Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

nedmanün

Editor
  • Content Count

    245
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by nedmanün


  1. benden de bir berceste :D

     

    Ne beyân-ı hâle cür'et, ne figâna tâkatım var

    Ne recâ-yı vasla gayret, ne firâka kudretim var

     

    Ne hâlimi arz etmeye cür'et edebiliyorum, ne de feryat etmeye takatım var.

    Ne vuslat umudu için gayrete geliyorum, ne de ayrılığa güç yetirebiliyorum.

     

    (yazarı hatrımda değil )

     

    hakkınızı helâl ediniz arkadaşlar :(


  2. ONA ÇIKILMAZ INILIR

    Yazar ve edebiyatçılarımız arasında en fazla nüktesi bulunan kişinin Süleyman Nazif (1869—1927) olduğuna sanıyoruz ki

    kimsenin süphesi yoktur. Kurtuluş Savaşı öncesinde Istanbul’a asker çıkaran Ingiliz ve Fransızların aleyhine, "Piyer Loti

    Hitabesi"nde ağır sözler söyledigi için bazı Türk büyükleri ve Ingilizler tarafından Malta Adasına sürülen Süleyman Nazif, yürekli

    bir vatanperverdi de.

    Süleyman Nazif in en zıt oldugu kişilerden biri Abdullah Cevdet’miş. Esas mesleği doktorluk olan fakat hep yazarlıkla

    meşgul olmuş bulunan Abdullah Cevdet’in aleyhine kullanılabilecek her fırsatı Süleyman Nazif değerlendirirmiş.

    Süleyman Nazif bir gün Bab-ı Âli yokuşunda bir tanıdıgına rastlamış, ona nereye gittigini sormuş. Tanıdığı:

    — Abdullah Cevdet’e çıkıyorum, diye cevap vermiş. Süleyman Nazif bu cevap üzerine tanıdığına kızmış:

    — Abdullah Cevdet’e çıkılmaz, inilir; çünkü o yüksek değil, alçak biridir!

     

    ABDULLAH CEVDET VE DİN

    Abdullah Cevdet, zamanında dinsizliği ile tanınan ve böyle tanımasından da gocunmayan biriymiş. Süleyman Nazif e bu

    konuda ne düsündügünü sormuşlar, şu cevabı vermiş:

     

    — Abdullah Cevdet’in dinsizliginden anlayın ki din iyi bir şeydir. Eğer din kötü bir şey olsaydı Abdullah Cevdet dindar

    olurdu.

    :angry:

     

    SAMIMIYET

     

    Süleyman Nazif e bir gün, Abdullah Cevdet’in nasıl bir adam olduğu sorulmuş. Süleyman Nazif bu soruya "Çok samimi adamdır, sîretini suretinde tasır." diye cevap vermis.

    (Abdullah Cevdet’in, çiçek bozuğu suratı sebebiyle çirkin bir görünüsü varmış. Içinin kötülügünü dışına da yansıtmıstır,

    demek istemis.)

     

     

    BEN DE BITIRECEKSINIZ DIYE KORKUYORDUM

     

    Abdullah Cevdet, bir ara Shakespeare’in bütün eserlerini Türkçe’ye çevirmeye baslamıs. Bir iki çevirisini yayımlamıs.

    Fakat çeviriler hiç basarılı degilmis. Shakespeare’in eserlerine lâyık bir tercüme yapamamıs. Abdullah Cevdet bu tercüme isine

    devam ettigi bir sırada bir gün Süleyman Nazif’e demis ki:

    — Nazif, biliyor musun, su Shakespeare’i çevirme isini bitirmeden ölecegim diye korkuyorum.

    Süleyman Nazif bu yakınmadan yararlanarak kendi korkusunu açıklamıs:

    — Abdullah Cevdet, ben de tam aksine Shakespeare’i çevirme isini ölmeden önce bitireceksin diye korkuyorum. Herkes

    Shakespeare’in eserlerini ölümsüz diye bilir, sen onları Türkçe’ye çevirmekle ölümlü olduklarını ispatladın!..

     

    IKI DIL

    Süleyman Nazif in oglu Sait Nazif, çocukken babasına sormus:

    — Baba, Fransızca’yı sen mi iyi bilirsin, yoksa Victor Hugo mu?

    Süleyman Nazif, oglunun gözündeki degerini yitirmemek, Victor Hugo’nun da hakkını yememek için söyle cevap vermis:

    — Victor Hugo Fransızca’yı benden iyi bilir; ama ben de Türkçe’yi ondan iyi bilirim.

     

    GEREKSIZ

    Süleyman Nazif Basra valisi iken, belediye baskanı olan zat bir gün S.Nazif e sehrin mezarlıgının etrafını bir duvarla

    çevirme projesinden bahsetmis. S. Nazif, düsüncesini söyle açıklamıs:

    — Bana göre gereksiz masrafa girmektir. Çünkü dısarıdakiler mezarlıga girmek istemezler. Mezarlıktakiler de zaten

    dısarı çıkamazlar...

     

    ZULÜM

    Süleyman Nazif, Türkçe’nin azınlıklar tarafından bozuk telaffuzla konusulmasına hiç tahammül edemezmis. Özellikle

    Ermenilerin Türkçe’yi çok kötü konustuklarına tanık olurmus. Bunu anlatmak için söyle dermis:

    — Ermeniler, Türklerin kendilerine zulüm yaptıgını iddia ediyorlar. Bunun ispatı zordur. Fakat bu dogru bile olsa, bunun

    acısını dilimize yaptıkları zulümden fazlasıyla çıkarıyorlar.


  3. İsmail kapan abinin bu yönlü serzenişlerine hep şahit olur ve takdir ederim,bu da farklı bi kafadan aynı yönde bi ses.. böyle dinsiz biri, ama haklı , oynu kuralına göre oynasınlar olacaklarsa tam demokrat olsunlar ,"" acaba tam olarak riayet edemedikleri/etmek istemedikleri ama mensubu olduklarını da iddia etmeye devam ettikleri dinlerini birileri sözle değilse de giyimleri, kuşamlarıyla hatırlattığı için mi bu kadar rahatsızlar? Farkında olmadan vicdani bir eziklik/yükümlülük mü getiriyor dinlerine harfiyen uyanlar? Layt Müslümanlıklarının vicdan azabını mı çekiyorlar farkında olmadan?” "" Acaba?

     

     

    Her şeyi layt Müslümanlık yüzünden mi?

     

     

     

     

    Bizim laikler neden dindarlara karşı bu kadar haşin diye düşünüp duruyorum.

     

    Tamam bir sınıf çatışması, köydekinin, kasabadakinin, kenar mahalledekinin güçlenmesine karşı hazımsızlık dedim evet ama hadise neden bir din düşmanlığı şeklinde tezahür ediyor anlamaya çalışıyorum.

     

    Nedir bu ağır nefretin, kinin kökeni analiz etmeye çalışıyorum.

     

    Neden sokaklarda kadınların baş örtülerine veya onların deyimiyle türbanlarına saldıracak kadar öfkeliler merak ediyorum. (Doğduğundan beri Arnavutköy’de yaşayan tesettürlü komşum sırf bu saldırılar yüzünden başka bir mahalleye taşındı.) Saldırmasalar da illa ki laf etmelerinin, çık çık etmelerinin, küçük görmelerinin, otomobil kullanmalarına hayretle bakmalarının, gözlerinin önünde olmalarını istemelerinin altındaki nedeni merak ediyorum.

     

    Bütün sahiller açıklara yönelik binlerce otelle kaplıyken onların kendilerine özel 20-30 otelleri, tatil köyleri olmasına sinirlenmelerinin, hadiseyi bir “işgal” veya “mevzi kaybetme” gibi görmelerinin altındaki gerçek nedeni bulmaya çalışıyorum.

     

    Kapalı insanlarla hiçbir şekilde ilişki kurmak istememelerinin nedenini bulmaya çalışıyorum. (Bire bir tanımak merhamet ve anlayış sağlar diye mi acaba?)

     

    Radikal politikacı ile sokaktaki insanı ayırt edemeyecek kadar gözleri kör eden nedir bulmaya çalışıyorum. Kadın hakları savunucularının BİLE üniversiteye başı kapalı kızların alınmamasını savunmalarının altında ne var bilmek istiyorum.

     

    Neden “onların” yaptığı her şey bir tehdit olarak algılanıyor hakikaten anlamak istiyorum.

     

    80 yıllık Kemalist eğitim bana yeterli bir cevap gelmiyor. Münferit bir takım hadiseler dışında dincilerin topluca ayaklanıp adam kestiklerini Menemen’den beri görmüyoruz. (Malatya’daki Hıristiyan misyonerlerin boğazlanmasını, Erzurum’da oruç tutmayan öğrencinin öldürülmesini unutmuş değilim) Üsküdar’da mini eteğiyle yürürken bacağına bıçak saplanan kız hikayeleri de duymuyoruz uzun zamandır. Zeki Başeskioğlu istediği kadar yırtık dondan çıkar gibi fırlayıp sansürlendiğini iddia ederek bedava PR’ını yapsın, çıplaklık reklamlarda olsun, TV’lerde olsun gırla gitmekte. (Ki çıplaklık neden bu kadar seviliyor laikler arasında o da ayrı bir mevzuu..) Okullarda dini propaganda evet çok yaygın ama büyük tepkiyi gösterenler bu propaganda altında olanlar değil.

     

    Peki o zaman nedir?

     

    Bir dert var. Tepki gösteren kesimde kimsenin hayatının İslami manada değiştiği/değiştirildiği yok ama bir dert var. Etrafım onlarla dolu ve klişe bir takım laflar dışında (“gelecekler ve hepimizi asıp kesecekler!!” gibi) doğru dürüst bir neden açıklayan yok ne yazık ki. Çoktan geldiler, kimse asılıp kesilmedi dediğim zaman da beni müthiş bir öfkeyle gaflet ve dalalet içinde olmakla suçladıkları için, adam gibi teati etme imkanı da olmuyor.

     

    Sen ben değil ama çocuklarımız bunların beyin yıkamalarıyla büyüyor, gelecek karanlık denmekte ama bunu diyenlerin hepsinin çocuğu özel ve de “laik” okullarda okumakta. Bu okullar da her geçen gün fazlalaşmakta ve para basıp durmaktalar. (“Kim kazançlı bu çatışmadan?” sorusuna cevap bir)

     

    Ama belli ki bir dert var.

     

    Tam da “acaba tam olarak riayet edemedikleri/etmek istemedikleri ama mensubu olduklarını da iddia etmeye devam ettikleri dinlerini birileri sözle değilse de giyimleri, kuşamlarıyla hatırlattığı için mi bu kadar rahatsızlar? Farkında olmadan vicdani bir eziklik/yükümlülük mü getiriyor dinlerine harfiyen uyanlar? Layt Müslümanlıklarının vicdan azabını mı çekiyorlar farkında olmadan?” diye düşünürken..

     

    Ayşe Arman şöyle yazmış: “Giyinmek güzeldir” sloganlı başörtüsü reklam afişini görünce şöyle hissettim: Bana diyorlar ki “Sen çıplaksın, giyinmiyorsun, örtünmüyorsun. Bu yüzden vicdan azabı çekmelisin, kendini düzeltmelisin...”

     

    “Ve o ilan, o gün, benim kendimi soyunuk gibi hissetmeme sebep oldu. Sanki yanlış bir şey yapıyormuşum gibi...”

     

    Bu ilanlar sadece beni mi rahatsız ediyor diye de sormuş (23 Mayıs 2007, Hürriyet)

     

    Beni rahatsız etmiyor. Giyinmem gerektiğine dair derinlerimde bir yerlerimde baskıladığım, üzerini örtmeye çalıştığım bir fikrim/inancım olmadığı için mi acaba?

     

    Tuğçe Baran -- Vatan


  4. AŞKA SEVDALANMA

     

    Can verme sakın aşka aşk afeti candır

    Aşk afeti can olduğu meşhuru cihandır

    Sakın isteme sevdayı gam aşkta her an

    Kim istedi sevdayı gamlı aşk ziyandır

    Her ebrulu güzel elinde bir hançeri honriz

    Her zülfü siyah yanında bir zehirli yılandır

    Yahşi görünür yüzleri güzellerin emma

    Yahşi nazar ettikte sevdaları yamandır

    Aşk içre azap olduğu bilirem kim

    Her kimseki aşıktır işi ahü figandır

    Yadetme güzel gözlülerin merdümi çeşmin

    Merdüm deyip aldanma kim içtikleri kandır

    Gel derse Fuzuli ki güzellerde vefa var

    Aldanmaki şair sözü elbette yalandır.

     

    Fuzuli


  5. idareheyeti.jpg

     

    amblem.jpg

     

     

     

    1-Necip Fazıl Kısakürek

    2-Cevat Rifat Atılhan

    3-Abdurrahim Zapsu

    4-Ömer Karagül

    5-Celaleddin Sığındere

    6-Şükrü Çelikalay

    7-Şakir Üçışık *

    8-Haluk Nurbaki

    9-Lütfi Bilgen

     

    *Şâkir efendi, Efendi hazretlerinin her türlü hususî hizmetini görürdü. Efendi hazretleri kendisine sâhib-i serim, bastonum, cüz-i lâyünfekim, lâzım-ı gayrı müfârıkım derdi


  6. Dil, her milletin olduğu gibi, bizim de varlık sebebimiz, şah damarımız! Büyük felâketler, dilin bozulmasıyla başlıyor.

     

    Batı, ilk eğitim seferberliğinden geçirdiği çocuklarını 70 000 kelimeyle okutuyor. Türkiye de ise, ilk eğitim seferberliği için hazırladığımız kitaplarda 7 000 kelime bulunmaktadır. Çocuklarımız ise, üniversite sıralarına geldiklerinde bu 7 000 kelimenin sadece 600'ü veya 700'ü ile düşünüp konuşuyorlar.

     

    Ben, yüksek tahsil yapmalarına rağmen, doğru-dürüst bir dilekçe bile yazamayan kimselerle çok karşılaştım. Geçenlerde bir TV programında, birincilik kazanan bir üniversite öğrencisine mikrofon uzattılar. Güzel dans etmekten, kolunu-başını-bacağını ileri geri oynatıp durmaktan başka hiçbir marifeti olmayan delikanlının, ıkına-sıkına söylediği cümleler beni çok utandırdı: "Çok mutluyum. Ben duygusalım. Sizi çok seviyorum!" Başka? Başka yok. Hepsi işte bu kadar! Bu üç cümleden biri yanlış, biri de lâf ola beri gele kabilinden. Bir de şu: "Çok seviyorum!" laf bezirgânlığı veya yalancılığı var. Bir kimse, huyunu suyunu bilmediği, bir tek kelime konuşmadığı, bir kaç dakika olsun yan yana oturmadığı bir kimseyi veya kimseleri nasıl sevebilir?

