüğünde kazanan ben olmayacağım, biz olacağız.”
    Gördüğünüz gibi;
    Başbakan Tayyip Erdoğan, 11 yıl boyunca “yalnız bırakılmak”tan şikâyet etmektedir.
    Peki; “Muhalefet, STK’lar, iş dünyası, üniversiteler ve medya” sadece “Çözüm Süreci”nde mi “yalnız” bırakmışlardır Erdoğan’ı?..
    “Gezi Zekâlılar” tarafından başlatılan “Gezi eylemleri”nde ve şu son “Dershane tartışmaları”nda, yanında mı olmuşlardır?..
    İşte gördük;
    Birçok kişi ve kuruluş, “eski söylediklerini inkâr etme” pahasına, birden bire “dershaneci” oluverdi!..
    Bana öyle geliyor ki;
    “Gezi eylemlerine destek” verip, “Hükümet’i yıpratma” amacı güden “Siyasîler”in, “STK’lar”ın ve “bazı medya organları”nın “dershane” konusunda takındıkları tavır da, “Gezi’dekinden farklı” değildir... Amaç, yine “Hükümet’i yıpratmak”tır!..

    BAHÇELİ VE KILIÇDAROĞLU

    Buyrun, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve CHP Genel Müdürü Kemal Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarına bir bakalım...
    Devlet Bahçeli, bir yandan “dershaneleri kapatmak, bizim projemizdir” derken, bir yandan da “dersaneler kapatılmamalı” dedi mi, demedi mi?..
    Bu ne perhiz, bu ne turşu?..
    Amaç “Hükümet’e muhalefet” olunca, böyle “saçmalık”lar oluyor işte!..
    Ya, CHP Genel Müdürü Kemal Kılıçdaroğlu’na ne dersiniz?..
    “Solcu”sundan “Sosyal Demokrat”ına, “Sosyalist”inden “Marksist ve Komü-nist”ine kadar, siz hiç “paralı eğitim”i, dolayısıyla “para”nın konuştuğu “dershane” ve “özel okul”ları savunduğunu gördünüz mü?..
    Peki, Kemal Kılıçdaroğlu da aynı yolun yolcusu olduğu halde, niye “dershane savunucusu” kesildi başımıza?..
    Zannetmeyin ki, derdi “dershaneler”dir... Onun da tek derdi, “Hükütet’in yıpranma-sı”dır!..
    Yoksa, “dershane”den, “mershane”den hiç anlamaz... Hatta, “hane”den de hiç anlamaz... Anlasaydı; adres gösterdiği “hane”yi kaydettirir, o bölgede oy kullanırdı!..
    “Hane kaydı” yaptırmadığı için “oy” bile kullanamayan bir adam, bugün kalkmış “dershane”leri savunuyor!..
    Sen ne anlarsın “dershane”den, sen “Kâğıthane”ye bile “Kâğıttepe” diyen adam değil misin?..
    Bugün “dershane” diyorsun ama, yarın “derstepe” demeyeceğin ne malûm?!?..

    HOCA OLARAK BAŞIMIZIN TACI

    Uzun lâfın kısası; şu son tartışmada, herkesin “durduğu yer” belli oldu... Kime “güven” duyulacağı, kime “güvenilmeyeceği” de ortaya çıktı... Ve, “kimin ipiyle kuyuya inilmeyeceği” de anlaşıldı...
    Ama, yine görüldü ki;
    Hocaefendi, bu tartışmada bir “Hoca” olarak değil de, maalesef “siyasî ve ticarî bir figür” olarak ortaya çıkmakla, “hayatının hatası”nı yaptı ve “ağır yara” aldı... Çünkü bu ülkenin insanları, onu “Hoca” olarak seviyordu, “siyasî ve ticarî bir figür” olarak değil!..
    “Dershaneler” üzerinden “Hükümet’i yıpratmayı” amaçlayanlar, aslında “Hocaefendi’nin imajı”nı yıprattılar!..
    Bu ülkenin “mütedeyyin” insanları, “İslâmcı” bilinen insanları, “Hocaefendi’ye dokundurtmaz, ona toz kondurtmazlar”dı!..
    Ama, “dershane tartışması” ile birlikte, Hocaefendi’ye de dokunuldu ve artık o da tartışılmaya başlandı!..
    Hem de, “söylenti” şeklinde değil, “yüksek sesle!”
    Hocaefendi’nin;
    “Bu müesseseler milletin eseri... Yeter ki millete hizmet etsin ama kapanmasın, heder olmasın... Allah’ın lütfettiği bu kurumları kim yönetirse yönetsin ama millete hizmet etmeye devam etsin. Allah biliyor ki, ‘biz idare edelim’ hırsımız yok; muradımız hizmetlerin garazlara kurban edilmemesi” şeklindeki sözleri, bilesiniz ki; kendisine yönelik “eleştiriler”in artmasından sonradır... Hocaefendi, bu sözleriyle “yıpranan imajını kurtarmaya” çalışmıştır ama, bence “çok geç” kalmıştır!..
    Bu sözleri, “tartışmanın başında” söyleyebilseydi, “gönüllerdeki yer”ini koruyabilirdi...
    Ama o gönüller, şimdi yaralı!..
    Peki, sormayalım mı;
    Bu tartışmada kim “doğru”dur, kim “yanlış”tır?..
    Kazanan kim, kaybeden kimdir?..
    Ben “dört işlem”i koydum ortaya...
    “Sağlama”sını da siz yapın!..

