Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

cihat

Editor
  • Content Count

    686
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by cihat


  1. Yeni bir kitabınız çıktı. Yakın tarihle ilgili bildiklerimizin neredeyse tümünü sarsan iddialarınız var. Siz Osmanlı’nın son yüzyılının bir gerileme ve çöküş dönemi olduğunu kabul etmiyorsunuz. Sizce Osmanlı’nın son yüzyılını nasıl tarif etmek gerekir?

     

    Türkiye’de bugün hâlâ yaşayan reformların yüzde 80-90’ı Osmanlı’nın 1830’lardan sonraki döneminde yapıldı. Batı’nın sadece kurumları değil, kültürel davranışları da benimsendi bu dönemde. Tiyatro ve resim hayata girdi. Kadın haklarında radikal reformlar oldu. Şaşırtıcı bir gerçektir ki, Türkiye’de kız lisesi Fransa’daki ilk kız lisesiyle aynı tarihte açıldı. Bu ülkede, 1920-1950 arasında Batılılaşma durakladı.

     

    Atatürk döneminde mi durakladı?

     

    Evet. Batılılaşma, 1923-50 arasındaki Tek Parti Dönemi’nde durakladı. Toplumun Batı’ya yaklaşımında, Batı’yla ve oradaki fikir akımlarıyla ilişkisinde ise radikal bir gerileme oldu. Gerçi Medeni Kanun’un kabulü Batı’yla bütünleşmede adımdır ama, Türk hukukunun Batı’dan tercümelerle reforme edilmesi Tazimat’la başladı.

     

     

    Osmanlı yarı teokratik bir devletti. Cumhuriyet’le teokratik olmayan bir devlete geçildi. Bu, Batılılaşma yolunda bir adım değil midir?

     

    Bu teokratiklik konusunu ciddiye almıyorum. Çünkü Osmanlı devleti öteden beri örfî, askerî bir devlet oldu. Osmanlı pragmatik bir mantıkla yönetildi. Bakın... 1918’den itibaren Batı ülkelerinde kadınların toplumdaki rolüyle ilgili bir patlama oldu. Bizde bu değişim önce İstanbul’da yaşandı. 1918-21 yıllarında kadınlar birden bire tesettürü bıraktı. Ankara ise buna inanılmaz bir taassupla karşı çıktı. Ankara 1920, 1921 ve 1922 yıllarında tesettürü savundu. Ve 1922’de Ankara rejimi tüm ülkeye hâkim olduğunda, kadın haklarına ve giyimine ilişkin oldubittilerle karşılaştı. Atatürk, bu yeni döneme büyük bir esneklikle ve hızla intibak etmeyi başardı.

     

     

    Siz, cumhuriyetin ilk 20, 30 yılının da taşraya çöküş getirdiğini söylüyorsunuz. Nasıl bir çöküşten söz ediyorsunuz?

     

    19. yüzyılın ikinci yarısında Şemdinli’den Edirne’ye bu memlekette çok zevkli bir sivil mimari doğmuştu. Güzel evler, banka binaları, saat kuleleri, camiler, kiliseler yapıldı. 1920-1950 arasında ise taşrada sadece eciş bücüş sefil bürokrat evleri yapıldı. Bu toplum sanki cilalı taş devrinden çıkıyormuş gibi bina yapmayı ve şehir yaşamını 1950’lerden sonra sıfırdan öğrendi.

     

     

    Bunda Türkiye’nin Türkleştirilmesinin ve Müslümanlaştırılmasının payı yok mu?

     

     

    Hiç şüphesiz. Enkaz edebiyatı yapılmamalı. Almanya 1950’de tekrar Avrupa’nın en zengini oldu ama bizimkiler başaramadı. Gayrimüslim esnaf ve zanaatkârın nüfustan eksiltilmesi, Türkiye’nin bugün dahi altından kalkamadığı bir yıkıntı bıraktı. Bakın... 1915’te Van’ın yarısı Kürt değil Türkmüş. Eğer yapı ustasını, gazete yayıncısını, bankacısını, manifaturacısını yok ederseniz, medeni şehir yaşamının alt yapısını kaldırırsanız, orta ve üst sınıf Türklerin de yaşama koşulları ortadan kalkar. Nitekim bunlar Ankara’ya göçtüler ve geride bir enkaz kaldı. Anadolu’nun çöküşü budur işte!

     

     

    Sizin Atatürk ile ilgili de sarsıcı iddialarınız var. Atatürk’ün liderliğini nasıl tanımlarsınız?

     

     

    Olağanüstü cesur, yaratıcı, zeki bir şahsiyet. Fakat ne yazık ki bu deha ve güçlü kişilik ardında çok olumlu bir performans bırakmadı. Atatürk mutlak iktidarı terk edebilirdi, etmedi. Orta ve üst kadroların büyük bölümünü şahsi ağırlığı altında ezdi, yok etti. Ülke, siyasi kadro azlığıyla karşılaştı. Ayrıca şahıs putlaştırılmasına dayanan kült, Türkiye’ye bugün bile altından kalkamadığı bir manevi, kültürel ve siyasal yıkım getirdi. Mustafa Kemal, 1926’dan itibaren memleketin her meydanına kendi heykelini diktirme işiyle şahsen ilgilendi. Şehir meydanlarına kendi heykelini diktiren ilk cumhuriyet lideri olmak gibi ilginç bir özelliğe sahip oldu dünya tarihinde.

     

     

    1920-30 arasında kurulan birçok otoriter rejim yıkılırken Atatürk’ün hâlâ saygınlığını ve etkisini korumasını nasıl açıklıyorsunuz peki?

     

     

    1946-50 arasında yapılmış bir mutabakatla açıklıyorum. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı ertesinde demokrasiye bir mutabakat yaparak geçti. Demokrat Parti ile CHP arasındaki uzlaşmaya göre, Tek Parti Dönemi’nin uygulamaları sorgulanmayacak, devri sabık yaratılmayacak ve belirli şeyler yüceltilecek, kutsallaştırılacaktı. O tarihte, Türkiye’de demokrasiye geçişin esas yönlendiricisi ABD’ydi ve dönüşümün gemiyi fazla sallamadan yapılması kanaatindeydi. Türkiye 1920’ler, 1930’lar totalitarizmini gömmek için 1940’larda ve 50’lerde bir hesaplaşma yapamadı. Portekiz, İspanya, Yunanistan 1970’lerde geçmişleriyle hesaplaştılar, Türkiye hala hesaplaşmadı.

     

     

    Din konusunda Kemalist devrimin Sovyetler’e yakın radikallikte olduğunu söylüyorsunuz. Niye böyle düşünüyorsunuz?

     

     

    1920’lerin ve 30’ların dünyasında, ‘diktatörlük rejimi’ pek çok ülkeye hâkim oldu. Bunların din kurumuna yaklaşımları farklılık gösterdi. İtalya’daki faşist model Katolik kilisesini bir müttefik olarak gördü. Alman Nazizmi, din kurumunu siyasetin kenarına itti. Sovyet modeli ise dini yok etmek istedi. Türkiye dini tamamen yok etmedi ama dinin kurumsal alt yapısını (tarikatlar, medreseler, vakıflar) çökertmeyi denedi. Dini devlet baskısı altında dar bir alana hapsetmeye, Arapça eğitimini ve eski yazıyı kaldırarak, Kuran’ın referanslarını toplumdan silmeye çalıştı. Böylece toplum devletin onayladığı tercümelerle yetinecekti.

     

     

    Atatürk’ün kurduğu CHP’nin ilkeleri arasında demokrasi yok. Sizce demokrasi Atatürk’ün daha sonraki hedeflerinden biri miydi?

     

     

    Hayır. Öyle olsaydı, bunun bir izi olurdu. Fazla güçlenmiş olan İnönü’ye karşı, İnönü’yü sevmeyen kişilerden oluşan göstermelik bir muhalefet partisi olan Serbest Fırka kurduruldu 1930’da. Ama üç ayda halk öyle ilgi gösterdi ki bu partiye, iş, bütün rejimi çökertecek bir alt üst oluşa dönüştü ve parti kapatıldı. Atatürk iktidar olduktan ve diktatörlüğünü kurduktan sonra, tüm söylev ve demeçleri külliyesinde, ki binlerce sayfalık metinlerin hepsini okudum, demokrasi kelimesi sadece altı yerde geçer. İkisi, yabancı basına verdiği demeçtedir. Diğer dördü de ‘demokrasi iyi ama’ türü cümlelerdir. Türkiye’de demokrasi 1923’te başlamadı, aksine kesintiye uğradı.

     

     

    Anlamadım...