     

    Geçenlerde bir TV programında söyledim: Türkçe milletimizin dilidir. Öz Türkçe ise, bir avuç şaşkının kekelemesi. Dilimizi Türkçeden Öz türkçe kısırlığına çekip götürmek isteyenler, gerçek anlamda gericiler, cahiller, ham kafalardır. Dilimize her gün bulaşan İngilizce kelimeleri bir tarafa bırakarak, onlara dokunmayarak, sadece Arapça ve Farsça kelimeleri çıkarıp atmaya çalışanlar, esasında İslâma düşman olanlardır. "Öz Türkçe sözcüklerle konuşmalı-yazmalıyız!" diyenler, milletimizi Afrika kabileleri durumuna düşürmek isteyen akılsızlardır. Neden böyle söylüyorum? Bizim ilk sözlüğümüz olan Kaşgarlı Mahmud'un Divan-ı Lügat-üt Türk'ü (1072) 9200, Şemsettin Sami Bey'in Kamus-u Türkî'sinde (1901) 18000, Türk Dil Kurumu'nun Türkçe Sözlük'ünde ise, 80 000 kelime bulunmakta. Bir de bizim Öz Türkçe Sözlüğümüz basıldı. Öz Türkçe kelime sayısı sadece: 3 175 (!) Afrika tamtamcılarının bile 4000 kelimeyle konuştukları bir dünyada, biz, 3175 kelimeyle ne yapabiliriz?..

     

    Yavuz Bülent Bakiler / Türkiye Gazetesi / 14.07.2001


  7. Kamyon Şoförü

     

    Genç çocuk, son model BMW'si ile yolda ilerlerken kırmızı

    ışıkta durur. Tam o sırada arkadan gelen bir kamyon büyük

    gürültü ile arabaya çarpar. İkisi de inerler bakarlar ki

    arabanın arkası haşat. Kamyonun şöförü gencin ayaklarına

    kapanır:

     

    - 'Abicim sen beni affet. Ben 30 yıl çalışsam bunu ödeyemem.

    Sen şu kardeşini affet' der.

    Çocuk bakar ki adamın hakikaten hali vakti pek yerinde değil.

    Adamı affeder ve arabasına binip yoluna devam eder. Çocuk iki,

    üç ışık sonra tekrar durur. Derken yine büyük bir gürültüyle

    arabasına arkadan çarparlar. Çocuk arabadan iner bir de bakar

    ki yine aynı kamyon şöförü arabasına vurmuştur. Ancak bu sefer

    şöför kamyondan dışarı çıkmadan sadece kafasını pencereden

    uzatır ve:

     

    - 'Abi benim ben... Devam et!'

    :)

     

    Tabela

     

    Bir şirketin patronu, çalışanlarının onu ciddiye almamasından

    ve saygı göstermeden her zaman kafalarına göre takılmalarından

    yakınıyormuş. Birgün şirketten içeri elinde koca bir tabelayla

    girmiş. Tabelanın üstünde 'Burada Patron Benim' yazıyormuş.

    Onu kapısının üstüne asmış ve dışarı toplantıya gitmiş.

    Döndüğünde tabelanın üstünde şöyle bir not varmış:

    'Karınız aradı... Tabelasını geri istiyormuş...'


  8. Belediye otobüsünde giderken kız ve erkek iki genç birbirine

    bakışmaya ve daha sonra tanışıp konuşmaya başladılar.

    Otobüstekiler pür dikkat dinliyor tabii. Bir süre sonra kız

    sordu: "Nerelisin?" Çocuk da nereli olduğunu söyledi.

    Duyamayan bir arkadaşımız dalmış, birden atıldı: "Nereliymiş

    nereliymiş?" Otobüstekiler koptu tabii.

     

    ***

     

    Erzurum'da araç kullanıyorsanız dikkat etmeniz gereken

    noktalardan biri (hatta en önemlisi) yayalar. Onlardan birine

    çaldığım uzun kornadan sonra gelen karşılık şu oldu: "Hele

    gardaş yavaş ol. Araç durur, dadaş yürür!"

     

    ***

     

    Milas'ın bir köyünde yüzme havuzu yapıyorduk. Oradan

    anlaştığımız bir ustaya son talimatları veriyorduk. Biz

    konuşurken usta 15 yaşındaki çocuğunu gördü. Oğlan bir elinde

    sigara arkadaşlarıyla beraber yürüyordu. Ustamız bir hışımla

    koşup oğlunu yakaladı. Elindeki sigarayı aldıktan sonra iki

    tokat yapıştırdı. Sonra da oğlunun elinden aldığı sigarayı

    atmaya kıyamayıp kendisi içmeye başladı!

     

    ***

    Babamın hastanede by-pass olmayı beklediği dönemdi. 2 gündür

    uyumuyorduk. Markete gittik. Annem domates almak için uzandı.

    Birden elini çekip, "Buyurun siz alın" dedi. Sonra da, "Ay çok

    özür dilerim" diye devam etti. Şaşkına döndüm. Domateslerin

    arkasında yer alan aynadaki kendi yansımasıyla konuşan annemi

    izliyordum. Ardından gülerek yanıma geldi. "Kadının tekiyle

    aynı domatese uzandık, sonra da aynı anda özür diledik. Hiç

    güleceğim yoktu valla" dedi. Korkumdan 2 tane uyku ilacı

    içirip 12 saat uyumasını sağlamıştım.

     

    ***

     

    Dedem de, babaannem de epey yaşlı. Bir gün hatırlarını sormak

    için telefon ettim. Telefonu önce dedem, ardından da

    paralelden babaannem açtı. Dedem, "Nasılsın yavrum?" dedi.

    Babaannem, "İyiyim canım, sen nasılsın?" diyerek karşılık

    verdi. Bu telefon konuşması birkaç dakika kendi aralarında

    böyle devam etti. Bense gülmekten ağzımı açamıyordum. Sonunda

    da birbirlerine, "Hoşçakal" diyerek telefonu kapatmışlardı.

     

    ***

     

    Beylikdüzü - Bakırköy otobüsündeydim (yeşil, doğa dostu, cep

    yasak). Adamın birinin cebi çalıyormuş demek ki (sessizde)

    otobüs durakta durup orta kapıyı açtığında adam merdivenlerden

    inmeden kafasını kapıdan uzatıp, "Abi otobüsteyim otobüste"

    dedi ve kafasını tekrar içeri aldı


  9. İslamiyette ilim ve amel münâsebeti

     

    Dünkü makâlemizde, “İstediğiniz kadar okuyun, bildiğinizle amel etmedikçe, Allah size mükâfât vermez” ve “Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediklerini de öğretir” [diğer bir rivâyette: “Bilmediği ilme onu vâris kılar”] hadîs-i şerîflerini zikretmiştik. Ayrıca insanın diğer varlıklardan daha mümtâz olmasının îmân, ilim, ahlâk ve takvâ ile olduğunu da belirttik. Allahü teâlâ, bu konuyla ilgili olarak Beyyine sûresinin 6-8. âyetlerinde buyuruyor ki:

     

    “Kitâp ehlinden ve müşriklerden inkâra sapanlar var ya, onlar elbette, içinde devâmlı kalacakları Cehennem’dedirler. İşte onlar, yaratılanların en kötüleridirler. İmân edip iyi amellerde bulunanlar ise, işte onlar, yaratılanların en iyileridirler. Onların elbette ki Rableri yanında mükâfâtı, altlarından ırmaklar akan, içinde devâmlı kalacakları Adn Cennetleri’dir. Allah onlardan râzî, onlar da Allah’tan râzîdırlar. İşte bu (mükâfât ve rızâ mertebesi), Rabbinden korkanlara mahsûstur.”

     

    Yüce kitâbımız Kur’ân-ı kerîmde, ilme değer verildiği kadar ilim ile âmil olmaya da değer verilmiştir. Kur’ân-ı kerîmde amelin lüzûmu defalarca beyân buyurulmuştur. Nitekim amel hususunda 135 kadar âyet-i kerîme vardır. Bunlardan 25’inde “amel-i sâlih” adı verilen her türlü iyi işden bahsedilmekte, aynı zamanda iyi ve kötü işlerin nelerden ibâret olduğu beyân edilmektedir.

     

    O hâlde insanın ilk vazîfesi, Kur’ân-ı kerîmin ve Peygamber Efendimizin talîm ettikleri esâsları öğrenmek ve onlara uygun olarak “amel-i sâlih”te bulunmaktır. İmân ve İslâm esâslarını bilip tatbîk edecek, ibâdet yapacak kadar ilim öğrenmek her Müslüman için zarûrîdir; âkıl ve bâliğ, kadın ve erkek her Müslüman üzerine farz-ı ayındır. Nitekim hadîs-i şerîfte: “İlim öğrenmek erkek ve kadın her Müslümana farzdır” buyurulmuştur.

     

    İlim öğrenmek için çalışmak gerekir. İlme başlayan her kimse, zamanında okunması âdet olan ilimleri okumuştur. Zâten hadîs-i şerîfte de: “İlim, ancak teallüm iledir” buyurulmuştur. Bütün İslâm târihi boyunca, ilim öğrenmek için, İslâm âleminin her tarafındaki meşhûr ilim merkezlerine ve şöhretli âlimlerin huzûrlarına gitmek, önemli bir şart olarak görülmüştür. Cenâb-ı Hak, ilmi isteyene, malı ise istediğine vermektedir. Mal ve mülk, herhangi bir kimsenin eline, çalışmadığı halde, meselâ mîrâs yoluyla geçebilir, ama ilim böyle değildir.

     

    Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîminde, kendisine (yani Allah’a) îmândan sonra sâlih ameli zikrederek onun önemini açıkça belirtmiştir. Bu konudaki birçok âyet-i kerîmeden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

     

    “İmân eden iyi amel (ve hareket)lerde bulunan, namazı dosdoğru kılan, bir de zekâtı veren kimselerin Rableri indinde mükâfâtları vardır.” (Bakara, 277)

     

    “Kim Allah’a ve âhiret gününe îmân edip de iyi amelde bulunursa, artık onların üzerine hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da olacak değillerdir.” (Mâide, 69)

     

    “Kim de erkek olsun kadın olsun, (fakat) mü’min olarak iyi amelde bulunursa, işte onlar, içinde hesâpsız rızıklara kavuşturulmak üzere, Cennete girerler.” (Mü’min, 40)

     

    “Kim Rabbine kavuşmayı arzû ediyorsa iyi iş yapsın ve Rabbine yaptığı ibâdette hiç kimseyi ortak koşmasın.” (Kehf, 10)

     

    “İnanan ve iyi işler yapanlar da halkın en hayırlılarıdır.” (Beyyine, 7)

     

    “Asra yemîn olsun ki, insan ziyân içindedir. Ancak inanıp iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (onlar ziyândan kurtulmuşlardır).” (Asr, 1-3)

     

    Şurası bir hakîkattir ki, okuyan ve okumasından istifâde edebilen insanlar, dâimâ tekâmül kaydederler.

     

    Okuma aklî ve fikrî gelişmeyi temîn eder. Burada şunu tebârüz ettirmek gerekir ki, okumak, ilim öğrenmek sadece mekteplerde olmaz. Herkesçe bilindiği gibi, mekteplerde talebeye sadece birer anahtar verilir. Bu anahtarı alan öğrenciler, içerisinde ilim hazînesi bulunan kapıları açtıkları takdîrde, ilim öğrenebilirler. Aksi hâlde, sâdece etiket elde edilmiş ve diploma hammâllığı yapılmış olur. “İlim öğrenmek erkek ve kadın her Müslümana farzdır” hadîs-i şerîfine burada tekrâr dikkatleri çekmek lâzım. Bu hadîste falan okulu bitirmek, filan diplomayı elde etmek farzdır denilmiyor, ilim öğrenmekten bahsediliyor. Binâenaleyh ilim sadece mektepte değil, dışarıda da öğrenilebilir. Zâten mektebi bitirdiği hâlde, ilim tahsiline husûsî olarak, şahsî çalışmalarıyla devâm etmeyen insanlar, boş kalmaya mahkûmdurlar. Kâinâtın Efendisi olan Peygamberimiz:

     

    “İki gününü birbirine müsâvî tutan aldanmıştır” buyururlar. Biz, ilim yönünden de iki günümüzü birbirine eşit tutmamalıyız ki, zarar ve ziyândan, hüsrân ve helâktan kurtulmuş olabilelim.

    Müslümanın ilmiyle amel etmesiyle ilgili birçok hadîs-i şerîf vardır. Bunlardan birkaç tanesini şöylece sıralamamız mümkündür:

     

    “Ey Müslümanlar, ilim öğrenin, ilim öğrenin, öğrendiğiniz zaman onunla (ilimle) amel edin.” (Dârimî, Mukaddime, 24)

     

    “Ey âlimler topluluğu, ilimle amel edin, zira âlim bildikleriyle amel eden ve ilmi ameline uyan kişidir.” (Dârimî, Mukaddime, 34)

     

    “İlimden istediğinizi öğrenin, fakat bildiklerinizle amel etmedikçe ilmin size hiçbir menfaatı olmayacaktır.”

     

    “Dilediğiniz ilmi öğrenin. (Ancak) öğrendiklerinizle amel edinceye kadar Allah sizi mükâfâtlandırmaz.”


  10. ZAFER HANIM

     

    Torunlarının "Cici anne!" diye hitap ettiği büyük annem, büyük babamın zevcesi Zafer Hanım, şanlı bir İstanbul hanımefendisi… Eski Halep valisi, Hariciye Müsteşarı, Zaptiye Nâzırı Salim Paşa'nın kızı…

     

    Salim Paşa Halep valisi iken, kendisine bağlı bir mütesarrıflık olan Maraş'a gelmiş, Kısakürek oğullarının konağına inmiş; o zaman toy bir delikanlı olan büyük babamı görmüş, zekâsına hayran olmuş, yanına almış, İstanbul'a gitmiş, tahsil ve terbiyesiyle uğraşmış, sonunda da kendisine damat etmiş…

     

    Eğer bu satırların çerçevelediği şeyler, Efendime açılan yolumun ve bu yol başındaki ruhî anlarımın kalın hatlarla karalanmış, sadece malzemelik, basit dekorlarından ibaret olmasaydı; eğer bu dekorların bahane tiplerine ayrıca değer vermem icap etseydi, Zafer Hanımefendiye; uzun, çok uzun bahisler ayırmam onu tek başına bir mevzu diye ele almam gerekirdi.

     

    Kadın saçlarının topuklara kadar indiği o devirde bile, bugünün kesik saçlarına eş; kırpık saçlı başı ve daima sultanî edâsiyle cici annem, bütün İstanbul'da dillere destan elmasları, ziyafetleri, armonik piyanosu ve çoğu Batı dillerinden tercüme sepet sepet romanları ve karmakarışık bir dekor içinde, Abdülhamid devrinden Meşrutiyet sonrasına aktarılan, Doğu ve Batı bulamacı, Tanzimat artığı, mihrakından oynatılmış ve yeni mihraka oturtulamamış hafakanlı İstanbul hanımefendisinin en tipik bir örneğidir. Cemiyetin ruhî dayanağındaki, o zamanlar alıp yürüyen şaşkınlık ve muvazenesizlik, onun mizaç aynasından ne canlı akisler püskürtüyordu…

     

    Her şeyden önce, müthiş bir sinir, vehim kumkuması…

     

    Denizden korkar, vapura binemez; Sarıyer'deki köşküne, karadan, Şahin ve Mazlum'un çektiği kupa arabasiyle gider.

     

    Ölümden öyle ürker ki, geceleri yatağına dümdüz uzanmayı bile yarı ölüm sayar ve başının altına dört beş yastık koyar. Sanki oturduğu yerde ölüm onu bastıramaz ve omuzlarını yere getiremez.

