Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

buyukdogu

Sivil
  • Content Count

    1,056
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    45

Posts posted by buyukdogu


  1. Mustafa Yürekli'yi bu titiz, sahih ve emek vererek kaleme döktüğü yazılarından dolayı tebrik ederek, devam etmiş olalım.

     

    Mustafa Yürekli, arayışı adanışa dönüştürme tecrübesiyle, varoluş bunalımında bocalayan modern insana kılavuzluk ettiğinden Necip Fazıl’ın, dünyanın her yerinde, her kuşaktan büyük ilgi toplayacağını ileri sürüyor ve Necip Fazıl’ın Büyük Kapı’ya niçin kendini canhıraş attığını ve orada ne bulduğunu anlamaya davet ediyor.

     

    Sultanü’ş Şuara, mücahit kalem, büyük düşünür, rahmetli üstadımız Necip Fazıl Kısakürek’in ülkemizde her kuşaktan büyük ilgi görmesi, çok anlamlıdır. Necip Fazıl’ın tecrübesinin çeşitli yönleriyle ülkemiz insanının, hatta genel anlamda modern insanın arayışlarına bir cevap olabileceği söylenebilir. Bu bakımdan Necip Fazıl’ın tecrübesinin yerel olduğu kadar, evrensel özellikler taşıdığı da bir gerçek.

    Günümüzde modern insan, neyi aradığını ve nerede bulacağını bilmeden, mecalsiz bir arayış içerisindedir. Necip Fazıl da “İnsan kendini aramaya ve bulmaya memur bir yaratıktır”[1] diyerek, modern insanın sözkonusu durumuna işaret ederken, aynı zamanda insanın her çağda görülen temel problemini de ortaya koyar.

     

    Necip Fazıl, hayatın hakikati ve insanın varlık nedenini araştırırken, tasavvufla bu arayışı adanışa dönüştürme başarısı gösterdi. Necip Fazıl, tüm sorularına cevap bulduğu Büyük Kapı’nın yolunu göstererek, modern insana kılavuzluk yapmaktadır. Necip Fazıl’ın hayatı, eserleri, fikirleri ve mücadelesi, kısaca manevi arayışları ve bulduğu cevaplar, yani canını attığı Büyük Kapı ve arayışını adanışa dönüştürme başarısı, böylesine yoğun ilgi toplamasının ana nedenidir. Çağdaş insanın kendini de içinde bulduğu, bu vesileyle kendini tanıdığı bir büyük maceradır, Necip Fazıl Kısakürek’in manevi hikayesi.

     

    NECİP FAZIL’IN ARAYIŞI

    Tasavvufa baktığımızda, iki kavramın ön plana çıktığını görmekteyiz: Muhabbet ve Marifet. Kainat ve insan, muhabbetin tecelligahı; bu anlamda muhabbet, “Seyr-i Nüzul”ü sembolize etmektedir. Marifet ise zübde-i âlem olan insanın nefsinden Rabb’ine uzanan manevi yolculuğunun, yani “Sey-i Uruc”un sembolüdür. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Nefsini bilen, Rabbini bilir” hadisi de, bu hakikatin ifadesidir.[2] Bu yazıda, Necip Fazıl’ın manevi macerasını, bu iki tasavvufi kavramla açıklamaya çalışacağım..

     

    1904 yılında, İstanbul’da, varlıklı bir ailede doğan Necip Fazıl, Cumhuriyet’in ilanından bir yıl sonra, 1924’te, Milli Eğitim Bakanlığı (Maarif Vekâleti) tarafından açılan sınavı kazanarak üniversite eğitimi almak üzere Fransa’ya gitti. Necip Fazıl’ın yirmi yaşında başlayan Paris yılları, aynı zamanda onun “kendini arayış” ıstırabını ve kıvranışlarını en kuvvetli ve can acıtıcı şekilde yaşadığı yıllardır.

     

    Necip Fazıl, Paris’te, gece hayatına alışır; insanî sefaletin ve zafiyetin bütün çıplaklığıyla yaşandığı kumar masalarına kaçar.[3] Aymazlık içinde dolaştığı Paris sokaklarında, karanlık kaldırımlarda, dudağında hep şu dua vardır: “Allah’ım beni kendi kendimden kurtar!”[4]

     

    Necip Fazıl’ın ruhunu, ne maddî imkanlar, ne de aldığı eğitim tatmin ediyordu. Aksine ruhundaki arayışlar ve gelgitler, gün geçtikçe arttı. Yaşadığı metafizik buhran, tahammül edilemez boyutlara ulaştı. Necip Fazıl, bu psikolojik durumunu çeşitli şiirlerinde dile getirmiştir: “...Aylarca gezindim yıkık ve şaşkın, / Benliğim bir kazan ve aklım bir kepçe ./ Deliler köyünden bir menzil aşkın, / Her fikir beynimde bir çift kelepçe...”[5]

     

    Necip Fazıl, bu varoluş bunalımı, bu ıstırap ve muhasebe içinde, aylarca, gündüzlerden habersiz bir gece hayatı sürdürdü. Aynaların karşısında yanaklarını tırnaklayarak gözyaşı döktüğü Fransa yıllarını anlatırken “Kâbus şehrindeki hayatımı anlatmaya hicâbım ve İslâmî edebim manidir.”[6] der.

     

    Necip Fazıl’ın yirmili yaşlardan Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştığı 1934 yılına kadarki arayış yılları diye adlandırabileceğimiz on yıllık hayatında, iki ruh hali dikkat çeker: İlki, çocukluk yıllarından beri bir yumak gibi büyüterek getirdiği bir ruh hali, temelinde metafizik bulunan yerlilik duygusu, Anadolu kokan ve ‘iptidâi hassasiyet taşıyan’ tasavvufî şiirlerle açığa vurur kendini. İkincisi, başta Paris tecrübesi, içinde bulunduğu ortam ve ‘büyük şehrin boğan, yutan ve korkutan tezahürünün bir neticesi olarak gaye ve vecdin istikamet bulmaya çalıştığı’ ruh hali, materyalist Batı’ya özenme duygusu ve bunalım yılları. Necip Fazıl, yaşadığı bu iki ruh halinin ilkinin zahiri plandaki göstergesinin “Örümcek Ağı”; ikinci ruh halinin ise “Kaldırımlar” kitabı olduğunu söyler.[7]

     

    Necip Fazıl, çevresinde yaşanan bohem hayatını, ‘hayvânî içgüdüler deryası’ olarak nitelendirir ve orada düşünmeden, estetik ve zerafetten uzak, aymazlığa batmış, sözde derin, ancak ‘ye, yut, sık, iç, at, tut, kır’ gibi tek heceli, düşünceden uzak, basit kelimeli bir hayat; bu hayatın kadınını ise, bir türlü olamadığı kadınlığı, sol fikirler çevresinde erkek edasıyla arayan kişi olarak tanımlar.[8] Ona göre bohemlik, serseriliktir; özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaygınlaşmış bir hayat tarzıdır. Batı’da bohem, ruh çilesi çekerek kenara çekilmek şeklinde değil, serserilik, ‘intibaksızlık’, ‘intizamsızlık’ ve tek kelimeye indirgenecek olursa ‘ruh tefehhüsü’nü ifade etmektedir ve çökmeye başlayan toplumların habercisidir.[9]

     

    Necip Fazıl, Fransa’dan döndüğünde, annesi, Heybeliada’da hasta yatağında kendini gözlemektedir; fakat o annesine koşacak duyguyu kendinde bulamaz, kendinden kaçar. Kendini ararken ve bulmayı arzularken hep kendinden kaçar. Kendini bulmaya o denli müthiş bir ‘iştiyak’ duyarken, kendinden o denli uzaklaşır ki kendine kendini bulduracak kapının önünde yığılmış bulur kendini. Kendinden kaçışı, kendine varışın yolu olur; hep Batı’ya doğru giderken, Doğu’dan kendine varır, dünyanın etrafını turlamışçasına. En dibe vurur ve oradan yükseklerin yükseğine sıçrama imkanına ulaşır.