     

    Lafın aslını bil, sonra tartış!..
    Malûm; Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, geçtiğimiz Cumartesi günü, Diyarbakır’da bir “rüya”sını, bir “hayal”ini ve bir “özlem”ini dile getirip, “gelecek perspektifi” çizdiği konuşma, “genel af” tartışması başlattı.
    Ne var ki; “tartışma”ya katılmak için, önce “söylenen söz”ü bilmek gerekir...
    Erdoğan, Diyarbakır’da demişti ki;
    “Allah’ın izniyle, milletin hayır duasıyla, Allah ömür verirse, inşaallah gelecek çok daha iyi olacak. Dağdakilerin indiğini, cezaevlerinin boşaldığını, 76 milyonun kucaklaştığını, bir olduğunu, beraber olduğunu, birlikte Büyük Türkiye, Yeni Türkiye olduklarını göreceğiz, hiç endişeniz olmasın.”
    Hele söyleyin, bu sözlerde “genel af” mesajı var mıdır?
    Çözüm sürecinin amacı silahların bırakılması ve terörün son bulması değil midir?.. Açık ve net; Başbakan, bu amaca ulaştıktan sonra nasıl bir Türkiye özlemi içinde olduğunu vurgulamaktadır, o kadar...
    Demek oluyor ki; sözü “kulak”la dinleyeceksin, haberi “sağır ulak”lardan almayacaksın!..

     


  15. Zaman gazetesi, bir yandan “dershane yangını sönsün” diyor, bir yandan da yangına “odun” atmaya devam ediyor.
    Öyle ki;
    “Buharlı trenler”in kazanına atılan “odun”lar ve “kürek kürek kömürler” gibi!.
    Yeter ki “buhar” çıksın, yeter ki tren “çuf çuf” etsin diye, sürekli “odun” atıyorlar...
    Sürekli “odun” attıkça,
    “Ateş” de sönmüyor tabiî...
    Gazetenin tüm sayfaları “demeç tar-lası”na dönmüş gibi...
    Hangi sayfaya, hangi sütuna baksan, “demeç”ten geçilmiyor!...
    Herkes “dershaneci” olmuş maşallah...
    Bakıyorum da;
    Ağzı olan herkes konuşmuş!..
    Bilen de konuşmuş,
    Bilmeyen de!..

    DÜN ÖYLE, BUGÜN BÖYLE!