     

    Vehme bakın ki siz, konağın üçüncü katındaki yatak odasında, yangına karşı başka çare kalmazsa pencereden inmek üzere bir ip merdiven bulundurur. Halbuki o da yaşça altmışı geçkindir, hayli şişmandır, sargılar altında boru gibi duran bacaklariyle, ip merdivenden değil, konağın şahane merdivenlerinden bile rahat rahat inip çıkmak iktidarında değildir.

     

    Çocuk sevmez, şefkatten pek anlamaz, evin mânevî havasını mayalandırıcı derinliğine bir iç hüviyet belirtmez; ya ilaç şişeleriyle dolu maun dolabına abanık, yahut görülmemiş israfların ve günübirlik meselelerin siniri içinde, çırpınır, durur. Ve hep, dışına biraz fazla sızan nefsaniyet haliyle göze çarpar.

     

    Çocuklar yemesin diye arka salonun püsküllü kanepeleri altına sakladığı tatlıları bir hücumda yok etmek ve ip merdivenini pencerelerden sarkıtmak en büyük zevkimizdi.

     

    Fakat o daima asil ve zarif…

    Evet, büyük babam ve cici annem…

     

    Konakta büyük babam, bütün özeniş ve değişmelere rağmen, saffetli ve Anadolu'lu kalma seciyesinden; cici annem de, kâbus çatılarının ördüğü büyük şehir kadınında, kararmış bir iç hayatın dışına fışkırttığı bunalma halinden birer mostra…

     

     

     

    --------------------------------------------------------------------------------

    NFK/ O ve Ben, Kafa Kâğıdı,


  11. FAZIL BEY

    (Ö. 29 Kasım 1921)

     

     

    İkinci Abdülhamîd devrinin İstanbul'u… Motor hırıltısından, fren gıcırtısından (klâkson) dırıltısından, (egzost) gümbürtüsünden henüz kimsenin haberi yok… Sokaklarda kire (tek atlı, iki tekerlekli) veya konak arabalarının atlarından çıkan nal sesleri… Bir de yokuşlarda 4, düzlüklerde 2 kadananın çektiği atlı tramvaylar…

     

    Hava berrak, gök mavi, deniz temiz, gidiş gelişler sakin, bakışlar ılık ve yüzler aydınlık…

     

    1904 yılının ilkbahar sonları… 26 Mayıs Perşembe…

     

    Sabahın alaca karanlığında ilgililer havagazı fenerlerini söndürmeye çalışırken (İstanbul'da elektrik de yoktur ve yüksek aile konaklarında beyaz gömlekli havagazı lâmbaları yanmaktadır) Çemberlitaş tarafında bir konağın ahırında tek atlı bir (brek) araba çıkartılıyor. Ona 17 - 18 yaşlarında bir delikanlı atlıyor ve kamçısını şaklatarak atı dört nala sürmeye başlıyor.

     

    Arkasından bakan seyis ve arabacıların "deliye de bak!" gibilerden mırıldanıp mırıldanmadıkları meçhûl…

     

    Bu delikanlı, benim adı "Deli Fazıl"a çıkarılmış babamdır ve o sırada Sarıyer'deki köşkünde bulunan Büyük babama bir müjde götürmektedir:

     

    — Baba, bir erkek çocuğum dünyaya geldi! Torunun!..

     

    . . . .

     

    Soyunun erkek temsilcilerine düşkün Büyük babam, iki kızdan sonra erkek evlâdı Abdülbâki Fazıl'a öylesine düşkünlük göstermiştir ki, ortaya kırdığı kırdık, astığı astık bir canavar çıkmış… Çocukluğunda, Büyük babamın biricik oğlu sıfatiyle hayâle sığmaz haşarılıkların kahramanı, son derece sıhhatli, yanaklarından kan damlarcasına kırmızı yüzlü ve «Deli Fazıl» lâkaplı babam, saldırganlığını o hale getiriyor ki, onu zaptetmesi için eve bir pehlivan alıyorlar… Ama türlü oyunlarla, meselâ, bastığı yere çukur açarak, geçtiği kapıların tepesine açılınca devrilen saksılar yerleştirerek onu da yıldırmayı beceriyor ve konaktan kaçırtıyor.

     

    Nihayet aile dostları içinde hikmet sahipleri, bütün bu hallere katlanan Büyük babama:

     

    — Olmaz, olmaz diyorlar; bu böyle gitmez!.. Kanı bir yanardağ gibi kaynayan bu çocuğu kurtarmak için, hemen, tezinden, bu küçük yaşta evlendirmekten başka çare yok!..

     

    Denk ailelerden hangisine başvurulsa beklenen cevap alınamıyor. Bu garip çocuğa kız vermeye razı olan yok…

     

    Derken araya Zafer Hanım'ın (Fazıl Bey'in annesi) akrabalarından biri giriyor.

     

    — Ben oğlunuza seve seve verecekleri kızı buldum!.. Girit muhacirlerinden son derece temiz ve müslüman bir ailenin kızı… Gidip bir bakın!..

     

    Aksaray taraflarında, kulübemsi, basık, ahşap bir ev… Bu fakir evin önünde bir gün mükellef bir konak arabası duruyor. Kızı kaptıkları gibi konağa götürüyorlar.

     

    Burnunun ucuna kadar kapalı, bütün ömrünce Allah'ı, Resûlünü ve emirlerini anıp ağlamaktan başka işi olmayan ve dört yanı hep ahiret kardeşleriyle çevrili yaşayan dul ve ümmî anneannem (İkinci Dünya Harbine kadar yaşadı) kayıtsız ve şartsız teslimiyet örneği derin ve fedakâr Müslüman - Türk annesi timsali mübarek kadın, bu garip izdivaca razı oluyor. Öyle ya, kızını isteyen büyük bir aile…

     

     

    Uğultu girdabı konakta, ondört - onbeşlik mâsum ve iptidaî, o da annesi gibi ümmî bakirenin hali?..

     

    Konak, küçük beyin deli iradesine o kadar zebundur ki, o "götürün!" nârasını basar basmaz kadıncağızı uzaklaştırmak ve "getirin!" nârasında yakınlaştırmak üzere civarda bir ev tutmayadek gidiliyor.

     

    . . . ..

     

    Bahriye Mektebinden üç ayda bir çıktığım tatillerden birinde, babam beni, mahut Tepebaşı Tiyatrosunda (Miloviç)in (Çardaş Fürstin) operetine götürdü. O da kadının uzaktan uzağa âşıklarından…

     

    Opereti tek seyredişte adetâ ezberledim. Sonraları bando ve piyanodan dinlediğim bu operet bana öyle işledi ki, harfi harfine hafızama nakşettim.

     

    Babam beni yanına oturtur ve (Çardaş)ı söyletirdi. Mest, kendinden geçmiş, beni dinlerdi.

     

    Babamdan gördüğüm bütün alâka bu kadardır.

     

    Tiyatrodan eve dönerken bana dedi ki:

     

    — Sen henüz kadınlık sırlarından anlayacak yaşta değilsin! Bak, şimdi eve gidiyoruz. Göreceksin, kapıyı anan açacak… Taşlıkta bir kenara çekilmiş bizi bekliyordur. İşte bu hal, kadınlık sırrına ters… Erkeğine bunca mahkûmluk gösteren bir kadında cazibe diye bir şey kalmaz… Kadın dediğin, tiyatroda bir örneğini gördüğün gibi, erkeği peşinden çekmeli…

     

    Gerçekten kapıyı annem açtı. Uykusuzluk ve yorgunluktan gözleri mahmur… Babam ona tek söz söylemeden odasına çekildi.

     

    Kadın, her yerde, çeşitliliğine rağmen aynı mahlûk olsa da, bu misalde yine bir Doğu - Batı ayırımına mevzu teşkil ediyor ve fedakârlığını zillet diye gösteren bir telâkkiye çarpıyordu. Zira Türk Cemiyeti, eskiden tek mihrakta topladığı erkeğini ve kadınını kaybetme yolundaydı.

     

    Nitekim babam, kendisi 30 yaşında ve oğlu 13 yaşındayken, annemi boşadı ve bana mektepten her çıkışımda dayıma, annemin yanına sığınmak düştü.

     

    Babam bir müddet sonra kendisine yazacağım mektuba:

     

    — Ne de güzel yazın ve üslûbun varmış!

     

    Cevabını verecek kadar oğlundan habersizdi.

     

    4 yıl sonra, ben Erzurum'da dayımın yanındayken ölüm haberini alacak olduğum babamı bir daha görmedim ve onunla, o çağıma değin hayatımda hepsi hepsi 1 günlük kadar konuşamadım.

     

    O, girdaplar çizen, her türlü nefs muhasebesine yabancı, ne yaptığını ve ne istediğini bilmez bir rüzgârdı; ve ne durgunlaşabildi, ne de kasırgalaşabildi, satıh üstü esip geçti.

     

    Bir gün endam aynası karşısında:

     

    — Ben güzelim, ben güzelim, ben soyluyum!

     

    Diye mırıldandığına şahit olduğum babam, istidadına mâlik bulunduğu halde olamamanın, yerini alamamanın hazin ve içinden mahzun örneği…

     

    (Fazıl Bey, 1920 kışında, müthiş karlı ve fırtınalı bir gecede, ikinci evliliğini yaptığı, Mediha Hanım'ın tam tersi bir yapıya sahip Kadıköylü eşinin evinden sert bir münakaşa sonunda ayrıldı ve babası Hilmi Efendi'nin Sarıyer'deki köşküne döndü. Geceyarısı vasıta bulamadığı için, sandalla geçtiği Karaköy'den Sarıyer'e kadar yürümüştü. Soğuk algınlığı yüzünden yatağa düştü ve bir daha kalkamadı.)


  12. MEDİHA HANIM

    (Ö. 10 Haziran 1977)

     

     

    Ak saçlı başını alıp eline,

    Kara hülyalara dal anneciğim!

    O titrek kalbini bahtın yeline,

    Bir ince tüy gibi sal anneciğim!

     

    Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,

    Gecenin ardında yine gece var;

    Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,

    Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!

     

     

    Gözlerinde aksi bir derin hiçin,

    Kanadın yayılmış, çırpınmak için;

    Bu kış yolculuk var, diyorsa için,

    Beni de beraber al anneciğim!..

     

    (1926)

     

     

    Annem, uzaklardan, uzaklardan, Akdeniz kıyılarından İstanbul'a hicret etmiş bir ailenin kızı. Babamla evlendiği zaman 15 - 16 yaşlarında… Babam da 17 - 18…

     

    . . . .

     

    Yirmi küsur yaşında babamdan dul kaldıktan sonra topyekûn küsen, bütün ömrü uğultulu konaktan başlayarak bir besleme halinde ezilmekle geçen, nihayet hastalanan, kurtulan, çocuğunu (beni) dişlerinde taşıyarak büyüten, bu defada kendini erkek kardeşlerinin hizmetinde harcayan, Müslümanlıkta ve derinlikte annesine eş büyük kadın, bazı şiirlerimden de tüttüğü gibi en köklü zaafım…

     

    Ne aldımsa, annemden, hayatı boyunca masum ve mazlum bu kadından aldığıma inanıyorum. Baba kolları ikinci plânda…

     

    . . . .

     

    Annem, uğultulu konakta en hatırlı hizmetçiden bir derece daha üstün, asli kadronun en küçüğünden de bir derece aşağı ve herkesin gel - git emrine memur acı bir mazlumluk hayatı sürüyor; ve bütün ümidini, doğurduğu erkek çocuğuna bağlıyor. Bana…

     

    Ah!

     

    . . . .

     

    Kız kardeşim Selma öldü. Annem, ikinci kattaki salon-sofada, orta yerdeki sedirin üstünde, yüzünü tırnaklariyle gererek çığlık çığlık ağlamakta… Yanında onu sükûnete getirmeğe çalışan, mahzun tavırlı iki erkek… Dayılarım…

     

    Üstünde beyaz gelin telleri uçuşan küçücük tabut, konağın selâmlık kapısından çıkıyor…

     

    Annem Selma'cığının ölümünden öyle sarsıldı ki, ağır beyin hummasına tutuldu. O hastalıktan da kalkıp verem oldu.

     

    Annemi büyük dayımın yanında, İsviçre'ye gönderdiler. Orada bir sanatoryumda bir müddet kalıp İstanbul'a döndü.

     

    . . . .

     

    Büyükdere'de yalıdayım… Halam ve çocukları da orada… Benim, hem büyüklerin sofrasında yemek, hem de küçüklerin sofrasına reislik etmek âdetim olduğu üzere, büyüklerle masa başındayken, "Yenge Zehra Hanım" isimli, ciciannemin dalkavuğu, beyaz saçları kınalı şımarık ve yüzsüz bir acûze, anneme, arkasından dil uzatıyor:

     

    - Bırakın şu veremli kadını!..

     

    O kadar kızıyorum ki, elimdeki kiraz çekirdeğini bir sıkışta suratına fırlatıyorum. Çekirdek "tınnn" diye annemi babama boşatmak isteyen acûzenin altın çerçeveli gözlüğüne çarpıyor.

     

    Ben yemekten kalkıyorum ve koşar adım polis merkezine giderek "Merkez Memuru" şimdiki tabiriyle Emniyet Âmiri dayıma, kardeşine edilen hakareti hıçkıra hıçkıra anlatıyorum.

     

    - Keyfine bak diyor dayım; Allah onlara cezalarını verir!..

     

    Yenge Zehra Hanım'ın iki kız evlâtlığından biri veremden öldü. Annemse, 90 yaşına yakın, yaşadı.

     

    . . . .

     

    12 ile 16 yaş arası, hayatımın en nazik 4senesini Bahriye Mektebinde geçirdikten sonra birdenbire kendimi işgal altındaki İstanbul sokaklarında buldum.

     

    Artık ne konak, ne yalı, ne bir şey…

     

    Babam annemden ayrılmış ve başka bir kadın almıştır. Yeryüzünde yalnız çile çekmeye ve en genç çağından sonra bir daha erkek yüzü görmemeye mahkûm annem, küçük dayımın yanındadır.

     

    Ciciannem de konakta ve tek başına… Âlâyiş düşkünü Zafer Hanımefendinin, şimdi ne bir hizmetçisi ve bakıcısı, ne de konaktan başka mal ve mülkü… Hepsi oğluyle arasında yenmiş yutulmuş, tüketilmiştir.

     

    Bana baba tarafım kapalı, yalnız anne tarafım açık…

     

    . . . .

     

    Kasımpaşa'da, Okmeydanı'na yol veren bir tepe üzerinde, boynu bükük bir ev… Karşısındaki çeşme önünde, takunyalı, basma entarili, uzun saçları örgülü, ağızlarında sakız ve ellerinde su güğümü, ham ve toy kızlar…

     

    İttihatçı polis büyük dayım, Bekir Ağa bölüğünde tutuklu, Tersanede bir İngiliz atölyesinde çalışan küçük dayım eve bakmakla mükellef…

     

    Dayım, aldığı 80 lira aylığı her aybaşı ortaya döker, peşinat şu kadar, et bu kadar, ekmek şu, sebze bu; kalem kalem hesap edip zarflara yerleştirir ve bana dönerek derdi ki:

     

    - Para kazanmaya bak!.. Şairlikte, mairlikte iş yoktur!..