     

     

    1923’te kurulan rejim demokrasi değildir. Bakın... 1876’da Birinci Meşrutiyet’le Meclis açıldı. Serbest tartışmalar ve mebus seçimleri yapıldı. 1908’den itibaren de siyasi partiler kuruldu, 1908,1912 ve 1913’te seçimler yapıldı. Cumhuriyet ise demokrasiyi kesintiye uğrattı. 1923’teki İkinci Meclis seçimlerinde milletvekili listelerini Cumhurbaşkanı iki kişinin yardımıyla şahsen hazırladı ve seçime sadece bir liste girdi. 1946’ya kadar ki dört seçimde de aynı şey yaşandı. Bırakın demokrasiyi... Bir toplumda demokrasiden daha derin bazı siyasi değerler vardır. Mesela... Kul kültürü, yani biat kültürü toplumda azalıyor mu artıyor mu? Toplumsal yapı, devletin tecavüzlerine karşı bir bel kemiğine kavuşuyor mu? Toplumun adalet anlayışı gelişiyor mu? Tek parti dönemi bu açılardan bir felaket oldu.

     

     

    Atatürk’ün Padişah Vahdettin’le ilişkisi hep sorgulanır. Sizin görüşünüz ne bu konuda?

     

     

    Aralarındaki büyük yakınlaşma, Vahdettin veliahtken gerçekleşti. Mustafa Kemal’in beklentiler içinde bulunduğu ve Enver’le arasının bozuk olduğu biliniyordu. Mustafa Kemal, kasım 1918- mayıs 1919 arasında İstanbul’da çok yönlü temaslarda bulundu ve Vahdettin tarafından, Anadolu’da askerî diktatörlük kurma anlamına gelen, Osmanlı tarihinde görüşmemiş yetkilerle donatılarak genel müfettiş sıfatıyla Anadolu’ya gönderildi. Bandırma vapuruyla İngilizlerden kaçtı falan, bunlar yalandır.

     

     

    Atatürk’ün Enver paşayla ilişkisi nasıldı?

     

     

    Aralarında derin bir rekabet ve çekememezlik vardı. Enver Paşa’yla yaşıttı ve aynı çevrelerden geliyordu. Enver Paşa genç yaşta fiilen diktatör olmuştu. Belki de 1916-1917 yıllarında kurulması tasarlanan bir cumhuriyetin lideri olmuştu.

     

     

    Enver, cumhuriyet kurmayı düşündü mü?

     

     

    Evet. O döneme ait bilgilerde var bu. Enver’in cumhuriyet kurmayı tasarladığı, meşrutiyete son verip kendi şahsi diktatörlüğünü ilan etmek istediği ama Talat Paşa’nın buna engel olduğu anlatılır. Unutmayın ki 1910’ların dünyasında cumhuriyet kelimesi diktatörlüğün kod adıdır.

     

     

    Bu durumda bizde cumhuriyet, padişahlıktan diktatörlüğe geçiş miydi?

     

     

    Evet. Sadece Türkiye’de değil. Macaristan, Rusya, İspanya’da böyledir. Kurulu bir düzenin ve kurumsal dengelerin temsilcisi olan ‘meşruti monark’ı devirip, onun yerine hiç kimseye karşı sorumlu olmayan tek bir sivil şahsın geçmesi ve tüm yetkileri elinde toplamasıydı cumhuriyet. 1910’lar dünyasında cumhuriyet, demokrasiye doğru atılmış bir adım değildi. Şahıs diktatörlüğüne atılmış bir adımdı. Zaten en demokratik ülkelerin çoğu cumhuriyet değildir.

     

     

    Siz Falih Rıfkı’ya dayanarak, Atatürk’ün Enver Paşa’yı devirmeye hazırlanan Cemal Paşa’ya katıldığını söylüyorsunuz. Atatürk, Enver’i devirmek mi istiyordu?

     

     

    Çoğu yazar bunu yazdı. 1916 ve 1917’de bir dizi darbe teşebbüsünün yapıldığına dair ipuçları var. Mesela Yakup Cemil darbesi... Yakup Cemil yakalanıp idam edildi fakat evraklarında, darbeden sonra oluşturulacak hükümetin önderliğine M. Kemal’in getirileceğine dair belgeler bulundu. Arıca M. Kemal de anılarında söz ediyor. Suriye’de bulunan Cemal Paşa’nın hükümeti devirmeye ve Alman ittifakını bitirmeye dönük girişimlerinin olduğunu fakat sonra korktuğu için vazgeçtiğini anlatıyor.

     

     

    Cumhuriyetin dünyayla ilişkisine de farklı bakıyorsunuz. Batılıların o dönemde Türkiye’yi bölme amacının olmadığı kanaatinde misiniz?

     

     

    Evet. Osmanlı İmparatorluğu’na son vermekte kararlıydılar ama Türk nüfusun çoğunluk olduğu her yerde bir Türk egemenliğinin kurulmasını istiyorlardı. İmparatorluğun Türk nüfusa sahip olmayan yerlerini, tüm Arabistan’ı ve belki de Kuzeydoğu’da ve Güneydoğu’da bazı toprakları ayırmayı düşündüler. Yani Ermenistan sınırını, Kürtleri ve Batı’daki Rumları ne yapacaklarını bilemediler. Bugünkü bakış açısından bakarsanız bu bölmektir ama o gün için bölmek değildir. Türk nüfusun çoğunlukta olduğu yerlerde bütünlüklü bir devlet oluşturma niyetindeydiler. ABD ve İngiltere, Türkiye’de demir leblebi gibi bir rejimin bulunmasının dünya dengeleri açısından doğru olacağı kanaatindeydiler. Osmanlı gibi istikrarsız bir yapı istemiyorlardı.

     

     

    Cumhuriyetin Batı uygarlığıyla ilişkisi nedir?

     

     

    İkirciklidir. Biz İkinci Mahmut’tan beri bir yandan ‘Batı’ya mecburuz’ diyoruz, diğer yandan da ‘Batı düşmandır, emperyalisttir, kâfirdir, bizi sömürür’ diye düşünüyoruz. Cumhuriyetin bilinçaltında yatan derin bir yaranın ifadesidir bunlar. Ziya Gökalp’lerden, Ömer Seyfettin’lerden beslenen bir ırkçılık ve gâvur düşmanlığı kültürüyle biz bir yandan düşmanız Batı’ya... Bir yandan da gıptayla, kıskançlıkla bakıyoruz ona. 1920’lerden beri böyle acayip bir zihniyetin makasına sıkıştı Türkiye.

     

     

    Sizce harf devrimin sonuçları kötü mü oldu?

     

     

    Microsoft çağında Latin alfabesi kullanmak büyük nimet ama... Bunun Türkiye’de okuryazarlığı artırdığı doğru değil. İbrani yazısını kullanan İsrail’de okuryazarlık Türkiye’den daha yüksek. Harf devriminde amaç, Batılılaşmak değil, eski yazıyı yasaklayarak Türkiye’nin geçmişiyle bağlarını koparmaktır. Bu ülkenin dokuz yüz yıllık kültürel geçmişiyle bağları, halka on beş gün süre verilerek tek bir hamlede koparıldı ve sıfırdan başlayan bir toplum haline getirildi. Elli sene boyunca üniversite dahil hiçbir yerde insanlara eski yazı öğretilmedi. Bir toplumun kendi geçmişi hakkında tam ve mutlak bir cehalete indirgenmesidir bu.

     

     

    Türkiye diğer İslam ülkelerine kıyasla birçok açıdan çok gelişmiş. Bunda Atatürk’ün ve Kemalizm’in hiç rolü yok mu?

     

     

     

    Sanmıyorum. Türkiye 14. yüzyıldan itibaren İslam dünyasının en gelişmiş, en güçlü ve Batı’ya en yakın en ülkesi oldu.

     

     

     

    Siz laikliğin aslında bir tasfiye hareketi olduğunu da iddia ediyorsunuz. Niye?

     

     

    Cumhuriyet’in laiklik politikası gerçek bir laikliği gerçekleştirmedi. Dinin, devlete karşı nispi özerkliğini ve devletin mutlak gücünü kısıtlayabilme potansiyelini yok etmekten ibaret oldu. Çünkü amaç laiklik değildi. Amaç mutlak iktidardı. Yani iktidarı kimseyle paylaşmamaktı. Amaç, cumhuriyeti kuran şahısların iktidarıydı.

     

     

    Biz Batı uygarlığının değerlerine bir türlü ulaşamadık. Sizce bunun sebebi ne?

     

     

     

    Esas hata 1946-50’de yapılan Kemalizmi yüceltme mutabakatıydı. 1920’lerde dünyada rüzgârlar totaliterlik ve diktatörlük yönünde esiyordu. Ama 1945-46’da bu ülkenin önünde bir fırsat kapısı açıldı. Çünkü dünyada demokrasi rüzgârları esmeye başladı. Ama Türkiye ‘Benim totaliter geçmişim yücedir, tartışılamaz’ dedi. Oysa diktatörlüğü reddetmeden demokrasiye geçmek mümkün değildir. Nitekim Tek Parti Dönemi’nin ruhu darbelerle hep geri geldi. İttihatçı totaliter ruhtan kurtulamıyoruz.

     

     

    Atatürk milliyetçiliğini nasıl tarif edersiniz?