     

    Necip Fazıl’ın Paris’te başlayan arayış yıllarının temel karakteristiklerinden biri de hedefsizliktir. Fakat içinde sürekli olarak dillendirdiği, yaşı ilerledikçe büyüyen, anlam kazanmaya başlayan, ne olduğunu tam olarak kavrayamadığı, kavradığı anda da koşulsuz bir teslimiyetle teslim olmaya hazır bulunduğu “yaşanmaya değer hayat” gizli ve sırlı bir hedef olur. Kendi kendine sorar: “Yaşanmaya değer hayat nasıldır, kapısı nerededir ve bilmediği kapıdan içeri girdiği anda kim mihmandarlık edecektir kendisine?”

     

    Necip Fazıl, okuduğu ve hayatlarını tanıdığı batılı düşünürlerin hakikate varmada önlerine çıkan büyük engellerden birinin kendilerine kılavuzluk edecek bir kimsenin bulunmamasını gösterir. Necip Fazıl’a göre, Batı’nın önde gelen düşünürlerinden Paskal, felsefecilerin bahsettiği değil, Peygamberlerin haberini getirdiği Allah’ı tanımasına rağmen, Son Peygamber’i (s.a.v.) bulamadığı için hakikate kıl kadar bir mesafede yaklaşmasına rağmen hakikate ulaşamamıştır. Üstelik, “Allah’ın yanık bir pervanesi ve O’nu bulur gibi olup bulamamanın veya büsbütün kaybetmenin, belki en ileri, fakat ümitsiz cehdini temsil etmektedir.”[10] Sevmesine rağmen, aklı esas alan batılı düşünürler, işte bu yönleriyle de Necip Fazıl’ı tatmin edemiyorlardı; hep eksik kalan bir nokta ve yön vardı, kılavuzluk etmesi istenen akıl, yol gösteriyor, ne var ki ruhun dilinden anlamıyordu.

     

    Necip Fazıl, bu arayış, tatminsizlik, muhasebe ve arayışın adanışa dönüşeceği teslimiyet kapısının önünde durup dingin hale gelme iştiyakını şu çarpıcı sözlerle dile getirir: “Beş hassemin sınırını tırmalayıcı ve ilerisini araştırıcı derin bir melankoli duygusundan ibaret. Bana konaktaki çocukluğumdan kalan ilerdeki basamaklarda gittikçe kıvamlaşan bu hassasiyet, sonunda Büyük Velî’nin eşiğine yüz süreceğim ana kadar- otuzuna yaklaşıncaya dek- mücerred, müphem, formülleşmemiş ve sisteme girmemiş, hayat üstü bir hayat, ideal hayat hasretinin kulaklarıma devamlı fısıltısını akıttı... Kendimi günübirlik bahanelerin hasis kadrosunda belirtmeye çabalarken, bu fısıltıyı; seslerin, renklerin, şekillerin ve mesafelerin ötesindeki hakikatten çakıntılar bırakıp geçen bu fısıltıyı hiç kaybetmedim. Madde içi hayatta parende üstüne parende atarken, madde ötesi hayatın ruhumda dâima ihtarcısına, gözü uyku tutmaz nöbetçisine rastlıyor ve arada bir bu nöbetçinin selâmını alıp yine beni sürükleyen çarkına takılıyor ve ona: Haydi beni nereye götüreceksen götür, kime teslim edeceksen et! diyordum. Otuz yaşına kadar muhasebem budur.”[11]

     

    Otuz yaşına yaklaştığında fikirleri daha net ve hedefi daha belirgin hale gelen Necip Fazıl, “Hayatım başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin hassasiyeti içinde birini arıyordum. Birini. O, kim? Allah’ın sevgilisi: Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedîlik sarayının paslanmaz tâcı. Tek dava O’nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.”[12] diyerek, arayışını sonuna kadar götürmeye çalışır.

     

    Necip Fazıl, kılavuzsuz olmanın zorluğuna dikkat çekerken, ilerde çok iyi şekilde öğreneceği tasavvufî hayattaki ‘Mürşid’in kılavuzluk işlevine de işaret etmektedir ve doğru bir şekilde onu, Allah’a giden Rasülü’nün (s.a.v.) yürüdüğü yolda bir adım önde yürüyen kılavuz olarak tanımlamaktadır. Kılavuz, bir amaç değil, kutlu bir araçtır..

     

    Necip Fazıl’ın ustaca çizdiği, adanışa dönüşecek arayışın bu manevi manzarası üzerinde durmaya değer: Çocukluk çağından itibaren aklını ve ruhunu kemiren iç muhasebe, yaşadığı bütün gelgitler ve görünenin arkasındakini görebilme, hakikati yakalayabilme konusundaki arayışı, aklını ve ruhunu tatmin edebilecek billurlaşma, her taşın yerine oturması ve haddini tanıması için yaşadığı iç yolculuk onu Efendisinin kapısına hazırlarken; Efendi’si de onu beklemektedir.

     

    Necip Fazıl’ın çektiği bunalımlar, ne bir “ruh doktoru” tarafından, ne de bir hoca tarafından[13] anlaşılabilirdi; üstat bu durumu, “yangını resimde seyredenlerle, yananlar arasındaki mesafe...” kadar uzak iki tarafın birbirini anlamaya çalışması şeklinde açıklamaya çalışır. Ancak, bu halini anlayacak birisinin mutlaka var olduğuna inanır ve şöyle der: “Bu işin mutlaka bir hocası vardı, ama nerede? Bu işin gerçek tabibi mutlaka manalar alemindeydi, ama nasıl bulmalı?”[14]

     

    BÜYÜK KAPI MACERASI

    Yıl, 1934. Yaş, otuz. Ve bir Cuma günü, Beyoğlu Ağa Camii’nde ilk karşılaşma. Abdülhakîm Arvâsî ile ilk konuşma ve derin izler bırakan yakıcı bir bakış. Onun durgunluğa ve dinginliğe ilk adımı: Deli dolu akan bir nehrin denizle vuslatı gibi. Aç meleyen kuzunun akşam ana sütüne kavuşması gibi: ‘Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız / Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız.’

    Necip Fazıl’ın bu metafizik arayışı, Allah’ı tanımanın ötesinde, yukardan aşağıya dini emir ve yasaklardan, varlık sahnesinde rol alan canlı-cansız bütün varlıklara (mevcudata) ve özellikle insan ve insana ilişkin sanattan siyasete, ahlaktan aile hayatına kadar uzanan bütün değerleri bir başka açıdan tanıma ve tanımlama sürecidir. ‘Bildiğini bilme’ bilgeliğine yürüyüşün, maddeden manaya ve ruha yükselişin adıdır bu: ‘Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış; / Marifet bu, gerisi yalnız çelik - çomakmış..’[15]

     

    Necip Fazıl, otuz yaşına kadar yaşadığı, arayış dönemi dediğimiz buhran yıllarının sonunda, 1934 yılında, madde aleminde, Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ile tanıştı ve böylece her taş yerine oturdu. Mürşidinin 1943 yılında vefatından sonra da mana aleminde sürdü, bağlılığı. Müridlik hayatını anlattığı “O ve Ben” isimli eserinin ilk baskısının ismini, “Büyük Kapı” koydu.