    Benim en çok garibime giden, “3 kişi”nin konuşmaları... Biri Milliyet’te “eğitim” yazıları yazan Abbas Güçlü, diğerleri de CHP Genel Müdürü Kemal Kılıçdaroğlu ve “yolsuzlukları” sebebiyle CHP’den atılan ama geçtiğimiz günlerde geri dönen Mustafa Sarıgül...
    “Denize düşenin yılana sarıldığı” gibi, Zaman gazetesi de bunlara sarılıp, “söz”lerinden medet umuyor!..
    Yazık... Çok yazık!..
    Önce Abbas Güçlü’den başlayalım... Tarih, 11 Eylül 2012... Habertürk’e demeç veren Abbas Güçlü o günlerde demiş ki;
    “Dershaneler son 50 yıldır var. Ben 30 yıldır gazetecilik yapıyorum. Kenan Evren’den bu yana gelen her iktidar kaldıracağını söylüyor. Başbakan kaldırırsa elini öperim ve oyumu da AK Parti’ye veririm. Başbakan bunu hep söylüyor da nasıl yapacağını söylemiyor. Sınavlar olduğu sürece bu iş devam eder.”
    O günlerde; “Dershaneler kaldırılsın, Erdoğan’ın elini öperim” diyen Abbas Güçlü, şimdi ne diyor?..
    17 Kasım 2013 tarihli Zaman gazetesinin alıntıladığı yazısında demiş ki;
    “Dershaneler kapanır mı? Kapanacaklarını hiç sanmıyorum, bunu defalarca dile getirdik. İstense de kapatılamadıkları defalarca görüldü. Yine öyle olacak. Dershanelerin varoluş nedenleri ortadan kalkmadığı gibi daha da bağımlı hale gelmeleri için her şey yapılıyor. (...)
    “Dershaneler okulların sağlayamadığı sosyal ortamı sundukları için öğrencilerin tercih nedeni. Aynı kursun çok daha iyisini okulda verseniz bile yine öğrenci dershaneye gitmek isteyecektir. Ayrıca, dershaneler kapatılırsa 100 binlerce öğrenci sokağa itilmiş olur ki bu da sadece işsiz sayısını artırmaz, farklı noktalara kaymalarına da davetiye çıkartabilir.”
    Bu ne perhiz,
    Bu ne turşu?..
    Ya da;
    “Nabza göre şerbet!”
    Zaman Gazetesi, zemine göre “renk” değiştiren bu “bukalemun”lardan “medet umma” noktasına gelmişse, “dershanelerin kepenkleri”ni kapatsınlar daha iyi!..

    KILIÇDAROĞLU’NA KALDIYSAK!

    Gelelim, Bay Kemal Kılıçdaroğlu’na...
    Zaman muhabirlerinin mikrofon uzatıp, “engin görüşlerinden” istifade etmek istediği isimlerden biri olan CHP Genel Müdürü Bay Kemal Kılıçdaroğlu da, kendisine Akçakoca’da yöneltilen sorular üzerine buyurmuşlar ki;
    “Bu eğitim sistemi, dershaneleri zorunlu olarak ortaya çıkarıyor. İyi eğitim verilmiyor. Siz eğitim sistemini düzeltmeden ‘dershaneleri kapattım’ diyerek eğitim sorunlarını çözeceğinizi mi zannediyorsunuz? Kişiler oturur tartışır. Dershaneler kapatılacaksa da beraber, akılla mantıkla kapatılır ya da bir önlem alınır ama bu koşullarda dershanelerin kapatılması akıllı bir politika değil.”
    Bu demeç Zaman’da yer almış almasına da, Bay Kılıçdaroğlu, “dershane-mersane” işlerinden anlamaz ki!..
    Hatta, “bilgi”ye dair, “okuma”ya dair hiçbir şeyden anlamaz!..
    Bilmem hatırlar mısınız;
    2012 yılı Mayıs ayının son günlerinde partisinin Grup Toplantısı’nda şöyle bir lâf etmişti;
    Ünlü bir İslâm düşünürü der ki;
    “Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum.”
    Görüyorsunuz ya;
    “Allah’ın Aslanı” olarak bilinen Hz. Ali (ra), Bay Kılıçdaroğlu’na göre “Bir İslâm düşünürü”dür!..
    Sorsan kendisine;
    “Aleviyim” der!..
    Bu, nasıl “Alevilik”tir ki; “Hazreti Ali’nin ünlü sözü”nden bile haberi yok!..
    Buna “lâf” değil, düpedüz “gaf” diyeceğim ama, hafif kalır!..
    En iyisi, “cahillik” olmalı!..
    Hadi, diyelim ki; “irticalen konuşunca, olur böyle hatalar!”
    Tamam, kabul edelim de; o “hata”dan sonra hiç kimse uyarmadı mı Bay Kılıçdaroğlu’nu?..
    Demedi mi;
    “Sen ne biçim Alevi’sin?.. Bir Alevi, Hz. Ali’nin sözünü nasıl bilmez?.. ‘Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum’ diyen bir İslâm düşünürü değil, Hazreti Ali’nin tâ kendisidir!”
    Bunu bilen ve Bay Kılıçdaroğlu’na söyleyen bir CHP’li çıkmamış olmalı ki, Bay Kılıçdaroğlu, aynı “cehalet”i, bu defa da 14 Kasım günü çıktığı Halk TV’de, Uğur Dündar’ın Arena programında sergiledi...
    Başbakan Tayyip Erdoğan’ı “bilgisiz-lik”le suçladıktan sonra, “derin bilgi”sini konuşturdu ve “Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum” sözünü, bu defa da Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’e mâletti, iyi mi?..
    Adam;
    “İlgili” ve “bilgili” ya, “CHP kürsüsü” yetmedi, “TV ekranı”ndan fışkırtıyor işte!..