     

     

    Atatürk milliyetçiliği Kurtuluş Savaşı yıllarında İslami cihat anlayışı üzerinden hareket etti. 1924’te ise İslam unsurunu çıkardılar ve yerine ‘vatan millet Sakarya’ diye bir siyasi amentü kurdular. Bu amentü, ‘Kurtuluş Savaşı, Atatürk, 29 Ekim, halifenin kovulması, düşmanın denize dökülmesi’ gibi bir dizi semboldür. Bu amentüyü kutsayana vatandaş, kutsamayana vatan haini dediler. Atatürk milliyetçiliği denen ve çok modern, çağdaş ve sol zannedilen şeyin özü, en klasik anlamıyla 1920’ler faşizmidir. İtalya’da 1920’deki rejim bu ideoloji üzerine kuruldu. Vatandaşlık haklarını bir siyasi amentüye bağlama düşüncesi çok tehlikelidir. Çünkü bu siyasi amentüye boyun eğmeyeceğine dair en ufak kuşku duyulan kişi vatan hainidir, Gayrimüslimlerin kovulmasının, mülklerine el konulmasının temelinde Atatürk milliyetçiliği yatar. 1930’larda bu Atatürk milliyetçiliğinin üstüne bir de Türk ırkçılığı eklendi.

     

     

    Kemalizm’in, Orta Asya’dan yayılan Türk ırkının üstünlüğüne inandığını mı düşünüyorsunuz?

     

     

    İtalyan rüzgârının estiği 1920’lerde Ankara’nın söyleminde Orta Asya’nın adı geçmez. 1930’larda Alman rüzgârı eser ve Atatürk kendini olağanüstü bir şevkle, Orta Asya’dan tüm dünyaya egemen olmuş atalarımız efsanesine adadı. Tüm dünya dillerinin Türklerden türediği, dünyaya medeniyeti Türklerin götürdüğü söylendi.

     

     

    Türklerin Orta Asya’dan geldiği görüşünü paylaşmıyorsunuz. Türkler kim sizce?

     

     

     

    Eskiden Anadolu ve Rumeli’de oturan Türkçe konuşan ve Müslüman olan insanlar Türk sayılırdı. Hâlâ halk arasında geçerli olan tanım budur. Cumhuriyet döneminde Türk kavramıyla radikal olarak oynandı. Dinî içerik çıkarılıp yeri siyasi bir içerikle dolduruldu. Ama bu tutmadı. Orta Asya diye bir şey buna yamanmaya çalışıldı. Tarihle ilgilenen herkes bilir ki, Türkiye’nin bugünkü etnik kompozisyonunda Orta Asya unsurunun payı yüzde 10-15’tir. Anadolu’da yerli bir halk vardı.

     

     

    Peki... Kurtuluş Savaşı’nda dünyanın en güçlü ülkeleriyle savaştığımız görüşüne katılmıyor musunuz?

     

     

    Emperyalizme karşı savaştığımız yönünde hayret verici görüşü, 1960’larda Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli icat etti. Kurtuluş Savaşı, Türkiye Yunanistan savaşıdır. İkisi arasında büyük bir savaş yaşandı.

     

     

    Kurtuluş savaşı olmasaydı bağımsızlığımızı kaybetmez miydik sizce?

     

     

    Bir süre için kaybederdik ama 1918’de Amerika, İngiltere ve Fransa Türkiye’de sağlam bir devletin oluşmasını talep ediyorlar. Türkiye o tarihte yıkılmış ve ekonomik olarak tükenmiş olduğu için, bazı reformlar gerçekleşinceye dek bir vesayet altında tutulmasını da savunuyorlar. Bakın... 1945’ten sonra uygulanan modelin ta kendisidir bu. 1946’da Marshall Planı ve NATO’yla Türkiye Amerikan mandasına girdi. 1918’de konuşulan da farklı değil. Bir reform hükümeti kurulacak ve ülke belki 20 yıl Amerikan mandası altında bulundurulacak ve sağlam modern bir devletin oluşması sağlanacak. ‘Türkiye’nin maliye iradesine, ordusunu sağlamlaştırmaya, kara ve deniz yoluna ihtiyacı var’ diyorlar. 1918 ve 1919’da bu gündemdedir. Sevr gündemde değildir. Sevr de Türkiye’yi bölmez ya...

     

     

    Nasıl bölmez?

     

     

     

    Sevr’in maddelerinin büyük kısmı, Türkiye’nin üçlü bir uluslararası idare altına sokulmasıyla ilgilidir. Sevr, hükümranlığı Türklerden alır. Bir şeye dikkat etmek lazım. Kurtuluş Savaşı, Sevr’e bir tepki değildir. Sevr, Kurtuluş Savaşı’na bir tepkidir. Ankara’da Millet Meclisi açıldıktan bir ay sonra Sevr Anlaşması gündeme geldi.

     

     

    Siz hepimizin bildiklerinin tersini söylüyorsunuz. Bu iddialarınız için hangi kaynaklara bakmanız gerekti? O kitaplar bugün yasak mı?

     

     

    Değil. Sadece Atatürk’ün kendi yazdıklarını bir Japon turistin bakış açısıyla, onu ne yücelterek ne de küçülterek okursanız her şey ortadadır zaten...

     

     

     

    23.06.2008

     

    Neşe Düzel / Pazartesi konuşmaları / Taraf Gazetesi


  2. Hoş geldiniz. Üyeliğiniz hayırlı olsun. :) İnşallah mücerret planda rütbe üstüne rütbe atlamanıza şahit oluruz :)

     

    Üstadın bu romanı tıpkı rabianur kardeşimizin ifade ettiği gibi meselelerin, şahısların, hadiselerin maddi yönünü kuru kuruya işlemekten uzaktır. Üstad, her meseleyi, her hadiseyi tefekkür potasında eritmeden, hakkaniyet ölçülerine tabii tutmadan işlememiştir.

     

    Üstad, romanı (Olurların, olabilirlerin, olamazların, olması özlenenlerin, hatta olmuş olanların, mutlaka (dinamik) vâkıalar zinciri içinde demeti, dizisi, sergisi...) şeklinde tarif eder. Bu, gerçek romanın tarifidir. Hadiseler, şahıslar, yani romanın müşahhas planında rol alan her mefhum, ihata ve telkin ettikleri fikirlerle kıymetlidirler. Yoksa bunların tek başlarına üstün ve dikkate şayan bir manaları yoktur. Gerçek sanatkâr da mefhumların özündeki bu cevheri, beynindeki rafineride işleyip sanat tezgâhında sergileyendir. Evet, gerçek roman budur ve bizde bunlara şamil, yani hakiki bir romancı yoktur. Doğu'dan ve kendi ruh köklerimizden kopmamızın bir neticesi olan Batıya yakınlaşmamızın bir mahsulü olarak roman, kopyacılığın her alandaki semeresi gibi, bizde taklitten öte bir hüviyete girmedi. Romanımızda kadın mefhumu kıymetsiz bir (entrika) dekoru olmaktan öteye gidemedi. Tek başına kadın mefhumunun romanımızdaki kaba bir tahlili bile bunu bedahetle göstermeye yeter. Çünkü romancımız dinamik vakıa damarlarını fikir kalbine bağlayamayacak kadar mefkûresizliği mefkûre bellemiştir. Süpürge makinesi gibi, ortalıkta ne var ne yok muhasebe etmeden romanlarına almış, ve gayesizlik içinde kaybolup gitmiştir.

     

    Halbuki Batı'dan aldığımız bir edebi tür olan romanı kendi asli ruh köklerimizin aksiyon planına tecelli etseydik Batı romancılığının zirve noktasını kendi diz seviyemize indirmiş olmaz mydık? İşte Üstadın bu iri hacimli eseri bu keyfiyette bir şaheserdir. Hem hadiseler ve şahıslar arasındaki münasebeti resmeden kemiyet, hem de bütün bunları aşkla kemale erecek üstün bir fikriyatın hizmetine sokacak keyfiyetiyle, bu eser eksiksiz bir şaheserdir...

    Hele son kısmı...Naci'nin, aklı, sırtında bir kambur olmaktan çıkarıp hakikat semasında süzülmesini sağlayacak kanat olarak takması...Ne kadar muazzam, ne kadar harikuladedir...


  3. Bir Dinazorun Anıları... Hımm.. Otobiyografisini mi yazmış ne :) Üstadı (henüz dinciliğe soyunmamış) olarak takdim etmesi, Üstad hakkında kaale alınacak hiçbir mütealasının olmadığını tek başına ispat etmeye yetiyor. Bu tablo bedahetle gösteriyor ki, bu güruhun sokak arasındaki fikir nasipsizi, sığ diyalektik namzedi tipleriyle, edebi planda fikriyatını tatbik edenleri arasında fikri bir yetkinlik buudu yoktur. Sokaktaki, kaldırım taşından, yazarları da kalemin odunundan ibaret... :)


  4. Makarnayı ben de çok severim. :) Hem lezzetli, hem ucuz, hem de kilo yapıyor :D E daha n'olsun :D Hep istemişimdir, şurda burda irili ufaklı dürümcülerin yerine şöyle güzel bir makarnacı olsaydı da şip şak yiyip çıkabilseydim diye... Her gün olsa da yesek :D

     

    Mevzunun özüne dönecek olursak, aşkı pörsümez, eskimez kılacak tılsım, ruh; ruh mefhumunun tabii olduğu merkez de dindir. Uhrevi plandan nasipsiz aşklar, daha doğrusu birliktelikler, elbette ki fani olacaktır. Çünkü o zaman ortada seveni ve sevileni kendi benliklerinden feragat ettirecek, gözyaşları içinde mesud bir eriyişe razı edecek kudret kalmayacaktır.