     

    Necip Fazıl’ın, Abdülhakîm Efendi’yi ve tasavvufu tanımadan önceki şiirlerinde baskın unsur, arayış, korku, yalnızlık, cinler ve periler gibi boşlukta olmanın ifadesi kavramlardı. Abdülhakîm Efendi’yi tanıdıktan sonra, Allah, tasavvufî ve pek çok dini kavramlar arayışa cevap gibi görünür. İleri dönemdeki şiirlerinde -ve nesirlerinde- tasavvufi unsurlar başta olmak üzere İslami kavramları daha fazla özümsemiş bir şekilde detaylarıyla ele alır.

     

    Sonuç olarak diyebiliriz ki, “Deliler köyünden bir menzil” uzakta bulunan bu dahiye, delilikle dahilik arasındaki o ince çizgiyi gösteren ve dahi yönünü kullanmasına imkan sağlayan tasavvuf olmuştur. Bundan dolayı da Necip Fazıl, elinden tutarak kendisini Allah’ın ve Resulü’nün yoluna götüren ve götürürken de bu yolun tehlikelerini öğreten Abdülhakîm Arvâsî’ye, hayatının sonuna kadar tam bir teslimiyet ile sadakatini göstermiştir.

     

    Necip Fazıl’ın manevi hikayesinin anlamı, aymazlıktan kurtulmak için Büyük Kapı’da İsmail olmaktır; aydınlığı arayan müridin, mürşide tam bir sadakat, sabır ve çileyle ayık hale gelmesi, hakikate ulaşmasıdır. Necip Fazıl’ın Büyük Kapı macerası, bir mürşidin eteklerine sarılarak delaletten hidayete, imandan ihsana sıçrama çabasıdır.

     

    Necip Fazıl’ı boş sözlerle anmak yerine, onu iyi anlamak ve örnek almak gerek. Üstat Necip Fazıl’ı rahmetle anıyor, Allah’tan onu bağışlamasını, sevdiği, razı olduğu kullarının arasına katmasını diliyorum.

     

    [1] Konuşmalar, s. 178.

     

    [2] Tasavvufi düşünceye göre, önce "Nur-ı Muhammedi" var olmuş; Onu, varlığın ve kainatın öteki unsurları, "Anasır-ı Erba'a" (ateş, hava, su ve toprak) ile "Mevalid-i Selase" (maden, bitki, hayvan) ve son olarak da “İnsan” izlemiştir. Bu var oluş silsilesine tasavvufta "Seyr-i Nüzul" denmektedir. Ancak, insan için varlık kazanmanın amacı, "İnsan-ı Kamil" olmaktır. Tasavvufı anlamda "İnsan-ı Kamil" olmak "Bekabillah" a (sürekli olarak Allah'ın varlığında bulunma mertebesine) ulaşmakla olur. Bekabillah"ı "Fenafillah" (insan varlığının Allah varlığında yok olduğu, O'nunla bir olduğu makam) izler. İnsanın yeryüzünde varlık kazandıktan sonra tek varlık olan Allah'a ulaşmasına "Seyr-i Uruc" denir. Seyr-i Nüzul" ile "Seyr-i Uruc" un tamamına ise tasavvufta "Devriyye" sistemi denmiştir. "Seyr-i Nüzul" dan "Seyr-i Uruc "a insanın, "Şeriat", "Tarikat", "Ma'rifet" ve "Hakikat" basamaklarını çıkarak ulaşması gerekmektedir. Bu basamakların aşılabilmesi ise bir yol gösterici, yani bir "Mürşid"in yardımı ile olur". Mürşid"in yol gösterdiği kişiye de tasavvufta "Mürid" denir. Yukarıda sözünü ettiğimiz "Fenafillah" mertebesine ulaşmak için "Mürid" in benliğini yok ederek ilahi aşkla ruhunu yüceltmesi gerekmektedir.

     

    [3] Babıâlî, s. 29.

    [4] Babıâlî, s. 32.

    [5] Kısakürek, Necip Fazıl, Çile,s. 35.

    [6] O ve Ben, s. 66.

    [7] O ve Ben, s. 67.

    [8] Aynadaki Yalan, s. 14, 42.

    [9] Tanrı Kulundan Dinlediklerim, s. 78.

    [10] O ve Ben, s. 74.

    [11] O ve Ben, s. 39.

    [12] O ve Ben, s. 40.

    [13] Bu halini, Aynadaki Yalan’da bir hocaya giden Naci karakteri ile anlatmaya çalışır. Naci hocaya gider, ancak ne kendi halini anlatacak kelimeler bulur, ne de hoca onu anlayabilecek durumdadır. Bkz. s. 49.

    [14] Aynadaki Yalan, s. 49.

    [15] Çile, s.39

    Mustafa Yürekli - Haber 7

    • Like 1

  2. Dikkat ediyorum iki üç konudur: Üstad'a atfedilen ve sadece O'nun anlaşılması, tanınması, sevilmesi için gayret gösterilen bu sitede Üstad'la ilgili güncelde dile getirilen konular, hatıralar, güzel ve yeni şeylere bakılmıyor, okunmuyor, yorum yapılmıyor, tahlil edilmiyor :huh:

     

    Bilen bilir; bunca sene yazarım ve sadece okunsun diye birşey paylaşmam, yazmam, alıntılamam. Ama görüyorum ki: En basit, alakasız ve zaman kaybından başka birşey olmayan bazı konulara onlarca hatta yüzlerce cevap veriliyorken, böyle konuların es geçilmesi acı bir manzara olarak seyirtiyor karşımızda.

     

    Biraz öfkeli, biraz kırgın ve birazda tuhaf bularak paylaşmak istedim arkadaşlar, hakkınızı helal edin.

    • Like 1

  3. Ben cemaatler arasında birşey olduğunu değil, birşeyler oldurulmak istediği kanısındayım. Haa, çok bilmiyorum nedir ne değildir ve en kaba tabirle yapılan bu hoşluk nifakı ve fitneyi öyle ya da küllendirmeyecektir. Onlar büyüktür ve büyük düşünürler. İkisinden de razı olsun derim bir müslüman olarak.

     

    Her ikisine ve diğer büyüklerede ehl-i sünnet davasında Allah (c.c) yardım eylesin inşallah. Öbür türlü şeylerle, şundan şu oldularla, oradan farklı birşeyler çıkabilirde gibi ortaya karışık ve karıştırıcı şeyleride umursamıyorum açıkcası.

     

    Dostlarım, arkadaşlarım vardır ama cemaatlerin durumunu, yapısını vs. derinlemesine bilmem.

     

    Ve anamın bize bellettiğinden başkada birşey demem/diyemem/dedirtmem çevremde (ileri-geri saçmalayanlara) bu konularda:

     

    Allah (c.c) diyenin kötüsü olmaz...


  4. Üstad'la ilgili haberleri ve köşe yazılarını kaçırmamaya çalışırım. Ve onun adının geçtiği herşeyide (olumlu/olumsuz) paylaşmayı borç bilirim. Merhum Üstad'ın hapisliğiyle ilgili bir köşe yazısına denk geldim. Türkiye'de hapis yatan edebiyat, siyaset vs. mensuplarıyla ilgili rakam ve yer olarak detaylı bilgiler var yazıda ve tabi sahihliği tartışan kısımlar olabilir. Kısaltarak aktarayım:

     

    ŞAİRİN İKİNCİ ADRESİ

    Gelelim Nazım Hikmet'e...

    Büyük şair de cezaevini ikinci evi olarak belledi. İlk hapis cezasını 1924'te aldı. Ama karar onanmadan Sovyetlere kaçtı. 1928'de çıkan afla geri döndü. Hapse girmekten kurtulmuştu.