    DERSHANE... KÂĞITHANE!

    Buna, “CHP’nin iç meselesi” deyip geçmek mümkün de, Zaman gazetesini ne yapacağız?.. Bu kadar “bilgili”, bu kadar “kültürlü”, bu kadar “allâme” bir adama “dershane”leri soruyor ve ondan “destek demeci” bekliyorlarsa, vay hallerine!..
    Kılıçdaroğlu denen zat, eğer “hane”den anlasaydı, kaydını yaptırır, oy kullanırdı!.. “Hane” işlerinden anlamadığı için “oy” bile kullanamayan bir Kılıçdaroğlu, “dershane”den ne anlar, “tersane”den ne anlar?..
    “Hane” kavramına o kadar uzak biri ki, “Kağıthane”ye bile “Kağıttepe” demişti, unutmayalım!..

    HİZMET’E SELAM, YOLA DEVAM!

    Gelelim, Mustafa Sarıgül’ün sözlerine... CHP’den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olması beklenen Mustafa Sarıgül de, önceki gün; CHP İstanbul İl Başkanlığı önünde “sahne”ye çıkıp, halka seslenmiş... Hükümet-Cemaat arasındaki dershane kavgasına dahil olan Sarıgül, “Dershaneler büyük bir ihtiyaçtır” demiş... “Hizmet” vurgusu yaparak cemaate selam gönderen Sarıgül, şunları söylemiş:
    “Dershane neden var? Eğitim yetersizliği yüzünden. Yeterli eğitim olsa kimse çocuğunu göndermez. Dershaneler büyük bir ihtiyaçtır. Hayırsever vatandaşlarımız dershaneye gitmek isteyen ama parası olmayan çocuklarımıza destek oluyorlar. Hizmetleri siyasi nedenlerden dolayı kesme mantığını doğru bulmuyorum.”
    Tamam, “Hizmet’e selâm” çaksın çakmasına da, adama sorarlar;
    “Çıktığın ilk sahnede, İstanbulluya değil de, niye Cemaat’e selâm çakıyorsun?.. Senin ne işin var Cemaat’le?.. Sen, İstanbul’la ilgili projelerini anlatmak varken, niye dershane işine giriyorsun?.. Bırak dershaneleri konuşmayı da, sen şu yolsuzluk iddialarına cevap ver!”
    Dedim ya; Zaman gazetesi, “dershanelere destek” konusunda bu adamlara “muhtaç” kaldıysa, vay hallerine!..
    Tabiî, “dershane”lere verilen bu destekler; CHP’nin “Sol’a veda” edip, “Sağ’a dümen kırma”sının tabiî bir sonucu ise, ona bir şey diyemem...

    İHL’YE HANGİ DESTEK?