  5. Yazıya ben de reyhan gibi büyük bir iştiyakla başlamıştım. Zira başlığı, muhtevasındaki cevheri samimi manada ifşa edeceğini ilan ediyordu. Ama bu, hiçbir ilmi tetkik, hiçbir muteber ve müşahhas verisi olmayan, tamamiyle hayal ürünü olarak çizilen bir define haritası gibi, adeta toprak altında (cevher)i vaat ediyor, ama onun izini, bulunduğu yeri hakiki manasıyla gösteremiyor. Üstelik başta (define) olarak takdim ettiği nesneyi küt ve sığ bir diyalektikle kıymetsiz olarak tarif edecek kadar da vahim bir çelişki ve gaflet örneği sergiliyor.

     

    Evet, Üstad bizlere yol gösterecek olan, fikir semamızın göğsünde kalp gibi atan kutup yıldızımızdır. Bunda şüphe yok. Onun, uğrunda destanlık çapta çilesini çektiği, ve hangi zaviyeden tetkik ederse edilsin kemiyet ve keyfiyet planlarında üstün bir sanatkarlık mahsülü olan fikriyatı da bunun delilidir. Ne hazindir? Yazar, üstadı ne büyük bir fikir adamı, ne de şair olarak görmediğini bedahet ve samimiyet(!) ile ifade ediyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?!

     

    Üstada burun kıvıran yazarımızın tahayyül ettiği fikir buudu acaba ne çaptadır? Bir fikir adamında aradığı vasıflar nelerdir? Fikir planında bu kadar yetkin (!) olan yazarımız acaba hangi mesnetle üstada burun kıvırmıştır, bunu bedahetle bilmek isteriz!

     

    Fikir adamı, cemiyetin bütün hassasiyetlerini, bütün çilelerini, bütün çıkmazlarını ve artık her ne varsa her şeyi, kendi benliğinde toplayıp, cemiyetin dününü, bugününü ve yarınını üstün ve hakiki bir şekilde muhasebe edip, ona istinaden fikir örgüsünü kuran üstün bir şahsiyettir. Onun için cemiyetin tek bir fertte toplanmış hali dersek yanılmış olmayız... Fikir adamı, cemiyetin bekası için o kadar mühim, o kadar değerlidir ki, onun kıymetini ölçecek bir cihaz, mukabilini temin edecek bir değer, namevcuttur. Cemiyetin bekası dedik, bakınız, burada hayati derecede mühim bir nokta vardır. İşte tam bu noktada, vücudumuzun iltihaplandığı Kanuni, ve sonra can çekişimizin başladığı Tanzimat ile başlayan çöküşümüzün ana saiklerinin en temel amilinin, fikir planındaki yoksulluğumuz olduğunu tayin edebiliriz. Üstadın, harikulade ve eşsiz bir nazarla teşhis ettiği bu hüküm, mutlaktır.

     

    Üstadın sağlam duruşunu fark edipte, bu duruşun mesnedini fikredememek ne hazin bir yanılgıdır. O sağlam duruşun mesnedini, o bulutları delip geçen yapıyı ayakta tutan temeli, Reyhan kardeşimizin yazısında hakkıyla ve yeterince müşahede edilmiştir. Gene kendisinin ifade ettiği şekliyle, Üstadın (İdeologya Örgüsü) eseri, fikir planındaki yetkinliğinin apaçık bir delilidir.

     

    Yazarımız, bunlarla birlikte Üstadı önemli bir şair olarak görmediğini de belirtiyor. Bir önceki yargısında olduğu gibi bunu da temellendirmediği, herhangi bir mesnede dayandırmadığı için, yani zifiri karanlıkta, belirsiz denecek kadar yitik bir gölgecik şeklinde boy gösterdiği için kendisini büsbütün göremiyor, bu sahte hükümlerin kafasına hakikat balyozunu indiremiyoruz. Ne Üstadın aksiyonunu sürdürdüğü zamanlarda, ne de şimdi, kendisine taban tabana zıt olan zümreler dahi, Üstadın sanatkârlığına şapka çıkarma, hiç olmazsa hakkını verme samimiyetini göstermişlerdir. Ama gelin görün ki, bu pek samimi yazarımız, Üstadın şairliğini yetersiz görmektedir! Hararetle tenkit mi edersin, sükûtla hayret mi edersin?


  6. gerek Reyhan, gerekse Mehmet kardeşimiz bu nizamların nizamı, mefkurelerin mefkuresi, dünyevi planda şu veya bu ölçünün değil de, bütün ölçülerin çepeçevre etrafında halkalandığı, ve Üstadın zıddını hicvederek özünü muştuladığı hakikati, dikkate şayan mütalaalarla tetkik etmişlerdir. Bunların üzerinde bir fikir beyanında bulunmak iktiza ederse söylenmesi icap eden odur ki, ne gündelik siyaset oyunlarıyla nefslerinin neferliğini tatbik eden kuru yığınların kör midelerini doldurma gayesindeki, ne de gene nefs telkinleriyle, onu doyurmak için meydana indirilmiş mesnedi meşkuk ve yalan ideologyaların mimessillğini yapan nizamlar, himayesine girilmeye değer değildir. Himayesine aldığı ve temsil ettiği fertlere uhrevi planda bir hisse muştulamayan, bu minvalde berdevam olmayan sistemler, nizamlar fanidir, baki değildir. Zamanın kendilerine tahsis ettiği hayat hakkını kendi içinde, müşahhas planda parlak bir yerde sürdürüyor olabilirler. Hatta bu üstünlük, bütün cihanı kılıcının ve kaleminin hükümdarlığına boyun eğdirmiş kadar ileri gitmiş olabilir . Ama mademki bütün nefsler ölümü tadacaktır, mademki başlangıç ve bitiş çizgisinden ibaret olan insanın hayatı ve aynı kat'iyetle dünyanın nihayeti muhakkaktır, o zaman bütün alemi bayrağının gölgesine toplamış olsa bile bu nizamın muteberliği yoktur. Müşahhas planda her meseleyi çözmüş, kendi dairesinde her muvaffakiyete ermiş olsa dahi , önüne bir (var olma) müşkülü çıkar ki nihayette, o bayrak da iner, o kalem de kırılır, o kılıç da düşer...


  7. Mustafa Armağanın tarih tezi, tahlilde gayesizliğinin ilk işareti olan tarafsızlıkla, teşhiste biricik meziyeti, aynı zamanda hakikate çıkan merdivenin ilk basamağından öte bir hüviyeti olmayan (marjinal)likten mürekkeptir. Onun tarih tezlerinin bağlı olduğu topyekun bir fikir örgüsü ise, bedahetle belirtelim ki, namevcuttur. İçindeki, kendisine (bu yanlıştır)ı dedirten (iyi niyet) güdümü, şuurlaşıp sistemleşmemiş iptidai bir düşünce zemininde vücut bulduğu içindir ki, (doğru olan budur)'u demekten uzak ve nasipsizdir.

     

    Üstadın tarih çalışmaları ise, hakikat mihraklı fikriyatının hizmetindedir. Mustafa Armağan'ın ifşa etmekten ileri gidemediği (yanlış)lar silsilesini tefekkür örsünde döve döve, (doğru) ve (ideal)in teşhirine vasıta etmek davasındadır. Hal böyleyken, Üstadın büsbütün bir fikir örgüsünün mahsülü olarak, Tanzimat hareketini sadece belli başlı bir zaman dilimindeki tarihi verilerin neticesi olarak değil, bir milletin ruh kökünün topyekun kazınmaya başlandığı cereyan olması hasebiyle yermesini, gene aynı şekilde Yeniçeri'yi basit ve deri üstü meselelerle değil; onu aşk ve vecdimizin doğuş, yükseliş, duraklayış ve çöküş saiklerini kendinde toplaması ve aksettirmesini baz alarak tenkit etmesini Mustafa Armağan'ın görmek istememesi, kendi tarih tezlerinin gayesizliği göz önünde bulundurulursa tabiidir.


  8. Kelime; sanatkârın ebediyet tezgâhında dokuduğu hakikat halısının yünü, ipliği… Şair, bir arının, çiçekten aldığı poleni petekte ballaştırma işine denk olarak, kelimelerle, ötelerin duyulmayan sesinden, görünmeyen renginden, akledilmesi muhal hakkaniyetinden remizler, timsaller, izler ve çizgiler taşıma memurluğunu ifa eder. Burada, tek başına bütün bir mana ifade etmeyen parça ile üstün ve yeni bir eser vücuda getirme işinde, insiyakının güdümünden beslenen arı ile fikriyatıyla hareket eden sanatkâr arasında görünürde gün ışığı kadar şeffaf olan farklılık, hakikatte, gittikçe kararan gece kadar kalındır. Kelimelerle, yani madde âleminin ifade vasıtasıyla, ötelerin her muvazeneden münezzeh âlemini teşhir etmek, fani meşgaleler arasında değeri eşekliğe düşürülmüş olan sanatkârlığı, bir küheylan biçiminde, en asli ve üstün hüviyetine getirmiş olur.