    1932. Komünizm propagandasından 10 yıl hapse mahkum oldu. 1933'te Onuncu Yıl affından faydalandı.

    Şansı iki kez yaver gitmişti. Ama 1938 donanma davasında öyle olmadı. 28 yıl ağır hapis aldı. Ve oldukça uzun bir süre hapiste kaldı. 1950 affına kadar tam 12 yıl Çankırı ve Bursa cezaevlerinde yattı.

    Bu cezaevlerindeki koğuş arkadaşları da edebiyat ve sanat dünyasındandı. Aynı davadan yargılandığı Kemal Tahir'le Sultanahmet ve Çankırı, büyük romancımız Orhan Kemal ile ise Bursa Cezaevi'nde yattı.

    Siyasi olmayan suçlardan giren sanatçılarla da dost oldu. Hint keneviri yetiştirmekten ve ardından cinayetten giren Ressam İbrahim Balaban da bunlardan biriydi.

    Bursa Cezaevinde iken Orhan Kemal'e geçelim. 1939 demir parmaklıklarla tanıştı. Yabancı rejimler lehine propaganda suçundan 5 yıl ceza aldı. Kayseri, Adana ve Bursa cezaevlerinde 5 yıl yattı.

    1966'da yine tutuklandı.

    Suç unsuru oluşmadığı

    için 2 ay sonra serbest bırakıldı.

    Kemal Tahir ise 12.5 yıl net hapis yatan yazarlarımızdan. Donanma davası ve 6-7 Eylül davalarından ceza aldı. Hapis yattı.

    Listeye devam ediyorum.

    Sabahattin Ali 1.5 yıl (değişik aralıklarla hapis yattı. Faili meçhul sayılabilecek bir cinayete kurban gitti.)

    Doğan Avcıoğlu 1.5 yıl

    Yalçın Küçük 5.5 yıl

    Uğur Mumcu 1 yıl

    Mümtaz Soysal 1.5 yıl

    İlhan Selçuk 1 yıla yakın bir süre hapis yattı.

     

    Necip Fazıl Kısakürek'in cezaevi serüveni 1942 yılında başladı. İlk Sultanahmet Cezaevi'ne girdi. Kısa süreli girişlerle beraber bir ayağı hep cezaevinde oldu. Necip Fazıl'ın cezaevi serüvenleri başlı başına bir kitap konusu olabilir. Büyük Doğu dergisi defalarca kapatıldı Necip Fazıl defalarca hapse konuldu. Örneğin 1960'ın sonunda hakkında istenen hapis cezası çoktan 100 yılı geçmişti. Hayatının 10.5 yılı hapishanelerde geçti.

     

    Gürkan Hacır - Akşam

    • Like 1

  5. Kırk yıllık fikir mücadelesi boyunca derin devlet Necip Fazıl’ı hiç rahat bırakmamış, çeşitli operasyonlarla susturmaya çalışmıştı.. Mustafa Yürekli, derin devletin Necip Fazıl operasyonlarını anlatıyor.

     

    Necip Fazıl Kısakürek’in, 30 yaşındayken, 1934’te, Abdülhakim Arvasi’ye bağlanması, hayatının dönüm noktası oldu. 1934’ten 1943'e kadar geçen 9 yıl içinde, İslami eğilimi "Şahsi bir zevk ve saklı bir telkin" planında, eserlerinde de arka fon olarak kaldığı için, ne devlet, ne de basında kimseyi ürkütmedi.

     

    Dönemin medya düzeninde köşe başlarını tutmuş eleştirmen ve yazarlar, hiçbir anlam veremedikleri, gün geçtikçe belirginleşen Necip Fazıl’daki İslami eğilimi, hazmedememişler ve alaya alıp çeşitli klişe yakıştırmalarda bulunmuşlardı: "İslâm komünisti!", "Hayır! İslâm faşisti", "Yok, yok neo-müzülman", "Sırf züppelik olsun diye müslümanlık taslıyor!", "Sabık şair; şiirine yazık etti!" gibi tanımlamalara başvurdular. Bu alay dönemi, uzun sürmedi, resmi şiddete maruz kaldı: Necip Fazıl, 1942 kışında Erzurum'da askerken, yazdığı siyasi bir yazı nedeniyle ilk kez tutuklandı ve ilk hapis cezasını da Sultanahmet Cazaevi’nde tattı.

     

    Bu dokuz yıllık süreç, mücadele dönemine hazırlıktı aslında. Herşey daha yeni başlayacaktı: 1943 yılı, ‘sanatkarın fildişi kulesinden agoraya indiği’; tam olarak Müslüman kimliğiyle kültür, sanat, edebiyat alanında belirdiği tarihtir: “İçini öyle bir sosyal mücadele ruhu; sanatının muhtaç olduğu cemiyeti yoğurma heyecanı kapladı ki, artık çalışamaz oldu ve mücadelesini bir ömür; hükümetiyle, partisiyle, basıniyle, hocasiyle, gençliğiyle kendi açtığı bütün cephelerde tek başına sürdüreceği” Büyük Doğu Mecmuası'nın ilk sayısını çıkardı. (17 Eylül 1943)

     

    Büyük Doğu dergisinin sayıları ve eserleri, bu kırk yıllık mücadeleyi belgeledi. "Sanatına yazık etti!" diyenlere, cevabı netti: “Küfür, bütün müesseseleriyle bir buzdağı gibiydi. Ortalıkta hiçbir hareket mevcut değildi. Müslümanlık zindanı camilerden bir hıçkırık sesi bile gelmiyordu. Bu gafiller, adeta, "camie girebiliyorum ya, ne devlet!" gibilerinden seviniyorlar ve hadım olmanın oltasında mesut görünüyorlardı.(..) Biz ise, mahut buzdağını, karda avuçlarımızı hohlarcasına, ciğerlerimizden kopan sıcak nefeslerle eritmeye çalıştık..” Necip Fazıl, 40 yaşında 1943 yılında ilan ettiği cihadı, ömrünün sonuna, 1983’e kadar, kırk yıl sürdürdü; büyük bir okul oldu, İslam düşüncesini 20. yüzyılda güçlü bir şekilde temsil etti.

     

    Necip Fazıl, kırk yıl boyunca Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti, Adalet Partisi iktidarları dönemlerinde takibata uğradı, devamlı olarak suçlandı, sorgulandı, yargılandı ve cezaevlerinde yattı. Başına gelen bu olayları ayrıntılı bir şekilde yazdı.İktidarların yargıyı kullanarak Necip Fazıl’a göz dağı vermesi, susturmaya çalışması ve sık sık dergisini kapatması yine anlaşılabilir bir durumdu. Çünkü Necip Fazıl bu kırk yıllık mücadele sürecinde, derin devletin operasyonlarına da maruz kaldı. Bu derin devletin operasyonları, onun çilesini ortaya koyduğu kadar, Türkiye’de statükonun iktidarları İslami harekete karşı nasıl yönlendirdiğini de gösteriyor.

     

    1950 SEÇİMİ OPERASYONU

    Necip Fazıl, yaklaşan seçimler nedeniyle baskı altındaydı.. 1949’dan itibaren iftira ve karalama kampanyalarına maruz kaldı. Emniyet teşkilatı sıkı takibiyle ve göz altına almalarıyla onu yıldıramıyordu. Necip Fazıl, bir yandan Büyük Doğu dergisini çıkarıyor, bir yandan da lideri olduğu Büyük Doğu Cemiyeti’nin faaliyetlerini yürütüyordu.

    Büyük Doğu Cemiyeti’nin ilk şubesi, Şubat 1950'de "Kayseri Büyük Doğu Cemiyeti" açıldı. Bu gelişmeden Cumhuriyet Halk Partisi’nin duyduğu dehşet, son sınırına vardı. Açılışı yaptıktan sonra İstanbul'a dönüşünde, bir yazı bahanesiyle tutuklandı, Türklüğe Hakaret Davasında verilmiş beraat kararı Temyize "tekrar ve topyekün" bozdurulur bozdurulmaz da (21 Nisan) hapse atıldı.