     

    Ve ilâve ederdi:

     

    - Üflediğin zaman mangalda kül bırakmıyorsun! Ama hangi işten ne para çıkar diye hiçbir tasan yok!.. Var mı ukalâlık, var mı kuru sıkı lâf, hep sende…

     

     

    Annem, dayılarımın yanında sığıntılığımın ihtarı mânasına yorduğu bu sözlerden fena halde incinir, ama belli etmemeye çalışırdı:

     

    - Necip, şu Darülfünun mudur, nedir, oraya bir an evvel gir de bir iş sahibi ol!.. Beni de yanına al!.

     

    Halbuki işsiz kalma mânasına olmasa da şiir kitabımda anlattığım gibi, beni şiire teşvik eden yine o…

     

    Makine işletmekten başka hiçbir şeye aklı ermeyen, hele akıl taslayanlara çok kızan küçük dayım, aslında fevkalâde dürüst, iyi kalbli, çalışkan, borç etmekten ve iddia sahibi olmaktan tiksinir biriydi, tam bir samimîlik ve halislik numunesiydi; ama ne yapsın ki, beni böyle görüyordu. Bir ay başında maaşını sofraya dökerken:

     

    - Necip, dedi; şu 40 lirayı al da benim terzime götür! Sana İngiliz kumaşından bir elbise diksin… Şu 3 lirayı da cebine at, bir çift iskarpin satın al!

     

    Göz yaşlarımı tutamadım.

     

    Bahriyeden çıktım çıkalı, annemin daralttığı veya genişlettiği eski - püsküler içindeydim.

     

    Annem de benimle beraber ağladı.

     

     

     

     

    --------------------------------------------------------------------------------

    - N.F.K./ Çile - O ve Ben - Kafa Kâğıdı

    • Like 1

  13. SELMA

    (Ö. 1910)

     

     

    Çemberlitaş'ta, Sultanahmet'e doğru inen sokakların birindeki kocaman konakta, silik bir yüz var ki, nazarımda mâna ışığının en nurlusunu yaşatır ve bende bu tesir noktasından her şeyi gölgede bırakır. Bir yaş küçüğüm, kız kadeşim Selma… Beş yaşına kadar yaşadı ve benim "oku-yaz!" devremin başında öldü.

     

    Ailede onun doktor hatası, sürekli (lâvman) yüzünden bağırsakları delinerek öldüğü kanaati vardır.

     

    ……………….

     

    Gözler, gözler… Selma'nın gözleri…

     

    Gözler, içinde ya merhamet, ya nefretin ışıldadığı bir kandildir; yahut tevekkül veya şüphenin tüttüğü… Bazen de ve çok defa sönük ve bomboş…

     

    Selma'nın gözleriyse, merhametle tevekkülün renklerini elâ bir bal damlasında toplamış, acıyan ve razı olan mâna yatağı…

     

    O, annesine eş, konağın mazlum tipini beş sene yaşattı ve ağabeyinin bulduğu ve hattâ bazen zalimliğe kadar götürdüğü itibara eremedi.

     

    Ağabeyine yeni elbiseler ve papuçlar alındığı zaman, boynu bükük, uzaktan bakar ve hiç ses çıkarmaz. Ayaklarında (bebe) iskarpinleri ve sırtında satrançlı palto… Ona, sanki öleceği biliniyormuş gibi bu ömür yeterlidir. Zira kız çocuktur ve Büyük babamın kıymet bareminde kız çocukların değeri düşüktür. Annem de, halalarım gibi hakkını zorla almak tabiatinde yırtıcı bir insan olmadığı için, kızı adına mücadele gücünde değil… Hem büyüklerle baş köşede yemeğe oturan, hem küçükler ve bazen çapkınca kadın hizmetçiler sofrasına tenezzül gösteren ben neredeyim, besleme tavırlı Selma nerede?..

     

    ……………….

     

    Selma'ya ait bir hatıram sonra sonra beni yakacak hale geldi:

     

    Büyük babamdan kıpkızıl bir lira çeyreği kopardığım bir gün, onu Selma'ya göstermiştim. Yavrucağın elinde ısırılmış, mini mini dişlerinin izini taşıyan bir elma vardı. Lira çeyreği o kadar hoşuna gitmişti ki, o ebediyen mahzun, yahut hüzün ebediyetiyle dolu gözlerini bana dikmişti de:

     

    - Ağabey, demişti: bu elmayı sana vereyim de o parayı bana ver! Biraz ısırdım ama, ziyanı yok, değil mi?

     

    Pırıltılı lira çeyreğini vermiş, fakat elmayı da almak gibi bir gaflete düşmüştüm.

     

    Sonra sonra dövündüğümü hatırlıyorum.

     

    - Ah, niçin lira çeyreğini verdim de, hafifçe ısırılmış elmayı kendinde bırakmadım? Niçin "O da senin olsun!" diyemedim.

     

    Hayatımın ilk büyük vicdan azabı budur.

     

     

    --------------------------------------------------------------------------------

    - N.F.K./ O ve Ben - Kafa Kâğıdı


  14. MEHMED HİLMİ EFENDİ

    (Ö. 1916)

     

     

    Büyük babamı görüyorum; aşağı kattaki yemek salonunda, büyük sofranın başında… Etrafında, haremi, kızları, gelini ve torunları… Solunda ve yanıbaşında ben varım… Hava soğuksa muhakkak onun kürküne bürülüyüm…

    Beş - altı yaşındayım…

    Büyük babam her ân bana bitişik yaşar.

    O sofraya gelen sıcak yemeklerden hiç hoşlanmaz. İşte cici annemi (büyük annem) ve hizmetçileri haşlıyor. Herkes başı önünde, susuyor; bir benim başım dik… İstersem avaz avaz haykırabilirim, büyük babamı da susturabilirim. Bana izin sonsuz… Büyüklerin, çocuklar yedikten sonra sofraya oturduğu zamanlarda da ben, hem küçüklerin hem büyüklerin masasında hep baş köşedeyim…

     

     

    Büyük babam İstanbul cinayet Mahkemesi ve İstinaf Reisliğinden emekli, Maraşlı Kısakürekzâde Hilmi Efendi… Abdülhamid'e atılan bomba hâdisesinin tarihî muhakemesini o yapmış…

     

    Mabeyn paşasını mahkemeden kovduğu için Abdülhamîd tarafından birinci rütbe Mecidî nişaniyle lûtuflandırılan Büyük babam.

     

    Abdülhamîd devri rical bereketinin eşsiz simalarından Ahmed Cevdet Paşa'nın reisi bulunduğu "Mecelle" komisyonunda âza, verdiği hükümlerle maruf ve böyle bir eserde kalemi bulunduğu için Fransızların (Lejyon d'onör) nişanına sahip … "Hünkâr beğendi" yemeğini "millet beğendi"ye çeviren nankör bir devrim yahut yıkım havası içinde "İttihat ve Terakki" çetecileri eliyle tekaütlüğe sürülüyor.

     

    O devrin parasiyle emekli aylığı olarak 80 altın alıyor…

     

    Parası, bir adliye mutemedi tarafından her ay O konağa getirilir. Memura kapıyı açan uşak daima beni çağırır, ben de şıngır şıngır para torbasını kaptığım gibi büyük babama götürürüm. Öbür torunlar da arkamda… Büyük babam torbadan bir altın çıkarıp bana verir. Öbürlerine gümüş kuruşlardan ve nihayet çeyreklerden başka bir şey düşmez.

     

    Ayda beş altına kalabalık ailelerin geçindiği o günlerde, 80 altının ve ayrıca birçok mülk ve akardan gelen iratların döndürdüğü konağı hayâl etmeli…

     

    Aşçı ve yamakları, birçok uşak, dadı, kadın hizmetçi, zenci köle, arabacı; ve birer fayton ve kupa arabasiyle Şahin ve Mazlum isimli kestane dorusu iki pırıl pırıl at…

     

     

    Anlaşılıyor ki, konağın ruhu büyük babam; ben de onun ruhuyum… Çünkü biricik oğlunun biricik oğluyum… Babadan oğula, içinde yaşattığı soy ideâlinin onca en mükemmel numunesiyim.

     

    Oğlunda inkisara uğrayan irsiyet ideâli, artık, torununda mihrakını bulmuş ve gerisini kıymetten düşürmüştür. Babamdan büyük iki kızından olma torunlarının yüzüne bile bakmaz.

     

    Sağ kolunu açar ve orada gördüğü ben'i babasındakine benzetir ve öper öper. Elimin parmaklarını kendi el ayalarına yerleştirir ve mafsal yerlerindeki kırışıkları tıpkı babasındakilere eş bularak öper, koklar, hayran hayran seyreder.

     

    Babasının ismi Ahmet Necip… Bana o ismi vermiş…

     

    Zekâma gelince, bu noktadan mesuttur. Her vesileyle haykırır:

     

    - Gel benim akl-ı evvel (akılda birinci) torunum!

     

    Sonra tercihindeki hakikati göstermek için torunlarını önüne dizer, herhangi bir divan'dan bir beyit okur, kimse onu tekrarlayamaz ve ben bülbül gibi başta ve sonda tekrar edince de;

     

    - Gördünüz mü, der; nasıl sevmeyeyim akl-ı evvel torunumu?

     

    Ve bana altın, öbürlerine çil kuruşlar…

     

    . . . .

     

    Büyük babam bana en küçük yaşlarda okuyup yazmayı öğretti. Bilmem ki, dört beş yaşında su gibi okuyup yazıyordum dersem inanır mısınız? O zamanın ağdalı diliyle günlük gazeteleri, dört - beş yaşında okuyor, anlıyor, hattâ anlatıyordum.

     

     

    Büyük babam kitap odasında ve bir sedirde… Sedire çömelmiş, gözlüğü gözünde, dırıltılı bir şarkı söyler gibi Fuzulî Divanını okuyor. Ben de odaya girip yanına sokuluyorum. Beni kürkünün içine alıp öpüyor ve sonra bir kâğıt çıkarıp:

     

    - Yaz bakalım şuraya; diyor, büyük babanın ismini yaz!..

     

    Özene bezene, kâğıda bir "Hilmi" konduruyorum. Fakat sonundaki "ye" harfi biraz çarpık kaçıyor; bunu beğenmiyorum, büyük babam duruşumdaki tereddüdü anlıyor ve gülümseyerek ne yapacağıma bakıyor, "ye" harfinin kuyruğundan imza çizgisi gibi bir şey çekip düzeltiyorum ve kâğıdı uzatıyorum. Çirkinliği sezişim ve düzeltişim o kadar hoşuna gidiyor ki, beni göğsüne basıyor ve iftihar gözyaşları döküyor.

     

     

    Yatakta da Büyük babamla beraberim ve hep kürkünün içindeyim…

    Yatakta ondan hep dinî menkıbeleri dinliyorum.

    İşte, üçüncü katta, bizim yatak odamızın karşısındaki büyük yatak odasında, kocaman bir ceviz karyolada büyük babamın yanında ve kürkünün içindeyim. Hazret-i Ali'ye, onun misilsiz kuvvet şecaatine dair bir menkıbe dinlemiş bulunuyorum.

     

    Soruyorum:

     

    - Büyük baba, Hazret-i Peygamber mi daha kuvvetliydi, Hazret-i Ali mi?..

     

    Beş - altı yaşındaki çocuk saffetinin içinden fışkıran bu sual, büyük babama hem çocuklara, hem büyüklere verilebilecek cevapların en güzelini verdiriyor:

     

    - O kimseyle ölçülmez, O'nda peygamber kuvveti vardı.

     

    - Büyük babamın "O'nda Peygamber kuvveti vardı." sözünü, hecesi hecesine hiçbir ân unutmadım.

     

    . . . .

     

    Öldü.

    Büyük babam öldü.

     

    Olanca desteğim, koruyucum, kürkünün içinde barındırıcım, sema, toprak, güneş, dünya, Allah, Peygamber, bütün bir kâinat öğreticim, Büyük babam…

     

    Öldü.

     

     

    Konağın üçüncü katındaki yatak odasında, bana Hazret-i Ali menkıbelerini anlattığı karyolada, benim masum masum "Hazret-i Ali mi daha kuvvetliydi, Hazret-i Peygamber mi?" sualime, "Peygamberde nebîlik kuvveti vardı" cevabını verdiği yastıkta bir baş… Büyük babamın, bu defa yanında torununun başı bulunmayan kupkuru kafası…

     

    İkide bir "açık gidecek diye korkuyorum!" dediği gözleri kapalı, kolları iki yanına uzatılmış, yüzü ve ayakları fildişi renginde...

     

    . . . .

     

    Hastalığında beni bir ân yanından ayırmamış; yüzüme dalarak beyaz sakalına damlayan tuzlu gözyaşlariyle ağlamış ve ancak komaya geçtikten sonradır ki, torununu görmez olmuştu.

     

    Akşama kadar göğsü körük gibi indi çıktı, bir ara benim gömleğimi isteyip uzun uzun kokladı ve daldı.

     

    Sonra hafifçe açılan gözlerini, ayak ucundaki pencerenin tepesinde oynaşan akşam ışıklarına dikerek ruhunu teslim etti.

     

    Annem ve halam:

    - Haydi sen çık oradan, dediler bana, git, çocukların yanına git!

    Boynum bükük, çıkıp gittim.

    Cici annem, büyük salonda ağlama tecrübesindedir:

    - Evin direği çöktü!

    Ve dışarıda satıcılar bağırmakta:

    - Taze simitler!.. Akşam simidi…

    Ve ben dehşetle insanları inceliyorum. Hissî olmaktan ziyade, zihni bir işkence içindeyim.

     

    Büyük babamı, aşağı kattaki yemek odasına bitişik, kurnalı hamamın kerevetine uzattılar. Çocuklarla bahçe tarafında hamam penceresine tırmandık, içeriye göz attık.

     

    Büyük babam, teneşirde upuzun yatıyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar baktığım ölüden bana çarpan şey, yalnız sakalları; sapsarı derisinin üstünde tane tane yapıştırılmış gibi duran seyrek ve beyaz sakalı oldu. Ölü bir tenden fışkıran, kurumuş otlar gibi ölü ve kıvırcık teller…

     

    Büyük babamın cenaze merasimi muhteşem oldu. Çemberlitaş'tan Beyazıd'a kadar uzanan bir kalabalık onu Edirnekapısı'na kadar götürdü. Trablus harbinde İstanbul'da muhacir gelip bizim konağa kapılanan Ali isimli bir hizmetkârın, mezara indirilen tabut üzerine kapanıp "beni de beraber gömün!" diye çığlık kopardığını hatırlıyorum.

     

    Mezara şu taşı diktiler:

     

    Rütbe-i Bâla ricalinden Mahkeme-i Cinayet ve İstinaf Reisi Maraşlı Mehmet Hilmi Efendinin ruhuna FATİHA…

     

    _______________________

    NFK/ O ve Ben, Kafa Kâğıdı, Hikâyelerim.


  15. Kütüphaneleri yakmaya gerek kalmadi

     

    Meşhur Ingiliz tarihçisi Toynbee, " A study of History" isimli kitabında, harf inkilâbını değerlendirerek, "Türkler harf inkilâbıyla, kendi kaynaklarına el atmak hususunda yabancılardan farksız oldular " demekte ve şöyle devam etmektedir:

     

    " Günümüzde Hitler, kendi düşüncesine karşı olan bütün ilmi hazineleri kökten yok edip kaldırmanın yolunu tutmuştu. Ne var ki, matbaanın icad edilmiş olması, bu faaliyeti bir nevi imkânsız hâle getirmiştir ?