     

    Kelimeler, gündelik meşgalelerde, sönük ve hakikatsiz mefkûrelerin nizamında, sadece deri üstü birer kavram tekabülleridir. Bunun en güzel prototipi, Üstadın (ver cüceye, onun olsun) dediği mefkûresiz ve hakikatten nasipsiz şairliktir. Bu sanatı güden şairler, hissiyatın en iptidai cihetine saplanmışlardır ki, tek meziyetleri kupkuru imge avcılığı yaparak mefhumları karmakarışık bir hüviyete sokmaktır. Hâlbuki şairin en asli vazifesi malumu meçhulleştirmek değil, meçhulün esrar perdesini aralayarak malumatını fikrettirmektir. Kelimeler ve mefhumlar, ötelerin solmaz ve pörsümez tazeliğini, hudutsuz ve eksiksiz birliğini tarif etmede kullanıldı mı, kendi keskin hudutlarını aşarak, karşısında olanı göstermekten ibaret olan (ayna)lıktan çıkıp; farklı bir âlemi takdim eden (anten) hüviyetine girer. Üstadımızın kanat çırptığı sanatkârlığın sırrını da işte burada aramak lazımdır.


  9. Sakin olun arkadaşlar :)

     

    Buranın Necip Fazıl'a atfen hazırlanmış bir site olması, kullanıcıların fikriyatını veyahut muhtelif bir cihetini takdir ettiği bir şair veya yazara itidal hudutları dahilinde istediği şekilde hitap etmesine mani değildir. Abdurrahim Karakoç tastamam bizden (B.D) olmasa dahi tamamiyle bizden olmayanlardan da değildir. Mukaddesata olan sadakat ve temayülünden ötürü kendisine (üstad) denmesinde ne bir beis ne de bir abes vardır. Mesele, herhangi bir müspet nihayete ermesinin muhal görünmesinden ötürü noktalanmıştır.


  10. DOĞUM

     

    (Leyla´nin doğumu için Mecnun´un sonradan söylediği)

     

    I.

     

    Çiğ düştü göklerden

    Ve bir bahar günü doğdun sen

     

    Güvercinler geçti menekşelerden

    Ve bir bahar günü doğdun sen

     

    Kendi kendine ayna olan nergislerden

    Leylakların gün doğuşu ürperişinden

    Zambakların kıyı kıyı bakışından

    Geldin sen

    Ve rüzgarlar karları süpürdüğünde

    Ve insanı çıldırtan kuş sesleri işitildiğinde

    Birdenbire aydınlandı annenin yüzü

    Ve bir bahar günü doğdun sen

     

    İlkin horozların gözüne göründün

    Dünyaya haber verdiler ötelerden

    Baban yeni dönmüştü eve ıraklardan

    Birden aydınlandı annenin yüzü

    Ve bir bahar günü doğdun sen

     

    Marta bakan biliyordu geleceğini

    Nisana bakan görüyordu alaca renklerini

    Kızıl ve yeşil seherini

    Mayısa bakan buldu seni

    Ve bir bahar günü doğdun sen

     

    Sana Leyla dedim Suna dedim şiirlerde şarkılarda

    Gerçek adın bir fısıltı gibi kaldı ağızlarda dudaklarda

    Çatlar yüreğim bir nar gibi o sırrı anar da

    Avunurum doğumundan gelen muştulu armağanlarla

    Melekler gökten geldi armağanlarla

    Ve bir bahar günü doğdun sen

     

    Bir bahar günü doğdun sen

    Baharın ta kendisi oldun sen

    Şimdi her baharda doğan çocuklarla

    Sen en aşılmaz boya tenlerinde saçlarında

    Sen görünür görünmez ufuklarda

    Karlar erir erir kaçar kaçar da

    Gökler yağmur biçiminde güler ağlar ağlar da

    Güneş öğünerek yansır yansır da sularda

    Gelirsin her baharda

    Bir diriliş gibi ölü dünyaya

    Ölüler gölgenden ateş ala ala

    Ekilip biçilip yankı yapa yapa

    Yaz sıcaklığından arta arta

    Birer birer çıktılar gönlümüzün aynasına tarlasına

    Ki bir bahar günü doğdun sen

     

    Güller dönüştüler yatak çarşaflarına

    Leylaklar yaklaştılar korka korka

    Nergisler benliğimizin ortasından baka

    Gelip fon oldular insanın

    Bir kere daha

    Sende yeniden yaratılışına

    Bir bahar hali yaratışına

     

    Bir bahar günü doğdun sen

    Baharın ta kendisi oldun sen

     

     

    II.

     

    Sonbahar benim ölümüm kırmızı kırmızı yanışım karaağaçlarda

    Senin ak doğumunu daha çok ortaya koymak için

    Toplayıp gelişim güzü bütün sarılarımla loşluklarımla

    Çürüyen solan evrenin karşı koyuşu

    Senin baharda doğusunun anısına

     

    Ah o ne sıtmadır güneşteki sıtma baharda

    Her an senin doğumun yaşamaktan gelen

    Ve güzün güneşte bir kuruyuş bir dağılma

    Benim ölümümden gelen haykırış ve ağlayışlarla

    Bir ömür boyu oldum salt ölüm kemiği

    Parlamak için senin doğumundan gelen fosforlarla

    Eve girmekte geç kalan çocuklar görecektir geceleri

    Aşk baharının sessiz direnişini

    yanıp duran ışıklarda

     

    Yaz güneşi biriktirdi biriktirdi

    Sonbahar yapraklarda delirdi

    Kış derin çizgileriyle devrildi

    Bahar gül tanklarıyla çiçek çağlayanlarıyla belirdi

    Ve bir bahar günü doğdun sen

     

    ...

     

    Sezai Karakoç


  11. Acının Omuzlanışı

     

    Edip Cansever için

     

    Kadını bir gürültüye sapladılar.

    Evler tıkırtıydı, tıkırtıydı, tıkırtı

    kahkahamın düşürdüğü çiçekleri bulamadılar

    fırtınalı bir geceydi çünkü bulamadılar

    bombalar, bö sesleri, savaş alaborası...

    Yaşamak bir tıkırtıydı, aldırmadılar.

     

    Çocukların düşlerinde bir Markut

    bir kurbağa zıplıyor yaşamamızdan

    hergün zıplıyor, hergün eksiliyor, hergün

    Markuuuut! Torbanı sarkıt.

    Her doğal güzelliğin bir ucunda aptallık

    öbür ucunda o kambersiz geçen düğün.

     

    Kadın. Kadını bir dilime katık ettiler

    Markuuuut! Torbanı sarkıt.

    Siz büyüyün kan kuşları siz büyüyün

    güzün gelişi bir öğürtüdür korkmayın

    korkmayın ölüm bir başka ağzıdır yarasaların.

    Aşınmış eşikler, aşınmış yaygaralar

    aslan gibi bir kocası var mıydı bu kadının?

    Gömleğimi zorlayan kuş sesleri.

     

     

    İsmet Özel

     

     


  12. ASILMIŞ ADAM

     

    Cinnet Mustatili üzerinde gezdiğim günlerden birinde... Bahar çiçekleriyle bezeli bir yemiş ağacı, galiba bir kayısı... Ve bu ağacın bir dalında, kopuk bir çamaşır ipi parçası gördüm. İpin yere doğru sarkan ucunda bir düğüm...

    Bu düğüm tıpkı bir kafaya, altından sarkan daha ince kısımlar da bir gövdeye benziyordu.

    Dakikalarca, kan ter içinde dört nala koşan hayalimi suçlandırırken, manzaradaki müthiş ifadeyi, benzerlik ifadesini tasdikten de kendimi alamadım. Küçük nisbet unsurları içinde tam bir benzerlik... Kendisini ağaca asmış bir adam... Başı hafifçe öne eğilmiş, ayakları da arkasına doğru büzülmüş...

    Ey rahatsız hayâl, suç yine sende!.. İstediği kadar benzesin veya benzemesin, bunu niçin görüyorsun?.. Böyle bir şeyi kim görür senden başka bu dünyada?.. Ve iş böyle şeyleri görmeye dökülünce, daha neler görülmez, her şeklin altından neler çıkarılmaz?..

    Yâni ne demek istiyorsun?.. Bana intihar etmemi, canıma kıymamı, Allahın emanetine hiyanet etmemi, bunu mu telkin ediyorsun?., Biliyorsun ki, bizi imana bağlayan zincir, bütün insanlık ters fikir üzerinde intihar etse onu taşıyacak ve yine kopmayacak kadar kuvvetlidir. Ne olabilir; taşımaktan âciz kalacağımız sıkıntılar kalbimizi büzer ve ölürüz. Daha?.. Canlı uzviyetimizi meydanda bırakacak bir ruh inkılabının korkusiyle, her ân fezayı kusar gibi ıstıraplar çekebiliriz. Fakat emanete hiyanet eder miyiz? Asla!..