    Bu vesileyle, Zaman Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı kardeşim”e de bir çift söz söylemek istiyorum...
    “Ekrem Dumanlı kardeşim”, önceki günkü yazısında demiş ki;
    “Bizim durduğumuz yer belli. Dün hukuk kuralları çiğnenerek yürütülen parti kapatılmasına, İmam Hatip Liseleri’nin dönüştürülmesine neden karşı çıktıysak, bugün de dershanelerin bir oldu-bittiye getirilerek kapatılmasına ya da dönüştürülmesine karşı çıkıyoruz. Bu da bizim en tabii ve demokratik hakkımız.”
    Çok haklı...
    “Demokratik Türkiye”de, elbette herkes “demokratik hakkı”nı kullanacak...
    Ama, “durulan yer” konusu biraz tartışmalı...
    Ali İhsan Karahasanoğlu kardeşimin, Zaman’a yönelttiği; “28 Şubat’ta İHL’ler kapanırken, şimdiki dershaneler için verdiğiniz tepkiyi göstermiş miydiniz?” şeklindeki sorusuna verilen cevapta;
    Zaman gazetesinin 1997’nin Mart ayında yayınlanan 1. sayfalarında “Eğitimde 8 yıl krizi”, “İHL’de kaygılı bekleyiş” ve “Eğitim dünyası ayakta” başlıkları ile direnç gösterildiği ima edilmiş.
    Ama bir gerçek atlanmış...
    Bu başlıkların atıldığı günler, Refahyol’un, İHL’lerin kapanmaması için direndiği günler...
    8 yıl kesintisiz eğitim yasası kabul edilerek, İHL’ler kapatıldığında ne denildi, esas sorun bu...
    İHL’leri kapatacak olan hükümetin kurulduğu gün atılan manşeti, daha önce vermiştik:
    “Hayırlı olsun!”
    Bu vesile ile, İHL’ler kapatıldığı gün atılan manşeti de verelim:
    “Şimdi 8 yıllı olduk”
    Söyle be Ekrem kardeşim;
    “İHL’lerin kapatılmasına karşı çıktık” derken; “Hayırlı olsun”u mu kastediyorsun, yoksa “Şimdi 8 yıllı olduk” başlıklarını mı?..

    “ARKA BAHÇE” MESELESİ

    Bir soru daha:
    Zaman’dan Ali Ünal yazıyor:
    “Bugün Türkiye’de 3640 dershaneye 2 milyon 107 bin öğrenci; 12’nci sınıfların % 60’ı, 8’inci sınıfların % 43’ü devam ediyorsa, 720 bin öğrenci de etüt merkezlerine gidiyorsa, demek ki ortada büyük bir talep var demektir.”
    Ekrem Dumanlı yazıyor:
    “İmam Hatip bir ihtiyaçtı; hâlâ da öyledir; tıpkı dershaneler gibi. Ancak o günkü zihniyet, o okulları bir siyasi oluşumun ‘arka bahçesi’ gibi görüyordu. Şimdi de birileri dershaneleri sosyal bir yapının ‘arka bahçesi’ gibi görüyor. Ne İmam Hatip’ler arka bahçedir ne dershaneler.”
    Elbette; ne İHL’ler, ne de dershaneler, birer “arka bahçe” değillerdir...
    Ama, bu kadar “gürültü-patırtı” çıkarıldığına göre; ben de “demokratik hakkımı” kullanıp, bir şey söylemek istiyorum:
    Dershaneler “arka bahçe” değildir de, acaba “tiraj bahçesi” midir?..
    Başka sorum yok!

     

    İdealizm öldü, boşluğu dershane doldurdu!
    Benim, “ilkokul”da bir hocam vardı.. Sadece “hocam” değil, aynı zamanda “manevi mimarım”dı... Adı, Abdülbaki Emrem... Allah mekânını cennet eylesin, 20 yıl önce vefat etmişti...
    İlkokul, ortaokul, lise ve üniversiteyi bitirip, “gazetecilik” yapmaya başladım... Ama merhum hocamın, sürekli “yakın takibinde” idim... Attığım adımdan, aldığım nefesten haberi olurdu...
    “Yetiştirdiği bir öğrenci”nin başarılı olması, onu ziyadesiyle mutlu eder; “Bu, benim öğrencim” diye gururla anlatırdı etrafına...
    Vefatından 20 yıl sonra, onu niye hatırladım?.. Çünkü o, “idealist bir öğretmen”di... “Öğrencisi” ile ilgisi, “45 dakikalık ders saati” değil, “45 yıllık bir ömür”dü...
    Bugün, bir “dershane gerçeği” ile karşı karşıya kalmışsak, bilin ki; “idealist öğretmenler”in tükenmeye yüz tutmasındandır.
    Açık konuşalım: Birçok öğretmen; “Yetersiz!.. Yeteneksiz!.. Donanımsız” olduğu ortaya çıkmasın diye, öğrencisini “dershane”ye yönlendiriyor... Dünkü öğretmenler böyle değildi... Çünkü onlar, “idealist”ti ve “ömürlerini öğrencilerine adamışlar”dı...
    Galiba, asıl sorun bu...

     

×
×
  • Create New...