     

    " Hitler'in çagdaşı olan Mustafa Kemal ise, hedefini gerçekleştirmek için en başarılı ve en akıllı yolu tutmuştur. Türkiye'nin Başkanı, vatandaşlarının eskiden miras aldıkları kültür ve medeniyetin havasından kafalarını kurtarıp çok kuvvetli bir sekilde Batı medeniyetinin potası içinde şekil almalarını istemiştir. Böylece alfabenin değişimi, kütüphanelerin yakılması yerine geçmişti.

     

    " Bundan sonra Türk kütüphaneleri yakmaya hiç gerek kalmamaktadır. Çünkü harf inkilâbıyla bu hazineler, örümceklerin yuva yaptığı raflarda kapanıp kalmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Ancak çok yaşlı hocalar ve ihtiyarlar, onları okumak lüzumunu hissedecektir.

     

     

    HARF INKILÂBINI SADECE OKUYUP-YAZMA KOLAYLIGI IÇIN YAPILMAMISTIR. HARF INKILÂBINI BIZ KÜLTÜRÜMÜZÜ DEGISTIRMEK IÇIN YAPTIK. ARAP KÜLTÜRÜNDEN KURTULMAK IÇIN YAPTIK. ARTIK ESKI YAZIYA DÖNÜLMEYECEKTIR. BUNUN MÂNÂSI ARTIK ESKI KÜLTÜRÜMÜZLE BAGIMIZ KALMADI DEMEKTIR.

     

    ISMET INÖNÜ (Ulus Gazetesi, 15 Nisan 1969)


  16. Dış Politika

    M.Necati Özfatura

    25 Kasım 2006 Cumartesi [email protected]

     

    Tarihten bir sayfa...

     

    Yabancı ülkelerin tahriki ile Ermenilerin 1895’te Anadolu’da yaptığı katliamlar o yıllarda Fransa’da yayınlanan dergide resimleri ve belgeleriyle yer alır.

     

    1895’te Fransa’nın en çok satan dergisi “Le Petit Journal” birinci sayfasında tam sayfa olarak yayınlanan resimde ayaklanan Ermeni çetecilerin Türkleri nasıl boğazladığını bütün dünyaya duyuruyordu.Tabancasından tüfeğine kadar çeşit çeşit ateşli silâhla, kılıçlarla, sopalarla donanmış bir grup, camiden çıkan insanlara saldırıyor; vurarak, keserek, ezerek tam bir katliam yapıyordu. Mezar taşları bile devrilmişti, cesetler taşlarla beraber yerlerde yatmakdaydı ve resmin altında iki satırlık bir yazı vardı: “Doğu’daki olaylar. Ermenilerin bir camiye saldırısı.” Resim, Maraş’ın o yıllarda “Zeytun” denilen bölgesinde çıkan Ermeni ayaklanmasını konu alıyordu. Saldıranlar Ermeni çeteciler, öldürülenler Türk’tü ve Meyer adındaki ressam, kurbanların çehrelerine verdiği ifadeyle yaşanan kıyımı fotoğraftan da canlı bir şekilde aksettirmişti. 1985 Temmuz’unda patlayan “Zeytun Ayaklanması” 1896 Ocak’ta sona erdiğinde onbinlerce Türk canından olmuş ama devlet isyancılara hiçbir ceza verememişti. Avrupa ülkeleri isyanı bastırmak için başlayan askerî harekâtı durdurmuş, altı ülkenin konsolosu Zeytun’a girerek Ermeni komitelerinin elebaşılarını himayeleri altında Türkiye’den çıkarmışlar ve İstanbul hükümetine Zeytun’da af ilân edip vergileri de azaltmak düşmüştü.

     

    Kaçaznuni’nin itirafı

     

    Ermenistan’ın ilk başbakanı Kaçaznuni diyor ki: “1914 sonbaharında, Türkiye henüz savaşan taraflardan birine katılmadığı dönemde, Güney Kafkasya’da büyük gürültü içinde ve enerjik biçimde Ermeni gönüllü birlikleri oluşturulmaya başlandı. Sadece birkaç hafta içerisinde Ermeni devrimci Taşnaksutyun Partisi hem bu birliklerin kurulmasına hem de Türkiye’ye karşı gerçekleştirdikleri askerî operasyonlara aktif biçimde katıldı. Barışı sabote ettik, Türklere karşı ayaklandık. Barışı sabote etmek için savaştık bile. Artık hepimiz Türklerin düşmanı olan İtilaf Devletlerinin kampındaydık. Türkiye’den ‘denizden denize Ermenistan’ talep etmekteydik. İtilaf Devletlerinin ordularını Türkiye’ye göndermeleri ve hâkimiyetimizi temin etmeleri için Avrupa ve Amerika’ya resmî çağrılar yaptık. Nihayet şu da var ki, var olduğumuz sürece aralıksız olarak Türklerle savaştık. Öldük ve öldürdük. Artık, Türklere ne gibi bir güven telkin edebiliriz ki? ”

     

    Bugün sizlere tarihten bir sayfa gösterelim istedim. Eğer Ermeni çetelerinin tam olarak yaptıklarını anlatmaya kalksak benim sütunum yetersiz kaldığı için ciltler dolusu kitap yazmak zorunda kalırdık! ..


  17. Varolmak için yok olmak lazım... parça bütüne kavuşacak ki hasret dinsin...

    ***

    Gözyaşlarından inci yapmak... şairin kaderi bu... bu incilerin bir sevgili kâkülünde parıldadığını görebilmek de en büyük mükafatı...

    ***

    Belki simdi medeniyet dünyasının yüzlerce bilgini yeni ölüm vasıtaları bulmak azmiyle uykusuz...

    ***

    Denize atılan şişe hangi sahilde hangi bahtiyarlar tarafından bulunacak... kumsalda oynayan çocuklar içindeki tomarı uçurtma mı yapacaklar kim bilir...

    ***

    Ne kadar cesur olursak olalım yokluk bizi ürkütüyor... iz bırakmadan silinmek... bir kurbağa gibi gebermek... bütün rüyalarımızla bütün acılarımızla yok olmak...

    ***

    Vücudumuzu asmak... ben'in dar ve sevimsiz geometrisinin ötesine geçmek... sonsuza yönelmek... bir insana sarılmak... hatıralarda yaşamak... iste askın dinin ve kahramanlığın kaynakları...

    ***

    Bir kısım insanların düşüncesi etraflarını yansıtan bir aynadır... onlar başkalarının kaydettiklerini bıkmadan tekrarlayan bir plak gibidirler... ruhları yoktur... üstün zekalı hayvanlardan pek az daha mükemmel mekanizmalardır... dünyaları vücutlarıyla sınırlıdır ve vücutlarıyla birlikte yok olur giderler...

    ***

    Neden yalnızlık bizi ürkütüyor... ürkütüyor çünkü sonsuzluğun başlangıcı gibi geliyor bize ve sonsuzluğun karşısında kendimizi kolumuz-kanadımız kırık bir şekilde bomboş hissediyoruz... öldükten sonra da yasamak için tanıklar istiyoruz...

    ***

    İnsanlık daima daha kötü oyuncaklar pesinde koşan bir çocuk...

    • Like 1

  18. Yazımın başlığı, bir Ermeni tarihçi yazara aittir. Aşağıdaki satırlarda geçen hafta Ermeni Tarihçi-Yazar Levon Panos Dabağyan’ın, 3 Kasım 2006 tarihinde, İstanbul’da düzenlenen “Gün Işığında Ermeni Meselesi” konulu toplantıda yaptığı konuşmadan alıntılar bulacaksınız...

     

    Panos Dabağyan; Ermenilerin 1915’te Batılıların dediği gibi soykırıma değil, tehcire tabi tutulduklarını belirterek, “Tehcir, Ermenistan ile Türkiye’yi ilgilendiren bir konu değil, Türk Ermenisi ile Türkiye’yi ilgilendiren bir konudur” dedi.

     

    Dabağyan, Türkler ile Ermenilerin bin yıl beraber yaşadıklarını, 1. Dünya Savaşı sırasında ise birbirlerine düşürüldüklerini söyledi ve “Osmanlı’nın direklerinden biri Ermenilerdir.

     

    O direği nasıl kırdılar? Tabii ki Ermenilerin arasına Katolikliği ve Protestanlığı soktular. Katolikliği Fransızlar soktu. Protestanlığı da İngilizler soktu.

     

    Bunu Protestan misyonerler eliyle, diliyle yaptılar” diye konuştu. Dabağyan, Ermenilerin aslının ise Gregoryan olduğunu savundu.

     

    Ermenilerin, Selçuklular zamanında 1071 Malazgirt Meydan Savaşı sırasında, Türklerin tarafında yer aldığını ifade eden Dabağyan, tüm bunların, tarih kitaplarında yer almasına rağmen, her iki halka da anlatılmadığını, daha sonra da Türkler ile Ermenilerin çeşitli oyunlarla birbirlerine düşürüldüklerini anlattı.

     

    Devamla “Ermeniler, 1915’te tehcire tabi tutuldular. Ama Batılıların dediği gibi soykırım diye bir şey yoktur, tehcir vardır” diyen Dabağyan, “Tehcir sırasında dönemin İttihatçı çetelerinin Ermenileri öldürdüğünü” savundu.

     

    Dabağyan, hatta evlerinde Ermenileri korumak maksadıyla gizleyen Türklerin de kötü muamele gördüğünü sözlerine ekledi.

     

    Dabağyan, “Sen Türk değilsin” demenin kendilerine bir hakaret olduğunu ifade ederek, “Mademki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, o zaman Türk’üm. Amerika’daki Ermeniler Amerikalı oluyor da niye Türkiye’deki Ermeniler Türk olmuyor?” diye sordu.

     

    Yukarda görüldüğü gibi Osmanlı devletinin ne 1915’te, ne 1915 öncesi yüzlerce senede, ne de 1915 sonrası yıllarda Ermenilere soykırım uygulamadığını, konunun uzmanı, tarihçi bir Ermeni bilim adamı yazmaktadır.

     

    Peki Fransa, Belçika, İsviçre vs. Avrupa devletlerindeki soykırım olduğunu savunma telaşı niye? Onu da yazacağım. Bekleyiniz.-----

     

     

    basındaki ermeni soykırımı habelerini çok takip etmedim çünkü tarihi veriler değilde kafalarından yazmayı tercih eden yazarlarla dolu her yer ...

    ama işte bu yazıyı görünce ohhh be dedim sonunda .. tartışmaya açık bi konu olduğu için serbetst kürsüye koydum tabi bide saman alevi ika edip sönen bi konu olduğu için artık güncel değil :)

     

    şuda varki benim ailem ermeniler yüzünden muhacir oldu.. ve ailemin geldiği yerde ermeniler tehcir edildi ve açlıkla, sefaletle, saldırılarla onlar yüzde 70'den fazla nüsuflarını kaybetmişler .. bizde ettik .. ortada zulüm var koca bir zulüm ittihatçıların çetelerinin yaptığı zulüm ... öyle açlık varmışki sefer yapan gruplar çocuklarını büyük küfelerde götürürmüş çocukları kaçırıp yemek isteyen insanlardan muhafaza etmek için .. siz düşünün sefaleti artık ..


  19. SESSİZ HİKAYE

     

    Sen, gönül bahçesinde açılan bir çiçeğin

    Etrafında dolaşan toz-pembe kelebeğin

    Bir hazan mevsiminde hüzün veren sesini

    İşittin mi bilmem ki, gördün mü kimsesini!

     

    Sen, deryânın içinde susuzluktan kavrulan

    Yahutta teselliyi gözyaşlarında bulan

    Âşıkın bu halinden duyduğu hevesini

    İşittin mi bilmem ki, gördün mü neş'esini!

     

    Sen, yeni bir sabahın müjdecisidir diye

    Hasretini gizlice anlatırken geceye

    Bir bülbülün rüzgâra kattığı nağmesini

    İşittin mi bilmem ki, gördün mü çilesini!

     

    Sen, duyguları düğüm düğüm işleyen kar'ın

    Sırrını yağmurlarla çözen fasl-ı baharın

    Toprağa anlattığı sessiz hikâyesini

    İşittin mi bilmemki, gördün mü jâlesini!

     

     

     

     

    Girdap (Üstad necip fazıla ithaf)

     

    Yürüyorum bir zaman dilimi ortasında

    Yalnız, sessiz, çaresiz ; gayesiz yürüyorum

    Çile yumağı olmuş hayat kafatasında

    Mâverâya acaba ben ne götürüyorum?

     

    Sroular, hafakanlar zihnimi kurcalayan

    Bir girdap içindeyim alıyor veriyorum

    Mesuliyet nerede, meselesiz mi insan?

    Muhatap bulmak için sordukça soruyorum

     

    Ne kadar yol katettim, daha ne kadar kaldı?

    Yol ki Hakkâ varmıyor yerlere seriyorum

    Dört gözün ortasında emâneti kim aldı?

    Gözler mi şaşı olmuş, yanlış mı görüyorum?

     

    Yılları kim mahvetti, kime düştü cereme?

    Kimi kime şikayet, ben kimi yeriyorum?

    Bir ışık ulaşınca nihayet pencereme

    Yaratılış gayemin sırrına eriyorum

     

     

    Cevdet Yücel Söztutan

    * cevdet abinin ruhuna bir fatiha okursunuz inşallah..


  20. CİN HAKKINDA BİLGİ

     

    Aşağıdaki yazı, Osmânlı pâdişâhlarının otuzaltıncısı, sonuncusu, sultân Muhammed Vahîdeddîn hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında, medresetülmütehassısînde tesavvuf müderrisi olan seyyid Abdülhakîm efendinin “rahmetullahi aleyh” (Keşkül) ismindeki kitâbından alındı. Keşkül basılmamışdır.

     

    Cin var mı, diye soranlara, acele cevâb vermek îcâb eder. Çünki, Cinnin var olmasında şübhe etmek, pek tehlükelidir. Cevâb olarak, islâm âlimlerinin sağlam kitâblarından çıkardığım, aşağıdaki bilgileri, dikkatle ve insâf ile okumak ve doğru düşünerek, anlamak lâzımdır.

     

    Cin, cinnet, cinân, Cennet, cenân ve cenîn gibi C ve N harflerinden meydâna gelen kelimeler (örtülü) demekdir. Cennet denilen yer, meyveler, çiçekler, kokular ile örtülü olduğundan, bu ism verilmişdir. Delilere, mecnûn denilmesi de, aklının örtülü olduğu içindir. Geceye (Cünn-i leyl) denir. Çünki, karanlık, gün ışığını örtmüşdür. Cin denilen mahlûklar da, gözümüzden örtülü olduğu için, cin denilmişdir. Cin kelimesi, Cinnî isminin cem’idir. Cin, cinnîler demekdir. Peri, fârisîde, cin demekdir.