     

    Oysa ülkede bir ay sonra seçim vardı.. 14 Mayıs 1950 günü yapılan seçimler, Türkiye'de 27 yıllık tek parti devrini sona erdirdi; 1923'ten beridir tek başına ülkeyi idare eden CHP iktidarı, halk oyuyla, Demokrat Parti'ye devretti.

    İşte o seçim arafesinde, Necip Fazıl Kısakürek eski bir mahkeme kararını temyizde bozdurup cezaevine konarak, Demokrat Partililer, İslamcılıktan ve İslamcılardan uzak durması konusunda adeta uyarılmıştı. Necip Fazıl’ın 21 Nisan tutuklanması, derin devletin yargıyı kullanarak kotardığı ilk operasyonuydu.

     

    ‘KUMARHANE BASKINI’ KOMPLOSU

    Derin devletin ikinci Necip Fazıl operasyonu, basına "Kumarhane Baskını" diye akseden siyasi komplo tertiplendi(24.3.1951). Bu komplo üzerine, üstat Büyük Doğu'nun hemen toplatılan meşhur 54. SAYI'sını çıkarmış ve kendini savunmuştu. Bu sayıdaki bir yazısından dolayı tutuklanarak cezaevine atıldı.

    Çıkışında Büyük Doğu Cemiyeti'ni tasfiye etti. Derin devletin "Kumarhane Baskını" komplosu, Büyük Doğu Cemiyeti'ni kapattırma operasyonuydu ve başarılı oldu.

    Dindar halkın talep ve isteklerini derleyip toplayacak ve Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti iktidarına iletecek tek sivil toplum kuruluşunun kapısına zincir vurulmuştu.

    Derin devletin "Kumarhane Baskını" operasyonu Necip Fazıl’ı o kadar etkiledi ki Muhsin Ertuğrul’un sahneleyeceği ‘Reis Bey’ tiyatro oyununu yazdı..

     

    MALATYA OLAYI KOMPLOSU

    Demokrat Parti iktidarı döneminde, 1952'de, Malatya'da, Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman'ın bir suikast teşebbüsü ile yaralanması (22 Kasım) ise derin devletin üçüncü operasyonuydu..

     

    Ahmet Emin Yalman Olayı, tam bir derin devlet tertibidir ve basın da kullanılmıştır. Malatya’da meydana gelen olay, malum basının yaygarasıyla büyütüldü, genişledi ve nihayet Necip Fazıl’ı da azmettirici sıfatıyla, o ünlü savunmalarını yapacağı sanık sandalyesine çekti.

     

    11 Aralık 1952'de, bu Ahmet Emin Yalman Olayı, nam-ı diğer Malatya Olayı üzerine yayınladığı "Müdafalarım" adlı eserinde yer alan "Maskenizi Yırtıyorum" isimli ünlü savunmayla, 1943'ten itibaren başına gelenlerin ve bütün bu olup bitenlerin geniş bir muhasebesini yaptı.

     

    12 Aralık 1952'de, yani Malatya Olayı’ndan hemen sonra, daha önceki bir mahkûmiyetin infazı bahanesiyle atıldığı hapisten "taammüden katle teşvik ve azmettirmek, katle teşebbüs fiilini medih ve istihsal eylemek" isnatlarıyla yargılandıktan sonra, 16 Aralık 1953'te Malatya Davası’ndaki suçsuzluğu (!) anlaşılmış olarak çıktı.

    Adnan Menderes’in Necip Fazıl’a sevgi ve saygısı biliniyordu. Menderes etkisinde kalmaması için, yargı kullanılarak Necip Fazıl’dan özellikle uzak tutuldu..1954 seçimlerinden önce, CHP Lideri İsmet İnönü, yaptığı seçim konuşmalarında, eline Büyük Doğu dergilerden çeşitli nüshalar alarak; "İşte Menderes, bu yobazlık abidesine yardım eden adamdır. Onu ve partisini seçmeyin!.." diye propaganda yaptı. 1957'de, seçimlerden önce de Necip Fazıl yine etkisizleştirildi ve 8 ay 4 gün hapis yattı.

     

    27 MAYIS’TAKİ OPERASYON

    1950 - 60 arasındaki on yıllık Menderes iktidarı döneminde, derin devlet, takibatlarla, soruşturmalarla, göz altına almalarla ve tutuklamalarla Necip Fazıl’a soluk aldırmadı. Necip Fazıl, kapatılıp açılan Büyük Doğu Cemiyeti, sık sık kesintiye uğrayan Büyük Doğu dergisi ve eserleriyle bir siyasi parti kadar etkili muhalefet yapıyordu. Büyük Doğu'ların şahlanış döneminde, 1959'da, aleyhine o kadar dava açılmıştı ki, bu davaların yarısı mahkûmiyetle sonuçlansa, 101 sene hapis yatması gerekecekti. Mahkûmiyet kararlarının hızla kesinleşmeye başladığı ve Başbakan Menderes’in emriyle Niğde Cezaevi’nde kendisine tek kişilik konforlu (!) bir hücre hazırlandığı sırada 27 Mayıs 1960 darbesi oldu.

    Darbenin ilk radyo duyurularından birinde, zaten çıkmayan Büyük Doğu'nun kapatıldığı ilan edildi. 27 Mayısçılar, Büyük Doğu’yu neredeyse darbe gerekçesi gösteriyordu ve büyük bir düşmanlıkla, kapalı olan dergiyi bir daha kapatıyor, adeta çiğneyip eziyordu.

    6 Haziran günü gece yarısı Necip Fazıl Kısakürek evinden alındı. Beş ay müddetle Balmumcu garnizonunda "gerekçesiz" tutulduktan ve yüzbaşılara varıncaya dek en ağır hakaretlere maruz bırakıldıktan sonra, Genel Affa rağmen, Toptaşı Hapishanesi’ne nakledildi.(15.10.1960) ve bir buçuk yıl içerde kaldı.

     

    KENAN EVREN CEZAEVİNE ATACAKTI..

    27 Mayıs’ta, cezaevinden çıktıktan sonra, 1963 ilkbaharından itibaren Necip Fazıl’ı, konferanslar zinciriyle Anadolu’yu şehir şehir dolaştığını ve milletimizle kucaklaştığını görüyoruz.

    Başbakan Demirel’in kayıtlı olduğu Mason kütüğünün fotokopisini Büyük Doğu Dergisinde (27.12.1967) ilk defa olarak yayınlaması, "İdeolocya Örgüsü" isimli eseri, "Mümin/Kafir" diyalogları ve siyasi içerikli yazıları nedeniyle 60’lı yıllar boyunca sürekli olarak suçlandı, sorgulandı, yargılandı.

     

    Necip Fazıl, 1968’de yayınladığı “Vatan Haini Değil-Büyük Vatan Dostu Vahidüddin” isimli kitabının birinci baskısı tükenmek üzereyken toplatıldı ve hakkında takibat başlatıldı. Kitabı incelemek üzere oluşturulan bilirkişi, ‘Kitapta söylenenler hayal ürünüdür, ama herhangi bir suç unsuru yoktur.’ diye rapor verdi. Necip Fazıl, bu kitabında, resmi tarih tezinin aksine, Kurtuluş Savaşı’nı, Sultan Vahdettin’in başlattığını yazıyordu: “Sultan Vahdettin’in, Mustafa Kemal‘e yüklü miktarda para yardımı yaparak Anadolu’ya gönderdiği ve Vahdettin’in, Anadolu’da başlayan kurtuluş hareketinin başarıya ulaşması için İstanbul’da ulemayı toplayarak nasıl dua ettirdiği de kitapta ayrıntılarıyla anlatılıyordu.”