    Bu "asla", her türlü celâdetin dışında, yalnız Allah-tan beklenen ve alınan korunma duygusu, onun lütuf ve keremine gösterilen ve bağlanan güven hissiyle söylenmiştir ve onda kör nefsin payı yoktur. İşte bu nokta, Müslümanın hiçbir şeyden korkmaması; ve yine Allahtan gelen her korkuyu Allah için yenmesi ve şeytanı tepelemesi gerektiğine işarettir, emirdir, borçtur.

     

    Şimdi Allaha dayan ve tekrar et:

    -Asla!..

     

    Dudaklarımda acı bir tebessüm, kayısı ağacının yanına gittim, ip parçasını kopardım; ve gelecek saadet günlerinin en kıymetli hâtırası, vasıf dışı ıstırapların feyizli dersi diye, onu çantama koydum, sakladım.

     

    Bu satırları yazarken (22 Mayıs 1953 Cuma, Revirde dişçi odası) dua ediyorum:

    - Allahım, beni hayatımda bir mislini görmediğim sıhhat,'irade ve ruh kuvvetine ulaştır, bu ıstırapların neticesini böyle bir saadete bağla ve o zaman bana bu ip parçasına bakarak karar vermenin ve iş görmenin şartlarını bahşet!.. Ey, başımdaki çetin, çetin üstü hesapsız çetin imtihanın sahibi Rabbim, mutlak kudret!.. Senden hangi kuvvet ve tecelliyi istediğimi biliyorsun, lütfet!..

     

    Bu hayal oyunundan daha evvel, Osman Yüksel'e bir zarf vermiş ve şöyle demiştim:

    - Bu zarfın içinde vasiyetnamem vardır. Ancak başıma ne türlü olursa olsun, bir kaza gelecek olursa açılabilir. Daha evvel açmayacağına, Allah ve Resulü adına söz veriyor musun?..

    Osman, arada bir mübalağayla açtığı gözlerini, bu defa patlatırcasına açarak cevap vermişti:

    - Ne var üstad, ne oluyorsun?.. Böyle şeylere şu ân için ne lüzum var?..

    - Sen yalnız yemin et, Osman ve zarfı al!.. Osman, mahzun mahzun zarfı almış ve istediğim sözü vermişti.

     

    İlâve etmiştim:

    - İnşallah, bu zarfı bir gün, tam sıhhat ve kaygısızlık içinde bizzat açmak bana nasip olur da içindekini beraberce okur ve ibret alırız.

    - İnşallah, üstad; böyle olacak İnşallah...

    Fakat hastaneye giderken, belki beni orada alıkoyarlar diye zarfı Osman Yüksel'den almış ve aynı merasimle yeğenime teslim etmiştim.

    Zarf hâlâ yeğenimde... Kendimi büsbütün iyi hissetmeye başlayınca onu kendisinden alacağım ve çantamdaki ip parçasının yanında, ilk vazifesi bitmiş bir hâtıra unsuru diye muhafaza edeceğim. İp parçası ve dokuz maddeli vasiyetname, istikbale ait başka vazifeler bakımından, birbirini tamamlayacak. İzin verin de onu, Allaha havale ettiğim sırlar arasında saklayayım; ve yine O'nun izniyle, birkaç mahremimden başka kimseye göstermeyeyim...

    Yalnız, vasiyetnamemi burada kelimesi kelimesine nakletmişim gibi, altına ilâvesi gereken tefsir cümlesini yazayım:

     

    Bize bu acıları tattıranlara karşı Allah'ın en büyük intikamı, bu acılardan sonra ve bu acılar sayesinde ereceğimiz (erdiğimiz) ruh kuvvetidir. Ben bu satırları yazarken (ereceğimiz), siz bu satırları okurken (erdiğimiz) İnşallah... Dikkat edin; şimdiden "hamdolsun" diyorum.

    Vasiyyetnamemde, ölümle burun buruna gelen, ondan da ileriye geçen, ölümden beter şeylerle burun buruna gelen, onlardan da ileriye geçen; bir sürü maddî ve manevî borcu olan, af isteyen, gerisinde beş çocuk ve bir zevce gören, onların maddî ve manevî ihtiyaçlarını dostlarına ısmarlayan ve bütün müminlerle helâlleşen çilekeşin, gelincik renginde bir kalb mürekkebiyle yazılmış dilekleri vardı.

    Allah bundan sonra vasiyetnamemi, en geçinden ve en mes'ud şartlar altında yazdırsın bana... O güne kadar da her hareketim, mes'ud vasiyetin günü gününe tatbiki ve telkini olsun...

    Allahım, Allahım; Efendimin sözüyle:

    "- Sana malik olan neden mahrumdur; ve senden mahrum olan neye maliktir?."


  13. Şimdi şahıs olarak üç tipimiz var: Namık Kemal, Fikret, Gökalp...

     

    Namık Kemal arnavuttur. Ama bu onun kusuru değil... Kusurlu tarafı da değil... Burada da bir ölçü koymaya mecburuz: İslâmı biz, dünyada mevcut her ırkı eriten muazzam bir hararet derecesinde bir pota kabul ediyoruz. Onun içinde hepimiz eriyoruz ve bir tek insan mâdeni çıkıyor; Müslüman... Irklar da Allah'ın, fertler gibi yarattığı vakıalardan biri... İnkâr edilemez. Irkları, müslümanlığa olan alâka ve hizmetleri bakımından mümtazlaştırabiliriz. Ancak o rengi en güzel aksettiren ırktan olmanın bir iftihar payı vardır. Kabul ediyoruz! Ve bizim anladığımız milliyetçilikte ruhî muhteva esastır; ondan sonra ona bağlı millî tecelliler ve tehassüler, bizim milliyetçiliğimizin tablosunu çizer. Namık Kemâl arnavuttur. Ama, ırk meselesi şuradan doğabilir ki, arnavutu, çerkezi, kürdü, hepsi müslüman olarak nazarımızda müsaviyken, bunlar kendilerini İslâmi ölçü dışı bir nisbetle bizden koparıp da infirada, ayrılmaya doğru giderlerse o zaman herbirinin, arnavutluğu, Çerkezliği, kurtluğu ayrıca kabahat olur. İşte o zaman Türklük girer araya... Ve dine hizmet noktasında nefsine imtiyaz arayabilir. Biz buna kabahat demeyiz o takdirde... Nitekim Akif de arnavuttur, ama ciddi bir müslüman ve Türktür nazarımızda... Süleyman Nazif - ki devrinin münekkidi geçindi ve Abdülhak Hamid'in arkasına meşhur "şâir-i âzam" yaftasını yapıştırdı- Onun arnavutluğunu gizlemek için dördüncü babadan sonraki babasının Konyalı olduğunu iddia eder. Bu Anadolulu baba tedariki pek zoraki bir iş ve | malûm...

     

    Tekirdağında doğdu, tahsili noksan... Gayet kötü tasavvuf şiirleri yazdı, gayet zevksiz... Şinasi'ye rastgeldi. O da [sahte kahramanlardan; fakat o kadar küçük ki, değmez sahte [kahraman olarak ele almaya... Ama pek âlâ Namık Kemâl'i güttü. Fransızcaya daldı Namık Kemal ve şiiriyle, mevcut olmayan sanatını bir nev'î mücadele âleti haline getirdi ve ortaya bir "vatan" mefhumu attı.

     

    Vatan...

     

    Nedir vatan? Şu kelimecilikten ne gün kurtulacağız? Vatan şairi, "vatan"dan başka kelime bilmez. Vatan büyük bir dâva... Hattâ Ziya Gökalp nazarımızda gerçeklerden olmadığı halde vatanın izahını yapar ve onu idealleştirmeye bakar:

     

    "Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan:

    Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir, Turan..."

     

    O, sadece toprak vatan... Fransızca söylenişiyle (lâpatri)... Tercümesi "vatan"...