     

    Mahlûklar, görülen, görülmiyen diye iki kısmdır. Ayrıca, mekânsız, madde olmıyan mahlûklar da vardır. İmâm-ı Mâverdî diyor ki, (Cin, dört ana maddeden yapılmışdır: Su, toprak maddeleri, havadaki gazlar ve ateş. Bunlardan ateş; alev, ışık ve dumandır. Mâric denilen, alev kısmından yaratılan cinnîlerin mü’minleri, kâfirleri, fâsıkları vardır). Bugünkü fen bilgimize göre, bu dört ana madde, yüzbeş elementden (basît cismden) meydâna gelmekdedir. Şu hâlde bütün mahlûklar, elementlerden yapılmış olup, enerji (kudret) taşırlar. Normal fizik şartlarında, katı ve sıvı (mâyı’) hâlinde bulunan varlıkları ve renkli gazları görebildiğimiz için bunlardan yapılmış cismler görünür. Meselâ insanda katı maddeler ve su çok (yüzde yetmişden fazla) bulunduğundan, insan görünüyor. Otlar ve bütün hayvanlar da böyledir.

     

    Cinnîler, havadan ve nârdan [ya’nî ateşden] meydâna gelmişdir. [Ateşin alev kısmı görünmez, içindeki katı zerreler, sıcakda ışıklandığı için, parlak görünüyor.] Bunun için, cin de görünmez.

     

    Alev iki kısmdır: Biri zulmânî [görünmiyen], ikincisi nûrânî [bu da görünmez]. Zulmânî olandan cin, nûrânî olandan ise melekler yaratılmışdır. İnsanlar, toprak maddelerinden yaratıldığı hâlde, Allahü teâlâ, bu maddeleri organik ve organize hâle, et ve kemiğe çevirdiği gibi, meleklerde ve cinde alev şekli değişerek, onlara mahsûs latîf, her şekle dönebilen bir hâle gelmişdir.

     

    Cinnin ta’rîfi şöyledir: Cin ya’nî peri, ateşin alev kısmından yapılmış cismler olup, her şekle girebilirler.

     

    Melekler ise, nûrânî cismlerdir. Muhtelif şekllere girebilirler. Melek ile cin, yaratılış bakımından birbirine yakındır. Melekler, muhteremdir, kıymetlidir. Cin, hakîrdir, kıymetsizdir. Melekde, nûr [ışık] kısmı, cinde ise, alev maddesi fazladır. Elbette nûr, zulmetden efdaldir. Meleklerin, cinnîlere yakınlığı, insanın hayvana yakınlığı gibidir. İnsanların üstün olanları, melekden kıymetli, cin de hayvandan kıymetlidir.

     

    İslâm âlimlerinin çoğu, meleklere cism dedi. Doğrusu da öyledir.

     

    Meleklerin varlığına inanmıyan kâfir olur. Cism olduklarına inanmıyan kâfir olmaz, bid’at sâhibi olur.

     

    Cinnin varlığına da inanmıyan kâfir olur. Eski felsefecilerden bir kısmı, Kaderiyye [ya’nî mu’tezile] fırkasının çoğu ve zındıklar, Cin ve şeytânlara inanmadı. Cin, zekî, dâhî insan demekdir. Şeytânlar da, kötü kimseler demekdir dediler. Din kitâblarını okumıyan ve islâm âlimlerinin sözlerini bilmiyen, elbette inanmaz. Fekat, Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirildiği hâlde ve islâm büyüklerinin kitâbları dolu olduğu hâlde, Kaderiyye fırkasının inanmaması, şaşılacak şeydir. Çünki bunlar, Kur’ân-ı kerîme uyduklarını söylüyor. Demek ki, bu kadar uymakdadırlar. Hâlbuki, Cinnin var olması, akla uymıyan birşey değildir. Ya’nî aklın red edeceği birşey değildir. Çünki, Allahü teâlânın kudretinin yapamıyacağı birşey değildir. Bugün fen adamları, akl ve din sâhibleri, aklın imkânsız demediği şeyleri red etmiyor. Kur’ân-ı kerîmde bildirilen şeylere, kelimenin açık ve meşhûr ma’nâlarını vermek lâzımdır. Şeyh-i ekber [Muhyiddîn-i Arabî] “kuddise sirruh”, Cinnin var olduğunu, şu âyet-i kerîmeler ile gösteriyor:

     

    1 — Zâriyât sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (İnsanları ve Cinnîleri ancak, beni bilip itâ’at, ibâdet etmeleri için yaratdım) buyruluyor.

     

    2 — Errahman sûresi, yetmişdördüncü âyetinde, Cinnin Cennete gireceği bildiriliyor.

     

    3 — Errahman sûresinin otuzbirinci âyetinde (Sekalân) buyuruyor ki, (Ey insanlar ve cinnîler!) demekdir. Resûl-i sekaleyn, müftîyüssekaleyn, gavsüssekaleyn [ya’nî, insanların ve cinnin Peygamberi, müftîsi, velîsi] gibi ismler de, cinnin varlığını göstermekdedir.

     

    Kitâblı kâfirlerin hepsi, ateşe tapanlar, puta tapanlar, budistler, müşrikler ve Yunan felesoflarının çoğu ve tesavvuf büyükleri cinnin var olduğuna inanıyor. Süleymân aleyhisselâmın vak’ası da, cinnin varlığını göstermekdedir.

     

    Cinnîleri anlatan âyet-i kerîmelere, akllarına göre, başka ma’nâ verenler mürted olur. (Milel-nihal) kitâbında ve imâm-ı Muhammed Birgivînin “rahmetullahi aleyh” yazdığı (Tarîkat-i Muhammediyye) kitâbındaki fetvâ ve (Akâ’id-i Nesefî) şerhindeki açıklama, mürted olacaklarını bildirmekdedir. Fetvâ şudur:

     

    (Kur’ân-ı kerîmin âyetlerine, kelimelerin açık, meşhûr ma’nâları verilir. Bu ma’nâları değişdirerek, bâtınîlere [İsmâ’îlîlere] uyanlar kâfir olur).

     

    Kul-e’ûzü sûresi ve Cin sûresi, cinnin varlığını açıkca haber vermekdedir.

     

    [bilgileri noksân ba’zı kimselerin, cinnîleri hayâl (illüzyon) sanarak, yok demeleri kıymetsizdir. Korkudan, göz önünde hâsıl olan hayâller, elbette yokdur. Fekat, bu hâyalleri cin sanmak, cinden haberi olmamak demekdir. Birşeye yok diyebilmek için, o şeyi tanımak, kavramak lâzımdır. Tanımadan yok demek, çocukca lâf olur. Bu gibilere, ilm adamı demek, yersiz olur. Bütün Peygamberlerin haber verdiği ve hele, Peygamberlerin en üstününün “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” çeşidli zemânlarda haber verdiği bir bilgiye, akla, tecribeye dayanmadan, zan yolu ile, çala kalem yok demek, ilm adamına yakışır bir şey değildir. Cinne, meleklere, Cennete, Cehenneme hattâ Allahü teâlâya inanmıyanların biricik sözleri, (Kim gitmiş, kim görmüş. Var olsalardı görürdük. Görülmiyen şeye inanmak, abdallık olur) demeleridir. Gözün akla değil, aklın göze bağlı olması lâzım sanıyorlar. Hâlbuki akl, duygu organları üstünde bir kuvvetdir ve his edilen şeylerin doğrusunu, yanlışını ayıran bir hâkimdir. İnsanlar, göze tâbi’ olsaydı, insanlık şerefi, gözün kuvveti ile ölçülseydi, kedi, köpek ve fârenin insandan dahâ şerefli, dahâ kıymetli olması lâzım gelirdi. Çünki, bu hayvanlar, karanlıkda da görüyor, insan ise göremiyor. O hâlde, göremediğine inanmak istemiyen kimse, insanlığı, hayvandan aşağı düşürmekdedir. Demek ki, his organlarımız, aklın uşakları, âletleridir. Kumandan, hâkim, akldır. Akl, görünmiyen, duyulmıyan şeyleri red etmediği gibi, yokluğu isbât edilemiyen ve anlaşılamıyan şeylere de yok demez. Bunlara yok demek, akla uygun bir söz olmaz].

     

    Cinnin varlığı, dînin açıkca bildirdiği birşey olduğundan, inanmıyan müslimânlıkdan çıkar, hiçbir ibâdeti kabûl olmaz.

     

    Cinnin insanlara zarar verdikleri, yardım etdikleri, insanları isteklerine kavuşdurdukları, çeşidli zemânlarda, birçok müslimân ve kâfirler tarafından görülmüş ve haber verilmişdir. Buna karşılık, inanmıyanlar, pek azdır. Ya’nî yalnız felesof taklîdcileri ve tıb diploması alan birkaç kimsedir. Eski tecribeli doktorlar ve şimdi, tıbbı zevk edinip ihtisâs kazananların çoğu, yok deyip geçemiyor, müslimânlara uyuyorlar. İslâm âleminin en büyük doktoru olan İbni Sînâ, Yunan felesoflarının te’sîri altında kalıp, islâmiyyetden bir nasîb alamadığı hâlde, (Kanûn) ismindeki kitâbında, Sar’a hastalığını anlatırken, Cinden bahs etmekdedir. Meselâ diyor ki, (Hastalıklara birçok maddeler sebeb olduğu gibi, cinnin hâsıl etdiği hastalıklar da vardır ve meşhûrdur).

     

    [Cin hakkında bilgi, her Peygamberin kitâbında vardı. Süleymân aleyhisselâmın emri ile iş görürlerdi. İdrîs “aleyhisselâm” diri olarak Cennete çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına dayanamadı. Resmini yapıp seyr eyledi. Dahâ sonra gelenler, bu resmleri tanrı sandı. Çeşidli heykeller de yapılıp tapıldı. Böylece putperestlik meydâna çıkdı. Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” bin sene önce, Hicazdaki Huzâ’a hükûmetinin reîsi olan Amr bin Luhay, puta tapınmak dînini Şâmdan Mekkeye getirdi. Putlara tapanlar, putlardan ses işitirdi. Cin, putun, ya’nî heykelin içine girip söylerdi. Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dünyâya teşrîf etdiği, islâmiyyetin başladığı, birçok putlardan işitilmişdi. Bu sözlerle, çok kimselerin müslimân olduğu, (Mir’ât-i Mekke) târîh kitâbında uzun yazılıdır. Şeytânlar, diri insanın içine de girer. İnsanın his ve hareket sinirlerine te’sîr ederek, hareket ve ses hâsıl ederler. İnsanın, bu kendi söz ve hareketinden haberi olmaz. Böylece vaktîle Romada ve Peştede, son zemânlarda Adanada konuşan çocuk ve hastalar görülmüşdür. Bunları konuşduran cin, uzak memleketlerdeki veyâ eski zemânlardaki şeyleri söylediklerinden, ba’zı kimseler, bu çocukların iki rûhlu olduğunu veyâ başka insanın rûhunu taşıdığını, ya’nî tenâsüh sanmışdır. Böyle zan etmenin yanlış olduğunu, dînimiz açıkca bildirmekdedir. Eskiden kâhinler, cinnîlerden ba’zı şeyler işiterek falcılık yapardı. Bunun için, puta tapanlar, cinnin varlığına inanır ve cinden korkardı. Cinnin var olduğunu, müslimânlar, putperestlerden işiterek öğrenmedi. Kur’ân-ı kerîmden ve Muhammed aleyhisselâmdan öğrendi. Müslimânlar, puta tapanlar gibi, cinden korkmaz. Muhâfaza melekleri, insanları cinden koruduğu gibi, âyet-i kerîme ve düâ okuyup, Allahü teâlâya sığınanlara da birşey yapamazlar].

     

    İnsanlar, ilk olarak, toprakdan yaratıldığı gibi, cin de, alevden yaratıldı. Cin de, erkek ve dişi olur. Evlenmeleri, evleri, yimeleri, içmeleri, üremeleri, ölmeleri hakkında ve Muhammed aleyhisselâmın onlara da Peygamber olduğu, Kur’ân-ı kerîmi dinledikleri, Mekke-i mükerremede ve Medîne-i münevverede toplandıkları ve Resûl-i ekremin “sallallahü aleyhi ve sellem” onlara Kur’ân-ı kerîm okuduğu, ibâdet etdikleri, sadaka verdikleri, iyi işlerine sevâb verildiği, cin kâfirlerinin Cehenneme gireceği, mü’minlerinin Cennete gireceği ve Cennetde Allahü teâlâyı görecekleri, Cinnin arkasında nemâz kılanın nemâzının sahîh olup olmıyacağı, Cum’a ve cemâ’atler onlar ile de olup olmıyacağı ve nemâz kılanın önünden geçmeleri câiz olduğu, çeşidli kitâblarda yazılıdır. İnsanın cin ile evlenmesinin câiz olduğu, cinnin insan kadınına te’arruz edince gusl abdesti lâzım olduğu, cin ile insan arasında hâsıl olan çocuğun nasıl olacağı [belkıs gibi], Cinnin kesdiği hayvanın yimesi câiz olduğunu, cinnîlerin insan âlimlerine süâl sorup fetvâ aldıklarını, insanlara va’z etmelerini, insanlara şi’r söyleyip insanların işitmesini, insanlara, hastalık tedâvîsi, ilâc öğretdiklerini, insandan korkduklarını, insanlara itâ’at etdiklerini bildiren, âlimlerimizin çeşidli yazıları vardır. Bu kitâblar, cinnin varlığını göstermekdedir. Cinnîlerin insanlara olan zararlarına karşı tedbîr alınması, cinnin zararına karşı korunulması, cinnîlerin küçükleri yükseklerine ita’at etdikleri, insanların iyiliklerine karşı iyilik yapdıkları, kötülüğe karşı kötülük ve zarar yapdıkları, sar’a hastasının bedenine girip, hastanın hareketleri ve işlerinin, cinnin hareketi ve işi olduğu, böyle hastanın tedâvîsinde cin ile sorgu, süâl, cevâblaşma olduğu, cinnin insanlarla alay etdikleri, cinnin insan gibi, nazarları değeceği, cinnin harb etdikleri, bilhâssa Ramezân ayında azdıkları, cinnin insanlarla ibâdet etdikleri, cinnin, hadîs-i şerîflerin sahîh olup olmamasında insanlarla müzâkerede bulunmaları, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” Ümm-i Ma’bedin çadırında müsâfir olduğunu Mekke ehâlisine haber vermeleri, Ümm-i Ma’bedin müslimân olduğunu haber vermeleri, Bedr muhârebesini haber vermeleri, geçmiş şeyleri cinden sormak câiz olduğu, ileride olacak şeyleri sormak câiz olmadığı, müezzinlerin ezânlarına, kıyâmetde, cinnîlerin şâhid olacakları, Ebû Ubeyde ve arkadaşları vefât edince, cinnîlerin ağlayıp mâtem etdikleri, Ömer “radıyallahü anh” vefât etdiği zemân, mersiye okudukları, Osmân “radıyallahü anh” şehîd olunca, ağlayıp inledikleri, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” şehîd olduğunu haber verdikleri, Hüseyn “radıyallahü anh” şehîd olunca ağlayıp, bağırdıkları ve başka Sahâbîler şehîd olunca bildirdikleri, Ömer bin Abdül’azîzin vefâtını haber verdikleri, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve imâm-ı Şâfi’înin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” vefâtlarında ağladıkları, cinnin insan kalbine vesvese getirdiği ve dahâ pekçok meşhûr vak’a ve işler kıymetli kitâblarda yazılıdır. Bunların hepsi, cinnin varlığını göstermekdedir. [Keçi, yılan, kedi şekline girdikleri çok görülmüşdür. Mikrop şekline de girip, insanın damarlarında dolaşırlar.]