     

    Ankara, ikinci bir bilirkişi heyeti tayin etti ve benzer bir rapor çıkınca da, Necip Fazıl 1971’de beraat etti. 1972 yılında beraat kararı Yargıtay tarafından temyiz edildi. 1973’te mahkumiyet kararı çıktı. 1974’te Af Kanunu, olayı askıya aldı. 1975 yılında “Vatan Haini Değil-Büyük Vatan Dostu Vahidüddin” kitabı yeniden basıldı. Yine takibat başlatıldı. 1976’da, üçüncü baskı yapıldı. 1977’de yeniden toplatma kararı alındı ve takibata geçildi. 1979’da üçüncü kez bir bilirkişi heyeti oluşturuldu. 1980 yılında dördüncü bir bilirkişi teşkil edildi. Heyetler, kitapta suç unsuru bulunmadığı yönünde rapor verdi. 12 Eylül darbesinden sonra Necip Fazıl ile ilgili mahkumiyet kararı 1982 yılında Yargıtay tarafından onandı. Fakat, kararın infazı 4 ay tehir edildi. Aynı yıl içerisinde Adli Tıp Kurumu, Necip Fazıl’ın Anayasa’da öngörülen cezanın affı şartlarını haiz olduğu yönünde dönemin Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren’e bir rapor verdi.

     

    Kenan Evren, Necip Fazıl’ı affetmedi; Atatürk’ün hatırasına neşren hakaret edildiği gerekçesi ile verilen cezasın infazı yönünde talimat verdi. Necip Fazıl, 1983 yılında, 79 yaşında, hapse girmesine az bir zaman kala, son padişah Vahdettin’i savunduğu için mahkum olarak vefat etti. Ölmese, cezaevine girecekti. Bu konuya ben daha önceki yazılarımda da değinmiştim. “Atatürk’ün ölümünde Necip Fazıl ne yazdı?” başlıklı yazımın sonunda ve “Necip Fazıl’ı Kenan Evren’den kim korudu?” yazımda, üstadın 12 Eylül’de yaşadığı baskıyı, sıkıntıları anlatmıştım.

    Burada,1968 yılında basılan “Vatan Haini Değil-Büyük Vatan Dostu Vahidüddin” isimli kitabının bahane edilerek, daha sonraki 15 yıllık süreçte, özellikle 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sürecinde, derin devletin Necip Fazıl’a yargı yoluyla baskı yaptığını belirtmek isterim. Türkiye’nin fikir hayatının en hareketli olduğu dönemde, bu kitap üzerinden, cezaevi tehdidiyle, derin devlet, Necip Fazıl’ı susturmaya çalıştı.

    Necip Fazıl, tüm olumsuz koşullara rağmen susmamıştır.

    Mustafa Yürekli - Haber 7

    • Like 3

  6. Fethullah Gülen ve Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Ünlü arasında soğuk rüzgârlar estiği iddiaları tartışılırken ABD'den gelen sürpriz bir hediye Cübbeli Ahmet Hoca'ya duygusal anlar yaşattı.

     

     

    Fethullah Gülen, cezaevindeki Cübbeli Hoca'ya iki imzalı kitabını gönderdi. Gülen, kitapların ilk sayfasına "Mübarek hocamız Ahmet Efendi Hazretleri" diye başlayan övgü dolu sözler yazdı.

    ABD'DEN İKİ KİTAP GELDİ

    Fethullah Gülen ve Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Ünlü arasında soğuk rüzgârlar estiği iddiaları tartışılırken ABD'den sürpriz bir hediye geldi. Gülen, Metris Cezaevi'ndeki Cübbeli Ahmet Hoca'ya "El-Kulubu'd-Dari'a" ve "Beyan" adlı iki kitabını gönderdi. Fethullah Gülen, gönderdiği kitaplarının ilk sayfalarına el yazısıyla notlar yazıp imzasını da attı. Gülen, yazdığı notlarda Cübbeli Ahmet Hoca'dan, "Mübarek ve mümtaz hocamız Ahmet Efendi Hazretleri" gibi övgü dolu sözler kullanıyor.

    YUSUF PEYGAMBER BENZETMESİ

    Cübbeli'nin cezaevine girişini Yusuf Peygamber'in zindana atılmasına benzeten Gülen, en yakın zamanda serbest kalmasını ve 'halkı uyandırma va doğru yola çevirme' hizmetine dönmesi için de dua ediyor.

    'CEMAAT İFTİRALARA İNANMADI'

    Metris Cezaevi'nde yatan Cübbeli Ahmet Hoca, kendisine getirilen hediyenin ardından yaşadığı mutluluğu ise bir yazı yazarak anlattı:

    "Rüyamda muhterem Hocaefendi Hazretleri'nin bana dua ettiğini görmüştüm. Ben size içeri girdiğim günden beri muhterem Fethullah Hocaefendi'nin nezih cemaatinin bana atılan iftiralardan beri olduğunu bildirmiştim. İşte 5 Eylül Çarşamba günü Muhterem Hoca'mızın hediye gönderdiği iki eserinin üzerine hatt-ı destiyle kaydetmiş bulunduğu şu iki ithaf yazısı bunun en bariz şahidi olmuştur."

    "ÇOK DUYGULANDIM, HIÇKIRIKLARLA AĞLADIM"

    Cübbeli Ahmet Hoca, hediyeleri getiren Gülen'in "talebesi"yle cezaevinde yaptığı sohbete ilişkin ise şunları yazdı: "Talebesi, sohbet sırasında Hocaefendi'nin benimle ilgili haberleri izlerken gözyaşlarını tutamadığını ve 'Bunca yıl dinimize hizmet etmiş, müşarun bilbenan (parmakla gösterilen) bir Hocaefendi'nin şahsında tekrar İslam'a darbe indirilmek isteniyor. Bu iftiraları asla kabul etmem ve inanmam, kurtuluşu için dua ediyorum' dediğini nakletti. Bu fakir kardeşiniz muhterem Hocamızın tazim ifade eden medhiyelerine asla layık biri değilim. Okuyunca çok mahcup oldum, ama "Fazilet ehlini ancak fazilet ehli tanır" kaidesince değerli Hocamız kendisine münasip bir üslup kullanmıştır. Hizmet ettiğim camianın bazı hocaları kıskançlık yüzünden bana bu zulmü reva görürken muhterem Hocaefendi'nin bana şefkatle yaklaşması beni çok duygulandırmış ve şu yazıyı yazarken hıçkırıklara boğmuştur."

    "BAĞIŞLAMANIZ DİLEĞİYLE"

    "Sizin geniş ilminize göre olmasa da kutsal üzüntünüzü hafifletir ümidiyle sunuyorum. Cüret ve cesaret sayarsanız bağışlamanızı dileyerek."

    "YUSUF PEYGAMBER GİBİ"

    "Her zaman Sünnî duygu ve düşüncenin sesi soluğu olmasını bilmiş, aydınlık ruh, Yusuf Peygamber yolunda (zindana giren), Yusuf Peygamber gibi çilesini çeken, İslam'a sadakat ve sabır abidesi, kutlu ve seçkin Ahmet Efendi Hazretleri'nin en yakın zamanda mübarek irşad (halkı uyandırma ve doğru yola çağırma) vazifesine dönmesini Allah'tan dilerim."