     

    Türkiye'de kurulan ilk parti, "Yeni Osmanlılar Cemiyeti"... Ona âza olur. Sırası gelmişken bir de partileri anlatalım : tek cümle içinde... Niçin parti olamaz bu memlekette ve niçin parti bu memleketin ruh kökünden fışkırmaz? Tıpkı gazeteler gibi... Parti bir Garplı müessisesi olarak buraya girer. Garplı sevk-ü idaresi altında yürür ve üstünkörü garp taklitçiliğinin dâvasını güder. Bu memleketin (doktrin) sahibi olarak köküne bağlı tek bir parti gelmemiştir şimdiye kadar... "Yeni Osmanlılar"dan yeni bilmem neye kadar budur zincir halinde... Namık Kemâl bunlardan ilkinin mensubu... Partinin de malî ihtiyacını temin eden adam, Prens Fazıl... Hidiv olamamış... İsmail Paşanın kardeşi... Devlete karşı kırgın... Namık Kemâl'i, Ziya Paşa'yı, gençleri topluyor. Halbuki adamın hırsı Sadrâzam olmak... Bunları Avrupaya götürüyor, Namık Kemal'e orada "Hürriyet" gazetisini çıkarıyor. Biraz sonra Babıâli ile anlaşıyor Prens, bunları bırakıyor. Kalıyor mu kahramanlar sokakta... Haydi onlar da affediliyorlar; dönüyorlar memlekete... "İbret" gazetesini çıkarıyorlar İstanbul'da... Öyle şiddetli yazılar yazıyorlar ki, o devirde, biz bu devirde yazamıyoruz onları... Ve nasıl yazdıklarına da, nasıl yazdırdıklarına da zaten şaşıyoruz. "Vatan yahut Silistre" diye bir piyes yazıyor Namık Kemal... Orada İslâm Bey diye biri var. Tek nakarat: Vatan... Vatanın ne bir izahı var, ne bir anlamı... Oyun içinde bir tekerleme var: Murat... "Muradın ne senin?" "Benim Muradım nerede?", Bilmece: Murat, murat... Şehzade Murad geliyor hatıra... Yakalıyorlar bunu, haydi Magosaya... Abdülaziz devrinde Namık Kemâl'i Kıbrıs'a sürüyorlar! İşte görüp gördüğü bütün zülüm bu... Bir zülumdur bu, evet bir fikir adamına zulümdür; ve Abdülaziz devrindedir. Abdülhamid devrinde affediliyor, İstanbul'a geliyor, yine birtakım haltlar yiyor. Abdülhamîd'in bir tek siyaseti vardır. Aç adamlara kesesinden para verip filân filân yerde oturturdu. Onu Midilli'de oturmaya sevkediyor yüz altun maaşla.., İhsanlara bakın!.. Biraz sonra da mutasarrıf yapıyor Midilli'ye...

     

    Oğlu Ali Ekrem hadiseyi izah eder:

     

    "— Niçin mutasarrıf yaptı, biliyor musunuz, kaçmasın diye..."

     

    Böyle de lâf mı olur? Mutasarrıf kaçmaya niyetliyse en kolay kaçar. Devletin gambotiyle kaçar.

     

    Oradan Sakız'a geçiyor, mutasarrıf... Sakız'da zatürrüye oluyor. 48 yaşında ölüyor. Ölürken vasiyet ediyor: Beni Şehzade Süleyman'ın Bolayırdaki mezarı yanına gömün! Ona âşık... Ölünceyedek hem mutasarrıflık maaşı alıyor, hem yüz altun "Kise-i Hümayun"dan atıfet kabul ediyor. Hem de vasiyetini Padişah kabul ediyor, devlet müessisi en büyük şehzadenin yanına gömdürüyor. Bu kadar izzet ü ikram içinde geçiyor hayatı... Kimdir Namık Kemâl? "Şehid-i hürriyet"... Ne ucuz şeymiş "şehid-i hürriyet"lik... Neresi şehid, neresi mazlum?...

     

    Namık Kemâl'in şiir tarafı... Benim bir tasnifimdir bu; telkin, değil, tebliğ... Hakikî şair telkincidir, tebliğci değil... Tebliğcilere davulcu diyebiliriz. Biri kemancı ise öbürü davulcu... Hiçbir dâvada köke inemez. Ahlâkı da tamamen Tanzimatçılardaki ahlâktır ve bunlar birbirlerine karşıdırlar. Bakın, Âlî Paşa için ne diyor:

     

    "Âli, bu devleti sana muhtaç gösterip,

    İkbal mesnedinde bakaadan ümidi kes.

    Bilmem nedir lüzumu vücud-u habisinin

    Dünyayı boynuzun mu tutar hey öküz teres"

     

    Fuad paşa için de diyor ki:

     

    "Duzaha gitmiş idi sûz-i fuâdından Fuad..."

     

    Duzah cehennem, sûz da ağrı; fuâd ise kalp demek. Fuad da Fuad Paşa... Bunlar hep kelime oyunlarıdır; başka bir şey bilmezler. Bir gün bana Abdülhak Hamid, Namık Kemal'in Ziya Paşaya gönderdiği, rengi uçmuş bir resim gösterdi. Namık Kemal, Ziya Paşaya veriyor, diyor ki:

     

    "- Ziya-yı Kemâl'i Kemal-i Ziya'ya takdim ediyorum!.."

     

    "Sadr da sadr illeti mahv ü adîm etti hele, Hâke defnettiklerinde söyledim tarihini: Yere geçti sadr-ı Ali, vardı derk-i esfele..."

     

    Hiç birbirlerine tahammüleri yok... Bakın şiir tarafı ne

     

    "Kedimi kaflet ile fare-yi idbar yedi

    Buna yandı yüreğim, ah kedi, vah kedi!.."

     

    Ah şiir, vah şiir!.. Şimdi biri bana şunu söyleyebilir:

     

    - Bunlar kötü şeyler olabilir, herkeste bulunabilir, Sende de bulabiliriz... İyileri yok mu? Meselâ Vaveyla şiiri. En iyi şiiri kabul edilir. Okuyalım:

     

    "Feminin rengi aksedip tenine,

    Yeni açmış güle misal olmuş.

    İn'itafiyle bak ne âl olmuş.

    Serv-i sîmîn safâlı gerdenine.

    Git vatan Kâbede siyaha bürün,

    Bir kolun Ravza-i Nebîye uzat!

    Birini Kerbelâda Meşhede at,

    Kâinata o heyetinle görün!"

     

    Hani, bir zamanların Ermeni tiyatro sahneleri vardır ya... Onların dekoruna benziyor bu vatan tablosu... Çünkü teşbih unsuru diye kullandığı Beytullah, Ravza ve Meşhed gibi yerlerin bu türlü kartpostal dekoru diye kullanılmasına müsaade edemez sâf şiir... Şairliği, tiyatro muharrirliği, tarihçiliği, makaleciliği son derece zayıf... Fransızlardan bir büyük akademisyen (Göte) gibi dünya çapında bir edip için "(Göte), şu muhteşem eşek!" der. Muhteşem eşek... Biz de Namık Kemal için şöyle söyleyebiliriz: Bir cüce... Pehlivanlık taklidi yapan bir cüce... Bedestenden alınmış sırma kaftan içinde bir cüce... Ahlâkta ise ne kadar zaif olduğunu "Abdülhamîd" isimli eserimiz göstermeye yeter.

     

    Tevfik Fikret... Asıl ismi Mehmed Tevfik... Mısraları kırıyor, nesir haline getiriyor... Beceriksiz, âdi bir tebliğ... Avukat ağzı...

     

    "Fecrin bütün semasını birden kucaklayan..." Bunu Mekteb-i Sultani'ye yazıyor, Galatasaraya... Bakın o sahtelik ocağı müesseseye ne kadar bağlı... Şiir devam ediyor:

     

    "Bir pencerende, sahne-i hâverle rûberû,

    Yıllarca bundan evvele râcî, bugün yavan.

    Bir sergüzeşt, o günler için macera dolu

    Bir ömre nasb-ıfikr ile daldım...

    Bugünkü ben

    Kim der o yirmibeş sene evvelki gölgeyim?

    Bir çeyrek asra öyle uzaktan bakıp gülen

    Sîmaya şimdi ben bile bigâneyim...

    O kim?"

     

    Bu kadar mısraının hepsi tek cümle...

     

    Saf şiirde:

     

    "Çoban kaval çalar, anın,

    Hayatı şâiranedir.

    Güler perisi tarlanın,

    Bu bir güzel teranedir."

     

    Bu kadar basit ve yavan...

     

    Lâyık olduğu yere getiriliyor; Galatasaray Müdürlüğü... Peşinden Kollej...

     

    Ben bir aralık Kollejde Edebiyat muallimiydim. Fikret'in bir büstü duruyordu sahanlıkta... Bir gün bana Doktor (Rayt) isimli oranın müdürü, "sizin de büstünüz bir gün buraya konulabilir" dedi. Ben, "Allah saklasın!" diye cevap verdim. Akif de ne şiirde, ne fikirde büyük değilken böyle adamların karşısına çıkmak bakımından büyük kahramandır.

     

    Onun için; "Bir kaç pulu tercihinden Protestanlara zangoçluk eden şair," mısralarını yazar.

     

    Fikreti nümûne ahlâka malik gösterirler. Bu kadar büyük yalanları ne gün anlıyacağız. İttihatçıydı. İttihatçılardan umduğunu bulamadı. Abdülhamîd hakkındaki hücumlarını "rücu" şiirinde geri aldı.

     

    "Hayır, hayır sana râcî değil bu tel'inat,"

     

    Bunlar vicdan kiracısı adamlar... Fikret kendi devrinde modalaşan Allahsızlığın -Abdullah Cevdet, Hüseyin Cahit vs.- orta malı işportacısı ve leke sabunu hatibi seviyesinde bir insandır. Prud'homme, S. (Sülli Prüdom) mukallidi olan Fikret, Avrupa'daki şairlerden taklide kim değer bilmiyordu.