     

    Cinnîler yir, içer. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”; (Sağ el ile yiyiniz, sağ el ile içiniz! Çünki, şeytân, sol eli ile yir ve sol eli ile içer!) buyurdu. Şeytânların hepsi kâfirdir. İnsanları aldatmağa uğraşırlar. İbâdetleri unutdurup, günâhları iyi gösterirler. Nefsin arzûlarını kızışdırırlar. Şeytânlar da, ateş ile havadan yaratılmışdır. Fekat cinde hava, şeytânda ateş fazladır. Cin ve şeytânlar, en ufak yerden geçerler, insanın içine, damarlarına girerler.

     

    (Aynî târîhi)nde diyor ki, (Cinnîlerin sayısı, insanların on katından fazladır. Şeytânların sayısı, bu ikisinin on katlarından fazladır. Meleklerin sayısı da, bu üçünün sayılarının, on katından dahâ çokdur). [(Buhârî) şârihlerinden Mahmûd bin Ahmedin (Aynî târîhi) ondokuz cilddir.] Her insanın yanında, kâfir bir cinnî arkadaşı vardır. Fekat, melekler, insanları bunların kötülük yapmalarından korur. Cinden, Peygamber olmadığı (Eşbâh)da yazılıdır. Muhammed aleyhisselâmdan önce, cinnîlere Peygamber gelmediğini, imâm-ı Mukâtil bildirmekdedir.

     

    (Eşbâh) kitâbının sâhibi, bunun ikinci kısmında ve imâm-ı Hamevî “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”, bunun hâşiyesinde diyor ki: İlk insan toprakdan yaratıldı. Bütün insanların bedenleri toprak maddelerinden meydâna gelmekdedir. Fekat insanlar, etdir, kemikdir. Toprak değildir. Cin de, ateşden meydâna gelmiş ise de, ateş ve hava değildirler.

     

    (Kurtubî tezkiresi)nde buyuruyor ki, (Cinnin ölümü, yerde gâib olmakdır. İhtiyârları, gençleşmeyince ölmez. Ölecekleri zemân, çocukluk hâline döner ve yerde gâib olurlar. Cin üç sınıfdır: Bir sınıfı, rüzgâr ve hava gibidir. Bir kısmı yerdeki böcek ve hayvancıklar gibidir. Birinci kısmda, altmışsekizinci maddeye bakınız! Bir kısmı da emrlerle, ibâdetle vazîfelidir. Bunlara hesâb ve azâb vardır).

     

    Seyyid Ömer “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, bana bir cin kızı geldi. Benimle evlenmek istedi. Şemseddîn Hanefîden sordum. Hanefî mezhebinde câiz değildir dedi. Böyle söyledim. Beni aldı. Yer altına, evlerine götürdü. Büyüklerine söyledi. Büyükleri dedi ki, seyyid Şemseddînin cevâbı başımızın üstündedir. Fekat, cinnin insan ile evlenmesi, Şâfi’î mezhebinde câizdir. Biz Hanefî değiliz, Şâfi’îyiz.

     

    İnsanların çoğalması, menî iledir. Cinnin çoğalması ise gaz (hava) iledir. Ya’nî erkekden dişiye bir gaz geçerek bundan, yavru hâsıl olur. Bundan anlaşılıyor ki, insan ile cin evlenmesi, hayâl iledir. Hakîkî evlenmek olmaz. Fekat, âlimlerden çoğu, hakîkî evlenmek olmakdadır dedi ve gusl abdesti lâzım olur ve Belkıs, insan ile cin arasında hâsıl olmuşdur dediler. [Cin, insan şekline girip evlenmekdedir.]

     

    İnsan, cinni ve şeytânları, uyanık iken ve rü’yâda görebilir. Çünki, onlar her şekle girebilir. Çok güzel sûretlere girerler. İhtilâma sebeb olurlar. Peygamberlerden “aleyhimüsselâm” ve Evliyâdan çoğu şeytânı görmüş ve konuşmuşdur. Her ne şeklde olursa olsun, cinni gören kimse, hep ona bakarsa cin şeklini değişdiremez. Gözden kaçamaz. Ona sorup cevâb alınabilir. Bir ân başka tarafa bakılırsa, hemen kendi şekline girip gayb olur. İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh”, (Cinni kendi şeklinde gördüğünü iddi’â eden kimsenin şâhidliği kabûl olmaz!) buyurdu. Çünki, hayâli kuvvetli olanlar, bulunmıyan şeyleri görüyorum sanır. Hayâlleri [illüziyonları] birşey sanır. Sihr yapılmış kimseler de, böyle hayâller görüp, bunları cism zan eder. Hayâli fazla olanlara, çirkin şeyler güzel görünür. Çirkin tarafları görünmez. Dünyâya düşkün olanlara, dünyânın herşeyi böyle görünür. Çirkinlikler, güzel görünür. Fekat uyanık olanlar, keskin görüşlüler, herşeyin doğrusunu görüp aldanmaz.

     

    İnsanın cin ile tanışması, arkadaş olması, kıymetli birşey değildir, zararlıdır. Onlarla konuşmak, fâsık insanla arkadaşlık etmek gibidir. Onlarla tanışan kimse, fâide görmemişdir. Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” (Fütûhât) kitâbının ellibirinci bâbında buyuruyor ki: (Hiçbir insan, cinden Allahü teâlâya âid bir bilgi edinmemişdir. Çünki, cinnin din bilgileri pek azdır. Onlardan dünyâ bilgileri edineceğini sanan kimse de, aldanmakdadır. Çünki, fâidesiz şeyle vakt geçirmeğe sebeb olurlar. Onlarla tanışanlar, kibrli olur. Hâlbuki, Allahü teâlâ, kibrli olanı sevmez). (Reşehât)da molla Câmî hazretlerinin halîfesi, Abdülgafûr-i Lârî, Muhyiddîn-i Arabînin bir risâlesinde şöyle buyurduğunu bildiriyor: (Cinnin ilk babaları İblîs değildir. İblîs, cin tâifesindendir. Cin, ateş ve havadan yaratıldığı için çok latîfdirler. Çabuk hareket ederler. İnsan bunlara hafîf çarpınca, hemen ölürler. Bunun için, ömrleri kısadır. Din bilgileri azdır. Kibrli olduklarından, birbirleri ile, hep mücâdele, muhârebe ederler. Ateşden müte’essir olmazlar. Cehennemlik olanları, Zemherîrde, ya’nî soğuk Cehennemde azâb göreceklerdir. İblîs ve çocukları, hak ve sevâb olan iyi şeyleri yapmağı da insana hâtırlatırlar. Fekat, bunları yaparken, nefsde ucb, riyâ hâsıl olarak veyâ farzın kaçırılmasına sebeb olarak, insan çok günâha girer). Cin ile tanışmağa özenmemeli, Evliyâ-i kirâmın rûhâniyyetlerinden istifâde etmeğe çalışmalıdır. Evliyânın rûhları, görünmeden de, kendi beşerî şeklinde görünerek de, sevdiklerine fâide verir ve belâlardan korur. Onları tanımağa, sevmeğe ve sevilmeğe uğraşmalıdır.

     

    (Hadîkat-ün-nediyye)de, bütün bedenin âfetlerini bildirirken, yazılı olan hadîs-i şerîfde buyuruluyor ki, (Tetayyur eden ve tetayyur olunan ve kâhinlik yapan ve kâhine giden ve sihr, büyü yapan ve yapdıran ve bunlara inanan, bizden değildir. Kur’ân-ı kerîme inanmamışdır). Tetayyur, uğursuzluğa inanmakdır. Kâhinlik, cinden bir arkadaş edinip, olmuş ve olacak şeyleri ona sorup, ondan öğrenmek ve bunları başkalarına bildirmekdir. Cinle tanışan falcılar ve yıldıznâmeye bakıp, sorulan herşeye cevâb verenler böyledir. Bunlara ve büyücülere gidip, söylediklerine, yapdıklarına inanmak, ba’zan doğru çıksa bile, Allahdan başkasının herşeyi bildiğine ve her dilediğini yapacağına inanmak olup, küfr olur.

     

    İbni Hacer-i Hiytemî, (Fetâvâ-yı hadîsiyye)nin yüzyirminci sahîfesinde diyor ki, (Birinin kolunu kesip, sonra yapışdırmak, kendi ağzına, bedenine bıçak, kama sokup çıkarmak gibi gösteriler yapan tarîkatcılar, bu gösterilerini sihr, göz boyamak şeklinde yapıp, kerâmet gösterdiğini söylerse, hâkim tarafından öldürülür. Başka şeklde yapıyorsa, öldürülmez. Fekat, ağır cezâlandırılır. Mâlikî âlimlerinden Abdüllah ibni ebî Zeyd Kayrevânî “rahmetullahi aleyh” (İsbât-ü kerâmât-il-Evliyâ) kitâbında diyor ki, sihrinde küfre sebeb olacak şey yoksa, el çabukluğu yapıyorsa, fekat kerâmet ve tarîkatcılık şeklinde gösterirse, cezâlandırılır. Böyle tarîkatcıların yanlarına gitmek, seyr etmek câiz değildir. Bir kadın, zevcine, kendisinden veyâ başkasından soğuması için büyü yapdığını söyledi. Bunu öldürmediler. Cezâlandırdılar. İbni Ebî Zeyd “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Bir kimse, kitâba bakarak cin ile konuşduğunu, bu cinne emr ederek, sar’a yapan habîs cinni kovduğunu, büyü çözdüğünü, habîs cinni öldürdüğünü söylerse, buna inanmamalıdır). Cin ile arkadaşlık etdiğini, cin pâdişâhına hizmet etdiğini söyliyen kimsenin büyücü olduğu anlaşılır. Mısrdaki Fâtımî devletinin altıncı reîsi olan Hâkim bi-emrillah Mansûr, Dırâr ve bunun talebesi Hamzaya uyarak, cin ile tanışdı ve Cin pâdişâhına hizmet ederek, sapıtdı. Şeytânların maskarası oldu. Tanrılık da’vâsına kalkdı. İbni Ebî Zeyd diyor ki, (Cinci tarîkatcıya inanmak, insanı cinden kurtardığına inanarak, ona ücret vermek câiz değildir. Büyü çözene de para vermek câiz değildir). Kocasının muhabbet etmesi ve kendisine eziyyet etmemesi için, bir kadına, Kur’ân-ı kerîmden ve Selef-i sâlihînin bildirdikleri düâlardan muska yazmak, karşılık birşey istememek câizdir. Ne olduğu bilinmiyen şeyleri yazmak, okumak ve kendisine okutmak, bunları muska, tütsü yapmak harâmdır). Kâdî-zâde, (Birgivî vasıyyetnâmesi)ni açıklarken, Birgivînin, (Bir kimse, ben çalınanları, gayb olanları bilirim dese, böyle söyliyen ve buna inanan kâfir olur. Bana cin haber verir. Bunun için bilirim dese, yine kâfir olur. Zîrâ, cin de gaybı bilmez. Gaybı yalnız Allahü teâlâ bilir. Ondan başka kimse bilmez) yazısını, (Allahü teâlânın vahy ve ilhâm etdikleri bilir. Cin, herşeyi bilmez. Allahü teâlânın bildirdiğini ve görüp anladığını bilir. Cin, bu iki yoldan öğrendiğini haber verirse, bana cin haber verdi demekde zarar yokdur. Peygamberler kabrlerinde, bilmediğimiz bir hayât ile diridirler. Allahü teâlâ, onlara vahy, ilhâm ve keşf yolu ile, gayb ve gizli şeyleri bildirmişdir. Diri insanların işlerini ve hâllerini onlara ve dilediği mü’minlerin rûhlarına bildirmekdedir) şeklinde açıklamakdadır. Cinnin sâlih olanlarına da bildirmesi câizdir. Fekat, mü’min ve sâlih olmıyan, bid’at ehli ve fâsık tarîkatcıların, yobazların yalanlarına inanmamak, tuzaklarına düşerek, felâkete sürüklenmemek için, çok uyanık olmalıdır. 909.cu sahîfeye ve (El-münîre) kitâbına bakınız!

     

    (Dürr-ül-muhtâr)ın Tahtâvî ve İbni Âbidîn hâşiyelerinde, son cildin sonunda diyor ki, (İnsanın, bilmesi lâzım olmıyan şeyleri münâkaşa etmek mekrûhdur. Öğrenmesi emr edilmemiş olan şeyleri sormak câiz değildir. Meselâ, Lokman ve Zülkarneyn Peygamber midir, değil midir? Cebrâîl aleyhisselâm, Peygamberlere nasıl gelirdi? Melek ve Cin, insanlara ne şeklde görünürler? İnsan şeklinde görünürken, yine cin ve melek midirler? Cennet ve Cehennem nerededirler? Kıyâmet ne zemân kopacak? Îsâ aleyhisselâm, gökden ne zemân inecek? İsmâ’îl ve İshak aleyhimesselâmdan hangisi efdaldir ve hangisi kurban edildi? Fâtıma ve Âişeden “radıyallahü teâlâ anhümâ” hangisi dahâ efdaldir? Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ana babaları ve Ebû Tâlib hangi dinde idiler? İbrâhîm aleyhisselâmın babası kim idi? Bunlar gibi şeyleri sormamalıdır. Bunları öğrenmekle emr olunmadık).

     

    (Hazînet-ül-esrâr) kitâbında diyor ki, Sar’a hastasından, rûhânînin def’ edilmesine ve hastanın şifâsına âid hadîs-i şerîfleri bildirelim: [(Lugat-ı Nâci)de cin kelimesinde diyor ki (Rûhâniyyûn üç sınıfdır: Hep iyilik yapan, ahyâr. Melekler böyledir. Hep kötülük yapan eşrâr. Şeytânlar böyledir. İyilik de, kötülük de yapan evsât. Cinler böyledir.] (Herkese Lâzım Olan Îmân) 26.cı sahîfeye bakınız!

     

    İmâm-ı Beyhekî (Delâil-ün-nübüvve) kitâbında ve imâm-ı Kurtubî (Tezkire) kitâbında bildiriyor ki, Ebû Dücâne “radıyallahü anh” buyurdu ki, yatıyordum. Değirmen sesi gibi ve ağac yapraklarının sesi gibi, ses duydum ve şimşek gibi, parıltı gördüm. Başımı kaldırdım. Odanın ortasında, siyâh birşey yükseldiğini gördüm. Elimle yokladım. Kirpi derisi gibi idi. Yüzüme, kıvılcım gibi şeyler atmağa başladı. Hemen Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” gidip, anlatdım. Buyurdu ki, (Yâ Ebâ Dücâne! Allahü teâlâ, evine hayr ve bereket versin!). Kalem ve kâğıd istedi. Alîye “radıyallahü anh” bir mektûb yazdırdı. Mektûbu alıp, eve götürdüm. Başımın altına koyup, uyudum. Feryâd eden bir ses, beni uyandırdı. Diyordu ki, (Yâ Ebâ Dücâne! Bu mektûbla, bizi yakdın. Senin sâhibin, bizden elbette çok yüksekdir. Bu mektûbu, bizim karşımızdan kaldırmakdan başka, bizim için, kurtuluş yokdur. Artık, senin ve komşularının evine gelemiyeceğiz. Bu mektûbun bulunduğu yerlere gelemeyiz). Ona dedim ki, sâhibimden izn almadıkca bu mektûbu kaldırmam. Cin ağlamasından, feryâdından, o gece, bana çok uzun geldi. Sabâh nemâzını, mescidde kıldıkdan sonra, cinnin sözlerini anlatdım. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (O mektûbu kaldır. Yoksa, mektûbun acısını, kıyâmete kadar çekerler!).