     

    HaberTürk


  7. Bir insanı tanımak

     

    Dünyanın içinde, insan sayısı kadar dünya daha var. Bu dünyaların her biri soru işareti olarak karşımızda duruyor. Sözgelimi ağaçları tanırsınız; çiçek açar, meyve verir, yaprak dökerler. Peki, bir insanı tam manasıyla tanımak mümkün müdür? Yıllarca beraber olursunuz da, sonra öyle bir şey yapar ki, şaşırır kalırsınız. Yazık dersiniz, tanıyamamışım.

     

    Biliyoruz ki, hiç kimse kendisini sonuna kadar saklayamaz. Bir gün, gerçek mizacını mutlaka ele verir. Sarımsağı gelin etmişler de, kırk gün kokusu çıkmamış. Devamı yok. Çok sayıda güzel insan tanıdım, fakat ne kadar tanıdım, işte orasını bilemiyorum. "Başkalarının derinliği" diye bir şey var. O sularda yüzüyor veya yüzmeye çalışıyor, lakin derinliğini göremiyorsunuz.

     

    Orhan Okay, hocası Nurettin Topçu'yu anlatırken, "hiç olmazsa tanıyabildik mi" diye sorup devam eder: "Onda anlamakta güçlük çektiğimiz, yaklaşamadığımız bir taraf vardı." (Silik Fotoğraflar, Sayfa 25) Galiba böyle. Bir noktadan sonra, insana yaklaşmak pek mümkün olmuyor. Hele büyük insanlara, hiç.

     

    Denilir ki, bu dünyanın en güzel iki kokusu, bebek ve eski kitap kokusudur. Bunlara, dost kokusunu da ilave etmek isterim. Sözgelimi, Muzaffer Serkan Aydın'la karşılaştığımız vakit, ondan gelen dost kokusunu hemen aldım. Bu kokuyu gördüm bile diyebilirim. Burada, belki de bir ilhamdan veya yüksek kaderden bahsediyoruz. Fakat çoğu zaman, hatta her zaman, işler ve ilişkiler bu denli kolay yürümüyor. Süheyl Ünver'den ödünç alarak, 'yüksek kader' deyişim bundan.

     

    Dost kokusuna rağmen, Muzaffer Serkan Aydın'ı ne kadar tanıyorum, tanıyabildim? Elimde, ipucu olarak, sadece şu söz var: İnsan, taştan pek, gülden naziktir.

     

    Bir insanla tanışmak, tanış olmak, hatta onu anlamak; o insanı tanımak anlamına gelir mi? Elbette gelmez.

     

    Sufiler, "ilk hatır önemlidir" der. Şimdilerde buna, "izlenim" diyoruz. Dünyanın hatır üzerine kurulu olduğunu düşünürsek, izlenim, bir anda anlamını yitiriyor. O ilk karşılaşmada, gözümüzün tutması, birinci şarttır. Göz tutar, gönül ısınır. Öte yandan, ilahi ölçü, kırkta birdir. Muhtemelen, kırk kişiyle tanışıyor, bir kişiyle dost oluyoruz. "Bir gül için bin dikene su vermek" gibi bir şeydir bu...

     

    Sonuç itibariyle, dost da olsanız, kırk yıl birlikte de yaşasanız, bir insanı ne kadar tanıyabilirsiniz? Artık çözdüm, bütün hususiyetlerini biliyorum, diyebilir misiniz? Kendi adıma, evet, diyemem. Tanıdığımızı sandığımız kişiyi bazen tanımakta zorlanırız ya, aslında bu, bütün meselenin özüdür, özetidir.

     

    Biz şehirliler, her sabah, sivri uçlu insanlar olarak evden çıkıyor ve akşama kadar birbirimizi acıtıp duruyoruz.

    İnsan olmanın basit ve ince özellikleri bile, artık meziyet sayılıyor. Böyle bir devirden geçiyoruz. İnsan ilişkileri dahil, her şey doğal mecrasından, yani aslından uzaklaşıyor. Adeta, hep birlikte yalnızlık çekiyor; toplu bir burukluk yaşıyoruz. Hayatımıza her gün yeni insanlar giriyor ve hızla çıkıp gidiyorlar. Hesaplar ve hayatlar günübirlik olunca, öncelikler sıklıkla değişince, ilişkiler de uzun soluklu olamıyor. Bir insanla kalbî münasebet kurmak, neredeyse mucizelere kalmış görünüyor.

     

    Yunus Emre, "Derya benim katremdir / Zerreler umman bana" diyor. İnsanın derinliğini yahut karmaşasını, bu dizelerden daha iyi ne anlatabilir?

     

    Evet, insan kısım kısım, yer damar damar. İnsanları yakından tanıdıkça, kiminin altını, kiminin üstünü çizmek zorunda kalıyoruz. Aslına bakarsanız, 'yakından tanımak' da meseleyi çözmüyor. Birlikte olduklarımızla ilgili bunca şaşkınlığı, bunca üzüntüyü, onları yakından tanıdığımızı sandığımız için yaşıyoruz. Belki de bundan dolayı, hiç kimseyi yakından tanıdığımı iddia edemem, edemiyorum. Sadece kendimi tanımaya çalışıyorum. Henüz ciddi bir gelişme kaydettiğimi söyleyemem. Ne yazarsak yazalım, eksik kalıyor, yeterli olmuyor. Tesellim ise şu: İnsanları tanımak da ancak bu kadar olabiliyor.

    • Like 1

  8. Nuri Pakdil Ağabeyin "Klas Duruş" kitabı... Kitaptan bazı eylem, duruş ve deyiş alıntıları:

     

    - eylem, eylem... yeter artık kağıt üzerinde,

    Fiilen: olacaksa olsun !

     

    - Dilimle ikrâr ettim, kalbimle onayladım VARLIĞINI.

     

    - Çileyi çeken yazıyı yazandır,

    Bin çile de bin çeşit yazı demektir.

     

    - Uykusuzluk uyuz köpekten de beter; somut, yanımda duruyor.

    • Like 2

  9. Bu kibar, hijyenik ve anlamlı :) konuyu görünce bazı sosyolojik durumları anımsatayım dedim, bağışlayın:

     

    Yola bevleden, otuz bilmem kaç dişini singer dikiş makinesi gibi ileri-geri oynatarak esneyen, ortamda burnuyla hemhâl olan ve olmayada devam eden, orasını burası ağaca sürtünerek kaşıyan hayvan cinsi gibi kaşıyan, gömleğinin düğmelerini neredeyse gövdesinin yarısına kadar açan, bir bayanın yanında bile ağız bozukluğuna ve çapsızlığa devam edenler...

     

    La üç-beş dakika adam olun desek, utanmadan kaç dakikamız kaldı dersiniz !?

    • Like 2

  10. Herkes gider, şiir kalır

     

    Şiir, bu milletin ve bu vatanın kurucu unsurlarından birisidir. Sadece Yunus Emre'ye bakmak bile bize çok şey söyleyecektir. İsmail Kara, "Yunus olmasıydı işimiz kötüydü" der. İsmet Özel, "Türk şiiri Yunus Emre'yle başladı ve Türkiye'de din, ilk hızını şiirle aldı" tespitinde bulunur. Bu da Süleyman Çobanoğlu'na ait: "Türkçe, Yunus Emre'nin huzurunda diz çökerek Müslüman olmuş bir dildir."

    Etkisi her geçen gün artan Yunus Emre, o çok arzu ettiğimiz 'milli mutabakat' bahsinde de en öndedir. Bunu anlamak için, onunla ilgili kimlerin kitap çıkardığını bilmemiz yeterlidir. Şiirin, millet hayatımızdaki yerini sadece bugüne bakarak görme imkânımız olmadığı için, yazımıza Yunus Emre örneğiyle başladık.