  14. MEVDUDİ

     

    Sapıklık misallerini bir laboratuar katiyetiyle gözönüne serdiğimiz Hamîdullah isimli, "bâîdullah" denilmeye lâyık mütefekkir taslağından sonra, ondan biraz daha hafif, fakat dalâlette yine çok ağır, Mevdûdî geliyor. "İslâmda İhya Hareketleri" adlı eserinde bu adam, dar ve kuru aklı biricik metot olarak kullanıyor, bu metodun baş temsilcisi ibn-i Teymiyeye'yi göklere çıkarıyor, İmam-ı Rabbânî Hazretleri gibi beyninin her zerresi güneş, bir iç ve dış kahramanını yalnız dış cephesiyle ele alıp içini görmemezlikten geliyor, İmam-ı Gazali Hazretlerini güya "müceddid - yenileyici" tanıdıktan sonra onda birtakım zaaflar buluyor ve bu zaafları üç noktada topluyor: Hadîs ilminde eksikliği, (rasyonel - aklî) ilim tesirinde kalışı ve tasavvufa kapılışı... Böylece tasavufu, yâni Kâinat Efendisinin bâtın nurunu inkâr etmiş ve hakikatte kendi metodu olan kara aklı İmam-ı Gazalî'ye mal etmek ve yermekle tezatların en gülüncüne düşmüş bulunuyor. Hadiste zaif' demesi de, akılla aklı yenen büyük kahramanın iç kanal mevzuunda gösterdiği hadislere muhalefetinden doğuyor. (S. 64, 65, 67 ve 70, 77) Tasavvufu karikatörülerinden ayıramayarak tam inkâr ve kendisini zımnen Mehdî kabul edişi de eserinin sonunda (S. 123, 124, 125, 126, 127, 128).

     

    Bende el yazısı mevcut bir şehadete göre de, bizzat bu şahidin "mezhebiniz nedir?" sualine "mezhebim yok!" cevabını veren sapık...


  15. Harikulade, enfes bir yazı… Müellifi her kimse, ki fikir namusuna sahip olduğu aşikâr, takdir etmemek elde değil. Fikir çilesi... Düşünce hanesinin mücerret planda namusu ve müşahhas zeminde tapusu... İster sis kadar durağan ve hantal, ister kasırga kadar coşkun ve zapt olunmaz, ister nem kadar yalın, ister umman kadar dolgun olsun, içinde fikrin bir katre bile olsa damlamış olduğu her şeyin kıymet hükmünü, pahasını tayin eden mefhum… Fikir ızdırabına uğramamış fikir adamı, düşünce seyrinde beş hassesinin dar geometrisinde sıkışmış, kendi benlik ihtilalini yapmamıştır. Böyleleri konar-göçer birer fikriyatın mümessilleridir ki, kalemleri beyaz kâğıtta fikrin darağacıdır.

     

    Burada, insan fıtratını ve düşünce mefhumunu bir arada tetkik etmek gerekiyor. Belli başlı bir mefhum üzerinde fikir yürüten, onların muhasebesini yapan, müspet yahut menfi yönde teşhisini koyduktan sonra ona istinaden reçetesini yazan fikir adamı, hayatı normal seyrinde yaşamaktan münezzehtir. Misalen, (zaman) mefhumunda bir şeyler söyleyecek, bir takım tahlillerde bulunacaksa, zamanı ortalama insanlar gibi yarı sarhoş yarı lakayt şekilde sürdürme lüksüne sahip değildir. Herkesin deliksiz bir uykuda yarı sırıtık bir suratla uyuduğu vakitte fikir adamı sabaha kadar amansız bir diş ağrısı çekiyor gibi zamanın muhasebesini yapar. Çünkü o, mefhumların özüne inip, peçelenmiş gerçeklerini ifşa etme memurudur. Eşyanın sır perdesini araladıkça da, (avam)ın sürdüğü ortalama yaşam muvazenesini kaybeder, bedahet hissini gittikçe yitirir. Her şahıs, her madde, her hadise çözülmeyi bekleyen bir muamma olur. (Çile) şiirinde Üstadın fikir ızdırabını müşahede etmek mümkündür.


  16. Bu yazı için söyleyebilirim ki, Üstadı anlatan incelemeler arasında şimdiye kadar tesadüf ettiklerim arasında en samimi ve onun iç âlemini teşhir etme ba'abında en keyfiyetli olanından... Üstadın muharrirliği, şairliği ve diğer cihetleri topyekun fikriyatından beslenir. Bunlar, o fikriyat orkestrasının birer enstürmanıdır. Hepsinde kendine has sesler, muhtelif zenginlikler ve vazifeler mevcuttur. Onun şairliğinden ruhi dünyasının enginliğini, piyes yazarlığından ferdi ve ictimai tahlil ve terkip dehasını, muharrirliğinden dava ahlakını, siyasi hadiseler üzerinde hakkaniyet ölçülerine olan sadakatini, mevcut çarpıklığı tenkit etmedeki vicdanını ve daha neleri neleri tespit edebiliriz...

     

    Tabi Üstadın bütün bu vasıflarını topyekûn çevreleyip onu takdim etmeye yetecek bir tabir arayacaksak, yazarın değindiği şekliyle salt (insan) demek belki doğru, fakat kesinlikle eksiktir kanısındayım. Doğruluğu, hayatın sorgusuz, muhasebesiz ve nihayet çilesiz cereyanına başkaldırmanın, sormanın, muhasebe etmenin ve nihayet fikir çilesi çekmenin yolu olduğu içindir. Peki ya eksikliği? O eksiklik, aynı zamanda samimice arayan, ama bulduracak olandan mahrum olan batı münevverinin de vahim ruh röntgenidir. Eksikliği, muhasebesi edilenin, arananın, sorgulananın ve çilesi çekilenin nihayetteki bulunacak, görülecek ve müjdelenecek olandan hazin bir şekilde mahrum olmasından kaynaklanıyor. Avrupa münevverinin hemen hepsinde bundan birer nebze görmek mümkündür. Aklı, beyninde bir ur olarak müşahhaslaştıracak kadar geren Pascal’dan, Descaretese kadar… Ama (üstün insan) görüşü ile bunun kaidelerini sistemi belli bir nizam etrafında toplayan da Nietzsche’dir.

     

    Fakat biz biliyoruz ki Üstad, ne iptidai bir arayışın, ne neticesi meçhul bir seferin, ne de havaya kürek sallayan batı adamının halinden ibarettir. O, aradığını İslamda bulan, İslamda bulduran, havaya değil, toprağa kürek sallayan, yani aramayı bulamamanın tesellisiyle değil, bulmanın ihtirasıya sürdüren bir fikir adamıdır. O zaman onun için sadece (insan) değil, (insan)lığın kemiyet zarfında, Allah'ın halifeliği mertebesine nail oluşun keyfiyet mazrufu olarak, kamil insan diye takdim etmek lazımdır.


  17. (İnşallah), gerçek ve derin mümin için inançtaki samimiyetin ve tevekkülün ne güzel bir tezahürüdür. Teslimiyet kasasını açcak olan tevekkül şifresi... Onun için kemmiyette sekiz harften ibaret olan bu kelimenin keyfiyet yelpazesinin ihata ettiği mananın hacmi ise, tespit ve zabıttan münezzehtir. Gerçek ve derin mümin için böyle, ya kaba softa ham yobaz için? O kaba softa ki, her mefhumda olduğu gibi bunda da tam bir taklitçilik, nasipsizlik ve ruhsuzluk mimessilidir. O, bu kelimeyi dilinden düşürmez, ama ihata ettiği manayı fikretmeyi aklının ucundan bile geçirmez. İslamın mana gemisinde oyuklar açıp, içeri su sızdıran gafil...

     

    Tek bir örnek bile hakikat karşısında gerçek müminle, müminlik müsveddesini alanen ifşa etmeye yetiyor. Gerçek ve derin mümin hakikatin sevdalısı, kaba softa ise iflah olmaz zamparasıdır.


  18. ÇOBAN ÇEŞMESİ

     

    Derinden derine ırmaklar ağlar,

    Uzaktan uzağa çoban çeşmesi,

    Ey suyun sesinden anlıyan bağlar,

    Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi.

     

    "Göynünü Şirin'in aşkı sarınca

    Yol almış hayatın ufuklarınca,

    O hızla dağları Ferhat yarınca

    Başlamış akmağa çoban çeşmesi..."

     

    O zaman başından aşkındı derdi,

    Mermeri oyardı, taşı delerdi.

    Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi.

    Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi.

     

    Vefasız Aslı'ya yol gösteren bu,

    Kerem'in sazına cevap veren bu,

    Kuruyan gözlere yaş gönderen bu...

    Sızmadı toprağa çoban çeşmesi.

     

    Leyla gelin oldu, Mecnun mezarda,

    Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda,

    Ateşten kızaran bir gül arar da,

    Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi,

     

    Ne şair yaş döker, ne aşık ağlar,

    Tarihe karıştı eski sevdalar.

    Beyhude seslenir, beyhude çağlar,

    Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi...

     

     

    Faruk Nafiz ÇAMLIBEL

×
×
  • Create New...