     

    Kefevînin (Mecmû’a-tül-fevâid) kitâbında ve Demîrînin (Hayât-ül-hayvân) kitâbı, kaf harfindeki (Kunfez) kelimesinde diyor ki, (Bir kimse, bu mektûbu, yanında taşısa veyâ evinde bulundursa, bu kimseye, eve ve etrâfına cin gelmez ve dadanmış olup zarar veren cin de gider). Bu mektûb (Hazînet-ül-esrâr) ve (Hayât-ül-hayvân)da yazılıdır. Süleymâniyye kütübhânesi, (Ayasofya) kısmında, [2912] sayıda (Hayât-ül-hayvân)ın fârisîsi, [1913] de ise türkçesi vardır. Müslimânlara kolaylık olmak için bu mektûb, (Teshîl-ül-menâfi’) kitâbının sonunda da [207.ci sahîfesinde de] yazılıdır. Bu kitâb, (Hakîkat Kitâbevi)nde satılmakdadır.

     

    Âyet-el-kürsî, İhlâs, Mu’avvizeteyn ve Fâtiha sûrelerini sıksık okumak da, insanı cinden muhâfaza eder. Bu âyet-i kerîmeleri okumakla ve bu mektûbu taşımakla ve şifâ âyetlerini okumakla ve yazıp suyunu içmekle fâidelenmek istiyenlerin Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun olarak doğru îmân sâhibi olması lâzımdır. Bunları yazanın ve kullananın i’tikâdı doğru olmazsa ve küfr alâmetlerini kullanır, harâm işlerse, fâideleri görülmez.

     

    Fârisî (Şevâhid-ün-nübüvve) 163.cü sahîfesindeki hadîs-i şerîfde, (Yatarken Âyet-el kürsî okuyana, şeytân yaklaşamaz) buyuruldu.

     

     

     

    Kâdî Bedrüddîn-i Şeblînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Akâm-il-Mercân) kitâbı arabî olup büyükdür. Hep cinden bahs etmekdedir. Bir yerinde diyor ki, (Cinden, geçmiş, olmuş şeyleri sorup öğrenmek câizdir. Gelecekde olacak şeyleri sormak câiz değildir. Geçmiş şeyleri görüp, işitip bilirler. Sar’a hastasını ve başka cin çarpanları cinden kurtarmak için, küfre sebeb olan şeyleri yapmak câiz değildir. Cinden kurtulmak için en iyi on çâreyi [kısaltarak] yazıyoruz:

     

    1- E’ûzü Besmele ile Fâtiha sûresi okumalıdır. 2- E’ûzü Besmele ile iki Kul-e’ûzüyü okumalıdır. 3- E’ûzü Besmele ile Bekara sûresinin ilk beş âyetini okumalıdır. 4- E’ûzü Besmele ile Âyet-el-kürsî okumalıdır. 5- E’ûzü Besmele ile Bekara sûresinin son iki âyetini okumalıdır. 6- E’ûzü Besmele ile Ha-Mîm Mü’mîn sûresinin başından (masîr)e kadar ve Âyet-el-kürsî okumalıdır. 7- (Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîke leh lehülmülkü ve lehülhamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr) okumalıdır. 8- Çok (Allah) demelidir. 9- Hep abdestli bulunmalı, farzları ve sünnetleri hiç terk etmemelidir. 10- Kadınlara bakmakdan, çok konuşmakdan, çok yimekden ve galabalıkdan sakınmalıdır). (Berekât) kitâbında, Muhammed Sa’îdi “rahmetullahi teâlâ aleyh” anlatırken sonunda, imâm-ı Rabbânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” Cinden korunmak için, (Lâ havle velâ kuvvete illâ billah-il-aliyyil’azîm) okuduğunu yazıyor. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, yüzyetmişdördüncü mektûbunda, Cini def’ için bunu okumağı tavsiye etmekdedir. Buna, (Kelime-i temcîd) denir.

     

    Şeyh-ül-islâm İbni Hacer Hiytemînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Tezekkürü Âsâr-il-vâride) kitâbında da, cinden koruyan düâlar yazılıdır. Bu kitâb, Süleymâniyye kütübhânesi, (Reîs-ül-küttâb Mustafâ efendi) kısmında, [1150] sayı ile mevcûddur. (Hakîkat Kitâbevi) tarafından (Minha) sonunda basdırılmışdır.

     

    Cin ve şeytân şerrinden kurtulmak için ve sar’a hastalığına ve sihre karşı (Teshîl-ül-menâfi’) kitâbının sonundaki (âyât-ı hırz)ı yedi gün okumalı ve yazıp, üzerinde taşımalıdır.

     

    Celâleddîn-i Süyûtînin “rahmetullahi aleyh” (Kitâbürrahme fittıbb-i velhikme) kitâbında sihr, nazar ve cinden korunmak için kıymetli bilgi vardır. Yüzellinci bâbında buyuruyor ki, (Şeytânın vesvesesinden, sıkıntıdan kurtulmak için, hergün bu düâyı okumalıdır: Yâ Allah-ür-rakîb-ül-hafîz-ür-rahîm. Yâ Allah-ül-hayy-ül-halîm-ül’azîm-ür-raûf-ül-kerîm. Yâ Allah-ül-hayy-ül-kayyüm-ül-kâimü alâ külli nefsin bimâ kesebet, hul beynî ve beyne adüvvî!). Yüzyetmişdördüncü maddesi sonunda diyor ki, (Hiltit veyâ şeytân tersi adındaki zamkı yanında taşıyan kimseye cin gelmez. Sar’a hastası, bunu koklarsa, iyi olur). Asa Foetide denilen bu zamk, esmer, pis kokulu, reçine olup, antispasmodique olarak, ya’nî sinirleri teskîn edici olarak Avrupada, toz, hap ve ihtikan şeklinde adale ve sinir gerginliğini gidermek için, kullanılmakdadır. (Ütrüc), ya’nî Ağaç-kavunu bulunan eve cin girmiyeceği, (Hayât-ül-hayvân)da ve (Kâmûs)da yazılıdır.

     

    İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, talebeleri ile, uzak bir yere gidiyordu. Gece, bir hânda kaldılar. (Bu gece, bu hânda bir belâ hâsıl olacak. Şu düâyı okuyunuz!) buyurdu: (Bismillâhillezî lâ-yedurru ma’ asmihî şey’ün fil-Erd-ı velâ fissemâi ve hüves-semî’ul’alîm). Gece büyük yangın oldu. Bir odada eşyâlar yandı. Bu odaya haber verilmemişdi. Düâyı okuyanlara birşey olmadı. Bu düâ, (Umdet-ül-islâm) ve (Berekât) kitâblarında yazılıdır. (Tergîb-üs-salât) kitâbında ve (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbı 155.ci sahîfesinde hadîs-i şerîf olduğu da bildirilmekdedir. Derdlerden, belâlardan, fitne ve hastalıklardan korunmak için, sabâh ve akşam, İmâmın bu sözünü hâtırlayarak, üç kerre okumalıdır. Âyât-i hırz [koruyucu âyetler] da, okumalıdır.

     

    Âlemlerin Rabbinin mahbûbu Muhammeddir.

    Cismi pâk, ismi Ahmed, âlemlere rahmetdir.

     

    Hulk-i azîm sâhibi Levlâke.... muhâtabı,

    Menba-ı ilm, edeb, feyz, nûr ve muhabbetdir.

     

    Odur gerçek vâsıta, Hak’la kul arasına,

    Sözü şifâ rûhlara, adı gönül pasına.

     

    Odur hakîkî tabîb, me’yûs kalb hastasına,

    Değil kendi, ümmeti, meleklerden yüksekdir.

     

    Bu en seçkin kuluna, Hak yardımcılar verdi,

    En sevdiği kulları ona Eshâb eyledi.

     

    Resûlullah: yolları, benim yolumdur dedi,

    Asrların iyisi bu asrı göstermişdir.

     

    Muhammed Mustafâyı canından çok sevdiler,

    Mal, mülk, makâmlarını, uğruna terk etdiler.

     

    İslâmı yaymak için severek can verdiler,

    Yâ Rab, bu ne güzel hâl, yâ Rab, bu ne izzetdir.

     

    Onun bir sohbetinde nefsleri pâk oldu.

    Kalblerine ma’rifet, feyz, nûr, tecellî doldu.

     

    Evliyâ hâllerini onlar bir anda buldu,

    Ve hep Ona uydular, bu ne büyük şerefdir.

     

    Onlar hepsi âdildir, kimseye zulm etmezler,

    Nefsleri için aslâ, hilâfet istemezler.

     

    Bu yüzden harb etmezler, birbirini üzmezler,

    En yüksek makâmdalar ve hepsi müctehiddir.


  21. ÇABUK GEL, GEÇ KALDIN!

     

    İmam-ı Rabbani hazretlerinin akrabalarından biri şöyle anlatmıştır: "Ben, İmam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinden olmayı arzu ediyordum. Fakat çeşitli maniler sebebiyle, bir türlü hizmetine girmek nasib olmamıştı. Bir gece karar verip;

    "Yarın gidip halimi arzedip, beni de talebeleri arasına kabul etmesini isteyeyim" diye düşündüm. O gece rüyamda kendimi derin bir deniz kenarında gördüm. İmam-ı Rabbani hazretleri ise karşı sahildeydi. Huzuruna kavuşmak istiyordum. Bana;

    "Çabuk gel, çabuk gel! Geç kaldın." buyurdu. Bu sözlerini işitince kalbim zikretmeye başladı. Uykudan uyandım, kalbim artık zikrediyordu. "İmam-ı Rabbani hazretlerinin yolu böyledir. Daha ben sohbette bulunmadan kalbim zikre başladı. Ya bir de sohbetinde bulunsam nasıl olur?" dedim. Sabahleyin İmam-ı Rabbani hazretlerinin huzuruna gidip, gördüğüm rüyayı bana olan teveccüh ve tasarruflarını anlatarak halimi arzettim. Kalbimin zikretmeye başladığını söyledim. Bana;

    "Yolumuz tam budur. Buna devam et" buyurdular.


  22. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyor ki:

     

    Yatağa abdestli gir, Euzü Besmele çek, sağ yanın üzerine kıbleye karşı yat, sağ avucunu sağ yanağının altına koy, Âyet-el-kürsi, 3 İhlâs, bir Fatiha ve birer defa iki kul euzüden sonra 3 defa (Estağfirullahelazim ellezi lâ ilâhe illâhu) oku, üçüncüsüne (el-hayyelkayyume ve etubü ileyh) ekle. On defa da, (Tevekkeltü alellah, Lâ havle velâ kuvvete illâ billah) oku, onuncusuna (hil aliyyil azim ellezi lâ ilâhe illâhu) ilave et!

     

     

     

    Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

     

    (Yatağa girince 3 defa Estağfirullah el azim ellezi lâ ilahe illâ hüvel hayyel kayyum ve etubü ileyh okuyan kimsenin günahları, deniz köpüğü kadar pek çok olsa da, affolur.) [Tirmizi]

     

    (Yatarken Fatiha ve İhlası okuyan, ölüm hariç, her şerden emin olur.) [bezzar]

     

    (Yatarken Kâfirun suresini okuyan şirkten beri olur.) [Tirmizi]

     

     

     

    (Yatarken Mülk [Tebarake] suresini okumadan yatma! Çünkü ölürsen kabirde sana yoldaş olur.) [Ey Oğul İlmihali]

     

     

     

    (Kur’anda bir sure vardır ki, otuz âyettir. Okuyana affedilinceye kadar şefaat edecektir. O “Tebarekellezi bi yedihil mülk” diye başlayan suredir.) [İ. Ahmed]

     

     

     

    (Resulullah, Secde suresi ile Mülk suresini okumadan uyumazdı.) [Tirmizi]

     

     

     

    Her gece Amenerresulüyü okuyan, gecelerini ibadetle geçirmiş gibi sevaba kavuşur.

     

    Gece yatarken Tebareke suresini okuyan, kabir azabından korunur, Kadir Gecesini ihya etmiş gibi sevaba kavuşur.

     

     

     

    Her gece Yasin suresini okuyan, affedilmiş olarak sabahlar.

     

    Her gece yatarken yüz defa, (Sübhânallahi velhamdü lillahi ve lâ ilâhe illallahü vallahü ekber) okuyan kimse, kendini hesaba çekerek günahlarını affettirmiş olur.


  23. Bir gün halîfe Hârûn Reşîd Behlül-i Dânâ'ya kıymetli bir hırka hediye etmek istedi: "Ey Behlül! Şu paha biçilmez hırkayı giy. Benim sana hediyemdir." dedi. Behlül-i Dânâ hazretleri geri çekilip; "Ben ancak pamuklu hırka giyebilirim. Pederimin bana nasîhat ve vasiyeti şu idi: "Oğlum! Toprak üstünde yat. Lâkin bir döşek kazanmak için kimsenin önünde eğilip, el etek öpme, pamuk hırka ile de yetin."

     

    Birisi Behlül-i Dânâ'ya gidip; "Ey Behlül! Oğlum vefât etti. Kabir taşına ne yazayım." dedi. Behlül hazretleri buna gülüp; "Dün altımda olan çimenler bugün üstümde yeşerdi. Ey yolcu, bil ki şu toprak, günahlardan başka her şeyi örtmektedir, yaz." dedi.

     

     

     

    Behlül Dana bir bayram günü Harun Reşit’in güzel elbiselerle halkının bayramını tebrik ettiğini görünce şöyle diyor:

     

     

     

    “Leyse’l-idu limen lebise’l- cedidu/ Beli’l-idu limen emine’l –veidu”

     

     

     

    Bayram güzel ve yeni elbiseler giymek değildir. Gerçek bayram Cehenem’den emin olmaktır.

     

    Behlül-i Dânâ hazretleri şu beytleri sık sık okurdu:

     

    "Bayram, yeni elbiseler giyenler için değildir.

     

    Ancak ilâhî azâptan emin olanlar içindir.

     

    Bayram bineklere binenler için de değildir.

     

    Ancak hatâ ve isyânı bırakanlar içindir."


  24. Gözlerim

     

    Başımı kaldırıp baksam göklere,

    Düşer hayretlere donar gözlerim.

    Yoğun mavilikte bir kapı arar,

    Ürperir kendine döner gözlerim.

     

    Eşitsizlik üzere bir garip ahenk,

    Ne izler ne sesler birbirine denk,

    Bir beyaz hüzmede saklı yedi renk,

    Bakamaz sızılar yanar gözlerim.

     

    Nazar etsem bir örümcek ağına,

    Aklım uçar gider vahiy çağına,

    Şehidin kanına gül yaprağına,

    Baktıkça vurulur kanar gözlerim.

     

    Bir derin ummana girmek üzere,

    Eşyanın sırrına ermek üzere,

    Başka âlemleri görmek üzere,

    Gün gelir kapanır söner gözlerim.

     

    Dilaver Cebeci

×
×
  • Create New...