     

    "Osmanlıdan geriye ne kaldı" diye sormuşlardı da, şu cevabı vermiştim: 'Şairler, camiler ve padişahlar.' Birçok mühim padişahın divan sahibi olduğunu düşünürsek, işimiz daha da kolaylaşıyor: Şairler ve camiler. Yani, şiir ve din.

     

    Türk şiirine bakarak, tarihimizi de rahatlıkla takip edebiliriz. Çanakkale'yi, Mütareke'yi, Büyük Taarruz'u ve nihayet İstiklal Harbi'ni tam manasıyla sadece şairler yazabilmiştir. Yahya Kemal'in 1918 başlıklı şiirini terazinin bir kefesine, Mütareke hakkında yazılan diğer bütün eserleri de öbür kefesine koyalım. Bakalım ne olacak? Bu topraklarda, düşünce de şiir ve şair üzerinden ilerler, ilerlemiştir. Namık Kemal'den Ziya Gökalp'e, Mehmet Akif'ten Necip Fazıl'a, Sezai Karakoç'tan İsmet Özel'e kadar bu böyledir. Birkaç istisna hariç, örneklerimiz ve öncülerimiz hep şairler olmuştur. Şiir, bir anlamda, geçidi beklemiştir. Şiir ve düşünce ise bir bütündür, birbirlerinden ayrılamazlar. Bir şair için, 'şiirleri iyi ama fikirleri sığ' diyemezsiniz. Şiirlerinin iyi olduğunu kabul ettiğiniz anda, fikri derinliğini de onaylamış olursunuz.

     

    Son yıllarda, hayati meselelerin, özellikle şairlerden kaçırıldığına şahitlik ediyoruz. 'Onlar ne anlar' gibi bir yanlış bakış söz konusu. Siyasetçilerin tavrı da maalesef pek farklı değil. Konuşmalarını şiirle süslüyor, fakat o şiirlerin sahiplerine hiçbir konuda danışmıyorlar. Kültür politikalarında bile.

    Güzel ve anlamlı bir örnekle yazımıza devam edelim. Birçok insana göre, Boğaziçi köprüsü, Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli projesidir. Çünkü Osmanlının yapmak isteyip de yapamadığı bir şey başarılmıştır. 1973 yılı, daha yeni bir tarih olmasına rağmen, "köprünün açılışını hangi başbakan yapmıştır" sorusuna kaçımız doğru cevap verebiliriz. Bu soruyu, siyasetle yakından ilgilenen insanlara soralım; sonuç pek fazla değişmeyecektir. Buna karşılık, şiirle ilgilenmeyenler bile birçok şairin ismini rahatlıkla sayabilirler. Şiirle ilgilenenler ise yetmişli yılların vasat şairlerini dahi bilirler.

    Demem o ki, sistem değişse de, 'kalanlar' değişmez, değişmeyecektir.

    ***

    İslamcılık tartışmaları sırasında, bir köşe yazarımız, genelde edebiyatçıları, özelde ise şairleri suçlayıcı cümleler kurdu. Yazarımıza göre, İslamcı söylem, şairlerin (ve öykücülerin) inhisarı (tekeli) altındaydı. Bu ise İslamcılığın en büyük handikabı ve zaafı sayılmalıydı. Çünkü işin içine duygu karışıyordu; karışmamalıydı. Oysa Abbasi modelinde böyle değildi vs.

     

    Konumuz şiir ve şair olduğu için soralım: Sezai Karakoç ve İsmet Özel'i çıkarırsak, son çeyrek yüzyıldan geriye ne kalır? Şunu da unutmayalım: Başka modeller ve tecrübeler elbette bizi ilgilendirir. Fakat insanlar gibi, toplumların da bir karakteri vardır. Yazımızda adı geçen bütün bu şairlerin 'bilgi' ve 'hikmet' sahibi olmadığını ise kimse iddia edemez. Bilgi ve hikmet olmazsa eğer, şiir, bir gençlik hevesinin ötesine geçemez.

     

    Yazımızı, Hacı Hasan Efendi'nin Sohbetler kitabında yer alan bir hadis-i şerifle bitirelim: Şairlerin kalbi, Allah'ın hazinesidir.

    • Like 1

  11. Yağmurlu, kasvetli, nemli bir günde güneş almayan hücre evi ayarında :) odamda çay içerken ve yine gurbetlerden bir gurbet yaşadığım bir vakitte başlamış (2007 sonuydu sanırım) ve gene böyle bir vakitte bitirmiştim bu kitabı.

     

    Diyor ya kitabın sonunda:

     

    Anne: Evladım, gitme !..

    Hüsrev: Ne yapayım anne? Kestiniz incir ağacını.

     

    İnsanın her zaman tutanacak bir dalı, gidecek bir kapısı, dayanacak bir başı olması gerek. Bu tutunuş, çok şeye bağlanışın ilk düğümü olabilir bazen. İncir ağacı madem bir simge, sembol ve metafor ona bakmak lazım. Ona bağlanışın, ona yönelişin ve ona tutunuşun insan ruhundaki yerine, izine, yansımasına...

     

    O bağ koptuğu zaman istidat duvarı yıkılır, ötelerle olan kurbiyet zayıflar, halkalar gevşer ve belkide kopar.

     

    İnsan ruhunun yükselmesini sağlayan her dal, bağ, simge "sendelemeden adım atmanın" fitiliyse şayet, baştada söylediğim gibi:

     

    Her insanın tutanacak bir dalı olmalıdır hayatta. Ve işte yaratılmakta olan o adamın ağacı yoksa; beyin çatırdamaları, zonklamalar, başağrıları sürek avı gibi peşini bırakmaz, nefesleri keser, dizlerin bağı çözer, kalbin ritmi bozar.

     

    Bir Adam Yaratmak.. Helede incir ağacında.

    • Like 1

  12. Sanal psikoloji üzerine çıkarımlar sonucu elde edilen varsayımların gerçeğe en yakın kabulü: Kendini soyutlayarak, "gizlilik" hissiyle alabildiğince birşeyler yazma dürtüsüne yenik düşmek ve bu mağlubiyetten "egoyu" bir kez daha tatmin etmenin rahatlığıyla "varlığına" savaş açmak...

     

    Terapiye buradan başlamak lazım.

    (04/09/2012)

     

    :blink: Müthiş...

    • Like 1

  13. Bu Lozan ve gizli maddeler mevzusu hep tartışılır ya; gizlilik hükmü olan maddeleri var, antlaşma metninin imza altına alınmasından 100 sene sonra bu hükümler mülga olacak, antlaşma metnini imzalayan taraflar arasında askeri, siyasi, hukuki v.b. hususlarda yeni öne sürümler, istekler, talepler olacak falan.

     

    Tayyip Reis'in 2023 ısrarı ve imalı telaffuzlarının bu meseleyle ilgili olduğunu ifade ediyor bazı tarihçi ve ilim adamları. Evet Miralay gardaşım hayrolsun, bizim olsun inşallah :)

     

    amerikancı ! ya Menderes baksana: Onu iktidara getiren Amerika 2 sene dayanamamış; almış 14 subayı eğitmek için ülkesine getirmiş. Özel Harp Dairesinin de temelini atan bu şerefli subaylar geliyor ve ilk cuntayı kuruyorlar. Sahi ya amerikancıydı Menderes vay vay vay...

     

    Bre gafiller amerika bile 2 sene sabretmiş Menderes hükümetine ve ekseninin kaydığını görünce al sana özel harp, al sana cunta, al sana ihtilal... Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Abdülhamid'i anlamak herşeyi anlamaktır ama merhum Mendereside anlamakta çok şeyi anlamak olacaktır günün birinde.

     

    Serdengeçti ağabeyide yad etmiş olduk bu vesileyle tekrar :)

×
×
  • Create New...